30 Aralık 2021 Perşembe

Petite maman (2021)

 
Yönetmen: Céline Sciamma
Oyuncular: Joséphine Sanz, Gabrielle Sanz, Nina Meurisse, Stéphane Varupenne, Margot Abascal
Senaryo: Céline Sciamma
Müzik: Jean-Baptiste de Laubier

Sekiz yaşındaki Nelly büyükannesini kaybetmiştir ve annesinin çocukluk evindeki odasını boşaltması için ebeveynleriyle birlikte bir süre orada kalacaktır. Bu sırada annesinin büyüdüğü kır evi ve çevresindeki ağaçlık alanda dolaşmaya başlar. Annesi Marion’un çocukken oynadığı yerler, hep sözünü ettiği ağaç evi bu alandadır. Bir gün annesi aniden gider. Babasıyla kalan Nelly, ormanda kendi başına bir ağaç evi yapmaya çalışan, kendi yaşlarında ve kendisine çok benzeyen bir kızla tanışır. Kızın adı da Marion’dur. Üstelik Marion'un Nelly'yi davet ettiği ev de annesinin çocukluk evidir. 2019 tarihli Portrait de la jeune fille en feu ile haklı ödül ve övgülere mazhar olan Céline Sciamma'nın fazla bekletmeden çektiği Petite maman, fantastik bir kısa öykü yazılıp 70 dakikalık süresiyle mütevazi bir şekilde dolandırmadan perdeye uyarlanmış tadı taşıyan bir film. Bu fantastik fikir, onun öyküleştirilmesindeki incelik, bu inceliğin içine sızmış kederli sakinlik filmin her dakikasını değerli kılıyor. Nelly'nin adeta paralel evrende kendi yaşındaki Marion ile karşılaşması, onunla arkadaş olup oyunlar oynaması, gülüp eğlenmesi, yüreğini açması, hatta birlikte ikisinin rol aldığı küçük bir piyes bile canlandırmaları, her türlü dostluk ve paylaşma duygusuyla beraber yas, yüzleşme, barışma, üstesinden gelme duygularının yansımalarını oluşturuyor. Nelly'nin anneannesinin yası ve ebeveynleri arasında ne olduğunu anlamadığı bir sırada annesinin gitmesiyle yaşadığı yalnızlaşmanın karşılığı olarak bilinçaltına yaptığı masum bir seyahat olarak görülebilecek Petite maman, bu büyülü hikayesi kadar anlatımının sadeliğiyle de büyüleyen bir film.

Bir kayıp sonrası çocukluğun geçtiği kır evinin boşaltılması, bu son vedanın sonbahar fonunda gerçekleşmesi Petite maman'ın nostaljik hüznünü tarif etmek için yeterliyken, hatta bu unsurlarla bambaşka bir hikaye çekilse dahi etkili olabilecek iken Sciamma bu fona fantastik bir çocuk hikayesi derinliği katarak melankolik bir zarafet kazandırıyor. Nelly'nin hüzünle kaplanmış sevimliliği, bu kısacık sürede annesi ve babasıyla ayrı ayrı paylaştıkları, onlara sorduğu sorular, kaldıkları yarı yarıya boş evin minimal atmosferini sıcaklığıyla dolduruyor. Nelly'nin Marion ile karşılaştıktan sonra onun hakkında edindiği bilgilerin, hele de onun evine gittikten sonra gördüklerinin şaşkınlığı yüzüne o kadar mütevazi ve güzel bir şekilde yansıyor ki, Sciamma'nın abartılı bir performans istemediği, en etkili duyguların Nelly gibi bir yüz vasıtasıyla seyirciye geçirilebileceğinin bilincinde olduğu anlaşılıyor. Yoksa bu öykü kolaylıkla daha ileri yaşlarda bir çocuğa veya bir gence de uyarlanabilirdi. Ama o zaman bu büyülü minimallik, o yürek yakan masumiyet sağlanabilir miydi orası tartışılabilir. Joséphine Sanz ve Gabrielle Sanz kardeşlerin doğallıklarından çok iyi faydalanan Sciamma, Nelly ve Marion'un sorgusuz, sualsiz, karşılıksız arkadaşlığını bu yaşların spontane ritmiyle, arka plandaki hüzünlü ruh halini hep zinde tutarak şekillendiriyor. Süresi biraz daha uzun olsa yine izlenirdi ama sanki Sciamma nerede duracağını, filmi uzatmak adına ekleyecekleriyle hikayesinin dokusuna zarar verebileceğini düşünmüş ve tadında bırakmış gibi hissettiriyor. Gelecekten gelmek veya geçmişe dönmek, artık nasıl tarif edilirse edilsin Petite maman, öncelikle küçük bir kızın içine dert olmuş aile meselelerinin, özellikle büyükanne ve anne figürlerini yitirme korkusunun naif biçimde bilinçaltını uyarışı diye de özetllenebilecek narin bir film.

24 Aralık 2021 Cuma

De uskyldige (2021)

 
Yönetmen: Eskil Vogt
Oyuncular: Rakel Lenora Fløttum, Alva Brynsmo Ramstad, Sam Ashraf, Mina Yasmin Bremseth Asheim, Ellen Dorrit Petersen, Morten Svartveit, Kadra Yusuf, Lisa Tønne
Senaryo: Eskil Vogt
Müzik: Pessi Levanto

İki kız kardeş olan 11 yaşındaki otistik Anna ve 9 yaşındaki Ida, aileleriyle birlikte büyük bir siteye taşınır. Sitede yaşayan ailelerin çoğu tatil için evlerinden ayrılmıştır. Kız kardeşler, yeni dünyalarını keşfetmeye başlarken sitede yaşayan Ben ve Aisha adlı iki çocukla tanışır. Birlikte vakit geçirmeye başlayan çocuklar, hayal güçlerinden doğmuş gibi görünen doğaüstü güçlere sahip olduklarını fark ederler. Başlangıçta bu güçleri oyun olarak görseler de özellikle Ben kendi gücünü tehlikeli amaçlar için kullanmaya başlar. Reprise, Oslo, 31. August, Thelma, Verdens verste menneske filmlerinin senaryosunu Joachim Trier ile birlikte yazan, tek başına yazıp yönettiği ilk filmi Blind'dan sonra 2014'ten beri film yönetmeyen Eskil Vogt, ikinci filmi De uskyldige (The Innocents) ile sessiz sedasız yine sıra dışı bir yapıma imza atıyor. Blind'da görme yetisini kaybedip seslere karşı duyarlılık kazanan Ingrid'i, senaryosuna katkıda bulunduğu Thelma'da ise aşık olduğu zamanlarda doğaüstü güçlere sahip olduğunu fark eden Thelma'yı mercek altına alan Vogt, yetiler ve doğaüstü güçlere olan ilgisini bu kez çocuklara ait bir hikaye içinde kurguluyor. Film ağır bir tempoda, iç daraltan bir atmosferde baştan sona gizemli bir ritim belirleyerek kestirilemez bir hale bürünüyor. Rahatsız edici, sinir bozucu sahnelerle tansiyonun düşmesine izin vermeyen ama aynı zamanda bu tansiyonu istediği gibi dinginleştiren Vogt, özellikle Thelma'daki notalara sıkça basıyor. Atmosfer kurarak gerilim yaratma gayreti de, bu gayreti gösteren çoğu yönetmen gibi ona da serbetçe sinema yapma alanları açıyor.

De uskyldige, bu dört çocuk arasında tek özel yeteneği olmayan Ida'nın merkezde olduğu ama her biri için onları öne çıkaracak planları olan bir gerilim. Otistik Anna ile Aisha arasındaki ilişkinin telepati yoluyla kurulması, o yaşına kadar hiç konuşmayıp sadece anlamsız sesler çıkarmış Anna'ya iyi geliyor. Annesinin Anna'ya söylediklerini kendi evinde olan Aisha'nın duyup cevap vermesi, onun söylediklerini veya hissettiklerini de Anna'nın duyup hissetmesi bu doğaüstü güçlerin en masumu. Asıl korkunç olan, Benjamin'in başka insanlara kendi istediği şeyleri yaptırabilmesi, bunun yanında sadece düşünce gücüyle cisimleri hareket ettirebilmesi, onları kırıp parçalayabilmesi ki, filmin gerilim kanalı onun üzerinden ilerlemekte. Ben'in bu güçlerini yeni yeni keşfetmeye başladığı, yeni tanıştığı Ida'ya bunları bir oyun gibi gösterdiği noktadan filme dahil oluyoruz. Başlangıçta masum birer oyun arkadaşı olan Ida ve Ben, bir süre sonra Ben'in içindeki kötülüğün su yüzüne çıkmasıyla sınırları ve sinirleri zorlamaya başlayan bir tehdite dönüşüyor. Filmin başlarında ailesinin Anna'ya gösterdiği ilgiyi kıskanan Ida'nın yaptıkları, aslında onun da çok masum olmadığını gösteriyor. Ama kötülük konusunda Ben'in eline su dökemeyeceğini, aynı zamanda Anna'da bir şeylerin ters gittiğini anlayınca çocuksu reflekslerle kendi masumiyetine dönüyor. Ben'i çok iyi tasarlayan ve pratiğe döken Vogt, öyle her önümüze gelen gerilim filmlerinde rastlanmayan bir kötücül karakter yaratıyor. Her ne kadar nefret ve şiddetle büyüdüğünü anladığımız Ben'in içindeki kötülüğün kaynağı olarak işlevsiz aile seçeneğini işaretlesek de, Eskil Vogt'un bu filmde dile getirmek istediği en mühim nokta, bir şekilde insanın mayasına karışmış olan kötülük.


Yetişkin veya çocuklarda kötülük dediğimiz eylemlerin kökenlerini araştıran bilim dallarının çeşitli teorileri, çıkardıkları psikolojik profiller mevcut. Saf ve sebepsiz kötülüğün bile belli profilleri olabiliyor. Vogt, emprovize fikirler ve sahne geçişleriyle (ki zaten bunu Trier ile yazdıkları senaryolardan da biliyoruz) çocukların gizemli dünyasına girip "peki bu çocukların doğaüstü güçleri olsaydı neler olabilirdi" fikrinin peşine düşüyor. Çocuk, doğaüstü güçler, emprovize fikirler, hepsi bir araya gelince idare etmesi güçleşen bir bütün ortaya çıkıyor. Fakat bu zor ve karmaşık denklemleri avantaja çevirmek de yönetmenin hayal gücü ölçülerinde mümkün olabiliyor. Eskil Vogt, iyi ve kötünün mücadelesinde aktörlerini çocuklardan seçtiği için taraflı olmaması gerektiğinin farkındalığıyla niyetini ortaya koyuyor. Filmine de "Masumlar" adını vererek bu niyetin yanına ironisini de ekliyor. Büyük usta Michael Haneke'nin Das weiße Band filminde I. Dünya Savaşı öncesi baskıcı bir ev ve okul ortamında, ceza ayinleriyle büyüyen çocukların geleceğin ırkçıları, nazi subayları olacağı öngörüsünü tüyler ürperten bir gerçeklikle hissetmiştik. Bu bağlamda Ben'in kötülüğünün sebeplerini de güven vermeyen annesi üzerinden ailevi nedenlere bağlayabiliriz. Ama Vogt, bu durumu yadsımadan, bir çocuk olarak Ben'in içindeki psikopatı çıkarış evrelerini tekinsiz bir atmosfer kurarak inşa ediyor. Bir de üstüne güçlerinin farkına varınca iyice toksik bir karaktere bürünen Ben, beslediği kini serbest bırakıyor. Masum çocuk oyunları şiddete evrilince kötü olanın ne çocukluğu, ne de masumiyeti kalıyor.

Vogt her ne kadar süper güçler üzerinden bir anlatı kursa da, dikkat çektiği şey potansiyel çocuk şiddeti. Bu şiddet türünü tanımlamak o kadar kolay değil. Ida'nın kıskançlığı yüzünden kardeşine yaptığı, Ben'in kimi sebepsiz, kimi intikam amaçlı davranışları belki de sadece çocuk olmakla tanımlanabilir. Çocukların akranlarına, kendinden küçüklere, hayvanlara, hatta ebeveynlerine yaptıkları eziyetler bazen kıskançlıktan, bazen intikamdan, en vahimi de zevkten besleniyor. Bazı çocukların gücü yettiğini düşündüğü kedi veya köpeklere zarar verme istekleri, sapanla kuş avlamaları, akvaryum balıklarını sudan çıkarmaya çalışmaları gibi mantıklı açıklaması yapılamayacak şiddet eğilimlerinin "çocuktur" diye normalleştirilmesi veya ailesinde bir arıza aranması yaygındır. Vogt, bu çocukların bu güçlere nasıl sahip olduklarıyla ilgilenmediği gibi, annesi dışında Ben'in nasıl bir çocukluk geçirdiğine dair de fazla bir şeyler sunmuyor. Zaten asıl amacı çocuk denen canlının karanlık ve gizemli taraflarını kullanarak farklı bir şiddet analizi yapmak denebilir. İyi ve kötünün güç kullanımını stabil olmayan çocuk hali üzerinden, biraz da çizgi roman estetiğiyle okuyan Vogt, filmin ruhuna çok iyi oturan sessiz sakin ama gerilim yüklü bir iyi - kötü kapışmasıyla etkileyici bir final yaparak Blind sonrası yine tek başına yazıp yönettiği bir filmle övgüleri hak ediyor. Çocuk oyunculardan özellikle Alva Brynsmo Ramstad (Anna) ve Sam Ashraf (Benjamin) gerek duruş, gerekse performans olarak temsil ettikleri değerleri, sorunları, zaafları çok iyi sahipleniyorlar. Blind'daki Ingrid performansıyla akıllarda kalan Ellen Dorrit Petersen'ı da Ida ve Anna'nın annesi rolünde gördüğümüz De uskyldige, yılın sade ve vurucu fantastik filmlerinden biri.

20 Aralık 2021 Pazartesi

a-ha: The Movie (2021)

 
Yönetmenler: Thomas Robsahm, Aslaug Holm

1982 yılında Oslo/Norveç'te kurulan pop, synthpop, pop rock, new wave grubu a-ha'nın müzikal yolculuğunu anlatan a-ha: The Movie, yönetmen, senarist, oyuncu, en çok da yapımcı olarak tanınan (ki aralarında son dönem Norveç sinemasının iyi örneklerinden Thelma, Verdens verste menneske, Håp gibi filmlerin yapımcılığı da var) Thomas Robsahm'ın çektiği bir müzik belgeseli. Morten Harket (vokal) Pål Waaktaar (gitar) ve Magne Furuholmen (keyboard) üçlüsünden oluşan a-ha'nın, hemen her grup biyografisinde olduğu gibi kuruluşları, patlamaları, iniş çıkışları, grubun kendileri için anlamı içtenlikle ekrana yansıyor. Thomas Robsahm, bir yandan grubu son çıktığı turda takip edip teker teker yaptığı röportajlarla, diğer yandan kendisine temin edilen arşiv görüntüleriyle dengeli bir kolaj oluşturuyor. Kariyeri tamamen belgesellerden oluşan Aslaug Holm de bir diğer yönetmen olarak Robsahm ile filmi paylaşıyor. 70'lerden itibaren Uriah Heep, Queen, The Velvet Underground gibi gruplardan etkilenerek müzisyen olmaya karar veren çocukluk arkadaşları Pål ve Magne'nin çeşitli girişimleri, başka bir grupta olan Morten Harket ile tanıştıktan sonra grubu kurmaları ve 1985 tarihli ilk albümleri Hunting High and Low'un çıkışı, bu tarz müzik belgesellerinde gördüğümüz dinamik bir kurguyla bir araya getirilerek emin ellerde olduğumuz hissettiriliyor. a-ha'nın pop müzik tarihine geçecek kariyerlerinin başlangıcı, ilk albümlerinde yer alan Take On Me şarkısı oluyor. Şarkı Amerikan Billboard listelerinde zirveye çıkınca ilk kez Norveçli bir grubun Amerika'da 1 numaraya ulaşmasını, sonrasında da bu zirvenin grup üzerinde yaratacağı olumlu ve olumsuz etkileri yavaş yavaş, sindire sindire izlemeye başlıyoruz.

a-ha: The Movie, a-ha'yı tanımayanlar için de başarılı bir belgesel iken, özellikle 80'lerin başında grubun doğuşuna tanıklık etmiş, belli başlı hit şarkılarını hala dinleyen seyirci için çok daha ayrı tatlar taşıyor. O dönemlerde kitle iletişim araçlarının yetersizliği nedeniyle grup ve sanatçıları ancak radyolardan, radyolardaki bazı sunucuların verdiği bilgilerden ve az sayıdaki müzik dergilerinden edindiğimiz bilgilerle tanıyorduk. a-ha gibi bazı grupların kuruluş ve gelişme dönemlerine dair bilgilere ise belki de hiç ihtiyaç duymuyorduk. Bizim için sadece şarkılar yeterliydi. İlk albümün patlamasıyla bir anda dünya çapında üne kavuşan, övgüler, ödüller, milyonlarca hayran kazanan a-ha üçlüsü, o yılların muhasebesini kendi bakış açılarından yaparken dışarıdan hiç de öyle olacağını tahmin etmediğimiz itiraflarda bulunuyorlar. Kronolojik ilerleyen film, ilk albümün ardından yavaş yavaş yaşanan düşüşü de ritmini bozmadan, hatta bunun bir düşüş olduğunu hissettirmeden ilerliyor. Dillere destan yakışıklığı ve a-ha' ya karakterini veren sesiyle Morten Harket, genç kızların yoğun ilgisi sebebiyle grup üzerindeki algıyı sığlaştırmakla, müziğin önüne geçmekle suçlandığı eleştirilerini artık geride bırakmış bir adam. 80'lere ait pop ikonlarından biri. Grubun diskografisinde çok az şarkıya yazar olarak katkı sağlamış olmasını da genel olarak sorun eden pek yok. Şarkı yazma işi çoğunlukla Pål Waaktaar'ın omuzlarında. Onun üreticiliği de popüler ve şahsi tercihler arasında sıkışıp kalmanın getirdiği kimi vasatlıklara yol açıyor. Waaktaar, çok satmayı veya Harket'in gölgesinde kalmayı dert etmeyen bir müzisyen. Ama a-ha olarak bunları dert etmemek için henüz erken olduğunun farkına varamıyor.


a-ha'nın temellerini atan bir diğer isim olan Magne Furuholmen ise Waaktaar'dan sonra en fazla şarkıya imza atmış, şarkılara son şeklini vermiş usta bir müzisyen ve tıpkı çocukluk arkadaşı gibi büyük hırsları olmayan bir insan. Ne var ki bu şöhretin ve müzikal özgürlüklerin sürebilmesi için hit şarkılara, MTV'de dönüp duracak videolara ihtiyaçları var. Her albümde Take On Me gibi bir hit çıkaramadıkları, belki de çıkarmayı tercih etmedikleri için (ikisi arasındaki fark çok net değil) kendi tercih ettikleri sound ve şarkılarla hareket etme fikri, plak şirketlerinin onlardan beklediği hit üretme, pop markası olma istekleriyle sık sık çakışıyor. Çoğu grup gibi geçmişte hatırlamak istemedikleri pozlar veriyor, klipler çekiyorlar. Tabii ilk albümden sonra kariyerleri boyunca I've Been Losing You, Cry Wolf, Forever Not Yours, Celice, The Living Daylights gibi başka hit şarkıları da, çok satan albümleri de oldu ve isimlerini hep korudular. Ama kendilerinin de söylediği üzere daha ilk albümden cephanesini tüketmiş bir grup gibi görünmelerinin nedeni, ilk albümün kopyası yeni bir şeyler yapmak yerine kendi istedikleri müziği yapmak istemelerinden kaynaklanıyor.

a-ha'yı oluşturan üç adamın bir savaşa benzettikleri albüm kayıt süreçleri, zaman içinde birbirlerini yıpratmalarına, hatta ayrılıp solo çalışmalara yönlenmelerine sebep olmuş. Ama bu soloların hiçbiri ne eleştirel, ne de ticari başarı getirmemiş. Belgeselin başarılı kurgusu, üçünün de bir noktada grubun eskisi gibi olamayışının yarattığı moral motivasyon eksikliğini, aynı zamanda bu soloların aslen ticari başarı için değil, a-ha'dan bir süre uzaklaşıp soluklanmak için yapıldığı psikolojisini hissettirmeyi beceriyor. Sahne dışında pek birlikte takılmıyorlar. Artık 60'lı yaşlarına girmiş üç olgun müzisyen, daha olgun tahlillerde, daha dürüst itiraflarda bulunuyorlar. Magne Furuholmen'in "üçümüz de ayrı ayrı psikoloğa gittik ama a-ha olarak hiç gitmedik" cümlesi bile grup olma, aidiyet hissi, şan şöhret içinde yalnızlaşma psikolojisi üzerine düşündürücü okumalara sahip. 80 öncesi sadece sıkıcı dance hall müzikleri yapılan Norveç'e bir pop güneşi misali doğan a-ha, müzik dünyasında U2, Coldplay, Liam Gallagher gibi hayranlar edinmiş olmasının yanında yeni nesle de ilham vermiş, eski hayranlarının sadakati ile kutsanmış ikonik bir grup. Belgeselin içtenliği, arşiv zenginliği, bu arşivi kurgulayış becerisi, dramatik iniş çıkışları kontrol edişi ve grubun kilometre taşı olmuş şarkılarıyla bu bütünlüğü süsleyişi a-ha'ya hak ettiği değeri verir nitelikte. a-ha: The Movie, kuruluşundan yaklaşık 40 yıl sonra üçlünün müzik ve özel yaşamlarına, grup içi dengelerine, samimi itiraflarına tanık olmak başta a-ha hayranlarına, hayranlarına olmasa bile yolu 80'lerde onların şarkılarıyla kesişmiş seyircilere, hatta yolu hiç bir şekilde kesişmemiş seyircilere bile güzel bir hediye gibi.

17 Aralık 2021 Cuma

Hive (2021)

 
Yönetmen: Blerta Basholli
Oyuncular: Yllka Gashi, Çun Lajçi, Aurita Agushi, Kumrije Hoxha, Adriana Matoshi, Molikë Maxhuni, Blerta Ismaili, Kaona Sylejmani, Mal Noah Safqiu, Xhejlane Terbunja
Senaryo: Blerta Basholli
Müzik: Julien Painot

Blerta Basholli'nin yazıp yönettiği ilk uzun metraj olan Hive, kocası Kosova savaşından sonra kaybolan, iki çocuğu ve kayınpederinden oluşan ailesini geçindirmeye çalışan Fahrije'nin gerçek olaylara dayalı hikayesini anlatan bir dram. Krusha adlı köyde yaşayan Fahrije, bir yandan kocası Agim ile başlattıkları arıcılıkla uğraşırken, bir yandan da filmin açılışında gördüğümüz üzere köye getirilen ceset torbalarında Agim'i arıyor. Pazarda kayınpederi Haxhi ile bal satarak ailesine gelir sağlamaya çalışması yeterli olmayınca köyün kadınlarıyla "ajvar" (Balkan ülkelerinde çok popüler olan, közlenmiş patlıcanlı, acı biberli, içinde domates salçası da olan bir tür ev yapımı kırmızı biber ezmesi) yapıp marketlere satmayı planlıyor. Öncelikle malzeme tedariki ve taşıma işleri için araba sürmeyi öğrenip ehliyet alıyor. Sonra da kadınları organize ederek üretime başlıyor. Fakat savaşa gitmeyen, bütün gününü kahvede geçiren köyün erkekleri onun bu gayretlerini hazmedemeyip köstek olmaktan geri durmuyorlar. Hakkında söylentiler çıkarmaya, arabasını taşlamaya, işini baltalamaya, hatta tacize varan türlü baskılarla mücadele etmek zorunda kalan Fahrije, iki çocuğu, özellikle de ergenlik çağındaki kızıyla, aynı zamanda Fahrije'nin çabalarını kabullenmekte zorlanan kayınpederiyle de farklı bir mücadele içinde bocalıyor. Böylece filme adını veren arı kovanına benzer bir ortamda ayakta durmaya çalışıyor. Kadının ailedeki yerini bilmesi gibi bir gerekçeye karşı çıkan Blerta Basholli, savaş yaraları henüz kapanmamış tutucu bir köy ortamında hayatının tüm zorluklarını omuzlamış Fahrije Hoti'nin bu ibretlik hikayesiyle, bir kadının kocası olmadan var olamayacağı algısının karşısında cesurca dikiliyor.

1999 yılının Mart ayında Kosova'nın Krusha köyünde en büyük katliamlardan biri yaşanmış, bu köyde yaklaşık 250 kişi öldürülmüş ya da kaybolmuş. Günümüzde Kosova genelinde 1600'den fazla kişi hala kayıp olup, bunlardan 64 tanesi de Krusha köyüne aitmiş. Bu insanlardan bazılarının nehirde boğulduğu, bazılarının ormanda öldürüldüğü söylenmekte. Bazılarının ise geri dönmesi umutsuzca beklenmekte. Çünkü cesetleri bulunamamış veya savaşta bulunan kıyafet ve eşyalar üzerinde yapılan DNA testleriyle izlerine rastlanmamış kayıplar da mevcut. Blerta Basholli hem bu tarihi trajediye dikkat çekiyor, hem de Fahrije Hoti ve bir grup Krusha köyü kadını özelinde savaş sonrası dul kalan kadınların ne şekilde ayakta durmaya çalıştıklarına dair mücadele hikayesini anlatıyor. Hayatını idame etmek, ailesini geçindirmek için çaba göstermeyen, çaba gösteren kadınları da hor gören, dar bir çerçeveye hapseden ataerkil düzenin eleştirisini basit, doğal ve etkileyici bir sinema diliyle ele alıyor. Bazı kişi ve olayların kurgu olduğu filmin sonunda ifade edilse de, bunların başka kadınların başına gelmiş olması gayet mümkün. Fahrije'nin birkaç koldan sürdürdüğü bu mücadele, hatta savaş sonrası girdiği başka bir savaş, tüm cepheleriyle hikayeye yansıyor. Fahrije bu savaşı verirken acısını, öfkesini ve çaresizliğini de dizginlemeye çalışıyor. Yer yer o dizginleri elinden kaçırdığı anlar da filmin insani yönünü parlatmayı biliyor. Patriarkal düzenin karşısında konumlandırılmış kadın karakter temalı filmlerin bağımsız Avrupa örnekleri arasında kendi yerini bulması zor olmayacak Hive, savaş sonrası yara sarma atmosferi içinde yeşeren filmlere de iyi bir örnek teşkil ediyor.

Gereksiz yükselişlere, duygu sömürülerine prim vermeyen Basholli, Fahrije gibi güçlü bir kadın karakterin gerçekliğine kendi sinemasal gerçekliği ve gücüyle cevap veriyor. Hareketli kameranın doğru konumlarla yönlendirilişi, iç mekanların sahnelerin ruh haline göre şekillenişi, nehir dibinde geçen rüya sahneleri, Fahrije'ye yakın girilen anlarla kolaylaşan seyirci yakınlaşması oyuncuların doğallıklarının korunması filmin kendi ritmini bulmasını sağlıyor. Bir film değil, hayattan bir kesit izlediğimiz düşüncesi sarıp sarmalıyor. Filmin sonunda gerçek Fahrije'yi ve sonradan yaptıklarını görmek de gerçek hayattan yapılan uyarlamaların sağlamasının yapılmasını kolaylaştırdığı gibi, zorluklar içinde yolunu bulmaya çalışan bu tip mücadele hikayelerinin sinemaya uyarlanış gayelerini de olumluyor. Yllka Gashi'nin filmin hemen her sahnesine zuhur eden etkili performansı da filmi zaten durduğu yüksek seviyenin daha da üstüne taşıyor. Hive ile henüz ikinci uzun metrajında rol alan Gashi, sert yüz hatlarından ince ince sızdırdığı kederi ve sevincini mükemmele yakın biçimde kontrol altında tutan bir oyun sergiliyor. Çeşitli festivallerden 16 ödül alan Hive, özellikle Sundance Film Festivali'nin Dünya Sineması - Drama kuşağından Seyirci, Yönetmen ve Büyük Juri olmak üzere üç ödül birden kazanmış başarılı bir dram. Gidenlerin dönmesi üzerine ümitli ümitsiz bekleyişlerin birbirine karıştığı, her şeye rağmen hayatın kalanlar için devam ettiği, filmdeki kadınlardan birinin söylediği "kayıp olanlar biz olsaydık kocalarımız bir aya kalmaz evlenirdi" cümlesi gibi acı ataerkil gerçeklerin hep pusuda beklediği bir dram.

11 Aralık 2021 Cumartesi

7 Prisioneiros (2021)

 
Yönetmen: Alexandre Moratto
Oyuncular: Christian Malheiros, Rodrigo Santoro, Vitor Julian, Lucas Oranmian, Clayton Mariano, Josias Duarte
Senaryo: Thayná Mantesso, Alexandre Moratto

Bir Brezilya köyünde yaşlı annesi ve iki kız kardeşiyle yaşayan 18 yaşındaki Mateus, ailesine daha iyi bir yaşam sunmak için bir aracı vasıtasıyla São Paulo'daki bir hurdalığa çalışmaya götürülür. Beraberinde kendi yaşlarında dört genç daha vardır. Hurdalığın patronu Luca başta yardım sever görünse de, çalışanlara ödeme yapmayınca, üstüne bir de onları borçlu çıkarınca gençler ayrılmak ister. Ama Luca şiddet ve baskı uygulayarak, geride bıraktıkları ailelerine zarar vermekle tehdit ederek onları hurdalığa hapseder. Mateus bir yandan kurtulmanın yollarını ararken, bir yandan da değer verdiği ailesini korumak için ortama uyum sağlamaya çalışır. Yapımcıları arasında Cidade de Deus (2002) ve The Constant Gardener (2005) gibi iki önemli filmi yönetmiş, son zamanlarda kendini daha çok yapımcılığa ve televizyon projelerine vermiş olan Fernando Meirelles'in de yer aldığı 7 Prisoneiros, henüz ikinci uzun metrajını çeken Alexandre Moratto'nun yönettiği bir suç dramı. Senaryosunu da Thayná Mantesso ile birlikte yazan Moratto, ilk filmi Socrates'te de onunla çalışmış, hatta bu filmin başrolündeki Christian Malheiros ile tekrar buluşmuş. Venedik Film Festivali'nde Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü kazanan yapım, güçlü ve güncel mesajlarıyla dikkat çekiyor.

Dünyanın pek çok yerinde duyduğumuz, okuduğumuz insan kaçakçılığı meselesinin Brezilya ayağında kullanılan çeşitli yöntemlerden birini senaryolaştıran Moratto, bu trafikten kurtulmuş bazı işçilerin deneyimlerinden yola çıkarak merkeze aldığı Mateus üzerinden kurguladığı hikayesinde, bu insanların nasıl ağa düşürüldüğü, nasıl ve ne şartlarda ücretsiz çalıştırıldığına dair gerçekçi bir profil çıkarıyor. Tarlalarda işçi olarak çalışırken, büyük şehire gidip daha iyi imkanlarla daha fazla para kazanarak mühendis olmayı hayal eden Mateus ve arkadaşlarının bir anda köle ya da mahkuma dönüştürülmeleri, hem psikolojik, hem de bedava işçi çalıştırmaktan kaynaklı ekonomik çıkar yönünden etkileyici bir gerçeklikle işleniyor. Zorbalıkla emeğin sömürülmesi neticesinde bu genç emekçilerin kurtulma mücadelesine dönüşeceğini beklediğimiz film, kurtulma girişimleri ve kendi iç dinamiklerindeki çatlamalarla yeterli bir süre ilgilendikten sonra yavaş yavaş tek meselesinin bu olmadığını, daha derinlere inmek istediğini göstermeye başlıyor. Luca figürüyle tipik baskıcı patron, Mateus ile de hakkını arayan sömürülmüş emekçi canlandırmasında bulunsa da, bu karakterler özelinden genele ulaşma yolunda doğru adımlar atıyor.


7 Prisoneiros aslında güçlü bir dönüşüm hikayesi. Hurdalıkta çalışmaya başladığı ilk zamanlar hakkının yenmesini hazmedemeyen, kaçmaya çalışan Mateus, artık bu mahkumiyetten kurtulamayacağı düşüncesine yenik düşmeye başlayınca uyum sağlama yoluna gidiyor. Sadece kas gücünün değil, oyun ne olursa olsun onu kuralına göre oynamanın psikolojik gücüyle ayakta kalabildiği bir kurtlar sofrasında olduğunun farkına varıyor. Bu farkındalık ile kendini sindiren sistemin suyuna gitmek ya da o sistem tarafından yutulmaya razı olmak şeklinde bir taraf belirleyen Mateus, bu rızasının meyvelerini de almaya başlıyor. Önce kendisini sömüren sistemin başındaki unsurun güvenini kazanmak, sonra o çarkın önemli bir dişlisi, akabinde de yeni unsuru olmak her dişlinin yapabileceği bir şey değil. Moratto basit bir hurdalıkta işleyen sistemden hareketle, iş dünyasındaki ve suç dünyasındaki paralellikleri, sömürü düzenini ve farklı bireylerin bu düzen içinde var ya da yok oluşlarını analiz ediyor. İnsan kaçakçılığının boyutlarının bu hurdalıkla sınırlı kalmadığını, uluslararası insan trafiğinin türlü suç sektörlerine kaynaklık ettiğini, bunun arkasındaki güçlerin de politik bağlantılardan doğrudan ve dolaylı yollarla beslendiğini ya da direkt o gücün kendisi olduğunu sağlam zeminlere oturtuyor.

Brezilya coğrafyasından çıkan yapımlara gerçeklik katan salaşlık ve sefalet, 7 Prisoneiros'un da hücrelerinde dolaşıyor. Gelir dağılımı arasındaki uçurum neticesinde ortaya çıkan türlü suç hikayelerine ev sahipliği yapan bu coğrafya sineması Anjos do Sol (2006) gibi trajedilerle örülü ya da O Homem Que Copiava (2003) gibi mizah ve romantizm soslu dinamik yapımlar üretme başarısıyla, türü ne olursa olsun ağır sefalet altında ezilen karakterlerin çıkış yollarına veya çıkışsızlıklarına dair güçlü hikayeler barındırıyor. Özellikle Cidade de Deus ile önemli bir kırılma noktası yaşayan Brezilya sineması, ülkenin suç batağında debelenen karakterlerine bakışında mühim sinematik gelişmeler kaydetti. 7 Prisoneiros da bu ekolün dinamik, dramatik, trajik donelerinden faydalanmasını bilen bir film. Çoğu sahne, çoğu mekan, bir film setine dönüştürüldüğünü unutturacak derecede sahici. Polisinden politikacısına, yozlaşmış bir sistemin karşısında durmak ile onun bir parçası olmak arasında seçim yapmak durumunda kalan Mateus'un ikilemine bulunan çözüm ise belki de filmin en güçlü mesajı. Mateus'a sunulan seçenek ve onun seçimi, finale doğru çok iyi döşenmiş yolun aslında bir sonu olmadığını, başka yollara bağlandığını gösteren nitelikte. Socrates'ten sonra ikinci başrolüyle Mateus rolündeki Christian Malheiros ve Luca'yı canlandıran tecrübeli aktör Rodrigo Santoro'nun uyumlu birliktelikleriyle güçlenen 7 Prisoneiros, girişi, gelişmesi ve sonucuyla amacına ulaşmış bir film.

3 Aralık 2021 Cuma

Spencer (2021)

 
Yönetmen: Pablo Larraín
Oyuncular: Kristen Stewart, Timothy Spall, Sally Hawkins, Sean Harris, Jack Farthing, Jack Nielen, Freddie Spry
Senaryo: Steven Knight
Müzik: Jonny Greenwood

1991 Aralık ayında Noel Arefesi, Noel Günü ve Hediyeleşme Günü olmak üzere 3 günü  anlatan Spencer, İngiliz Kraliyet ailesinin gergin döneminde Prenses Diana'nın çalkantılı ruh halini mercek altına alan bir Pablo Larraín filmi. Larraín'in bir başka kısa dönemini anlattığı Jacqueline Kennedy'yi konu alan Jackie ile benzerlikler taşıyan Spencer, Diana'nın içinde bulunduğu boğucu atmosferi iyi tasvir eden ama tıpkı Jackie gibi eksiklikler hissettiren bir film. Bir kere en baştan bu iki filmin ruhunu anlamak için bu iki kadınla özdeşleşme kurmak gerekiyor. İki "lady" ile ne kadar kurulabilirse artık. Jackie'nin suikast sonucu eşini kaybetmesi sonrası ile, evliliğinin bitme noktasına gelmiş olan Diana'nın Noel zamanı arasındaki duygu durumunun farklılığı bir yana, konum olarak bu iki kadının halk gözündeki magazinsel duruşlarının ardındaki sıkışmış iç dünyalarına bakmayı seçen Larraín, kendine belli bir şablon kuruyor. Bütün bir hayatı özetlemektense kısa ve kritik bir dönemde bu iç bakışa odaklanmak bazı teşhisler için doğru bir seçim olsa da, bir çok şeyi aceleye getirmekten kaynaklı, mesaj kaygılı bir deneyime de dönüşebiliyor. Spencer, Lady Diana'nın o dönemde yaşadığı zorlukları iyi etüt etmiş bir film. Ama asıl meselelerden biri de, acaba gerçekten bu ihtişamlı hayatlarda yaşanan zorlukların ilgimizi çekip çekmediği.

Diana, Galler Prensi Charles ile evlendiği andan itibaren tüm dünyanın tanıdığı, sevdiği, magazin basınının büyük ilgi gösterdiği bir figür haline gelmişti. Özellikle İngiliz Kraliyet ailesinin etkinlikleri, ilişkileri, skandalları halk tarafından bir film veya dizi gibi takip edilirdi. Hala da öyle. Diana da güzelliği, asaleti, iyi kalpliliği, yardım severliğiyle halkın gönlüne taht kurmuştu. Spencer'ın geçtiği 3 günün de bulunduğu sıkıntılı dönem ise o filmi veya diziyi izleyen halk için çok daha ilgi çekiciydi. Her an çok önemli bir kırılma yaşanabilir, Diana ve Charles her an boşanabilirdi. Diana'nın önceki hayatına duyduğu özlemin depreştiği, kalabalıkta çok daha fazla yalnız hissetmeye başladığı, Charles'ın Camilla Parker Bowles ile olan ilişkisini bildiği, kendine zarar verecek boyutlara varan bir depresyona girdiği bu sürece yakından bakan Larraín, saray gelenek ve kurallarının bunaltan etkisini de kullanarak sürekli daralan bir ambiyans kuruyor. Sıklıkla Diana'yı karşısına alıp fotoğraf çeker gibi kameraya baktıran Larraín, o esnada Diana kimle konuşuyorsa kendimizi o kişi olarak konumlandırmamızı ya da seyirci olarak Diana'nın o anki hislerini ve melankolik duruşunu karşılıklı olarak paylaşmamızı istiyor. Böylece Diana'nın koskoca sarayda bir şeyler paylaşabildiği ne kadar az insan olduğuna dair ince bir empati oluşturuyor.


Oğulları William ve Harry dışında kraliçenin baş kahyası Alistar Gregory, sarayın mutfak şefi Darren ve en önemli dert ortağı olan terzisi Maggie ile konuşmaları, sarayın askeri disiplini ve soğuk rutini arasından sızan insani dokunuşlar olarak çok önemli eklemeler. Zira sürekli bunalımlı, tekinsiz, isyankar Diana ile filmin sarkacağını bilen Larraín, bu karakterler sayesinde sağladığı müdahalelerle filmi daha makul ve derdini ifade edebilen bir forma sokabiliyor. Fakat yine de "bakın bir öğün yemekte giymesi için bir düzine elbise ayağına kadar gelen, girdiği ortamdaki kişilerin bile hazırola geçtiği koskoca prenses bile bu ortamda nasıl da baskı altında ve yapayalnız, ne kadar üzücü" samimiyetsizliğini anlamamız bekleniyor. Belki evliliği öncesinde de hizmetçisi, aşçısı, kahyası olan soylu bir aileye mensup Diana bunların hiçbirini istemedi ama Kraliyet ailesi iticiliğinde bu rızasızlıktan mağduriyet devşirmenin tek taraflı bir bakış yaratması mümkün değil. Diana'nın özünde iyi bir insan olmasının da pek bir önemi kalmıyor. Bir kesmin hiç ilgilenmediği, hatta nefret ettiği monarşinin herhangi bir unsuru için acıma duygusu geliştirmek de o kesim için imkansız hale geliyor. Mesela Sefiller okumak, hamburger yemek gibi özlemlerin suniliği ve sanki bunların yapılması kendisine tümden yasaklanmış algısı seyirciyi avlayabiliyor.

Diana'nın saraydaki duruşuna bir gözdağı mahiyetinde okuması için odasına bırakılan The Life and Death Of Anne Boleyn kitabıyla kurulan Diana - Anne Boleyn özdeşleşmesi de filmin bir başka yan unsuru. Kral VIII. Henry'nin ikinci eşi olan, I. Elizabeth'in annesi Boleyn, Henry ile üç yıl evli kalmıştı. Kral Henry, Anne Boleyn'le evliliği sırasında Jane Seymour'a aşık oldu ve Boleyn'i altı kişiyle zina yapmakla suçlayıp kafasını kestirerek idam ettirmişti. Larraín'in, Anne Boleyn'in bu trajedisini bir hayalet sıradanlığında estetize edip Diana'nın gölgesine saklaması, referans olarak güçlü ama anlatım olarak düz kalıyor. Bunun yanında Diana'nın Charles ile yüzleştiği, kilise çıkışı Camilla ile göz göze geldiği, kendisi için hazırlanan abiyesi ile bir türlü odasından çıkıp yemeğe inemediği sahneler de estetik ve dramatik manada iyi çekilmiş sahneler. Kristen Stewart'ın abartılı, hatta bazen komik gelen Diana performansı taklitten öteye pek geçemese de, oyuncunun geçmişine nazaran biraz daha olgunlaştığını gösterir nitelikte. Timothy Spall, Sally Hawkins ve Sean Harris gibi İngiliz sinemasının çok güçlü isimleri, performans bir kenara sadece varlıklarıyla bile üstlendikleri rollere yetiyorlar. Teknik ve sinematografik anlamda Spencer iyi bir film. Ancak kariyerinde kendi yazıp yönettiği Tony Manero ve El Club, sadece yönettiği No ve Neruda gibi iyi filmler bulunan Larraín'in artık kolay bir şablona dönüşmeye başlayan "bir ünlünün kritik birkaç günü" temalı kısa biyografileri kendisini dünyaya yakınlaştırırken, auteur kimliğinden uzaklaştırıyor. 

30 Kasım 2021 Salı

V/H/S/94 (2021)

 
Yönetmenler: Simon Barrett, Steven Kostanski, Chloe Okuno, Ryan Prows, Jennifer Reeder, Timo Tjahjanto
Oyuncular: Anna Hopkins, Christian Potenza, Kyal Legend, Budi Ross, Donny Alamsyah, Christian Lloyd, Thomas Mitchell Barnet, Slavic Rogozine, Daniel Williston, Dru Viergever, Kimmy Choi
Senaryo: Simon Barrett, Chloe Okuno, Ryan Prows, Jennifer Reeder, Timo Tjahjanto

V/H/S (2012), V/H/S/2 (2013) ve V/H/S: Viral (2014) olmak üzere peş peşe gelen üç filmden sonra seriye eklenen V/H/S/94, verilen uzun araya rağmen bu serinin ruhunu muhafaza eden bir devam halkası. Bu son filme gelene kadar Adam Wingard, Ti West gibi yönetmenleri parlatan, ümit veren bazı kısa film yönetmenlerine yeteneklerini sergileme fırsatı veren V/H/S serisi, yine çatı görevi gören bir olayın altına dört tuhaf kısa film yerleştirmiş şekilde karşımızda. Holy Hell adını taşıyan bu bölümde bir SWAT ekibinin gözleri çıkarılmış cesetlerle, içinde türlü tuhaflıklarla ve video kasetlerle dolu odaların bulunduğu büyük bir mekana yaptıkları baskına tanık oluyoruz. Her zaman olduğu gibi bir kamerayla kaydedilen bu baskın gerilimi ve adrenalini yüksek bir biçimde sürerken mekandaki tuhaflıkları o kameranın gözünden izliyor ve teker teker buluntu video kasetleri izlemeye başlıyoruz. Her V/H/S filminde bu kasetlerin istiflendiği farklı mekanlara farklı karakterler aracılığıyla giriyor, o tekinsiz mekanlarda yaşanan gerilimi, oradaki buluntu kasetlerden dördünün aralarına serpiştirilmiş şekilde tecrübe ediyoruz. V/H/S serisi, inanılmaz olaylarla dolu bu kasetlerin ürkütücü bir tarikat tarafından toplandığına dair bir inanış üzerinden yürüyor görünse de, bu son filmin finalinde dile getirilenlerle henüz tam olarak aydınlanmamış dört filmlik gizemini korumaya devam ediyor.

Storm Drain adlı bölümle başlayan film, bir kameraman ve bir muhabirin kanalizasyonda yaşadığı düşünülen, birkaç kişiye de görünmüş gizemli bir yaratığın peşine düşmelerini konu alıyor. Olayı kameramanın çekimlerinden izlediğimiz bu bölümün özellikle kanalizasyon sahneleri çok ürkütücü olsa da, hesaplanmış finaliyle V/H/S hesapsızlığına, tamamlanmamışlığına ters düştüğü için etkisini yitiriyor. The Wake adındaki sıradaki bölüm, bir cenaze evinde taziyeleri bekleyen kapalı bir tabuta göz kulak olmakla görevli Hayley isimli kadının yaşadıklarını işliyor. Cenaze evi sorumlusunun Hayley'i yalnız bırakması, taziyeye kimsenin gelmemesi, fırtınadan sonra sönen ışıklar, tabuttan gelen sesler yani bir korku atmosferi için gereken tüm şartlar mevcut. İlk ve ikinci V/H/S filmlerinde de dikkat çekici bölümler tasarlamış, ayrıca You're Next, The Guest gibi gerilimlerin senaryosunu yazmış Simon Barrett'in yönettiği bu bölüm belki de V/H/S/94'ün en iyisi. Cenaze evinin köşelerine konmuş sabit kameralar ile Hayley'nin el kamerası arasında gidip gelen görüntüler, bu buluntu görüntüleri toplayanların bunları kurgulayarak VHS'lere kaydettikleri düşüncesini tekrar hatırlatıyor.

The Subject adlı bir sonraki bölüm ise, V/H/S/2'deki dikkat çekici bölümlerden biri olan Safe Haven'i yönetmiş olan Endonezyalı yönetmen Timo Tjahjanto'ya ait. Çılgın bir bilim insanının yaptığı tuhaf deneyler ve onun deney yaptığı izbe laboratuvarın SWAT tarafından baskına uğramasıyla yaşanan kaos Safe Haven kadar güçlü değil. Deneklerden birinin gözüne takılmış kameradan izlediğimiz bu bölüm, kendi matematiğinin hakkını iyi kötü veriyor. Ne var ki V/H/S/2'den sonra kariyerine başta çok ses getiren The Night Comes For Us olmak üzere birkaç aksiyon filmiyle devam eden Tjahjanto, bu bölümü de aksiyon ağırlıklı planlamış. Son bölüm olan Terror ise, 2017'de çektiği ilk uzun metrajı Lowlife ile Kanada menşeli Fantasia Film Festivali'nden iki ödül almış Ryan Prows tarafından yazılıp yönetilmiş bir redneck tuhaflığı. V/H/S/94, serinin önceki filmlerine nazaran klişelere daha fazla yaslanan, yaratık korku/gerilimlerinden beslenen bir devam filmi olmuş. Özellikle The Wake ve Storm Drain bölümlerindeki kamera hareketlerinin ve kurgunun sağladığı gerilim, serinin ruhuna en uygun anlar olabilir. Zaten bu filmlerde hikayeden, tutarlılıktan, içerikten ziyade kameranın yaratıcı kullanımlarını öne çıkaran örnekler çıtayı yükseltiyor. Tabii bir de absürtlüğünden bağımsız olarak "buluntu" olduğuna ikna eden hamleler. Bu buluntu VHS'lerin kaynağı konusunda da gizemi biraz daha aralayan film, serinin devamının geleceğine dair hiç kapatmadığı kapılarına yine dokunmuyor.

27 Kasım 2021 Cumartesi

Nuevo orden (2020)

 
Yönetmen: Michel Franco
Oyuncular: Naian González Norvind, Fernando Cuautle, Diego Boneta, Patricia Bernal, Dario Yazbek Bernal, Roberto Medina, Enrique Singer, Sebastian Silveti
Senaryo: Michel Franco

Varlıklı bir ailenin kızı olan Marianne'in düğünü, alt sınıftan insanların baskını sonucu büyük bir katliama dönüşür. Bu aslında ülke çapında sınıfsal bir ayaklanmadır ve yoksulluktan yılmış halk, yağma, talan ve cinayetlerle öfkesini kusmaktadır. Öte yandan bu kaos ortamını fırsata çeviren kesimlerle isyanın farklı yansımalarını görürüz. Daniel & Ana, Después de Lucía, Las hijas de Abril gibi çok çarpıcı dramlara imza atmış Michel Franco'nun yönettiği Nuevo orden (New Order), toplumsal adaletsizliğe, sınıf farklılıklarına karşı gelişen ayaklanmaların yarattığı kaos ortamına ve onun getirdiklerine bakan bir yapım. Üst sınıfa ait bir düğün ortamıyla başlayan film, dışarıda patlak veren bir isyanın gerilimi gölgesinde çok geçmeden düğünün de bir kabusa dönmesiyle deyim yerindeyse ipini koparıyor. Bu olayların zamanı, isyanın temel nedenleri bilerek boş bırakılmış. Buradan Meksika'daki bu isyanın zamanının ya da gayet iyi bildiğimiz isyan gerekçelerinin açıklanma ihtiyacı olmadığı, dünyanın herhangi bir yerinde benzer gerekçelerle bu isyanların çıkabileceği fikrine basit bir şekilde ulaşılabilir. Franco'nun asıl derdi, bu isyan sonucunda oluşan kaosun derinlerine inmek. Bir numune sayesinde büyük resme bakan, o resimde olması gereken detayları da tuvaline başarıyla ekleyen Franco, sert ve çıkışsız renkler kullanarak gerçekçi bir bakış açısı kullanıyor. O numunenin adı da Marianne...

En mutlu gününün büyük bir felakete dönüşeceğinden habersiz Marianne, varlıklı ailesinin ve aile dostlarının katıldığı ev partisinde çok mutlu. Eski bir çalışanları, karısının ameliyatı için paraya ihtiyacı olduğunda ona elinden geldiğince yardım etmek isteyecek kadar da vefalı. Zamanında kendileri için çalışmış alt sınıftaki bu insanlar için düğün partisini bile bırakıp, dışarıda isyan olduğu halde kadını hasta yatağında görmek isteyecek kadar hem de. Ne var ki dışarıda onu bekleyen tek tehlike isyancılar değil. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın, özünde o dolunun üstünde duran bir film Nuevo orden... Marianne aracılığıyla önce bir kaosun, sonra da bastırılan kaosun arka planında kendi "yeni düzenini" kurmuş başka bir kaosun izini sürüyor. Hükumetlerin basiretsiz politikaları yüzünden oluşan gelir adaletsizliğinin altında ezilen halk sokaklara çıkıp kendi adaletlerini sağlamaya çalışırken, kolluk kuvvetlerinin fırsattan istifade edip düzeni sağlama görevlerini suistimal etmeleri, keyfi uygulamalara başlamaları, süresi belirsiz bu yeni düzen sayesinde tüm sınıfları sömürmeleri çeşitli ülke tarihlerinde yaşanmış, hala da yaşanmakta olan kanunsuzluklar. Özellikle Arjantin'in cunta dönemini anlatan Garage Olimpo (1999), Crónica de una fuga (2006), El secreto de sus ojos (2009) gibi yapımlarda gördüğümüz bu faşist düzenin yansımaları Nuevo orden'da da yer alıyor. Şili, Kore, Afrika, Türkiye sinemalarındaki bazı örneklerde de bu durum değişmiyor.


Askeri darbelerin getirdiği bu yeni düzen anlayışı fırsatçı zihniyetlere o kadar geniş bir hareket alanı sağlıyor ki, üniforma ve silah gücüne sahip bu düzenin içinde küçük küçük başka düzenler de oluşmaya başlıyor. İşkence, adam kaçırma, soygun bu düzenin olmazsa olmazları. Daniel & Ana ve Después de Lucía filmlerinde lokal zorbalıklara karşı etkileyici senaryolar yazan Michel Franco bu filmlerde yokladığı dar alanları Nuevo orden'da ülke çapında bir zorbalığa, faşist uygulamalara genişleterek gerçekçi açılardan bakıyor. Gerçekçi çünkü bu baskı ve zulüm düzeni uzun yıllar boyunca farklı ülkelerde de olsa hüküm sürdü, tanıkları inanılmaz olaylar anlattılar, açılan bazı davalar halen sürmekte. Hatta örtülü ya da aleni şekillerde halen sürüyor. Nuevo orden'da yaşananlar ve daha fazlası zaten yaşandı. Toplum huzurunu sağlamakla görevli kolluk kuvvetleri, kendi çıkarları uğruna yozlaşmaya başladıklarında o küçük suç yapılanmaları da bir üst yapılanma tarafından imha edilerek ganimetlerine el konuyor. Tabii bunlar en tepedeki organizasyonun bilgisi dahilinde gerçekleşiyor. Filmde Christian ve annesinin, hatta eski çalışan Rolando'nun başına gelenlerde olduğu gibi, tıkır tıkır işleyen bu suç hiyerarşisinin altında ezilen halk, isyan etse de etmese de bu düzenin zulmünden nasibini alıyor. Öyle ki Marianne ve ailesinin başına gelenlerden de anlaşılacağı üzere bu zulüm zengin fakir ayrımı yapmıyor.

Michel Franco, olması gereken sertliğini güçlü, dinamik, uzlaşmaz, karanlık, mesafeli, çıkışsız bir anlatımla kuruyor. Böylece o faşist dönemlerin yozlaşmışlığını, anti demokratik ve insanlık dışı uygulamalarını yansıtmak için gerekli atmosferi inşa edebiliyor. Victor gibi adamların yaptıklarını, amaçlarını, sahip oldukları gücü biliyoruz. Zira her kaostan nemalanan, hatta bizzat kendi yarattıkları kaostan güç, iktidar ve zenginlik elde eden bu devlet adamları hemen her yerde mevcut. Bu açıdan Franco, filmi için yeni bir düzen oluştururken hiç zorlanmıyor. Ama hikayesine rehberlik edecek kilit karakterleri iyi seçmiş. Özellikle zengin kesime mensup Marianne karakteri üzerinden, onun iyi kalpli ve vefalı kişiliğinden yarattığı kontrast sayesinde asıl hedefine dair elini geniş tutabiliyor. Marianne'i canlandıran Naian González Norvind'in performansının da bu genişlik ve gerçekçilikte payı büyük. Yazıp yönettiği hemen her filminde sistemsel çürümelerin izini sürmesi, insanın karanlık yönünü kaşıması, sık sık Haneke misali burjuvaziyi ve konforu hedef alması onu Latin sinemasında özel öneme sahip sinemacıların ligine dahil ediyor. Bu lige dahil bir başka isim de, yine kendi siyasi ve sosyal adaletsizliklerinin, sınıf uçurumlarının analizini en iyi yapan ülkelerden biri olan Meksika sineması yönetmenlerinden, La zona (2007) ve Un monstruo de mil cabezas (2015) gibi yapımlara imza atmış Rodrigo Plá'dır. Venedik Film Festivali'nden biri Gümüş Ayı olmak üzere iki ödülle dönen Nuevo orden, yılın en dikkat çeken yapımlarından biri.

18 Kasım 2021 Perşembe

Palabras encadenadas (2003)


Yönetmen: Laura Mañá
Oyuncular: Darío Grandinetti, Goya Toledo, Fernando Guillén, Eric Bonicatto
Senaryo: Jordi Galcerán, Laura Mañá, Fernando de Felipe
Müzik: Francesc Gener

Ramón, seri katil olduğunu iddia eden, işlediği cinayetleri kamerasına anlatarak arşivleyen bir üniversite hocası. Filmde kaçırıp evinde alıkoyduğu kadının olaylı şekilde boşandığı karısı Laura olması ve onunla biten evliliğinin muhasebesini yapması ile, polisin Laura kaybolduktan sonra Ramón’u sorgulayışı geri dönüşlerle parelel biçimde ele alınıyor. Sürekli yalan söyleyen ve bu işte iyi olan Ramón’un gerçekte bir katil mi, korkak mı, zeki mi, duygusal mı olduğuna yönelik akıl oyunlarıyla dolu senaryo tasarımı, filme olan ilgiyi ayakta tuttuğu gibi, oyuncu Darío Grandinetti’nin başarısıyla da sürükleyicilik taşıyor. Ramón’un evi ve polisin sorgu odası olmak üzere iki sahneden oluşan bir tiyatro oyunu tadı almak da mümkün.

Fakat kriminal zeka üzerine oynayan böyle filmler ister istemez CSI kültürü almış izleyicinin şüphe duvarına toslamaya mahkum oluyorlar. Mükemmel cinayet yoktur, ama bir şekilde hiç yakalanmamayı becerebilirsiniz. Filmin bu gerçekçi bakış açısı, sanki o güzel senaryo içinde mantıklı bir pratiğe dökülememiş. Bazen zeki olduğunu iddia eden filmler, izleyicinin mantık boşlukları arama güdülerini tetikliyor. Artık suç temelli dizi ve filmlerde o kadar eğitilmiş oluyoruz ki, en ince ayrıntıların bile suçu aydınlatabildiği gerçeği, faili meçhullerin varlığını örtbas edemiyor. Ama ses kayıtları üzerinde yapılan oynamalardaki açıkları tespit edemeyen, elindeki delilleri yalan söylemeyi refleks haline getirmiş bir şüpheliye sadece soran, aramalarda dişe dokunur deliller bulamayan dedektiflere olan alışkanlığımız bitti anlaşılan. Bu kez insanın aklına şöyle bir önerme takılıyor: Mükemmel cinayet yoktur, çözülemeyen cinayet vardır.

13 Kasım 2021 Cumartesi

Lamb (2021)

 
Yönetmen: Valdimar Jóhannsson
Oyuncular: Noomi Rapace, Hilmir Snær Guðnason, Björn Hlynur Haraldsson
Senaryo: Sjón, Valdimar Jóhannsson
Müzik: Þórarinn Guðnason

Maria ve Ingvar, İzlanda kırsalındaki çiftliklerinde koyun sürüleriyle birlikte yaşayan bir çifttir. Bir gün gebe koyunlardan biri doğum yapar. Onun dünyaya getirdiği tuhaf yavruyu, daha önce bir çocuklarını kaybettiklerini anladığımız Maria ve Ingvar çifti sahiplenip evlerine alır ve büyütmeye başlar. Çift bu durumdan çok mutlu olsa da, bu yavru ile ilgili gerçekler çiftin hayatını yavaş yavaş tehdit etmeye başlar. Senaryosunu Valdimar Jóhannsson ve Sjón'ün birlikte yazdığı, ülkesi İzlanda dışında Oblivion, Game Of Thrones, Transformers, Rogue One, Noah gibi yapımların özel efekt, kamera ve elektrik departmanlarında çalışmış Jóhannsson'un yönettiği ilk uzun metraj olan Lamb, tuhaflıklarıyla nam salmış İskandinav halk masallarını andıran bir dram. Sjón'den de ayrıca bahsetmek gerek. Reykjavik, İzlanda doğumlu Sjón, çeşitli edebi biçimlerde, komedi, korku, drama, suç ve çocuk filmleri senaryolarında çalışmış uluslararası üne sahip bir yazar. Birçok dile çevrilmiş romanları yanında çeşitli müzisyenler için şiir koleksiyonları, opera librettoları ve şarkı sözleri yazdı. 80'lerin başında çalışmaya başladığı İzlandalı şarkıcı Björk ile olan işbirliğinden Isobel, Bachelorette, Jóga ve Oceania gibi hit şarkılar çıktı. Yine senaryosuna katkıda bulunduğu Lars von Trier filmi Dancer In The Dark filminde Björk'ün seslendirdiği I've Seen It All şarkısıyla 2001 yılında En İyi Şarkı dalında Oscar adaylığı kazandı. Merakla beklenen yeni Robert Eggers filmi The Northman'ın senaryosunu da Eggers ile birlikte yazdı.

İşte bu ellerden çıkan Lamb, doğası üzere İzlanda'nın puslu, büyüleyici, pastoral atmosferinde şekillenen gizemli, gerilimli, ürkütücü bir masal. Maria ve Ingvar çiftinin kaybettikleri Ada isimli çocuklarının yerine bir koyunun doğurduğu canlıyı koymaları ve ona da Ada ismini koyup yine üç kişilik bir aile olarak minimal yaşamlarına devam etmeleri fikri, bir çocuk filmi senaryosuna bile ilham verebilecek ölçüde kapsamlı iken, masalcı kimliğiyle bu fikri tuhaf yerlere taşıyan Sjón ve beraberindeki Jóhannsson, iyi bir kimya yaratıyorlar. Sıkıcı çiftlik rutinine hapsolmuş, derin yaralarına rağmen hayata tutunmuş bir çifte bilinmezden verilen bir hediyeden ve bu hediyenin canlılar arası etkileşim mitlerinden, mitolojiden, farklı kültürlere ait halk masallarından devşirilmiş önemli bir silah gibi filmi hep tetikte tutmasından faydalanmasını biliyorlar. Bu ikinci şansı kaçırmak istemeyen çifti, özellikle de Maria'nın annelik ve sahiplik duygularını diken üstünde tutan, yavaş yavaş tehlikeli bir boyuta taşıyan film, bu boyutun gereğini de yaparak çok dramatik bir an ile mühim bir kırılma gerçekleştiriyor. Fakat bunun bir kırılma olduğunu finale kadar belirgin etmiyor. Sahip olduğu en büyük gizem hakkında bir müddet kafa yormayarak, onu normalize ederek aslında o gizemi daha da güçlendiriyor. Kısaca ne zaman ne hamle yapacağı, bu sıra dışı masalı nereye ve nasıl bağlayacağı kestirilemiyor.


Gerekli olup olmadığı tartışılabilecek şekilde Ingvar'ın kardeşi Pétur'u bu denkleme dahil eden film, bir yanıyla Pétur'u seyirciye yakın tutuyor. Bu yeni neşe kaynağı nedeniyle adeta gözlerine perde inen, sorgusuz sualsiz hayatına devam eden Maria ve Ingvar'ın yanına, tıpkı seyircinin sorgulayacağı şekilde bir karakter ekleme ihtiyacı duyulmuş olabilir. Üstelik Pétur, bu görevi olması gerektiği biçimde yerine getirerek hem fantastik ve gerçek arasında bir köprü kuruyor, hem de gerilim titreşimleri yayan bir unsur konumunda kalıyor. Hatta ana konudan bağımsız, Maria ile arasında tek taraflı tehlikeli bir yakınlaşma kurularak ekstra bir tansiyon yükselişi sağlanıyor. Çok fazla diyaloğa ihtiyaç duymadan, söyleyeceği bazı şeyleri görüntüleriyle anlatabilecek bir özgürlüğü de cebinde tutuyor. Karanlık bir masal olmasının verdiği rahatlıkla daha film bitmeden Ada'nın kaderine dair teoriler yaratma becerisi gösteriyor. Finalde de müthiş bir hamle ile gövde gösterisi yapıyor. Tuhaflığını beklenmedik ya da sadece bu şekliyle beklenmedik bir seviyeye taşıyan Lamb, bu finalle yine başka teorilerin kapısını aralıyor. Ama o kapılardan girebilmemiz için talep ettiği şeyler var. Zaten bu talepkarlığıyla katıksız bir A24 yapımı olduğunu belli ediyor.

Bunu bir masal olarak görmeyenler veya fantastik edebiyatla arasında belli bir mesafe bulunanlar, "folk horror" türü ile yıldızı barışmayanlar için (hatta hayvan severleri de dahil edebiliriz) rahatsız edici öğelere sahip bir film Lamb... Ama içeriği, mesafeli anlatımı, gizemli karanlığı, çekici tuhaflığıyla Gräns (Ali Abbasi) ve The VVitch (Robert Eggers) gibi filmlerle olan akrabalığından söz edilebilir. Özellikte Hint ve Yunan mitolojilerinde rastlanan insan ve hayvan ilişkileri, doğanın verdiğini geri alma, doğaya karşı işlenen suç ve günahların cezasız kalmaması gibi temalar Sjón tarafından birtakım ahlaki değerler, eden bulur mesajları da eklenerek puslu İzlanda coğrafyasına uyarlanıyor. Bu coğrafyadan epik manzaraları, aynı zamanda hayvanların son derece estetik ve anlamlı enstantanelerini ise Eli Arenson'un sinematografisinde tadıyoruz. Artık ünü İskandinav ülkelerini de aşmış İsveçli aktris Noomi Rapace'in bütün yükünü başarıyla sırtlandığı Maria, anneliğin, fedakarlığın, amacına ulaşmanın, bedel ödemenin tuhaf versiyonlarıyla yüzleşen bir karakter olarak filmin arızalı pusulası konumunda. Kamera arkasındaki tecrübelerini bu ilk filminde bu kez kamera arkasının en yetkilisi olarak sergileyen Valdimar Jóhannsson ise alternatif gerilimler üreten sinemacılar ligine göz kırpıyor.

6 Kasım 2021 Cumartesi

Warning (2021)

 
Yönetmen: Agata Alexander
Oyuncular: Thomas Jane, Alice Eve, Tomasz Kot, Rupert Everett, Kylie Bunbury, Patrick Schwarzenegger, Annabelle Wallis, Alex Pettyfer, Annabel Mullion, Richard Pettyfer, Garance Marillier, Sebastian Perdek, Aleksandra Zagrodzka
Senaryo: Agata Alexander, Rob Michaelson, Jason Kaye
Müzik: Gregory Tripi

Agata Alexander, Rob Michaelson ve Jason Kaye üçlüsünün senaryosunu yazdığı, bunlardan Agatha Alexander'ın yönettiği Warning, yakınlığı uzaklığı bilinmeyen bir gelecekte yaşayan bir grup insanın başından geçenlerin anlatıldığı bir bilim kurgu. Tam 6 hikayenin karışık bir kurguyla anlatıldığı filmin yaşam, ölüm, ölümsüzlük, Tanrı, aşk, nefret gibi çeşitli kavramlar üzerine basit ama geliştirilebilir fikirleri var. Bu haliyle sıklıkla Black Mirror serisine benzetilmesi de kaçınılmaz. Robotların insanlardan ayırt edilemediği, ölümsüzlüğün keşfedildiği, Tanrı ve din kavramının tuhaf bir hal aldığı, takip uygulamalarının tehlikeli boyutlara vardığı, sanal gerçeklikte geçmişin tekrar yaşanabildiği bu alternatif gelecekte olabilecek türlü sorunları kendi içlerinde toparlanabilecek ölçüde ele alan, başını ve sonunu çok da kafaya takmadan kendine has yorumlar getiren bir senaryo düzeneği kurulmuş. Bu haliyle de sorduğu bazı sorulara cevap vermek zorunda hissetmeyen, onları doğal akışına bırakıp seyircinin algı ve yorumlarına havale eden, bu sebepten doğacak olası karmaşadan kapsamlı bir gizem atmosferi inşa eden Warning, adını da dünyaya çarpmak üzere olan bir gök cisimleri nedeniyle ara ara duyduğumuz uyarılardan alıyor. Ayrıca radyodan salgının Covid-28 olarak üçüncü defa hortladığını öğreniyoruz.

Claire adlı karakter sayesinde satın alınabilen, taşınabilen, güncelleme gerektiren, sahibiyle konuşabilen bir Tanrı tasarımı görüyoruz. Üçgen bir cisim içinden ses veren bu Tanrı'nın miadı dolunca 2.0 versiyonunu satın almanız gerekiyor. Bu basit ama etkili fikir, teknolojinin nasıl tanrılaştığına, daha doğrusu insanlar tarafından nasıl tanrılaştırıldığına, aynı zamanda dinin ticari anlamda fırsatçılığa nasıl uygun bir sömürü aracı olduğuna dair iyi bir örnek. Bir cisim içinde olduğu varsayılan Tanrı düşüncesi, eski zamanların putlara tapan insanlarını, son teknolojiye sahip insanlarıyla aynı cehalette eşitliyor adeta. Charlie adlı insansı robotun yaşlandığında (robotların yaşlandığı fikrinin de katkısıyla) insanlar tarafından rağbet görmeyip "elde kalması" da bir başka teknoloji acımasızlığına işaret ediyor. Tüketim hızı neticesinde yapay zekaya sahip robotların bile bir gün ıskartaya çıkabileceği gerçeği yine yalın bir dille işleniyor. Fakat film bittiğinde bu her iki hikaye de kendini çok sağlama almayıp yarım kalmışlık hissi vermekten kurtulamıyor. Senaristlerin her iki hikayeyi de bir sonuca ulaştırmama tercihini "zaten söyleyeceğimizi söyledik" düşüncesine veya etki yaratmak adına onları esrarengizlikleriyle bırakmalarına tahvil edebiliriz.


Warning, bu gelecek tasviri bünyesinde iki tane de arızalı aşk hikayesi işliyor. İlki, Anna ve Ben çiftinin mutlu dönemlerinden, tutkulu anlarından görüntüler içeriyor. Ama bir süre sonra anlıyoruz ki aslında bu görüntüler çiftin geçmişine aitmiş. Şimdiki zamanda Anna tarafından terk edilen Ben'in sanal gerçeklikte o güzel günleri tekrar tekrar yaşaması, böylece unutamadığı eski aşkına olan saplantısını canlı tutması, hatta tehlikeli boyutlara vardırması, filmin tekno muğlaklığıyla ele alınıyor. Yine detayları bizimle paylaşılmayan ayrılık sebepleri ve Ben'in kullandığı sanal uygulama aracılığıyla bu defa günümüzde sanal gerçeklik gözlükleriyle yaptığımız eğlenceli faaliyetlerin gelecekte nerelere gidebileceğine sade bir örnek. Öte yandan, bir diğer hikayede Nina adındaki sevdiği kadını ailesiyle tanıştırmak isteyen Liam'ın düştüğü ikileme tanık oluyoruz. Tipik "zengin oğlan - fakir kız" fikrinden hareket eden bu hikayedeki zenginlik, Liam ve ailesinin ölümsüz olması, ikilem ise Liam'ın bir ölümlü olan Nina ile ölümsüzlüğünden vazgeçme pahasına evlenmek istemesi. Bu duruma karşı çıkan elit aile, ölümlü olduğu için Nina'yı hakir görüyor ama Nina için daha büyük bir sürpriz pusuda bekliyor. Tabii ölümsüzlüğün sırrının çözüldüğü bir gelecekte bunun sürpriz bile sayılmaması gerekiyor. Özellikle yemek sahnesinde gerçekleşen diyaloglarla kıvamını bulan hikayede ölümsüzlük nimetinden yine varlıklı kesimin faydalandığı anlaşılıyor ki, ölümsüzlük kadar olmasa da günümüzün pahalı teknolojik gelişmelerinin kaymağını kaymak tabakanın yediği örtüşmesi kadar, Tanrılar ve ölümlüler arasında geçen onlarca mitolojik hikayeden de feyz alan bir yapı kuruluyor.

2016 yapımı Raw ile dikkatleri çeken genç Fransız oyuncu Garance Marillier'nin canlandırdığı Magda'nın hikayesi ise tıpkı filmin genelinde olduğu gibi seyirciden anlayış talep eden bir tuhaflıkta. Magda'nın yine tekno fikirlerle vücuda getirilmiş "call girl" faaliyetinden sonra yer yer Gaspar Noé'yi andıran uyuşturucu eşlikli gecesini POV tekniğine de başvurarak anlatan bu hikaye ve filmin satır aralarına serpiştirilmiş, bir arıza sonucu uzay boşluğunda tek başına süzülen astronot David'in dünyaya ve hayata vedası, Warning'i bütünüyle sıra dışı bir "toplama" film haline getiriyor. Bu haliyle 1 buçuk saatlik bir yeni sezon Black Mirror fragmanına benzemesi de hikayelerde sözünü ettiğimiz o yarım kalmışlık hissi. Hatta bazı fikirleri bazı Black Mirror bölümlerinden bile iyi sayılır. Öyle ki geliştirilmeye, tek başına uzun metraj haline getirilmeye müsait potansiyelleri var. Ama kök salmadan, bir omurga oluşturmadan, çok da özenli sayılmayan bir kurgu anlayışıyla yarım bıraktığı hikayelerini bir bütün haline getiren Warning, buna rağmen karanlık, tam da olması gerektiği gibi ruhsuz, gizemli ve ürkütücü bir gelecek portresi çizebildiği için görülmesi gereken alternatif bilim kurgu örneklerinden biri. 

27 Ekim 2021 Çarşamba

Together (2021)

 
Yönetmen: Stephen Daldry, Justin Martin
Oyuncular: James McAvoy, Sharon Horgan, Samuel Logan
Senaryo: Dennis Kelly
Müzik: Paul Englishby

Gizli hazinelerden olan Utopia dizisinin senaristi Dennis Kelly'nin senaryosunu yazdığı, Billy Elliot, The Hours, The Reader gibi önemli filmlerden tanıdığımız Stephen Daldry'nin yönettiği Together, Sharon Horgan'ın canlandırdığı gönüllü işlerde çalışan ve mültecilerle ilgilenen bir kadın ve James McAvoy'un canlandırdığı bilişim teknolojileri alanında danışmanlık hizmeti veren bir kurumun yöneticisi olan bir adamdan oluşan bir çifti inceliyor. Çiftin ayrıca Artie adında 10 yaşında bir oğulları var. Evli olmadıklarını, adamın ilerleyen dakikalarda yapacağı evlenme teklifinden anladığımız bu çifti, karantinanın başladığı Mart 2020'den başlayarak Londra'daki evlerinde takip ediyor. Filmde isimleri olmayan çift için gerçek isimlerini kullanarak yazıyı daha işlevsel hale getirebiliriz. Film boyunca hem kameraya bakarak seyirciyle, hem de birbirleriyle konuşan James ve Sharon araları iyi olmayan, hatta birbirlerinden nefret eden bir çift. Sadece oğulları Artie için ayrılmadıklarını itiraf ediyorlar ve nefretlerini çeşit çeşit ifadelerle bizlerle paylaşıyorlar. Karantinayı birlikte geçirmek zorunda kalmaları sonucu onları bir dargın bir barışık izlediğimiz Together, bu izole ortamda salgının türlü etkilerini, bunun ilişkilerine olan yansımalarını, geçmişlerini, şimdilerini masaya yatırdıkları bir ilişki analizine dönüşüyor.

Uzun karantina döneminde aynı evde daha uzun süre birlikte olmayı bir zorunluluk ya da iyi bir fırsat olarak görmenin değişkenliğine dair bakış açıları geliştiren filmlerin sayısı şimdilik fazla değil. Oysa malzemesi bol bir konu ve Dennis Kelly bu bol malzemeden kendine göre mütevazi çıkarımlarda bulunarak tebessüm ettiren, gözleri dolduran, düşündüren, öznel mukayeseler yaptıran kişisel yorumlar sunuyor. Yapısı gereği iki kişilik bir tiyatro oyunu tadı veren film, James ve Sharon'ın uzun uzun birbirlerinden neden nefret ettiklerini anlattıkları, patlıcandan ve özellikle ilişkilerini tamımlama metaforu olarak sivrilen mantar yeme anılarından bahsettikleri, daldan dala atladıkları dinamik bir tempoda seyrediyor. Oyuncuların doğrudan seyirciye dönerek konuşması anlamına gelen tiyatro terimi "apar" tarzı bu dinamizm, dert dinleyen bir seyirciye dönüşmemiz neticesinde farklı bir özdeşleşme yaratıyor. Monologlar, diyaloglar, atışmalar, didişmeler, hak vermeler, haksız bulmalar ve duygudan duyguya geçişler bir sinema veya televizyon filminden ziyade, bir tiyatro keyfi yaşatıyor. Uzun ve kesintisiz sahneler, o tiyatro metni dokusu yanında, doğaçlamaya da müsait bir zeminde şekilleniyor. O metnin bir tiyatro oyunu için zenginliği tartışılır. Ama böyle bir TV projesi için mütevazilik yerli yerinde denebilir.

Pandemi boyunca zamanda atlamalar yaparak Sharon - James çiftinin ilişki gidişatlarını uzun bölümlere ayıran film, her bölümde hem birbirlerine olan antipatilerini, hem de sempatilerini yokluyor. Pandemi nedeniyle aynı evde kapalı kalmanın verdiği sıkışmışlık duygusunu, pandemiden bağımsız kendi ilişkilerinin sıkışmışlığıyla birlikte ele alan senaryo, seyirciyle bağ kurmanın yollarını da bir şekilde buluyor. Hastalığın kendisi dışında onun serbest dolaşımını ve yayılımını kolaylaştıran basiretsiz hükumet politikalarına da öfkesini esirgemeyen film, iki insanın bir evde konuştuklarından Londra'daki, hatta dünya genelindeki karantina psikolojisine dair öznelden yola çıkıp nesnel çıkarımlara kapılar açıyor. İkilinin bu ilişkide tecrübe edilmiş arızaları birlikte tespit ettikleri anekdot ve yorumları yanında, Sharon'ın Covid'e yakalanan annesiyle, James'in de fırında karşılaştığı bir kadınla yaşadıklarını anlattığı tekli bölümler, hem içerikleri, hem de oyuncuların tirad güçleri açısından etkileyici anlar inşa ediyor. Normal dediğimiz salgın öncesi dönemdeki birtakım hislerin ve davranışların, salgın zamanı kapanma neticesinde anormalleşmediği gibi kör bir noktayı da görebilmiş olmasıyla, yani Sharon'ın dediği gibi "eskinin nesi bu kadar güzeldi" yorumu sayesinde bazılarımızın duygularına tercüman oluşuyla lokal noktalara değinebiliyor. Sharon Horgan ve James McAvoy'un tecrübe yüklü performansları da zaten filmin sesi, nefesi, görüntüsü olduğu için Together özellikle çiftlerin izlemesi gereken bir yapım olarak kendini konumlandırıyor.

21 Ekim 2021 Perşembe

La vie rêvée des anges (1998)


Yönetmen: Erick Zonca
Oyuncular: Élodie Bouchez, Natacha Régnier, Grégoire Colin, Patrick Mercado, Jo Prestia
Senaryo: Erick Zonca, Roger Bohbot, Pierre Chosson
Müzik: Yann Tiersen

İşi ve kalacak yeri olmayan Isabelle, şansı yaver gidip bir dikiş fabrikasında iş bulur ve orada tanıştığı Marie ile arkadaş olur. Kaza geçirip komaya girmiş bir anne-kızın evinde tek başına kalmakta olan Marie, Isa’yı da yanına alır. Isa ve Marie zamanla birbirlerine temiz bir dostlukla bağlanmaya başlarlar. Geçici işlerde çalışan ve evlerinde kaldığı komadaki genç kızın günlüğünü okuyan Isa ile, gönlünü zengin bir playboya kaptıran Marie’yi hem bireysel yönden, hem de dostlukları açısından zorlu sınavlar beklemektedir. 90’ların Fransız sinemasının yüzaklarından La Vie rêvée des anges (Meleklerin Düş Yaşamı), sadeliği, samimiliği, doğallığı ve hepsini kanatları altına almış hüznü ile harika bir kent dramı. Dostluğu merkez edinen konusu, aşk, bağlılık, ölüm gibi dallara ayrılıyor, ama o dalları da gövdenin güçlü bir parçası haline getiriyor. Pek çok saygın festivalden çeşitli ödül ve adaylıklar kazanmış filmin içten diyalogları, gidişatı bir dakika bile ağırlaştırmayan kurgu akıcılığı, doğaçlamaya izin veren, bu sayede hayatın içinden birçok ayrıntıyı sinema perdesine asla yabancılaştırmayan, gereksiz müdahalelerde bulunmadığını hissettiren oyuncu yönetimi gerçekten çok güçlü.

Tabi Erick Zonca yönetiminin etkileri yanında film içinde hiç vakit kaybetmeden benimsediğimiz iki kadın oyuncudan Élodie Bouchez’in özgürce hayatın akışına kendini bırakmış, fakat sevgiye, dostluğa, dürüstlüğe bağımlı Isa rolü ile, Natacha Régnier’ın sert mizacından gerçek aşk arayışı uğruna feragat eden, tutkuları gözünü kör eden Marie performansı birinci sınıf. Bu yüzden her ikisinin de 1998 Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görülmeleri çok yerinde bir karardı. Yürek burkan sonu ve “her hayat ayrı bir dram ve o hayatlar her şeye rağmen bir şekilde sürüyor” dercesine düşündüren, etkileyen, üzen ilginç final sekansı ile söyleyeceklerini insanın boğazına düğümleyen La Vie rêvée des anges, her sinemaseverin varsa çeşitli ülke sinemalarına yönelik önyargılarını bir kenara bırakıp, hayatında bir kez de olsa şans vermesi gereken özel filmlerden.

15 Ekim 2021 Cuma

The Many Saints Of Newark (2021)

 
Yönetmen: Alan Taylor
Oyuncular: Alessandro Nivola, Michael Gandolfini, Ray Liotta, Leslie Odom Jr., Vera Farmiga, Michela De Rossi, Jon Bernthal, Corey Stoll, Billy Magnussen, John Magaro, Gabriella Piazza
Senaryo: Lawrence Konner, David Chase

Dizi tarihinin en iyi yapımlarından biri olan The Sopranos'un yaratıcısı David Chase'in, dizinin iki bölümünü kaleme almış Lawrence Konner ile senaryosunu yazdığı, dizinin 9 bölümünü çekmiş Alan Taylor'ın yönettiği The Many Saints Of Newark, efsanenin öncesine dönüp 1960'larda ergenlik çağında olan Anthony Soprano'nun nasıl Tony Soprano olduğunu anlatmaya soyunan bir film. Hapse giren babası yerine örnek aldığı amcası Dickie Moltisanti ile ilişkisini, Dickie'nin o dönem yaşadıkları ve suç dünyasındaki konumu ekseninde ele alan film, ağırlık noktası itibariyle beklentileri karşılayamayan bir yapıda. Zira The Sopranos çıtası, bundan çok daha güçlü bir filmi hak ediyor. O dönem Afrika ve İtalyan kökenli Amerikalılar arasındaki gerginliğin fonunda çok da etkileyici olmayan bir Dickie Moltisanti biyografisi çekmek ve bunu "Tony Soprano'yu kim yarattı" diye afişe büyük puntolarla basmak, The Sopranos'un ağırlığını kaldırmak anlamına gelmiyor. "Efsane dizinin öncesi" diyorsanız, ille de Dickie merkezli bir hikaye ile yürümek istiyorsanız, genç Tony'yi biraz daha oyuna dahil etmeniz, onun Dickie'den etkilenişini daha detaylı ve vurucu olay örgüleriyle işlemeniz gerekir.

David Chase'in geçmişe dönüp The Sopranos'da sık sık yad edilen o geçmişe dair bir film çekecek olması, hele de Tony Soprano rolüyle efsane olmuş, 2013'te hayatını kaybeden James Gandolfini'nin oğlu Michael Gandolfini'nin Tony'nin gençliğini canlandıracak olması büyük beklentilere yol açmıştı. Dizide bahsi geçen bazı olaylar bu filmde kendini bir şekilde gösterse de, Dickie'nin çok fazla ve sıklıkla Tony'ye etki etmeyecek şekillerde yer kaplaması onu The Sopranos evreninden bağımsız bir figür olarak konumlandırmamıza yol açabiliyor. Bu konumlandırma da sıradan bir mafya figürünün sıradan suç kariyerine fit olmamızı talep ediyor. Bir kere filme bir anlatıcı tayin edilmiş olması anlaşılabilir. Anlatıcısız da olabilirdi. Ama bu anlatıcının Dickie'nin oğlu Christopher Moltisanti olması, üstüne henüz filmin başında diziyle ilgili çok büyük bir spoiler vermesi anlaşılır gibi değil. Diziyi izlememiş, izlemeyi planlayan jenerasyonlar hiçe sayılarak, sırf senaryoya afili bir cümle eklemek için herkesi izlemiş kabul edip böyle bir hamle yapmak Chase'e hiç yakışmamış. Oysa bebek Christopher'ın Tony'nin kucağına gitmemek için ağlaması gibi imalı bir sahne gayet iyi düşünülmüş. Genel anlamda senaryonun o zamanın ruhunu yakalaması da pek beklenen bir şey değildi aslında.


60'lar Newark/New Jersey ortamının ırkçılığa ve suça meyilli atmosferinde babası 'Hollywood Dick' Moltisanti'nin himayesinde önemli bir konuma gelen Dickie ve aralarında Tony'nin babası Johnny Soprano'nun da bulunduğu (ki orada Silvio Dante, Paulie Walnuts, Junior Soprano da var) aile fertleri ve dostlarından oluşan gangster ahalisinin yıllar önceki ilişkilerini görmek, diziye gönülden bağlı seyirci için nostaljik tatlar taşıyor. Ama asıl sorun, Dickie odaklı tasarlanan senaryonun suç örgüsü kanadının sıradanlığında ve belki de en önemlisi Dickie'nin Tony ile olan ilişkisine hak ettiği değerin tam manasıyla verilmemesinde yatıyor. Dickie'nin pis işlerini yapan tetikçisi Harold ile ters düşmesi, filmin sarıldığı belki de tek suç mevzusu. Bu mevzuyu babasının yeni genç eşi Giuseppina vasıtasıyla ihanet ve cinayet boyutlarıyla çeşitlendirmek istese de elindeki kartların yapabilecekleri sınırlı. Belki Dickie'yi birkaç farklı koldan sıkıştıran olay çeşitliliğine, onu bir gangster ikonu olarak tanımlayan karar mekanizmasına, liderliğine yönelik senaryo çabaları olsaydı başka şeyler konuşuyor olabilirdik. Öfke nöbetlerinden başka Tony'ye senaryo mirası bırakmamış, ona örnek teşkil edecek fazla bir özelliği olmayan veya olan özellikleri filme iyi yansıtılamamış bir adam Dickie Moltisanti...

İşin genç Tony Soprano kısmına gelirsek, The Sopranos'tan bildiğimiz Tony'nin arızalarının, karizmasının, liderlik vasıflarının rol modeli olabilmesi için gerekli ışığı göremediğimiz Dickie'nin "who made Tony Soprano" cümlesinin hakkını vermediğini yinelemek gerek. Dickie ve Tony'nin iyi anlaşmaları, hatta Tony'ye babasından daha yakın olması çok yüzeysel kalmış. İkilinin beraber yaşadıkları bir tecrübe, uzun süre unutulmayacak bir anı göremiyoruz. Dolayısıyla Dickie'nin Tony'nin kişiliği üzerinde nasıl bir etki bıraktığı havada kalıyor. Michael Gandolfini'nin bu filmde iyi kullanılması çok önemliydi. Ona baktıkça 8 yıllık dolu dolu bir yolculuğun baş kahramanının genlerini taşıdığını hissetmemek çok zor. Tony Soprano'nun ergenliği için 20'li yaşlarının başındaki bir Gandolfini mükemmel seçim olmuş. Michael için bu belki de hayatının rolüydü. Ama o genler böyle bir filmle sanki boşa harcanmış. Dizide izleyip benimsediğimiz karakterlerin daha genç hallerini görmek, ancak diziyi özletmeye yarıyor. Kostümü, makyajı, sanat yönetimiyle iyi çekilmiş, oyuncu kadrosu da fena durmayan film, Dickie Moltisanti'nin sıkıcı iş ve özel hayatına o kadar düşmüş ki, Elinde Tony Soprano'nun gençliği ve bu gençliği her şeyiyle çok iyi dolduran James Gandolfini'nin oğlu varken bu fırsatı geri çevirmiş gibi adeta.

7 Ekim 2021 Perşembe

Flickan (2009)


Yönetmen: Fredrik Edfeldt
Oyuncular: Blanca Engström, Shanti Roney, Annika Hallin, Tova Magnusson, Leif Andrée, Ia Langhammer, Vidar Fors, Emma Wigfeldt, Michelle Vistam, Krystof Hádek
Senaryo: Karin Arrhenius
Müzik: Dan Berridge

Karin Arrhenius'un senaryosunu yazdığı, Fredrik Edfeldt'in yönettiği Flickan, 1981 yazında İsveç taşrasında geçen dokunaklı bir büyüme hikayesi anlatıyor. Adı seyirciye söylenmeyen 9.5 yaşındaki kızın ebeveynleri bir yardım projesi için Afrika'ya gideceklerdir. Kız da yeni bir ülke göreceği için çok heyecanlıdır. Ama son dakikada güvenlik nedeniyle o yaşta bir çocuğun Afrika'ya götürülmesinin önünde bir engel çıkar. Yolculuğu iptal etmeyen ebeveynler, kendileri yokken kızlarına göz kulak olması için sorumsuz, başına buyruk teyzesi Anna'yı çağırırlar. Beklendiği gibi yeğeniyle pek ilgilenmeyen Anna, sevgilisiyle denize açılmak için küçük kızı evde bir başına bırakınca, kızın hayatı boyunca unutamayacağı bir yaz macerası başlar. Yalnızlık temalı filmleri yetişkinlerin türlü bakış açılarıyla izlemiş seyirci için Flickan, nadir biçimde bu defa küçük bir kız çocuğu üzerinden bu temanın dinamiklerini yoklayan bir film. Yan karakterler ve olaylarla gayet iyi desteklense de özünde kızın yalnızlığını, terk edilmişliğini betimlemek, şekillendirmek, bir olgunlaşma evresi olarak demlemek niyetiyle hareket ediyor.

Ebeveynlerinin kendisini Afrika'ya götüremeyeceğinin anlaşılması sonucu geziyi iptal etmeyerek onu teyzesine emanet etmeleri, teyzesinin de sorumsuzca davranıp onu tek başına bırakması, her ne kadar dillendirilmese de, kızın içten içe istenmediği duygusuna kapılmasına neden oluyor. Film duygusal açıdan öyle sakin ve melankolik bir atmosfer kuruyor ki, bu duygunun dillendirilmemesinden güçlü bir dil kuruluyor adeta. Kızın yeniden kurmak zorunda kaldığı rutinlerden ya da bir anda rutinsiz kalmaktan doğan dengesizlikler onu ince çizgiler üzerinde yürümeye zorluyor. Doğruyu yanlıştan tam olarak ayırt edemeyen bir yaşın saflığıyla, kendi içinde kabullenmek zorunda kaldığı teyzesinin sorumsuzluğunu ifşa etmemek adına onu soran komşusu Gunnar'a yalanlar söylüyor. Daha fazla dışlanmamak için kız arkadaşları Tina ve Gisela'nın zorbalıklarına karşı gelemiyor, onu kullanmalarına izin veriyor. Sınıf arkadaşı Ola ile ara ara yalnızlığını paylaştıkça yükü hafiflese de, yağmurlu bir gecede anne babasının yatağına, onların da orada olduklarını hayal ederek sığınıyor. Filmin bu tek kişilik dünyasında yarattığı yan karakterlerin ve tasarladığı olayların hepsi, küçük kızın yalnızlığının şekillendirilmesine abartısız ve doğal yollarla hizmet ediyor.

Yetişkinlerin dünyasında tek başına bırakılmış 9.5 yaşındaki bir kız çocuğunun muğlak psikolojisine çok fazla müdahaleci ve didaktik davranmayan senaryo, onu yazan Karin Arrhenius'un ne derece otobiyografik dokunuşlarda bulunduğunu bilmesek dahi yolunu iyi çizmiş denebilir. Bu psikolojiden iyi anladığını, bunu yorumlarken de sınırlarını iyi belirleyip dağılmadığını, yaşanacak bazı gerginlikleri görmezden gelmediğini, hüzünlü bir konfora sığınmayı zayıflık olarak görmediğini hissettirebiliyor. Balonla gelen adam gibi bir yanıyla çocuksu ama yalnızlığın balon gibi dar bir alanda da olsa özgürleştirici metaforuna bakan, belki de Arrhenius'un gerçekten başına gelmiş bir olayın eklenmiş olması da etkileyici. Yaşamamış olsa da onun hayal gücünün hoş bir ürünü olsa gerek. Arrhenius sadece bu olayı değil, filmdeki her şeyi (ya da bir kısmını) yaşamış mıdır bilemeyiz. Ama en azından filmde Blanca Engström tarafından tüm saflığı ve doğallığıyla canlandırılan kız gibi çocukluğunda hayatı boyunca unutamayacağı bir yaz geçirmiş ve o yaz yaşadıklarını kimselere anlatmamış olması muhtemel. 2009 Berlinale'de En İyi İlk Film Onur Mansiyonu ve Özel Mansiyon ödülleri, Atina Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Film Seyirci Ödülü ve Fredrik Edfeldt'e En İyi Yönetmen Atina Kenti Ödülü olmak üzere ödüller kazandıran Flickan, Dan Berridge'in müzikleri, usta İsviçreli Hoyte Van Hoytema'nın görüntü yönetmenliğiyle taçlanan özel bir film.

27 Eylül 2021 Pazartesi

Rock'n Roll (2017)

 
Yönetmen: Guillaume Canet
Oyuncular: Guillaume Canet, Marion Cotillard, Gilles Lellouche, Camille Rowe, Philippe Lefebvre, Yvan Attal, Alain Attal, Johnny Hallyday, Laeticia Hallyday, Ben Foster, Fabrice Lamy, Tifenn Michel-Borgey, Maxim Nucci
Senaryo: Guillaume Canet, Rodolphe Lauga, Philippe Lefebvre
Müzik: Maxim Nucci, Yodelice

Fransız sinemasının en popüler aktörlerinden, aynı zamanda senaristlik, yönetmenlik ve yapımcılık da yapan Guillaume Canet'nin Rodolphe Lauga ve filmde de yer alan Philippe Lefebvre ile senaryosunu yazdığı, kendisinin yönettiği Rock'n Roll, içinde yer alan hemen herkesin kendisini canlandırdığı eğlenceli bir Fransız komedisi. Tabii bu eğlencenin arka planında sinema sektörünün ve sektör bireylerinin mesleki ve şahsi gerçekleri de filmin aklı karalı mizah anlayışından nasibini alıyor. Guillaume Canet artık 42 yaşında olgun bir aktör. Dünyaca ünlü oyuncu hayat arkadaşı Marion Cotillard ve oğulları Lucien ile sade bir hayat sürmekteler. Bir yandan Canet, genç kız sahibi bir babayı canlandırdığı filminin çekimlerini sürdürürken Cotillard da dünya çapında gelen teklifleri değerlendiriyor. Bir gün Canet'nin kızını oynayan güzel oyuncu Camille Rowe sette Canet'ye artık "rock" olmadığını, yani eski günlerinden uzak mülayim bir eş ve baba figürü olduğunu, cazibesini yitirdiğini, kızların takılmak isteyeceği havalı biri olmadığını, kısacası yaşlandığını yüzüne vurunca adeta Canet'nin pimini çekiyor. Bu durumu kabullenemeyen Canet, içinde bulunduğu orta yaş krizinin de vermiş olduğu gazla yaşadığı hayatı sorgulamaya başlayıp birbirinden saf, komik, acemi, utanç verici, sinir bozucu işler peşine düşüyor. Rock'n Roll tamamen bu kabullenemeyiş ve onun sonucu olarak yaşananları, Canet'nin farklı yorumlayış biçimlerinden derlediği renkli bir anlatımla sunan enfes bir film.

Şöhret ve başarıyla yaşamaya alışmış Canet, genç ve çekici bir kadından artık "rock" olmadığı yorumunu alınca, aslında öyle olmadığını hem kendine, hem de çevresine kanıtlamak gibi bir çaba içine giriyor. Bunu ona söyleyen Camille, bir de üstüne Canet'den bir yaş büyük oyuncu arkadaşı Gilles Lellouche'un ondan daha "rock" olduğunu söyleyince artık onun için bu çaba bir misyona dönüşüyor. Defalarca birlikte çalıştığı Lellouche ile, bir proje için oyuncu arayan Amerikalı aktör Ben Foster ile, sürekli gerginlik yaşadığı yapımcı Alain ve oyuncu/yönetmen Yvan Attal kardeşler ile bu meslek için hala genç, hala aranılan bir isim olduğuna dair onay bekleyen diyaloglar, umduğunu bulamayınca da gerginlikler yaşıyor. Hatta Fransız sinemasının tecrübeli aktörlerinden, aynı zamanda 60 küsür albüm çıkarmış bir rock müzisyeni olan 74 yaşındaki Johnny Hallyday'i ziyaret ederek onun bu yaşına kadar hep "rock" kalabilmesinin sırlarını öğrenmek istiyor. (Bu arada Hallyday, filmin gösterildiği 2017 yılının sonlarında 74 yaşında hayata gözlerini yummuştu.) Bunun yanında gece hayatı, alkol, uyuşturucu, partileme derken artık bu tip hızlı bir hayat için ne kadar yaşlandığını türlü komik ve acınası durumlara düşerek anlıyor. Ne var ki tüm bunlardan ders alıp hayatını akışına bırakacağı yerde, ısrarla bazı şeylerin eskisi kadar "rock" olamayacağını kabullenmeyip, her seferinde başka kaprislerle, başka tuhaf tercihlerle çevresindeki insanları deli ediyor.


Orta yaş krizinin de kimi zaman ergenlik çağı hezeyanlarına benzer arızalar gösterebildiğine dair tespitlerini hem dengeli, hem de uçuk kaçık bir mizahla dile getiren senarist/yönetmen Guillaume Canet, filmin ana karakteri olan Guillaume Canet'nin saplantı haline getirdiği gençleşme gayretleri üzerine tüm birikimlerini, varsayımlarını ve fantezilerini boca ediyor. Bunu yaparken de kendi adını ve kimliğini verdiği kahramanının karizmasını umursamıyor. Hala havalı, hala "rock" olduğunu hem çevresine, hem de kendisine kanıtlamak için ele avuca sığmayan bir ruh haline kapılıp giden aktör, bir süre sonra bunu çevresine kanıtlamayı da bırakıp sadece kendi gençleşme rotasına odaklanıyor. Çünkü iş ve özel çevresi haklı olarak onun gülünç durumlara düşmesinden hiç memnun değil. Özellikle Marion Cotillard, sevdiği adamın gözlerinin önünde başka birine dönüşmesini şaşkınlıkla izliyor. Onun da bir oyuncu olarak partneri Canet ile empati kurması için gerekli şartlar mevcut aslında. Kendisinin alacağını düşündüğü bir rolün, kendisinden 10 yaş küçük Léa Seydoux'ya verilmesi üzerine o da benzer bir krizden kendi payını alıyor. Ama buna rağmen Canet gibi dağılıp parçalarından bambaşka bir kişi olmak yerine daha vakur bir duruş sergiliyor. En azından belli bir noktaya kadar.

Rock'n Roll özünde dünyaca ünlü oyuncuların en büyük korkularından biri olan yaşlanma ve buna bağlı olarak gözden düşme gerçeği üzerine gayet dengeli bir komedi. Yapımcılar veya yönetmenler tarafından özellikle kadın oyunculara yaşlandıkları ve fiziksel olarak eski çekicilerini yitirdikleri hissettirildikten sonra bazılarının geçen zamanı tersine çevirme gayretleri çokça konuşulur. İşte Canet, bu dışlanmaya erkekler tarafından da çok iyi bakabilen bir film çekmiş. Üstelik sadece bir aktör olarak değil, bir erkek olarak da bu dışlanmayı hazmedememenin profilini çıkarmış denebilir. Kadın ya da erkek fark etmez, filmde "rock'n roll" olarak tanımlanan hep genç, havalı ve aranılan olma durumunun insanlarda yarattığı tuhaf davranış biçimlerinden dem vuran, estetiğin, sporun, proje kalitesini umursamadan kariyer sürdürmenin orta yaş krizine izdüşümlerinden faydalanan Canet, komedinin arka planında akan dramı da oyuna çaktırmadan dahil ediyor. Böylesi alternatif bir otobiyografik kurmacayla hemcinslerine, akranlarına, meslektaşlarına ders ya da mesaj verme tuzağına düşmeden, biraz da filmin ilk yarısındaki Guillaume Canet'yi de özleterek çok güzel bir finalle şovunu tamamlıyor. 2018 yılı César Ödüllerinde En İyi Erkek Oyuncu adaylığı alan rolüyle Canet'nin şahane bir Canet performansı sunduğu, Marion Cotillard'ın da aynı güzellikle eşlik ettiği Rock'n Roll, tasarlanışı ve hayata geçirilişiyle orijinal, yerinde duramayan, komik ve o komikliğin hayatın içinden çıkarılmışlığıyla da gerçekçi filmlerden biri.