31 Temmuz 2022 Pazar

İnsanlar İkiye Ayrılır (2020)

 
Yönetmen: Tunç Şahin
Oyuncular: Burcu Biricik, Pınar Deniz, Aras Aydın, Başak Daşman, Erdem Akakçe, Nezaket Erden
Senaryo: Tunç Şahin
Müzik: Safa Hendem, Mehmet Cem Ünal

Uzun zamandır iş bulamayan olan Duygu, son çare olarak bankalar adına telefonla borç tahsilatı yapan şirketlerden birisinde çalışmaya başlar. Borçlular üzerinde psikolojik baskı kurma metotları öğretilen Duygu, kısa zaman içinde çalıştığı şirketin en başarılı elemanlarından birine dönüşür. En yüksek tahsilatı yapan çalışanın ek prim kazandığı firmada, başka bir hırslı çalışan olan Bahadır ile Duygu arasında kıyasıya bir rekabet vardır. Duygu ve Bahadır arasındaki bu rekabet, Ceren adlı genç bir kadının dosyası üzerinde çalışmaya başlamalarıyla iyice kızışır. Her ikisi de Ceren’i manipüle ederek kendi tarafına çekmeye çalışır. Ceren başlangıçta Duygu ile birlikte hareket etmeyi seçse de, Bahadır’ın çekimine karşı koyamaz ve zamanla genç adamın etki alanına girer. Ancak Ceren'in dosyası göründüğünden çok daha büyük bir sürpriz içermektedir. Tunç Şahin'in yazıp yönettiği ikinci uzun metrajı olan İnsanlar İkiye Ayrılır, Antalya Altın Portakal Film Festivali 2020'de En İyi Senaryo ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Nezaket Erden), SIYAD Ödüllerinde yine Nezaket Erden'in performansıyla En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini aldı. Tunç Şahin, konusundan da anlaşılacağı üzere kapitalist düzen aktörlerinin borçlar sayesinde esir aldığı insanların, sözde aracı bu tip kurumlar vasıtasıyla başka dolaplarla esir alınmaya çalışılması üzerine modern bir anlatı kuruyor.

Son dönem Türkiye sineması, festivaller için yapılan minimal ve içe dönük filmler, gişeleri hedef alsa da batan çer çöp işler ve gişeleri hedef alan Cem Yılmaz, Ata Demirer tarzı komedi yapımları arasında sıkışmış durumda. İnsanlar İkiye Ayrılır ise iyi ve sürükleyici bir senaryo vasıtasıyla seyirciyle barışık ana akım sinemanın, çok fazla örneğini görmediğimiz zeki bir anlatımla da var olabileceğinin örneklerinden biri. Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar ve Ata Demirer'in tekeline düşmüş gişe hınzırı popüler yerli sinemanın dışında buna benzer ana akım işlerin fazla görülmemesi de ayrıca üzücü. Zira bu üçlüden ve ülkenin arthouse sinema örneklerinden sorumlu bir başka üçlüden ibaret bir sektör kendini tekrar etmeye mahkum. Tunç Şahin, Karışık Kaset adlı vasat romantik komediden 6 yıl sonra bu kez psikolojik gerilim öğeleri taşıyan bir suç dramıyla nabız yoklamaktan fazlasını gerçekleştiriyor. Gerilimden anladığı cin filmleri, suçtan anladığı da mafya filmleri olan bir kısırlığa meydan okurcasına toplumun çok büyük bir yüzdesini ilgilendiren borç kavramı üzerinden kurguladığı hikayesiyle hem tekinsiz bir üçlü iş ilişkisi düzeni kuruyor, hem de bu düzenin hedef aldığı banka ve diğer aracı kurumların oluşturduğu kapitalist düzenle hesaplaşma yollarını zorluyor. Bunu yaparken mantıklı bir alternatif suç örgüsü içinde, toplumun bu borç ve alacaklı ilişkisinin gerçeğine sadık kalarak ve en önemlisi politik doğruculuk tuzaklarından sıyrılma amacı taşıyarak yolunu çiziyor.

Tunç Şahin, filmin başlarında Duygu'nun banka müfettişi Müge tarafından sorgulandığı sahne ile bize ne olduğunu henüz bilmediğimiz olayların öncesine döneceğimizin sinyallerini veriyor. Böylece şimdiki zamanı ile geri dönüşler arasında gidip geleceğimiz bir anlatıma kendimizi hazırlıyoruz. Bu anlatıma gayet iyi sahip çıkan Şahin, belki de bu tasarımın olmazsa olmazı olan bir başka senaryo mantalitesini de başarıyla uyguluyor: Baş karakterleri olan Duygu, Ceren ve Bahadır arasında seyirciyi gelgitlere sürükleyecek şüphe tohumları ekmek. Uzun bakışmalardan, gereksiz sahnelerden arınmış, akıcı diyaloglarla ve dinamik bir kurguyla ektiği bu şüphe tohumlarının meyvesini, adım adım ulaştığı sürpriziyle alan film, bu sürprizin açıklandığı flashback katkılı blokta da benzerlerini yerli filmlerde pek görmediğimiz bir özenle hareket ediyor. Sömüren ve sömürülen taraflara gerçekçi bakışı, bunu filmin amacını ve duygusunu sömürmeden yapması, hele de kendini üstün gören bu finansal sistemin anladığı dilden konuşulabileceğini politik doğruculuğa prim vermeden göstermesi gibi açılardan kendi mütevazi hedeflerine ulaşıyor. Özellikle Burcu Biricik ve Pınar Deniz'in başarılı performanslarıyla taçlanan İnsanlar İkiye Ayrılır, Ciddi konusu, virajları, mesajları, sonuçlarıyla istenirse ana akım sinemanın ne denli sağlam örnekler çıkarabileceğinin bir kanıtı.

23 Temmuz 2022 Cumartesi

Çatlak (2020)

 
Yönetmen: Fikret Reyhan
Oyuncular: Hakan Salınmış, Hakan Emre Ünal, Giray Altınok, Tuğçe Yolcu, Elif Ürse, Taha Bora Elkoca, Süleyman Karaahmet, Süreyya Kilimci, Canan Atalay, Mehmet Bilge Aslan, Gülçin Kültür Şahin, Görkem Mertsöz, Cihat Süvarioğlu, Emir Ünver
Senaryo: Fikret Reyhan

Zamanında göçmen işçi olarak Londra'da çalışmış olan Fatih, orada arkadaşı Ayhan’dan, Türkiye’deki ailesine göndermek üzere yüklü miktarda borç almıştır. Borç, Fatih’in Türkiye’deki kalabalık ailesi tarafından iki servis minibüsü alınarak değerlendirilmiştir. Ancak bu borç Fatih'in dönmesinden sonra da ödenmeyince ağabeyiyle Türkiye’ye gelen Ayhan, Fatih’in ailesini ziyaret eder ve parasını ister. Bu borcun talep edilmesi, aynı binada ve iç içe geçmiş ekonomik çıkarlarla yaşayan kalabalık ailenin dengelerini bozar. Aile bireyleri arasında gizli kalmış çatışmalar su yüzüne çıkar. 2017'deki ilk filmi Sarı Sıcak ile çeşitli ödüller ve övgülerle sinema yolculuğuna başlayan Fikret Reyhan'ın ikinci uzun metrajı olan Çatlak, Türk sinemasının son yıllardaki en güçlü işlerinden biri. Bu gücü basit konusundan ziyade, o konuyu dar alanlarda giderek yükselen tansiyon ayarları yapan diyaloglardan ve o diyalogların doğal akışında kaybolup varlığını unutturan kamerasından alıyor. O kamera adeta üzerimize yapışarak bizi karakterlerle birlikte evin oturma odasına, mutfağına, koridorlarına, balkonuna, terasına götürüyor. Sanki görünmez olmuşuz, bu ailenin evine girmişiz gibi, karakterlerin konuşmalarına istinaden nereye ve kime bakacağımızı anlamış bir kameranın rehberliğine kendimizi teslim ediyoruz.

Sıklıkla Cristi Puiu'nun yaklaşık 3 saatlik filmi Sieranevada ile karşılaştırılan Çatlak, sadece 80 dakika içinde kimliğini, karakterini, amacını ortaya koyan bir film. Hatta ana çatışmasını sonuca ulaştırmaması, yan çatışmalarını tadında bırakması, gerilimi gittikçe arttıran senaryo matematiği bu süre dahilinde onu daha dolu dolu bir film yapıyor. İki bölümle ele alınabilecek film, Ayhan ve ağabeyi ile dışarıda buluşan Fatih'in onları eve getirmesiyle başlıyor. Konuyu bilmeden izlediğimizde neden böyle bir toplanma gerçekleştiğini, ne zaman sadede gelineceğini merak etmekle birlikte, Ayhan, Fatih ve ailenin babası Muhittin'in arasında geçen diyaloglarının sıradanlığına rağmen yavaş yavaş kendini belli eden gerilim, ziyaret amacını anlamamızla birlikte kendi dikenli yollarını döşemeye başlıyor. Muhittin'in biraz da haklı olarak sonradan haberi olduğu bu borcu sorgulayışı, alacaklı Ayhan'ın kibarlığı elden bırakmadan borç meselesini açma gayreti, Fatih'in mahcubiyet ile ortamı yumuşatma çabası o kadar güzel iç içe geçiyor ki, su deposu taşıma, Fatih'in evini gezme gibi gereksiz sahneler bile bu bölümün dengesini bozmuyor, gerçeklik duygusunu arttırıyor. Zira yıllar önce Londra'da alınan ve Türkiye'de kullanılan ama hala geri ödenmeyen o borcun varlığı, görünmeyen bir karakter gibi inşa edilip gerilim unsuru haline getirildiği için nasıl sahneler izlersek izleyelim onun varlığı hiç unutulmuyor.


Ayhan ve ağabeyi borç için 1 hafta mühlet verip ayrıldıktan sonra kendi başlarına bu durumun içinden çıkmak için çözümler üretmeye çalışan ailenin, akşam yemeği için bir araya geleceklerini öğrenince bir şekilde dananın kuyruğunun kopacağını anlıyoruz. Fikret Reyhan, bu borca bağlı olarak kalabalık aile fertlerinin birbirleriyle olan ilişkilerini o kadar ustaca detaylandırmış ki, Fatih'in pimi çekilmiş bir bomba gibi evin salonuna bıraktığı bu borç meselesi, aile içindeki eski hesapları, husumetleri, söylenmemişleri son derece zekice tasarlanmış bir zamanlamayla peş peşe ortaya dökmeye başlıyor. Düğün altınları, evin altına açılan bakkal, servis minibüsleri, bir yandan bu borcun kalabalık ailenin ortak borcu mu, yoksa sadece Fatih'in hatası mı olduğu ikilemi, çözüm seçenekleri ve daha da alevlenen tartışmalar sanki bir belgesel anı gibi tüm olağanlığıyla önümüze konuyor. Çocuklarını evlendirmek, onları iş sahibi yapmak, evlerini kurmak zorunda hisseden aile büyükleri, bunun rahatlığıyla kendi başlarının çaresine bakmayıp veya okumayıp önlerine konan bu işlere tutunan evlatlar, alttan alta birbirlerinin açıklarını biriktiren gelinler, her yeri ayrı oynayan enişteler, üniversite ya da evlilik çağında olan genç jenerasyon, ailenin olmazsa olmaz dışlanmış asabi erkek evladı, her daim babayı savunan küçük evladı, hatta kanepede uyuyakalan çocuk bile Çatlak'ı bir kurmaca olamayacak kadar sahici yapan unsurlar.

Özellikle kalabalık ve aynı evde ya da binada yaşayan aileler arasındaki maddi manevi ilişkileri çok iyi analiz etmiş olan Fikret Reyhan, Türk aile yapısındaki kalıplaşmış dindarlığa rağmen hoşgörüsüzlüğü, çıkarcılığı, riyakarlığı da satır aralarına sızdırmamazlık etmiyor. Ne kadar kalabalık, o kadar sorun gibi bir gerçeği de laboratuvar olarak seçtiği bu apartman sayesinde türlü boyutlarıyla ele alma fırsatı buluyor. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nden özel jüri, İstanbul Film Festivali'nden en iyi yönetmen, senaryo ve FIPRESCI başta olmak üzere çeşitli ödüller alan Çatlak, özellikle Hakan Salınmış, Giray Altınok, Hakan Emre Ünal performanslarıyla göz dolduruyor. Ama filmde yer alan herkesin özel bir çaba sarf etmeden kendilerine düşen payın hakkını verdiğini söylersek yalan olmaz. Lakin bu harikulade sinema deneyiminin merkezinde kurgusuyla, zamanlamasıyla, senaryo matematiğiyle, dar alanlarda gösterdiği yönetim ustalığıyla Fikret Reyhan var. Bayramlarda, özel günlerde veya olağan durumlarda bu tip kalabalık aile toplantılarının yarattığı, görünenin ardında yatan gerilimi, çekişmeleri, daralmaları, patlamaları tüm çiğliğiyle önümüze koyup en ufak bir yabancılaşma hissettirmeyen Reyhan, katmanlara ayrılmış ve bu yüzden çatlakları kaçınılmaz kalabalık bir aile vasıtasıyla çarpıcı bir Türkiye profili sunuyor.

16 Temmuz 2022 Cumartesi

Küçük Şeyler (2019)

 
Yönetmen: Kıvanç Sezer
Oyuncular: Alican Yücesoy, Başak Özcan, Müfit Kayacan, Bülent Emrah Parlak, Nihal G. Koldaş, Nezaket Erden, Kubilay Tunçer, Seda Türkmen, Ece Dizdar
Senaryo: Kıvanç Sezer
Müzik: Turgut Mavuk, Can Saka

Bir ilaç firmasında çalışan Onur ve anaokulu öğretmenliği yapan Bahar çifti, İstanbul'daki lüks bir siteden aldıkları evde yaşamakta, iyi de geçinmektedirler. Ama Onur'un işten çıkarılması, sonrasında da eski işindeki pozisyonuna denk bir iş bulamaması çiftin evliliğini sıkıntıya sokmaya başlar. 2016'da çektiği ilk filmi Babamın Kanatları ile Ankara, Adana, Antalya festivallerinden ve SİYAD'dan bol bol ödül alan Kıvanç Sezer'in yazıp yönettiği ikinci filmi Küçük Şeyler, bu basit konuyu sade, sevimli, mizahi ve aynı zamanda dramatik açılardan ele alan bir film. Bu haliyle Babamın Kanatları'ndan oldukça farklı bir görüntü çizen Küçük Şeyler, bu kez İstanbul'un farklı bir bölgesinden, farklı bir sınıfından, bilinen insan manzaraları sunuyor. Daha filmin başında işten çıkarıldığını bir meyhanede Bahar'a söyleyen Onur, özgüveni sayesinde bu meseleyi kafasına takmadığını, nasıl olsa başka bir iş bulabileceğini düşündürse de, ilerleyen bölümlerde aslında onun hiç bir meseleyi kafasına pek takmayan yapıda olduğunu anlamaya başlıyoruz. Çalıştığı şirketin ofisinden sahasına düşmek istemeyen, başvurduğu başka şirketlerin mülakatlarında da umduğunu bulamayan Onur, tuhaf bir rahatlık içinde. Ama bu durumdan haklı olarak rahat olmayan kişi ise eşi Bahar.

Ödenmesi gereken bir ev kredisi, geçindirilecek bir ev olunca, ayrıldığı şirketten aldığı tazminatı bitiren, bu süre zarfında da yeni iş bulamayan, ilaç mümessilliğini de beğenmeyen, üstüne bu boşluğun yarattığı tembellik psikolojisinin tuhaflığına kendini kaptırarak gamsızlaşan Onur'un bu sorumsuzluğuyla Bahar'ın sorumluluk sahibi karakterinin çatışması kaçınılmaz bir hal alıyor. Kıvanç Sezer, bölümlere ayırdığı filmini adım adım bu çatışma üzerinden gerginleştirip Onur ve Bahar'ın birbirlerini yıprattıkları bunaltan bir iklime sokuyor. Evlilikleri en çok zorlayan kalemlerden biri olan ekonomik sıkıntılar özelinde çiftlerin artık birbirlerini "çalışan" - "çalışmayan" olarak tanımlamaya başlamaları evresini bilindik bir açıdan ele alan Sezer, sıkmayan, yormayan, küçük detaylarla zenginleştirilmiş bir kurgu anlayışıyla bu evreleri işliyor. Haklı ve düzgün bir karakter olan Bahar'ın Onur'un davranışları yüzünden psikolojisinin bozulmasıyla, problemli bir kişiliğe sahip Onur'un sorumsuzca bir özgürlüğe alışarak maddi eksikliği yüzünden psikolojisinin bozulması aynı çatı altında buluşuyor. Sezer sadece onları kullanmayıp çevrelerinden de faydalanıyor. Onur'ın eski işyerinden arkadaşı Mustafa ve eşinin yemeğe geldikleri bölüm, Onur'un annesinin yer aldığı bir başka yemek masası sekansı, Onur - Bahar çiftinin bu psikolojilerini çok iyi görebileceğimiz örnekler.


Onur'un iş bulamayıp, hatta bulmak için de özel bir çaba sarf etmeyip geleneksel aile reisi erkek havalarıyla "erk" olamadığını kabullenemeyişi, çocuk sahibi olamamalarının suçunu Bahar'a yüklemesi, iş durumu sorulduğundaki rahat tavırları, nihayet kendisinin de kabul ettiği beceriksizliği, Bahar gibi kendini ezdirmeyen güçlü bir kadının karşısında direnç gösteremiyor. Onur'un bu beceriksiz halinin sebeplerinden birini de, özellikle annesini dahil ettiği bir sahneyle yüzeye çıkaran Kıvanç Sezer, annelerin küçüklükten beri erkek çocuklarına gösterdikleri aşırı ilginin neticesinde, onların eşlerinden de aynı ilgiyi beklemelerinin yanlışlığına ince bir dokunuş yapıyor. Ebeveynlerin "o yapamaz, beceremez" diye büyüttükleri çocukların evlilik performanslarındaki arızalar, özellikle Onur gibi erkek tarafının eşlerinde annelerini aramalarından, tek taraflı fedakarlık, afra tafralarına anlayış, evde sürekli hizmet beklemelerinden kaynaklanıyor. Böylece yumurta bile kıramayan, tabaklarına hazır pilavı bile koyamayan erkeklerin, evlilikteki her türlü yanlışlarını kabullenmeyiş ve karşı tarafı suçlayış psikolojilerinin kaynağına inmek kolaylaşıyor.

Babamın Kanatları'na göre daha ana akıma yakın bir tarzla ikinci uzun metrajını çeken Kıvanç Sezer, dengeli, akıcı, yormayan bir sinema dili belirlemiş. Yer yer karikatürize kaçan mizahi tercihleri, zebra metaforunun amaçsızlığı, site sakini Hikmet Bey'in kullanılış biçimi gibi birtakım eksikliklerine rağmen son dönem yerli sinemanın iyi örneklerinden biri denebilir. 2019 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nden en iyi kurgu için verilen Cahide Sonku Ödülü, Dr. Avni Tolunay Özel Jüri Ödülü ve Alican Yücesoy'a en iyi erkek oyuncu ödülü kazandıran film, Adana, Malatya, Kayseri festivallerinden, ayrıca İtalya menşeli Festival del Cinema Europeo'dan FIPRESCI ödülleriyle döndü. Onur ve Bahar rolleriyle Alican Yücesoy ve Başak Özcan'ın performansları da filmin kalibresine çok uyan nitelikte. Yine Adana, Antalya, Kayseri ve Malatya'dan, aynı zamanda SİYAD'dan en iyi erkek oyuncu ödülleri kazanan Alican Yücesoy'un öne çıktığı Küçük Şeyler, kötü niyetli olmasa da bir miktar kibirli, sorumsuz, beyaz yakalılığın ardındaki geleneksel erkek kalıbına uyan Onur ile, onu taşıma fikrine günden güne yenilen Bahar çiftinin çevremizde pek çok versiyonunu görebileceğimiz gerçekçi hikayesini iddiasız ama etkili biçimde hayata geçiren bir film.

8 Temmuz 2022 Cuma

Day Night Day Night (2006)


Yönetmen: Julia Loktev
Oyuncular: Luisa Williams, Josh Phillip Weinstein, Gareth Saxe, Nyambi Nyambi, Tschi Hun Kim
Senaryo: Julia Loktev

19 yaşında kimliği, uyruğu, nereden geldiği belli olmayan bir genç kız Uzakdoğulu bir adam tarafından havaalanından alınarak bir otele yerleştirilir. İngilizce’yi aksansız konuştuğu için etnik geçmişine dair bir tahminde bulunamayız. Burada cep telefonuyla sürekli talimatlar almaktadır. Ayrıca otel odasına üç maskeli adam gelmekte, kızın giyim-kuşam, yeme-içme ihtiyaçlarını karşılamakta ve bir yandan da ona sahte kimliği ile ilgili bilgiler ve başka talimatlar yüklemektedirler. Bu genç kız, Times Meydanı’nda intihar bombacısı olmak üzere hazırlanmaktadır. 48 saat sonunda kanlı bir terör eyleminin suçlusu olmak için ölüme doğru yola çıkarken, bir yandan da kendi içinde, yapacağı eylemin sorgusunu yaşamaktadır.

Cannes, Chicago, Montréal, Woodstock gibi festivallerden ödülle dönmüş olan Day Night Day Night, 1969 Rusya doğumlu kadın yönetmen Julia Loktev’in 1998 yılı yapımı Moment Of Impact belgeselinin ardından çektiği ikinci filmi. Amerikan-Alman-Fransız ortak yapımı film, eskiden sadece Japon savaş pilotları Kamikaze’lerden dolayı bildiğimiz, günümüzde ise özellikle Ortadoğu’nun kaos ortamında farklı motiflerle tekrar dirilmiş, yüzlerce can almış intihar saldırılarına, bu defa saldırganın omuzlarından bakmaya çalışan ürkütücü bir dram. Loktev’in filminde günümüz sinemasının çağdaş duayenlerinin etkilerini görmek mümkün. Mesela bana kimi zaman Michael Winterbottom’un belgesele yakın kurgusunu, Gus Van Sant’ın karakterin ardından yürüyen kamerası yanında, yine sade ve ürkek hamlelerini, Michael Haneke’nin kilitlendiği anda beynimizde filmle alakalı düşünce fırtınası yaratan sabit planlarını fazlasıyla anımsattı. Elbette genç bir sinemacı olarak Julia Loktev’in bu beslenişi gayet anlaşılır bir durum. Fakat Loktev, belki de bu ustalardan aldığı harçlıklarla kendi küçük işini kurup üretken olma iyi niyetiyle kendi ayakları üzerine basmasını biliyor. Seyirciye, merkeze yerleştirdiği canlı bomba hüviyetindeki genç kızın havaalanından alınışı ile eylemi gerçekleştireceği ana kadar geçen, filme de adını vermiş 48 saati ayrıntılı biçimde aktarıyor.

Filistin yapımı Paradise Now ve Stephen Gaghan’ın çektiği Syriana’daki intihar eylemcilerine bakışın sahiciliğini Day Night Day Night’da da fazlasıyla görüyor olmamıza karşın, saydığım bu iki filmde yer alan isimli cisimli, sebebi, motifi belli karakterlerin arka planlarını burada göremiyoruz. Bu da çok farklı bir canlı bomba profili izlememizin önünü açıyor. Adı, kökeni, neden seçildiği, onu kimlerin seçtiği hiçbir şekilde zikredilmiyor. Bu bilinmezliğin esrarı ile yürüyen film bize uzun süre genç kızın otele yerleştikten sonraki rutinini göstermek suretiyle, avcı kimliğinde aslında birer av olan bu insanların psikolojilerine daha yakından bakmanın altyapısını hazırlıyor. Politik bir zemine oturtulmamış da olsa, gerek filmdeki ufak tefek ipuçlarından, gerekse bu ipuçlarının bize çağrıştırdığı adreslerden birtakım çıkarımlarda bulunabiliyoruz. Aslen Julia Loktev bu filmiyle bizden herhangi bir çıkarım, tahmin veya adres tarifi beklemiyor sanki.. Onun muhtemelen tek istediği, kurban olarak seçilmiş genç bir kızın içinde bulunduğu tüyler ürperten çıkmazı yakın plan alarak meramı ne ise bu yolla dile getirmek. Genel anlamda intihar saldırılarının trajik sürecini belki de en iyi bu şekilde isimsiz bir birey ve onun iç hesaplaşması kanalıyla yansıtabiliriz. Day Night Day Night’ın rotası da bu yönde.


Canlı bomba psikolojisi hakkında ne düzeyde bilgi sahibi olduğumuz tartışılır. Ama Loktev’in yarattığı anti-kahraman ve onun ölüm yolunda yaşadığı strese ortak olduğumuzu rahatlıkla hissedebiliriz. Otel odasındaki yalnızlığı, banyo yapması, koltuk altını temizlemesi, tırnaklarını kesmesi, dişlerini fırçalaması gibi günlük faaliyetleri, onu izleyenlere biraz daha yakınlaştırıyor. Şimdi bu gayet sıradan faaliyetler mi bizi ona yakınlaştırıyor diye düşünebilirsiniz. Ancak, bir intihar eylemcisi ile hergün karşılaşmıyor, bırakın onun iç dünyasını, günlük sıradan eylemlerinin bile normal insanlarınki ile benzerliğinin farkında olamayabiliyoruz. Bizim için belki de uzaylı gibi olan bu kişilik yapısı ile aramızda kurulan paralellikler, onların sadece talihsiz birer maşa oldukları gerçeğiyle yüzleşme sağlıyor. Üstelik bu kızın bize gram gram sunulan karakter yapısı da bu gerçekliği destekliyor.

Saldırıyı organize eden maskeli adamlarla otel odasında yerine getirdiği tuhaf seremoniye bir çocuk masumiyetiyle boyun eğmesi, kendisine söylenen pizzayı yalnız yemek istememesi, sırtındaki bombayla kalabalığa karıştığında belki tekrar tadamayacağı abur cuburlar satın alması, ne uğruna bu emele alet olduğunu bile bilmeyen kız ile empati kurulmasını daha da kolaylaştırıyor. Arada bir de olsa yapacağı eylemi sesli biçimde sorgulamaya kalksa da sonuçta elma şekeri yiyerek sırt çantasında bomba taşıyan yıkanmış bir beyinden söz ediyoruz. Eylemci kızın otel odasındaki fırtına öncesi yalnızlığıyla, bomba yüklü bir şekilde kalabalığa karıştığı andaki yalnızlığı, her iki durumda da izleyeni diken üstünde tutuyor. Ağır bir tempo, büyük ölçüde bu gerilime hizmet etmekte. Sabit planlar, zaten hiç müzik kullanılmayan filmin sessizliğini veya doğal şehir gürültüsünü anlamlı kılıyor. Sessizliği bozan, bazen sadece bizim düşüncelerimiz bile olabiliyor. Fakat kızın ilk eylem girişimini izlediğimiz öyle bir sahne var ki, o kalabalık içinde bile artık tüm sesleri susturan Loktev, seçilmiş bir kurbanın trajedisine olağanüstü bir vurgu yapıyor.

Filmin hemen hemen her karesinde görünen eylemci kız rolünde New York doğumlu Luisa Williams, altları morarmış olmasına rağmen çakmak çakmak bakan renkli gözleri ve tedirgin vücut diliyle oldukça tehlikeli bir dış görünüme sahip. Ama zamanla bu postun altında ürkek bir ceylan olduğuna dair son derece ikna edici bir rol sergiliyor. İçi ve dışının ironik sunumu, belki de Williams’ın ilk filmi olmasının verdiği amatör ruhla birleşince gerginlik, korku, sakarlık, yalnızlık duyguları izleyene çok rahat geçiyor. 650 kız arasından bu role seçilen Williams için gayet iyi bir başlangıç sayılabilir. Filmin başında yapılan duamsı ilginç replikler ile daha en baştan kısa bir ölüm anatomisi yapan, sonrasında ise klostrofobik ruh haline hem film olarak kendisini, hem de izleyiciyi hapsetmeyi başarabilen Day Night Day Night, biraz çaba gerektiren, o çabanın sonucu alındığı vakit tıpkı ucunu ardına kadar açmış finalinde olduğu gibi insanı derin düşüncelere sevk eden başarılı bir bağımsız.