1989 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1989 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Kasım 2009 Pazar

Music Box (1989)


Yönetmen: Costa-Gavras
Oyuncular: Jessica Lange, Armin Mueller-Stahl, Frederic Forrest, Michael Rooker,  Cheryl Lynn Bruce, J.S. Block
Senaryo: Joe Eszterhas
Müzik: Philippe Sarde

Mahkeme filmleri... Sevgili Amerika, her serüveninde işin içine şov katmadan duramaz. Pek çok sisteminde olduğu gibi, kendi adalet sistemini de öyle bir inşa etmiştir ki, kalantor bir hakim, savunma, iddia makamı ve çeşitli zümrelerden toplanmış, “ne işim var burada benim” dercesine alıklaşmış jüri üyelerinden kurulu bir kumpanyadır adeta. Tabi önce mahkeme filmleri böyledir ama hiç gerçek bir Amerikan mahkemesi tozu yutmadığımızdan gayrı, sistem de bu şekilde olduğuna göre, filmlerin gerçeği yansıtma yüzdesi temelde fazladır. O zaman şov devam eder. İnsanlar bilet alıp sıraya girer ve tecavüz, izale-i bikir, yolsuzluk, cinayet, boşanma ve benzeri icatlarının sonuçlarını görmek üzere seyre koyulur. O.J. Simpson davasının yaptığı devasa reyting düşünülürse, Amerika’nın hukuki seyir zevki hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.

Şahsen iyi ellerden çıkma şartıyla bu kumpanyayı perdede izlemek bana hayli keyif verir. Özellikle avukat ve savcı ile, tanık/sanık sandalyesine kitaba el basarak oturmuş bulunan şahıs arasında yaşanan akıl dolu diyaloglardan kurulu bir mahkeme filmi tam bir temaşadır. Bahsettiğim sistem, hınzır senaristlerin eline geçtiğinde o kadar zevkli bir hal alıyordu ki, haklı-haksızı bulabilmesinden öte, evvela seyir zevki içeriyordu. Basket maçı seyreder gibi o pota senin, bu pota benim. İtiraz ediliyor, hakim tarafından kabul veya reddediliyor. Üslup ona göre değişiyor. Hakimin altında oturan şahıs öyle bir sıkıştırılıyor ki, usta bir hukukçunun karşısında hiç şansı yok, doğruyu konuşacak. Ama bizim adalet sistemimiz bize doğrudan suçluyu-suçsuzu “yerseniz” şeklinde sunarken, (ya da maçı bile izletmeden direk sonucu söylerken) bu sistem, işlenen kabahatin evrelerini bizim gibi olayın dışındakilerle de paylaşıyordu. Belki gerçek yaşamda yapmıyor ama hiç olmazsa filmlerinde davanın anadan üryan halinden, giyinişine tanık oluyorduk. Üstelik bu sistem, filmlerle kendi yargı sisteminin ve diğer tüm sosyal, kültürel, politik sistemlerinin eleştirisini de cesurca yapıyordu.



Bizim mahkeme filmimiz, mahkemelerimizin halini gördükçe nasıl olurdu kimbilir. Bir kere bizim filmlerin mahkeme sahnelerindeki, suçlunun her iki yanında duran ve muhtemelen o an şafağında kaç gün kaldığını düşünen o iki jandarma erinin işi ne, veya hakim-savcı-avukat ağabeylerimiz pelerin misali o cübbeleri niye giyiyorlar diye düşünmüşüzdür. Buna da şükür, peruk da takabilirlerdi. Elbet sebebi vardır, ancak bu durum işin artistik bölümüne iyice bir sekte vurur. Esasen bu sıkıcılığa sebep olan, ülkemizde bırakın adam akıllı bir mahkeme filmini, olayın sürecini anlatan bir iz sürme filmi bile yapılamamasından kaynaklıdır. Zemin müsait olsa, o pelerinli amcaları süperman yahut eli tokmaklı Bela Lugosi’ler gibi göstermek de gayet mümkün!.

Politik sinema denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Yunan yönetmen Costa Gavras’ın 1989 filmi Music Box, sıkı bir mahkeme filmidir. İzlediğim filmleri arasında Missing (1982) ve Betrayed (1988) için de çok olumlu fikirler besliyorum. Gavras, herhangi bir filminin görünen ana başlığının altında, daha çarpıcı meselelere değinmesiyle ünlüdür biraz da. Mesela 2002’deki Amen’de Yahudi soykırımının rüzgarını arkasına alarak müthiş bir Hristiyanlık eleştirisi yapmıştı. Music Box’ta da konu, soykırım sonrası nazi avı. Ama özellikle günümüz hassasiyetinin verdiği Yahudi antipatisinin gölgesine koymamamız gereken çok sarsıcı bir güven bunalımı filmi aslında. Bu bunalım, her ne kadar filmin yan başlığı olsa da, soykırım hadisesinin önüne öyle bir geçiyor ki, eski subay baba ile avukat kızı arasında yaşanan, güven-şüphe halesi tam da mahkemelik bir durum.
 

Avukat Ann Talbot’un 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Macaristan’dan Amerika’ya göçen öz babası Mike Laszlo, savaş sırasında ülkesinde nazilerle birlikte savaş suçları işlediği iddiasıyla sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve ona dava açılır. Kızı Ann ise tereddüt etmeden babasının savunmasını üstlenir. Çünkü kimseye güvenmediği kadar babasına güvenmektedir. Mahkemeler, tanıklar, sürprizler. Jessica Lange’in 1990’da Oscar’ı adaşı Jessica Tandy’ye kaptırdığı performans, usta işidir. “Guilty or not guilty” olduğunu finalde tokat gibi anlayacağımız baba rolünde Alman-Rus karışımı aktör Armin Mueller-Stahl var. İzlerken sonunu tahmin edebilirsiniz belki ama asla sandığınız yöntemle değil.
 
Son olarak politik sinema denince ne anladığımdan bahsetmek istiyorum. İsminden mütevellit, politik hususlara, hayali veya gerçek kişilikler eşliğinde eleştirel ve yeri geldiğinde objektif bakabilen, yorumunu esirgemeyen, mümkünse elinden geldiğince sert olan film güzelliği. Tarihten, savaş sonrası kaotik ortamlardan ve iktidar hırslarından beslenirler. Nazilere veya yahudilere ne ölçüde objektif bakabileceksek artık, bizi biraz da zamana uydurması gereken filmlerdir bunlar. Mesela nazi gerçeği kadar, yahudi gerçeğini de aynı potaya koyup aklıselim davranmak ne kadar engebeli olsa da, günümüz hassasiyetine binaen, Yıllar öncesinden Solingen ve aylar öncesinden Lübnan’ın eşit siyasi düzlemde değerlendirilmesi (ölü sayısı farklı bir boyuttur) yapılmalıdır. Zira şimdiki hassasiyet, Hitler yanlısı söz ve davranışlara prim vermeye başlayınca, (-ki bazı yazı ve söylemler bunu doğruluyor) bir şeylerin ucu bize değiyor, silahı kendimize doğrultmuş olmuyor muyuz?

Nazi, Yahudi, Lejyoner, Sırp, Yankie neyse değişmez, kasap kasaptır. Schindler’s List, The Pianist, Come and See ve niceleri çok sarsıcı tecrübelerdi. Günümüzün gerçekleri ortada. Göğsümüze kat kat tuğlalar ören sağduyumuza dönersek, kendi içimize de dönmüş oluruz. Ama öte yandan artık madalyonun diğer yüzüne de bakma zamanı geldi de geçiyor. Şimdilerde 11 Eylül üzerine bir şeyler yapılıyorsa, burnumuzun ucunda tarih olmaya başlayanlar için de birilerinin bir şeyler yapması kaçınılmaz olmalı. Oliver Stone gibi adamların aksine, ruhunu şeytana satmamış yönetmenlere ihtiyaç doğacak.

19 Ocak 2007 Cuma

Let It Ride (1989)

Yönetmen: Joe Pytka
Oyuncular: Richard Dreyfuss, David Johansen, Teri Garr, Jennifer Tilly, Allen Garfield, Edward Walsh
Senaryo: Nancy Dowd
Müzik: Giorgio Moroder

At yarışı tutkunu Trotter, bu tutkusu sonucu yaşadığı kayıpları yüzüden karısı Pam ile ilişkisine çeki düzen vermek ister. Ona bahislere girmeyeceğine söz verir. Trotter’ın arkadaşı taksi şöförü Looney’nin ise müşterilerinin arka koltuktaki konuşmalarını kaydederek arkadaşlarına dinletme huyu vardır. Bu kayıtlardan birini tesadüfen Trotter’a dinletince olan olur. Kasette konuşan iki adam, ertesi gün yapılacak koşuda Charity isimli atın birinciliğinin ayarlandığını söylemektedir. Trotter hiç tereddüt etmeden 50 dolar ile bahislere katılır. Tuhaf bir şekilde Trotter o gün feci şekilde şanslıdır. Yarışı Charity kazanır ve ondan sonra artık Trotter’ın durmaya niyeti yoktur..

Jay Cronley’nin Good Vibes kitabından Nancy Dowd’un senaryolaştırdığı Let It Ride, basit konusundan hareketle şans, evlilik, din, arkadaşlık, burjuvazi gibi olguları bünyesinde barındıran, fakat şans hariç diğerlerine hiçbir şekilde doğrudan göndermede bulunmayan değişik bir komedi örneği. Hızlı temposu, klişe olmaktan kaçınan senaryosu, zeki esprileri, 80’li yılların doğal rüküşlüğü, özenle seçilmiş gayet komik yan karakterleri ve de en önemlisi Richard Dreyfuss faktörü, filmi benzerlerinden ayıran özellikler..

Filmin şans üzerine söyledikleri başlangıçta “şanslı olduğunun farkına varmamak” yönünde ivme kazanacak gibi görünüyor. Ama Let It Ride, şans ana başlığı etrafında dönüp duran komik olaylar ve komik tiplemeler ile kendi kabuğunda bir özgünlük yaratmayı beceriyor. Bu kabuktan da anlaşılabileceği gibi, 80 küsür dakika süresince başdöndürücü bir hızla ilerleyen film, kısa sayılabilecek süresi içinde karakterlerini komedi türüne uygun, fakat bir o kadar da benzerlerinden farklı bir yola sokuyor. Filmde hissedilen bu farklılık hissi, önemli ölçüde hınzır senaryoda hissediliyor. Aynı durumda söylenecek daha basit bir cümle yerine, daha komplike ama kesinlikle daha eğlenceli bir benzerini yeğlediğine pek çok yerde tanık oluyoruz. Az da olsa durum komedisine başvurması, yine bu tavır sayesinde yapay durmadığı gibi, hoş bir denge sağlıyor.

Filmin, izleyiciyi içine çeken iki ayağı bir pabuca girmiş yapısı, beraberinde o izleyiciye hızlı bir diyalog takibi de dayatıyor. Ancak bu dayatmanın sonuçları genelde olumlu yönde. Bizi boşuna olmayan hızına alıştırmasında, her biri birbirinden ilginç karakterler ve tabi ki Dreyfuss’un hiperaktif oyunu çok etkili oluyor. Filmin vites düşürdüğü anlar ise bir o kadar renkli. Trotter’ın kazandığı yüklü miktardaki parayı almak için gittiği gişede gişe görevlisiyle karşılılı yaktıkları sigara ile sohbet etmeleri, foto finiş anları, tuvaletteki dua sahnesi çok keyifli. Trotter’ın Pam’i evinde yarı sızmış şekilde bulduğu sahne, gerçek şans üzerine kısa süreli bir duygu esintisine yol açsa da, 80’lerden beklenmedik şekilde doğrudan mesaj yerine, izleyiciye sessizce elektriğini iletme yolunu seçiyor. Üstelik bu yöntemi pek çok komik sahnede de benimsiyor. Böylece “mesaj verme” ile “düşündürme” arasındaki ince çizgiden ikincisine daha bir fazla oynuyor.

Yüzde doksanı hipodromda geçen Let It Rıde, çimde koşan atlardan çok, kenarda onlara umut bağlamış başta Trotter olmak üzere her kesimden insanın umut koşuşturması üzerine farklı ve akıl dolu bir komedi. Trotter’ın yaşadığı sıra dışı gün, Groundhog Day'deki hava durumu sunucusu Phil Connors’un o sürekli yaşadığı gün gibi, mistik güçlerce hediye edilmişlik benzerliği taşıyor. Her kumarbazın hayaline bir anda sahip olan ve sürekli kazanmaya başlayan Trotter, yine filmin genel karakterine bağlı olarak iletmek istediği mesajı izleyene bırakıyor. Hatta filme sorsanız, size bir mesaj iletmek istemediğini bile söyleme ihtimali vardır.. Özellikle de kumarın ahlaki boyutu üzerine..

Sinemaya eskisi kadar sık devam etmeyeceğini, kendini daha çok tiyatro çalışmalarına vereceğini söyleyen Richard Dreyfuss’un performansı büyüleyici.. Özellikle bahisleri kazandığı anlardan sonra Trotter bedeninde Dreyfuss’u tam bir trans durumunda görebiliyoruz. Bu abartılı bulunma tehlikesi içeren sevinç gösterisinin, hep kaybeden olmuş Trotter’ın artık sürekli kazanmaya başlamasıyla anlaşılabilir hale geldiği de söylenebilir. Hipodrom ahalisi tarafından asla kaybetmeyecek bir efsaneye dönüşmesi ve izleyenin buna verdiği gayri ciddi reaksiyon da büyük ölçüde Dreyfuss’un çizdiği üçkağıtçı kumarbaz tiplemesi ile sağlanıyor. Dreyfuss’dan sonraki en iyi performans, Looney rolü ile David Johansen’e ait. Onun da zaman zaman Trotter’dan aşağı kalır yanı kalmıyor ve bu hızlı komediye çok uygun bir oyuncu olduğunu belli ediyor. 80’lerin güzel aktrislerinden Teri Garr ve Jennifer Tilly ile iyi tasarlanmış diğer karakterler Let It Ride'a komedi yanında hafiften vodvil-müzikal-kabare havası da katmaktan geri durmuyor.

15 Ocak 2007 Pazartesi

Jacknife (1989)

 

Yönetmen: David Hugh Jones

Oyuncular: Robert De Niro, Ed Harris, Kathy Baker, Charles S. Dutton

Senaryo: Stephen Metcalfe

Müzik: Bruce Broughton

 

Zamanında Vietnam'da çarpışmış iki dostun yıllar sonra buluşması, bu eski dostlardan Joseph'ın (De Niro), bunalımını ve sendromunu halen üzerinden atamamış David'in (Harris) kızkardeşi ile çıkmaya başlaması, ardından gelen anılar, hatalar ve yüzleşmelerle fazlaca bunaltılmamış sade yaşamlar üzerine bir film. Daha önce TV'de bir iki kez denk gelmeme rağmen izleyememiş olduğum, iki usta oyuncunun performanslarını merak ettiğim bir filmi daha aradan çıkarmış oldum. De Niro 80'ler sonunda ne ise oydu ve çok sevimli, aynı zamanda klastı. Beni esas etkileyen Ed Harris'in durmadan içen, sorunlu asker eskisi David Flannigan olarak çok çarpıcı bir role imzasını atmış olmasıydı. Hikaye olarak çok fazla beklenti içine girilmemesi gereken, fakat yine de kişisel performansların basit ve klişe bir hikayeyi anlamlı kılmaya çalıştığı mütevazi filmlerden biriydi.