27 Aralık 2019 Cuma

Monos (2019)

 
Yönetmen: Alejandro Landes
Oyuncular: Julianne Nicholson, Moises Arias, Sofia Buenaventura, Karen Quintero, Laura Castrillón, Deiby Rueda, Sneider Castro, Paul Cubides, Julián Giraldo, Wilson Salazar
Senaryo: Alejandro Landes, Alexis Dos Santos
Müzik: Mica Levi
 
Biri belgesel olmak üzere üçüncü uzun metrajını çeken Brezilyalı yönetmen Alejandro Landes, Kolombiya, Arjantin, Hollanda, Almanya, İsveç, Uruguay, ABD, Danimarka ortak yapımı Monos ile daha geniş kitlelerin tanıdığı bir yönetmen olma yolunda çok önemli bir adım atıyor. Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapan, orada Dünya Sineması - Drama bölümünde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Monos, dünya çapında bir çok festival tarafından coşkuyla karşılandı. Kolombiya doğasını adeta bir başrol olarak kullanan Landes, basit bir rehine gerilimini bambaşka yerlere götürüyor. Birbirlerine takma adlarla hitap eden, ağır silahlara sahip ergenlik çağında ikisi kız, sekiz çocuk, onları belli zamanlarda ziyaret ederek askeri eğitim ve motivasyon sağlayan bir "ulak" ve rehin tuttukları Amerikalı Sara Watson... And Dağlarında ıssız bir coğrafyada başlayan film, politik motivasyonu bilinmeyen bir örgütün, rehineye göz kulak olmakla görevli bu küçük biriminin rutinlerini, iç dinamiklerini, emir komuta ilişkilerini hayranlık verici bir süzgeçten geçirerek aktarıyor. Daha ilk dakikalarda hem tekinsizlik, hem de tuhaf bir izolasyon huzuru hissedilen film, bu tavrını her saniyesine dönüşümlü olarak yayıyor.
 
Kendilerine "monos" (maymunlar) denilen bu grup, kendi içlerinde yaşadıkları bir trajedi sonrasında, zaten her an baskına uğrama tehlikesiyle karşı karşıya olduklarından çözülmeye hazır bir görüntü çiziyorlar. Ancak beklenen baskından sonra lokasyon ve iklim değişikliğine rağmen aynı gerginlik ve huzur karışımı artarak sürüyor. Ergenlik başlı başına bir sorunlar yumağı iken, otomatik silahlar taşıyan ergenlerin yarattığı bu kestirilemez ortam filmi sürekli diken üstünde tutuyor. Ama aynı zamanda onların yaşlarına istinaden verdikleri tepkiler, yüzlerine yansıyan umursamaz mutluluk ve yaşlarının gereğini yaşamaya yönelik buruk arzuları Landes'in usta çekimlerine doğal, sevimli, hüzünlü versiyonlarla yansıyor. Üstelik bu insani versiyonlar asla doğadan bağımsız hareket etmiyor. And Dağlarında soğuktan titrerken, Samana Norte Nehri kıyısındaki Antioquia'da sıcak ve nem kuşanıyorlar. Hayatta kalma içgüdüsü artan rehine Sara ile ilgili yaşanan gelişmeden sonra grup içindeki çözülmeler, liderlik ve kabul görme mücadelesi kızışıyor. Ulak'ın önünde teker teker ayağa kalkarak birbirlerini ispiyonladıkları bölüm, sanki bir öğretmenin "sınıfın camını kim kırdı" sorgusu sonrası çocukların alakasız konularla birbirlerini sattıkları, sırlarını ifşa ettikleri psikolojiye çok benziyor.
 

Landes çok güçlü bir sinema dili kullanarak, klişe ortalara beklenmedik vuruşlar yaparak, bu yüzden hikayesinin nerelere varacağına dair hiç ipucu vermeyerek her anı değerli bir film çekmiş. Bu sinema lisanı, filme sızmış dostluk, aşk üçgeni, ihanet, iktidar, pişmanlık, çaresizlik, intikam ne varsa hepsinin önünde duruyor. O izin verirse bu kavramlar kendilerini ön plana çıkarıyorlar veya onun seçtiği kıyafetler ve yazdığı repliklerle sahneye çıkarak kendilerini ifade edebiliyorlar. Kontrol mantığı, ne anlattığından önce nasıl anlattığın olunca ortaya olağanüstü sahneler çıkıyor. Bu biçimsel arayış ve bulunanı işleyiş hali genele o kadar ölçülü ve deneysel yansıyor ki, beklenmedik bir anda karşımıza heyecan veren bir sahne çıkıveriyor. Örneğin Sara'yı iki metre yandan gördüğümüz bir sahnede, kamera onun baktığı yere saat yönünde panoramik dönüş yaparken birden onu metrelerce ötede arkadan görüyoruz. Belki buradan onun yürüyerek o uzaklığa gidebileceği ihtimali çıkabilir. Ama aradan geçen saniye süresi, bunun mantıksal açıklamasından ziyade sinemasal estetiğinden etkilenmemizi sağlıyor. Bir naylon perdenin açılmasıyla soğuktan sıcağa geçişimiz kadar basit ama çarpıcı fikirler, neyi berrak, neyi flu bırakacağı belli olmayan tercihler, aylarca izole bir şekilde dağın başında ve tropik ormanda rehine tutmanın verdiği sıkıcı hayatın psikolojik arızalarını yansıtan harikulade resimler. Hepsi bu tarz içinde birbirini kovalıyor.
 
Rambo, Lobo, Leidi, Patagrande, Bum Bum, Sueca, Perro, Pitufo takma adlı bu çocuk gerillaların tam olarak nasıl bir organizasyona hizmet ettiklerini bilmediğimiz gibi, Sara Watson'ı neden rehin tuttuklarını da öğrenemiyoruz. Ortada çocuk askerlere dair bir kamu spotu mantalitesi yok. İntikam, ödeşme, adalet gibi senaryosunun müsait kıldığı hesapların peşine de düşmüyor. Zaten Monos'un derdi bunlar değil. Aynı anda hem vahşi, hem de şiirsel yönlerini gördüğümüz coğrafya ile ortak kaderi yaşamak zorunda bırakılmış bir grup çocuğun, tüm o askercilik oyunları arasından sızan masumiyetleri, hırsları, kıskançlıkları, öfkeleri, kimsesizlikleri, televizyona çıkıp dans etmek gibi saf hayallerinden inşa edilen küçük dev bir film. Lord Of The Flies ve Apocalypse Now'ın kulaklarını çınlattığı kadar, sık sık Terrence Malick inceliğinde ruhani bir doğa - insan ilişkisinin omuzlarında duruyor. Patagrande'yi (Bigfoot) canlandıran New York doğumlu Moises Arias dışındaki gençler oyuncu bile değiller. Ama bunu en ufak biçimde hissettirmeden oynayıp, ekrana müthiş yakışıyorlar. Fütüristik çellist Mica Levi'nin gerilimli seslerden ve minimal ezgilerden oluşan müziklerinin, TV ve kısa film geçmişi olan görüntü yönetmeni Jasper Wolf'un da muhteşem manzaralarının katkılarıyla 80 doğumlu Alejandro Landes, 2 milyon dolarlık bütçeli Monos'ta erken sayılabilecek biçimsel bir bilgelik sergiliyor.

24 Aralık 2019 Salı

J'ai perdu mon corps (I Lost My Body) (2019)


Yönetmen: Jérémy Clapin
Senaryo: Jérémy Clapin, Guillaume Laurant
Müzik: Dan Levy

Dört kısa filmin ardından ilk uzun metraj animasyonu J'ai perdu mon corps'u (I Lost My Body) çeken Fransız Jérémy Clapin, senaryoyu Guillaume Laurant ile birlikte yazmış. La cité des enfants perdus, Amelie, Un long dimanche de fiançailles gibi senaryoları bulunan Laurant, kendi romanından uyarladığı bu senaryoda parçalarımızın tüm bedenimizle olan ilişkisine çok çarpıcı ve masalsı bir gözle bakıyor. Bir laboratuvar buzluğundan kurtulmayı başaran bileğinden kopmuş bir sağ elin hayatta kalma mücadelesini izlemeye başlıyoruz. Ardından genç pizza dağıtıcısı Naoufel'in kırık dökük hayatına dahil oluyoruz. Filme serpiştirilmiş geri dönüşlerle de Naoufel ve ailesinin mutlu günlerinden kısa pasajlar görüyoruz. Bu üç kanalı mükemmele yakın bir kurguyla iç içe geçiren film, çok dokunaklı bir ton yakalıyor. Birbiriyle kesişmesi kaçınılmaz bu parçaları, (Naoufel'in çocukluğuna ait geri dönüşleri saymazsak) birbirlerinden bağımsız iki kısa film gibi izlerken, aynı zamanda ilintili oluşlarının gölgesinde nasıl kesişeceklerinin gizemini sonuna kadar koruyor.

Şimdiki zamanımız olan Naoufel'in kayıp elinin bedenini bulma yolculuğu, geçmiş zamanımız olan Naoufel'i tanımaya başladığımız bölüm ile birbirini çok güzel kesen, birleştiren, dengeleyen bir üslupla ilerliyor. Bir de üzerine daha da geçmişe gidip, anlayışlı ebeveynleriyle büyüyen ailenin tek çocuğu, büyüyünce aynı anda hem astronot, hem de piyanist olmak isteyen küçük Naoufel'i gördükçe bu üç parçanın birbirlerini ne kadar güzel beslediklerine tanık oluyoruz. Bu kadar çok ideali olan, meraklı ve yetenekli Naoufel'i yıllar sonra siparişlere geç kaldığı için patronundan azar işiten bitkin bir pizza dağıtıcısı genç olarak gördüğümüzde aradan geçen zamanda neler olduğuna dair soru işaretleri artıyor. Üstelik anne babası da ortada yok ve köhne bir dairede yaşlı bir adam ve hovarda Raouf ile yaşıyor. Filmin hepsine cevabı var. Ama özellikle cevap vermek için kendini aceleye getirmeden, her bölümün kendine çizdiği rotayı ilginçleştirerek ve zaman zaman birbirine referans göstererek kendi ufak dünyasında hem gerçekçi, hem de şiirsel tatlar sunuyor. Filmin geneline hakim olan hüzün, bedenini arayan elin, sevdiklerini yitirmiş bir çocuğun olduğu kadar, Naoufel'in Gabrielle'e duyduğu ilginin de besleyicisi oluyor.

Naoufel'in tarifsiz hüznüne bir de aşk hikayesi ekleyerek kendine yeni alanlar açan film, buradan da çok iyi faydalandıktan sonra yavaş yavaş bu paralellikleri birleştirmesi, sorulara cevap vermesi gerektiğini bilerek son hamlelerini yapıyor. Ancak özellikle sağ elin hayatta kalma mücadelesinde ve bedenini arama macerasında çok yaratıcı fikirlere sahip olmasına, Naoufel ve Gabrielle ilişkisinde de genişletilebilir şık bir romantik uzun metraj potansiyeli taşımasına rağmen, finalin havada kalmış görüntüsü izleyenin bakış açısına göre bir tamamlanmamışlık hissi yaratabiliyor. Yine de son yılların en iyi animasyonlarından biriyle karşı karşıyayız. Hatta Julian Schnabel filmi Le scaphandre et le papillon ile akrabalığı olduğu bile söylenebilir. Geçirdiği felç sonucu sol göz kapağı dışında tüm bedeni felç olan Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby'nin gerçek hikayesinde filmi o sol gözden izliyor, aynı zamanda geri dönüşlerle felçten önceki Bauby'nin hayatından kesitlerle benzer bir melankoli yaşıyorduk. Naoufel'in sağ eli, Bauby'nin sol gözü, insanoğlunun hayata tutunma isteğini/ihtiyacını sembolize eden, belki de kendi farklı karakterlerine sahip diğer organlarımızın bize vermeye çalıştığı çeşitli mesajların ulaklarıdır.

13 Aralık 2019 Cuma

Il Traditore (2019)


Yönetmen: Marco Bellocchio
Oyuncular: Pierfrancesco Favino, Luigi Lo Cascio, Fausto Russo Alesi, Maria Fernanda Cândido, Fabrizio Ferracane, Nicola Calì, Gabriele Cicirello, Paride Cicirello, Giovanni Calcagno, Bruno Cariello, Bebo Storti
Senaryo: Marco Bellocchio, Valia Santella, Ludovica Rampoldi, Francesco Piccolo, Francesco La Licata
Müzik: Nicola Piovani

Sicilya’nın en bilinen mafya babalarından biri olan, bu camiada “iki dünyanın babası” olarak anılan Tommaso Buscetta'nın gerçek hikayesinin anlatıldığı Il Traditore, onun sessizlik yeminini bozup mafyanın ilk itirafçısı olacağı sürecin başladığı 80'li yılların başından itibaren yaşadıklarını anlatan bir suç dramı. Açılışı Buscetta'nın sonradan kanlı bıçaklı olacağı diğer güçlü mafya üyelerinin de katıldığı bir partiyle yapan film, burada sezdirdiği tekinsiz atmosferi genele de ekonomik biçimde yaymış, temposunu çok iyi ayarlamış anlatımıyla iki buçuk saatlik süresini akıcı kılmayı başarıyor. Kendi üyeleri tarafından "Cosa Nostra" olarak adlandırılan ve ailelere bölünmüş Sicilya mafyasının en saygın isimlerinden olan, fakat iç çekişmeler ve güç savaşları sonrasında çıkan kanlı hesaplaşmalar yüzünden ailesiyle birlikte Brezilya'ya kaçan Buscetta, İtalya'daki eski eşlerinden olan çocuklarının ve akrabalarının katledildiğini öğreniyor. Bir süre sonra yakalanıp sınır dışı edilme tehlikesiyle karşılaşınca, üstelik işkence görüp ailesi ile tehdit edilince çaresizce muhbir olmaya karar veriyor. Böylece sözde kendi etik değerlerine sahip Cosa Nostra'nın aslında iktidar uğruna hiçbir yerleşik etik değeri tanımayan terörist bir oluşum olduğuna yönelik eleştirel zemin hazırlanıyor.

2010’da İstanbul Film Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alan İtalyan sinemasının tecrübeli yönetmenlerinden 80 yaşındaki Marco Bellocchio, 2019 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye için yarışan filmi Il Traditore'de Tommaso Buscetta'nın son dönemlerine ışık tutan güçlü bir mafya hesaplaşması sunuyor. Sicilya'nın mafya aileleri arasında birleştirici bir güç olan Buscetta'nın, suç dengeleri değişmeye başlayınca etrafındaki çemberin daralmasıyla muhbirliğe kadar uzanan günlerini ve sonrasını izliyoruz. Konuşmaya karar veren ama "muhbir" olarak adlandırılmak istemeyen Buscetta, istese de istemese de Cosa Nostra tarafından bir muhbir damgası yemeye mahkum. Üstelik sadece en büyük hasmı Totò Riina değil, kendi ailesinden Pippo Calò'ya bile güvenemez halde. Brezilya'da yakalandıktan sonra İtalya'ya getirilen, burada kendini Sicilya mafyasını yok etmeye adamış sembol isimlerden savcı ve sorgu hakimi Giovanni Falcone tarafından sorguya çekilen Buscetta, soğukkanlılığı ve rahat tavırlarıyla bir zamanlar içinde olduğu dev şebekeden intikam almak için tüm sırları ifşa etmeye, isimler vermeye başlıyor. Elindeki bu güçlü gerçek hikayenin farkındalığıyla Bellocchio, teknik açıdan dinamik, akıcı, geri dönüşlerle, doğru kesmelerle, açılarla yaşından genç bir filme imza atıyor. Özellikle mahkeme sahnelerindeki gerçekçi yaklaşım, yüzleşmelerin, suçlamaların, itirafların sağladığı gerilimli atmosferi yansıtmakta çok etkili bir yöntem. İtalyan mahkeme düzeninin tuhaflığının da bunda payı var elbette.


Filmin baş kahramanı Tommaso Buscetta, mafyaya büyük darbe vurulmasına katkıda bulunmasına rağmen bir kahraman sayılmaz. Neticede bir zamanlar parçası olduğu, sayısız kötülüğe imza atmış Cosa Nostra ile yaşadığı husumet yüzünden çaresiz kalıp itirafçı olmaya karar vermiş bir korkak. Tabii Bellocchio, onun kuyruğunu kıstırıp bu çeteyi ele vermesindeki nedenleri etkili biçimde gösterdikten sonra psikolojisine eğilerek seyirciyle arasında kurabildiği kadar özdeşlik kurmaya çalışıyor. Ama büyük bir iş başarmış kahramanla kurulan bir özdeşlik yerine, onun başka bir coğrafyada ailesiyle birlikte tanık koruma programı bünyesinde farklı bir kaçak hayatı yaşadığı Amerika günlerindeki ruh halini hissetmesini istiyor. Örneğin ailesiyle gittiği bir restorandaki müzisyenin, 80'li yıllarda Toto Cutugno'nun meşhur ettiği pop marşlarından biri olan L'Italiano'yu söylemesiyle yaşanılan tedirginlik, o sahneye çok ustaca yüklenmiş bir gerilim anı olarak dikkat çekiyor. Cosa Nostra'nın elinin nerelere uzanabileceğinin belirsizliği ve kaygısını hep içinde taşıyan, öte yandan Palermo'ya dönüp ihbar ettiği düşmanlarıyla mahkemede yüzleşmek isteyen Buscetta'nın bu psikolojisi de filmin vermekte başarı gösterdiği unsurlar arasında. Fakat filmin asıl kahramanı, haliyle kendisine Buscetta kadar ağırlık verilmeyen, anısına da saygıda kusur edilmeyen sorgu hakimi Giovanni Falcone

Hakkında Giovanni Falcone (1993) ve Giovanni Falcone, l'uomo che sfidò Cosa Nostra (2006) gibi filmler de yapılmış olan bu cesur adam, organize suç ile mücadelede yaratıcı soruşturma teknikleri uygulayarak 1980'lerin ortasında savcı olarak dahil olduğu Maxiprocesso Davası'nda suçlanan 474 mafya üyesinden 360'ını mahkum ettirdi. Hatta Amerikalı meslektaşlarıyla ortak operasyonlar düzenleyerek Amerikan ve İtalyan mafya ailelerine ağır darbeler indirdi. Ne var ki, İtalyan tarihindeki kara sayfalardan biri olarak kabul edilen, bu filmde de yer bulan 1992'deki trajik ölümünden sonra mafya ile mücadelede her zaman örnek gösterilen bir efsane olarak kaldı. 2.5 saate yakın filmde Falcone ile Buscetta'nın sorgu sahnelerine yeterince yer verilmemesi, farklı değerleri temsil eden iki adam arasındaki işbirliğine ve anlayışa da yeterince ağırlık verilmemiş olması filme getirilebilecek eleştirilerden biri olabilir. Tabii bu yetersizlik öznel bazda seyirci profilinin filmden beklentileriyle değişkenlik gösterecektir. Bu iki adamın birbirlerini sivriltmeleri ve filmi daha da yükseltmeleri için daha fazla karşılıklı sahnelere ihtiyaç olabilirdi. Öte yandan bu bir Buscetta filmi olduğu için Falcone'nin geri planda kalması da gayet doğal. Buscetta'yı canlandırmak ise İtalyan sinemasının usta aktörlerinden, World War Z, Rush, Angels & Demons gibi dünyada ses getirmiş filmlerde de rol alarak uluslararası çapta üne sahip olan Pierfrancesco Favino'ya düşmüş. Favino'nun, canlandırdığı karakterin farklı ruh hallerine olan hakimiyeti, bu sayede seyirciye güven veren performansı filmi çok iyi taşıyor. Marco Bellocchio ise, İtalyan tarihinde mutlaka anlatılması, unutulmaması gereken bir dönemi ve dönemin aktörlerini tecrübesiyle perdeye çok iyi taşıyor.

7 Aralık 2019 Cumartesi

The Irishman (2019)


Yönetmen: Martin Scorsese
Oyuncular: Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Ray Romano, Harvey Keitel, Bobby Cannavale, Anna Paquin, Stephen Graham, Jesse Plemons, Domenick Lombardozzi, Gary Basaraba, Stephanie Kurtzuba, Kathrine Narducci, Jack Huston
Senaryo: Charles Brandt, Steven Zaillian
Müzik: Robbie Robertson

Cinayet dedektifliği ve savcılık görevlerinde bulunan, Delaware eyaletinin başsavcı yardımcılığına kadar yükselerek resmi kariyerini noktalandıran Charles Brandt, araştırmalarını ve deneyimlerini Amerikan suç dünyasının kilometre taşı davalarını konu alan romanlarında paylaşıyor. The Right To Remain Silent adlı romanında Başkan Ronald Reagan dönemine odaklanırken, mafyaya sızan ajan Joe Pistone'un yaşadıklarını anlatan Donnie Brasco - Unfinished Business ve ulusal tehditlerden biri haline gelen mafya komisyonlarıyla alakalı We're Going to Win This Thing romanlarıyla da yeraltı dünyasında yaşanan gerçek olaylara dair cesur girişimlerde bulunuyor. Brandt'in 2004 yılında yayınlanan I Heard You Paint Houses romanı ise, kendi halinde bir et teslimatçısı iken, bazı tesadüfler ve önüne çıkan fırsatlarla aşama aşama organize suç dünyasına girerek güvenilir bir mafya tetikçisi olan, işçi sendikası memurluğuna kadar yükselen İrlandalı Frank Sheeran'ın bu dünyaya adım atmasından ölümüne kadar geçen 1960-1980 arası dönemi anlatıyor. Sheeran’ın beş yıl boyunca kayıt altına alınan röportajlarından derleyerek yazılan romanı, Awakenings (1990), Gangs Of New York (2002) ve Moneyball (2011) senaryoları ile Oscar adaylıkları, Schindler's List (1993) ile de Oscar alan, bunun yanında American Gangster, All The King's Men gibi uyarlamalara imza atan Steven Zaillian'ın senaryolaştırdığı The Irishman, 2019 yılının en çok beklenen filmlerinden biri olarak her şeyi üzerine paragraflar dolusu yazı yazılabilecek bir yapıt.

O kadar başyapıtı dururken 2006'da çektiği yeniden çevrim The Departed ile sanatı ödüllendirilen Martin Scorsese, The Irishman gibi çok sesli bir roman uyarlamasını, mafya-siyaset ilişkisi bünyesinde sır perdesini koruyan tarihi meseleleri filminin fonuna alıyorsa, büyük oynadığı aşikardır. Onun için bu bileşenlerle büyük oynamak da, GoodFellas ve Casino ruhunu çağırmak anlamına geliyor. Zira 60, 70 ve 80'li yıllara uzanan görkemli mafya hikayelerinin günümüzde artık çekilmediği bir dönemde The Irishman'in Scorsese tarafından ele alınması, bir üçlemenin son halkası anlamına da geliyor. GoodFellas ve Casino, farklı karakterlerle benzer suç zincirlerini mükemmel biçimde biraraya getiren filmler olarak sinema tarihinde çok önemli yere sahip filmler. Ama ilk çıktıklarında onlar bile eleştirel bariyerlerle karşılaşmışlardı. Zaman içinde demlenerek, değişen seyirci değerleri ve sanatsal duruşlarıyla zamansızlıkları daha iyi anlaşıldı. The Irishman'in değeri için de üzerinden geçecek zaman en sağlıklı değerlendirme ölçütü olacaktır. Ama üçleme olarak görebileceğimiz bu filmlerin ilk ikisindeki 90'lar havası, takvimler 2019'u gösterirken büyük usta Scorsese sayesinde bazı yerlerde tekrar solunabiliyor olsa da, aslında üçlemenin sonuna geldiğimizi fark ediyor, dolayısıyla artık bu suç evreninde her şeyin aynı kalmayacağına dair modern ve gerçekçi bir anlatımla da karşılaşıyoruz. Üstelik şaşırtıcı biçimde 3.5 saatlik süresinin çağrıştırmasına rağmen Scorsese bu defa "epik" oynamayıp biçimsel sadeliğe sığınıyor.


Yaşadığı huzur evinden kendi sesiyle anlattığı hikayesiyle Frank Sheeran'ın yükseliş hikayesinin etrafında o kadar çok kişi ve olay saf tutmuş ki, irili ufaklı rollerle izlediğimiz bu karakterlerle yaratılan suç evreni içinde her türlü olay örgüsü hem kendi yolunu çiziyor, hem de ortak noktalarda buluşabiliyor. Filmin içinde kısa süreli gördüğümüz çeşitli karakterlerin bile ne zaman, nasıl öldürüldükleri altyazılarla gösteriliyor ki, onları kanlı canlı görürken bunları öğrenmenin yarattığı ironiyi yaşamamızı istiyor Scorsese. Fakat tüm film, üç ana karakter etrafında şekilleniyor. Filme adını veren Frank Sheeran, dönemin mafya dünyasında en çok sözü dinlenen, bir arabulucu ve bir danışman olarak fikirlerine çok değer verilen Russ Bufalino ve dönem Amerikasına damga vurmuş tartışmalı bir figür olan kamyoncular sendikası lideri Jimmy Hoffa... Frank'in et teslimatı yaptığı bir gün arızalanan kamyonetini çektiği benzinlikte tanıştığı Russ Bufalino ile yolu bu kez yaşadığı hukuki bir sorun nedeniyle ona yardım eden avukat kuzeni Bill Bufalino sayesinde tekrar kesişiyor ve o günden sonra ölene dek ayrılmıyorlar. Frank hikayesini anlatırken izlenen ve belli bir tempo tutturan film, diğer yandan Frank ve Russ'ın eşleriyle birlikte kuzen Bill'in kızının düğününe doğru yolculuğa çıktıkları başka bir pasaj açıyor. Böylece bir yandan Frank'in kronolojik suç yolculuğu akarken, Frank ve Russ'ın, içinde beklenmedik bir planın da bulunduğu düğün yolculuğu paralel ilerliyor. İlk yolculuk yavaş yavaş ikincinin asıl amacını ortaya çıkarıyor. Sonra bu harika kurgu hamleleriyle yolculuklar birleşerek bizi Detroit'e götürüyor.

Tabii Detroit'ten önce bahsedilecek çok şey var. Biz de yazı içinde bir kurgu oynaması yapıp filmin geçmişine dönersek Frank'in karakteri ile yükselişi arasındaki doğru orantıdan söz etmemiz gerekir. Frank, basit bir et teslimatçısından çok daha fazlasına sahip olduğu anlaşılınca Russ ve dönemin güçlü mafya figürlerinden Angelo Bruno'nun kanatları altında tetikçiliğe doğru yumuşak geçiş yapıyor. Yumuşak, çünkü Scorsese, GoodFellas ve Casino'dan biraz farklı olarak bu geçişi aşırı ve detaylandırılmış şiddetten sıyrılmış bir üslupla betimliyor. En önemlisi de Frank'in kendisine emredilenleri hiç sorgulamayan ve kendi içinde en ufak bir çatışma yaşamadan kabul eden tam bir görev adamı olması. Eski bir asker, sonra görevini yapmaya odaklanmış bir emekçi olmanın verdiği emir almaya alışmış bu adanmışlık aile hayatını da sekteye uğratıyor. Evli ve dört kız babası Frank'in filmde bu yanını tek örseleyen unsur, kızlarından Peggy ile olan ilişkisi. Mafya içinde gittikçe güç kazanan Frank'in Peggy'nin gözleri önünde mahallenin bakkalını dövmesi, zaten bir türlü kuramadığı ilişkinin kırılma noktası oluyor ve ondan sonra baba kız için hiçbir şey normal olmuyor. Frank'in asıl ailesi, ona sayısız pis iş veren, bu sayede şöhret ve saygınlık kazanmasını sağlayan suç ailesi. Zaillian ve Scorsese de bu ailenin dinamiklerini çok iyi bildiğinden Frank'i ve geri planda tüm iş bitiriciliğiyle Russ'ı birer oya gibi işliyorlar. Ama çok iyi işlenen biri daha var ki, o da Jack Nicholson'ın başrolünde oynadığı 1992 yapımı Hoffa filmiyle de bilenlerin bildiği, 1957-1971 arasında Uluslararası Teamsters Kardeşler Birliği başkanı olarak görev yapan Amerikan işçi sendikası lideri James Riddle Hoffa


50'lerde Elvis, 60'larda The Beatles kadar ünlü, Başkan'dan sonra Amerika'daki en nüfuzlu adam olan Jimmy Hoffa, 1 milyon üyeye sahip sendikanın emeklilik fonundaki 8 milyar doların kontrolünü de elinde bulunduran adamdı. Büyük şirketler ve hükümet ensesindeydi. Yaşadığı bazı sıkıntıları atlatmak ve kendisini güvende hissetmek için başvurduğu isim Russ Bufalino olunca, onun bu işlerde en güvendiği isim de Frank olunca, filmin en kritik meselesi olan Frank ve Jimmy Hoffa'nın dostluğunun temelleri atılmış oluyor. Büyük paraları himayesinde tuttuğu için mafyanın bankadan alamadığı kredileri emeklilik fonundan veren Hoffa (tabii Russ'ın %10 komisyonu da içinde olmak üzere), bir nevi para aklama, kredi sağlama işlevi görüyor. Filmde "Las Vegas'ı inşa eden parayı Kamyoncu Sendikası verdi" cümlesini duymak bile insanı dehşete düşürüyor. Dönemin Adalet Bakanı Robert Kennedy, bu faaliyetlerden ötürü Hoffa'nın peşine özel bir ekip takıyor ve amacına ulaşıp onu hapse tıkmayı da başarıyor. Burada tüm filmi anlatacak değiliz. Ama bu ilişkiler ağının bir şekilde ortaya konması, sonrasında yaşanacakların daha fazla sorunu da beraberinde getirecek olması, filmin elinin nerelere kadar ulaşabildiğini görmek açısından önemli. Amerikan tarihinin en büyük gizemlerinden John F. Kennedy suikastine kadar uzanan (ki detayları 1991 tarihli JFK'de iyi işlenmiştir) olaylar zincirinin, perdenin diğer tarafındaki Frank - Hoffa ilişkisi, bitmeyen Hoffa - Tony Pro husumeti, arabuluculuk yapmak için çırpınan Russ Bufalino müzakereleri ile birleştirilmesi, Scorsese'nin inişli çıkışlı, ama kendine has suç matematiği aksamayan temposuyla adeta kendi tarihini yazıyor. Ama bu defa artık 70'li yaşların ortalarında olmanın ağırlığı hissedilen bir tempoyla.

The Irishman: In Conversation adlı 24 dakikalık sohbette Scorsese, bu kendine has temposuyla filmini bir oda tiyatrosuna benzetiyor ki, filme yaptığımız geri dönüşlerin demlenmişliği bu benzetmeyle mükemmel örtüşüyor. Ayrıca "her şeyin ritmi bulunduğumuz yerden geçmişe bakmak gibi olmalı" diye bir cümle kuruyor. Scorsese'nin Steven Zaillian ile birlikte çalıştığı ilk film olan Gangs Of New York ile 1860'lardaki New York suç oluşumlarına bulunduğu yerden baktığında ortaya bol sloganlı, eski usül kahramanlık destanlarına ithaf edilmiş gibi duran, biraz da ödüllere hesap yapmış bir film çıkmıştı. 77 yaşındaki Martin Scorsese'nin bulunduğu yerden The Irishman'e bakışı ise sanki kendi hayatına, filme aldığı üç karaktere, aynı zamanda beraber çalıştığı üç usta aktörün hayatına bakmak gibi olmuş. Özellikle filmin bütününden farklı duran, bir dizinin hüzünlü final bölümünü andıran son 40 dakikada bugüne dek çektiği suç filmlerindeki güçlü karakterlerin ömür boyu güçlü kalmayacaklarına, güçsüz, çaresiz, pişman, hasta bir son düzlük içinde kendileriyle başbaşa kalacaklarına dair rafine bir özet sunuyor. Yaşlanmanın, ölüme yaklaşmanın, hele eski günlerin ihtişamından ve konforundan uzakta sefil bir hayat ile bu son düzlüğe girmenin trajedisini o kadar süssüz anlatıyor ki, neden yaşadığımızı anlamamız için biraz daha sürmesine bile gerek kalmıyor.


Scorsese, en son 1995'te Casino'da beraber çalıştığı Robert De Niro (76) ve Joe Pesci (76) ile ve bugüne kadar hiç çalışmadığı Al Pacino (79) ile The Irishman'de buluşuyor. Aslında böyle bir buluşmayı planlamadığını, şartların kendisini buna yönelttiğini söylüyor. Uzun bir dönemi anlattığı için karakterlerin daha genç hallerini başka oyunculara vermek yerine, yüz gençleştirici CGI teknolojisinden faydalanması kimi yerlerde biraz göze batsa, alıştığımız De Niro, Pacino, Pesci jest ve mimiklerini törpülemeye yeltense de, bunlar öyle duayenler ki, bakışlarını, repliklerini, vücut dillerini seyirciye geçirmede en ufak bir sorun yaşamayan, karakterlerini yaşayan, karşılıklı sahnelerinde birbirlerine yaşatan insanlar. Birbirlerinin dilinden anlamaları da çok önemli. Belki de bir daha yan yana gelmeyecekler. Dedelerimize, babalarımıza, amcalarımıza benzeyen hatları, yaşlılıkları, tecrübeleri, tonlamaları, ufacık mimikleri bile uzun uzadıya analizler yaptıracak müthiş sahnelere damgasını vuruyor. Frank, işi uğruna gözü hiç kimseyi görmeyen, Russ Bufalino ve Hoffa'ya köpek gibi sadık bir adam. Russ, Scorsese'nin önceleri Pesci'ye mükemmel giydirdiği atarlı, dengesiz mafya tiplemesinden çok uzakta, önceliği konuşarak uzlaşmaya veren, arabulucu, iş bitirici, ama günün sonunda üstlerinin kararlarına riayet eden bir adam. Hoffa ise sahip olduğu sendikal gücün farkındalığını mantık edinmiş, mafyayla iş tutmanın sonuçlarını bu mantığa uyduramamış, güçlü bir hatip, keçi gibi inatçı, sadakate değer veren bir adam. Ne kadar tarihi bir buluşma, dev bir prodüksyon, sanatsal bir zirve olarak görülse de The Irishman bu üç adam arasındaki dostluğa, sadakate, ihanete dair farklı tevazulara sahip, kendini pozitif anlamda küçültebilen bir yapım.

The Irishman kusurları da olan ve onlarla güzel bir film. Mesela Scorsese'nin erkek egemen suç dünyasında kendine hatırı sayılır yerler edinememiş kadın karakterler düşünülünce, Frank'in kızı Peggy'nin güçlü bir kadın karakter olduğunu söyleyebilmemiz olası. Keşke suskunluğu en büyük gücü olarak tanımlanmasaydı ama bu suskunluk bile Frank'in hak ettiği şeylere cevabı olabiliyor. Zaten küçüklüğünden beri babasından çok Hoffa'dan yakınlık gören, ona okulda kompozisyon bile yazan Peggy için, özellikle 12 yaşında The Piano ile Oscar alan Anna Paquin'in canlandırdığı yetişkin Peggy için daha dirençli, diyaloglu anlar tasarlanabilirdi. Yine de 3.5 saatlik sürenin her dakikasının kıymeti anlaşılıyor, ilerde de anlaşılacak. Frank'in kafa sesiyle Russ ve Hoffa'nın tanıtıldığı kurgular, Frank'in ödül aldığı gece, Detroit bölümü gibi uzun pasajlar kendi içinde bile yüzlerce detay barındıran ustalıkta. Başladığı yerden zamanda ileri geri sıçramalar yapan, kendine geçmiş ve şimdiki zamanlar belirleyip istediği yere istediği zaman yolculuk yapabilen, sonuçta başladığı yerde biten, yolun sonunda biten bir film The Irishman. Artık eskisi gibi şarabın tadını alamayan, yediklerini çiğneyemeyen, bir zamanlar kapılarını sıkı sıkı kilitleyen sert adamların, şimdi o kapıları yarı açık tutarak kendilerini güvende hissettikleri bir dünyaya, saflığa, öze dönüş filmi.

4 Aralık 2019 Çarşamba

Rambo: Last Blood (2019)


Yönetmen: Adrian Grünberg
Oyuncular: Sylvester Stallone, Paz Vega, Sergio Peris-Mencheta, Adriana Barraza, Yvette Monreal, Óscar Jaenada, Fenessa Pineda
Senaryo: Matthew Cirulnick, Sylvester Stallone, Dan Gordon, David Morrell
Müzik: Brian Tyler

David Morrell romanından Michael Kozoll, William Sackheim ve Sylvester Stallone'un senaryo haline getirdiği, Ted Kotcheff'in yönettiği 1982 tarihli First Blood, Vietnam savaşından dönen yeşil bereli John Rambo'nun bir dağ kasabasında polislerden gördüğü zorbalıklardan kaçıp hayatta kalma mücadelesi vermesini anlatıyordu. 80'lerin en mühim aksiyon filmlerinden olan First Blood, üç adet Rocky filmi sonrası yeni bir serinin ayak seslerini duyuruyordu. O yıllar, Vietnam savaşı özelinde bir yandan savaşın anlamsızlığına vurgu yaparken, bir yandan da "ülkesi için savaştığı halde ülkesinden saygınlık görmeyen asker" çelişkisinin çelişki olarak görülmediği yıllardı. Ülkenin gençlerini bu uydurma savaşa gönderen hükümeti yeterince sorgulamak yerine, yaratılan düşmana öfkenin keyfini süren, kahraman Vietnam veteranları peydahlayan Hollywood, Rambo'nun da ekmeğini yemeye başladı. Rambo: First Blood Part II (1985) ve Rambo III (1988) ilk filmin ruhundan uzaklaşıp aksiyonun tavan yaptığı gişe hitlerine dönüştü. Ama sadece kalacak bir yer ve yiyecek isteyen John Rambo'nun zorba bir şerif liderliğinde adım adım delirtilmesini, adeta duygusal olarak infilak etmesini konu alan First Blood'ın dünyaya üstünlük taslamayan lokal duruşunun devam filmleriyle birer aksiyon makinesine dönüşmesi kaçınılmaz bir hal aldı.

Rambo III filminden 20 yıl sonra Stallone, John Rambo ile ikinci personasını tekrar diriltmek istedi. Hatta filmi bizzat kendisi yönetti. Bu sert filmden 11 yıl sonra Rambo: Last Blood gibi manidar bir isimle herhalde Rambo defterini kapatıyor. "Herhalde" diyoruz, zira isim her ne kadar Last Blood olsa da, geri dönüşe müsait bir final yapıyor. Stallone'un Matthew Cirulnick ve Dan Gordon adında iki senaristle birlikte yazdığı, birçok filmde yönetmen yardımcılığı yapmış, Mel Gibsonlı ilk filmi Get The Gringo'yu 2012'de çekmiş olan Adrian Grünberg'in yönettiği ikinci film olan Last Blood, artık aksiyon dolu hayatından emekli olmuş John Rambo'yu izliyoruz. Arizona'da gözden uzak çiftliğinde yardımcısı Maria ve manevi kızı Gabrielle ile birlikte yaşayan, at binen, günlük çiftlik işleriyle uğraşan Rambo'nun hayatı, Gabrielle'in kendisini yıllar önce terk eden babasının izini Meksika'da bulmasıyla değişiyor. Kendisine yıllarca öz babasından daha çok babalık yapmış Rambo dururken işe yaramaz öz babasından bazı cevaplar isteyen Gabrielle, orada kendisine yardım eden kız arkadaşının tuzağa düşürmesiyle Meksika'daki kartele bağlı fuhuş mafyasının eline düşüyor. Tabii Rambo amcası da peşinden gidiyor.

İlk Taken filminden devşirme bu çıkış noktası, komple Taken'a benzemesin diye alınan saçma önlemlerin de etkisiyle bir intikam aksiyonuna dönüyor. Tansiyonu iyice yükseltip son 15 dakikaya fişek gibi bir aksiyon yerleştiren film (ki aksiyon severlerin o son 15 dakikayı tekrar izlemek istemeleri kuvvetle muhtemel), duygusal bir monolog ile sonlanıyor. Bitiş yazılarının fonunda First Blood'dan sahneler görmek de hoş bir nostalji yaratıyor. Rambo'yu evine götürüp tedavi etmek ve ona bazı bilgiler sağlamak dışında hiçbir katkısı olmayan güzel İspanyol oyuncu Paz Vega'nın kısa varlığı da farklı bir nostaljiye neden olabiliyor. Ama aynı nostalji, Rambo'nun 80'lerde edindiği itibara uzak bir rotada seyrediyor. Yani şu filmde Rambo'nun değil de, şimdiden üç filme ulaşmış The Expendables'taki Barney Ross'un inzivaya çekilmiş hali olsa yadırganmazdı. Vietnam, Afganistan, Tayland gibi ülkelere Amerikan adaleti sağlayan Rambo'nun son kertede tek başına bir Meksika kartelini karşısına alması, milliyetçiliği veya muhalifliği tartışmalı Rambo'nun Amerika'nın korkularına karşı geliştirilmiş bir refleks olduğu fikrini sürdürüyor. Belki 70'li yaşlarındaki Rambo'nun vedası daha farklı dengelerle tasarlanmalıydı. Ya da 80'lerde kalmalıydı.