Yönetmen: Lee Dong-hyeon
Oyuncular: Ahn Jae-wook, Lee Eun-joo, Son Jong-beom, Jeon Moo-song, Song Ok-sook, Yoo Hyeong-kwan
Senaryo: Lee Han, Lee Ji-won, Son Jeong-eun
Çoğu Güney Kore melodramında dikkat çeken bir unsur var: Birbirine aşık olacak çiftlerin ilk karşılaşmaları çok sadedir. Köşeyi dönerken birbirlerine çarparak ellerindekileri düşürüp, toplamak için eğildiklerinde göz göze gelmezler pek. İlk görüşte flaşlar patlamaz, havai fişekler çatlamaz. Garden Of Heaven’da olduğu gibi bir bakmışız, birden öyle yan yana oturuyorlar. Kaderin oyunu rastgele bir tanışma, sözsüz, sıradan bir bakış ile bu iki insanın birbirine deliler gibi aşık olacağına pek ihtimal vermeyiz. Onlar da vermez zaten. İşin bu kısmı çok can alıcıdır. Güzelliğin görünen boyutunun bir ötesine geçiş bileti zamanla sindire sindire kazanılır. Hani bazı çiftler birbirlerini ilk gördükleri anı anlatırlarken fark ederiz ya. O büyük aşk, meğer ne kadar sıradan bir tanışmayla start almış. Hayalkırıklığı yaşanır biraz. Çünkü filmlerde alıştırmışlar bizi flaşlara, fişeklere, lazerlere. Halbuki o ne naif bir ilk karşılaşmadır.
Günler geçtikçe anlamı artan, sıradanlıktan unutulmazlığa doğru biçim değiştiren bir masumiyet başgösterir. Ateş bacayı sardığında artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. Bundan sonra olacaklar bizi sessiz sakin bir bilinmezliğe adım adım götürecektir. Bu aşk, yine bizi alıştırdıkları gibi tutku yoksunu değil, tam aksine tutkuyu her hücresinde hisseden ve fiziksel teması minimumda tutarak ironik biçimde daha da güçlenen bir omurga üzerine oturur. Kimimiz, ürkek dokunuşlar, çekik bakışlar, kadife ciltler filtresinden süzülen tutkuyu, ateşli bir Fransız öpücüğüne yeğleriz. Zaten hiç öpüşmeden bile o elektiriği iletebilen bir aşktır onların yaşadığı. Öpücüğün büyüsünü ayağa düşürmek istemezler belki. Az ve öz öpücük sahnelerinde ise çok şey anlatırlar bu yüzden.
Ne var ki aşk, beraberinde acı, sıkıntı, hastalık getirmez ise nasıl test edilir diye düşünmekten içi şişmiş bir melodram yazarı "kader ağlarını örmektedir" cümlesini bulmuştur. Birbirini çok seven çiftimizden biri ölümcül bir hastalığın pençesine düşmüştür. Bize de, Azrail’in bu kadife çiftin kapısını çalacağı günü beklemek düşer. Garden Of Heaven’ın konusu da bu hikayenin kabasından farklı değil. Kabası diyorum, çünkü bu kaba anlatım yüzünden o kadar çok filmden soğuduk ki, nice güzel filmin semtine uğramadık bile. Ama mühim olan, o kaba yapının içine gizlenmiş, izledikçe açılan kardelenler. Ufacık bir ayrıntı bile bizi bir anda sarıp sarmalar. Eski bir bakkalın raflarına bakarken çocukluğumuzun şekerini, gazozunu, sakızını görmemiz gibi.. Bu filmlerden alacağımız tadı başkalarıyla paylaşamayız, seçtiğimiz bu filmle onları memnun edemeyiz, suni eleştirilerle karşılaşırız. O zaman kendi içimize dönmemizi tetikleyecek bir güdüyle onları paylaşmaktan kendimizi alıkoyarız. Böylesi daha iyidir. Kimseye söylemez, o filmleri sessizce içimizde yaşarız.
Babasından miras kalan hastaneyi, ölümü bekleyen hastaların daha huzurlu ölebilmeleri için kullanmak isteyen Ohsung’un, tesadüfen tanıştığı Youngju’yu da aynı hastaneye alması ile şekillenen, ölümün kara gölgesi altında bir melodram Garden Of Heaven. Daha tanıştıkları gece bile birbirlerini yalansız dolansız, açık kalplilikle birbirlerine sunan Ohsung ve Youngju, ölüm meleği ve kurbanın karşılaşmasına benziyor. Bu açık kalplilik, bir kadının o gece tanıdığı bir erkeğin omzuna başını yaslamasına, bir erkeğin o gece tanıdığı bir kadına samimi itiraflarda bulunmasına vesile oluyor. Ohsung’un “Cennet Bahçesi” adlı hastanesinde ölümü bekleyen hastalarla ve onların yaşama bağlılıklarıyla renklenen film, aşk ve ölüm hakkında öyle kocaman laflar etmeyen, sadece ara sıra kocaman ümitsizlikler hissettiren bir kırılganlığa sahip. Hastaların hayata bağlılıklarına, güleryüzlerine, bir kalıp sabundan veya tuvalet kağıdından bile ilham alarak yazdıkları şiirlere rağmen, kadın çocuk demeden vakti dolanların Azrail ile buluşmasına elden bir şey gelmiyor. Sevdiği kadının kanser olması yanında, hastalarının da ölümün sıcak nefesini Ohsung’un sakinleştirici varlığı ile aşabileceklerini düşünen insanların varlığı filmi normal “kansere yenik düşen ölümsüz aşk” filmlerinde bir nebze ayırıyor.
Garden Of Heaven’ın bir başka güzelliği olan Eun-ju Lee’nin trajik intiharını, filmin hayat dolu ölüm mahkumu Youngju ile bağdaştırma girişimlerimizin başarılı olması mümkün değil. Bu ne talihsizliktir ki, filmde ve gerçek yaşamda da ölümden kaçamayan bir güzellik için ne söylenebilir? 22 Şubat 2005’te geride 12 film ve yürek sızlatan bir intihar mektubu bırakan Lee, bir üniversite hastanesinde psikolojik tedavi görüyordu. Yorgunluktan, ilgisizlikten, konsantre güçlüğünden, iştahsızlık ve uykusuzluktan muzdaripti. Günde neredeyse bir saat uyuyordu. Ölümünden az bir zaman önce doktoru onu tekrar görmek, ilaçlarını ve tedavisini kontrol etmek üzere çağırdıysa da, Lee bir daha gidemedi. Filmlerinde canlandırdığı çoğu karakterin talihsiz ölümleri dikkat çekiciydi. İlginçtir, filmlerinden birinde canlandırdığı karakterin de yine Şubat’ın 22’sinde öldüğü söyleniyor. Sonlara doğru filmdeki hastaların yaptığı enfes çan gösterisini izlerken Lee’nin talihsiz yaşamını düşünüyorum. İçim burkuluyor. Neyse ki Garden Of Heaven’da gördüğümüz hayat dolu genç kadının samimiyeti, geride bıraktığı diğer filmleri gibi elimizin altında olacak. O başka bir yerde olsa da, filmlerde onu hep kanlı canlı göreceğiz. Sinemanın bir başka gücü de bu işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder