30 Haziran 2021 Çarşamba

Blind & Hässlich (2017)

 
Yönetmen: Tom Lass
Oyuncular: Naomi Achternbusch, Tom Lass, Clara Schramm, Dimitri Stapfer, Peter Marty, Eva Löbau
Senaryo: Ilinca Florian, Tom Lass
Müzik: Leonard Petersen

Okulu bıraktıktan sonra annesiyle arası bozulunca evden kaçan, kalacak yer sorununu da görme engelli kuzeni Cécile'in yanına giderek geçici de olsa çözen Jona, bu durumda olanlara kalacak yer sağlandığını öğrenince kör numarası yapmaya karar verir. Cécile'den de kör olarak yaşamanın şifrelerini öğrenen Jona, kalacak yer sorununu bu yalan sayesinde çözer. Bir gün rehber köpeğiyle yürüyüş yaparken, psikolojik sorunları olan, hatta intihara meyilli Ferdi ile tam da kendini bir köprüden aşağıya bırakmak üzereyken karşılaşır. Sözde kör olan Jona'dan etkilenen ve intihardan vazgeçen Ferdi ile Jona arasında başlayan yakınlaşma, ikisinin de ihtiyacı olan ama engellerle dolu bir deneyim olacaktır. Senaryosunu Ilinca Florian ve Tom Lass'ın yazdığı, yine filmde Ferdi'yi canlandıran Tom Lass'ın yönetmenliğini yaptığı Blind & Hässlich (Blind & Ugly), yaratıcı konusunun avantajlarından iyi faydalanmış bir romantik dram örneği. Önemli bir yalan üzerine kurulmuş bu arızalı ilişkiyi sevimli ve dramatik fikirlerini kesiştirerek ifade edebilen, kurgu ve kesmeleriyle spontane tavrını kabul ettiren, büyük konuşmadan kendi çapında iyi anlar yaratabilen mütevazi bir film.

Filmin sonlarına doğru yaşanacak bazı sahnelerle başlayan Blind & Hässlich, bu tercihin yaratacağı merak duygusunu cebine koyarak tekrar başa sarıyor. Filme dahil oluşumuz, Jona ve Ferdi'nin karşılaşmasından birkaç gün öncesinde gerçekleşiyor ve bu sayede ikisini dengeli ve kara mizah içeren sahnelerde görüyoruz. Bir Jona'dan, bir Ferdi'den sahnelerle ilerleyen paralel kurgu, her ikisini de çeşitli yönleriyle tanımamıza, benimsememize olanak sağlıyor. Özgürlüğüne düşkün, serseri mayın Jona ile, depresifliği ve bezginliğiyle bir romantik komedi kahramanı olmaktan çok uzak Ferdi'nin karşılaşmalarından sonra asıl rayına sakince oturan film, Jona'nın körlük yalanı ve Ferdi'nin intihara meyilli dengesiz/kırılgan/yalnız ruh halinden inşa edilen hikayenin nasıl yol alacağına dair güçlü bir merak duygusu yüklüyor. Hareketli kamera ve jump cut ile yer yer reality çağrışımı yapan kurgusu, kara mizah ve melankoli dengesi, Hollywood'a bile ilham verebilecek iki arızalı karakterini farklı bir romantik komedi dinamiklerinde deneyimleyen senaryosu, filmin kendi yağıyla kavrulmasını sağlıyor.

Filmin adının Blind & Hässlich yani "Kör ve Çirkin" olarak düşünülmesi belki de tek itiraz noktası olabilir. Daha doğrusu "kör" kısmından ziyade "çirkin" sıfatını hak etmediğini söyleyebiliriz. The Beauty and The Beast'in "Güzel ve Çirkin" olarak Türkçe'ye çevrilme yanlışı gibi bir durum da değil. Filmin ""hässlich" yani çirkin tarafını temsil eden Ferdi, her ne kadar yakışıklı sayılmasa da, çirkin şeklinde tanımlanmayı hak etmiyor. Psikolojik sorunları olması ya da bazen sinir bozucu tavırları onu çirkin yapmıyor. Belki Blind & Broken çok daha uygun bir isim olabilirdi. Ilinca Florian ve Tom Lass, Jona ve Ferdi arasında karakter yönünden ortak noktalar çizmeden bir kader birliği oluşturmayı deniyorlar. Evini terk ederek yalanı sayesinde körler için tahsis edilen evlerden birine yerleşen Jona, kimsesi olmayan ve bir psikoloğun gözetiminde sosyal hizmetler kapsamında yaşıtlarının bulunduğu evlerden birine yerleştirilen Ferdi arasındaki en belirgin ortak nokta bu sığınma ihtiyacı. Kalacak bir yer bulma ihtiyacını, bu ilişki sayesinde birbirlerine sığınarak başka bir boyuta taşıyan iki genç, kendilerini bu ilişkinin huzurlu kollarına bıraksalar da, arızalar eşikte onları bekliyor. Jona'nın körlük yalanı, bu yalanın ortaya çıkışıyla nasıl başedeceğini bilemediğimiz Ferdi'nin ruh durumu, yan karakterlerden Cécile ve Björn'ün beklenen müdahaleleri gibi iyi kurulmuş çatışmaları başarıyla taşıyan film, Naomi Achternbusch ve Tom Lass'ın doğru performanslarıyla da taçlanıyor, adeta saklı güzelliklerden biri haline geliyor.

14 Haziran 2021 Pazartesi

Shiva Baby (2020)

 
Yönetmen: Emma Seligman
Oyuncular: Rachel Sennott, Danny Deferrari, Molly Gordon, Polly Draper, Fred Melamed, Glynis Bell, Cilda Shaur, Jackie Hoffman
Senaryo: Emma Seligman
Müzik: Ariel Marx

Bir uygulama üzerinden buluştuğu orta yaşlı Max ile para karşılığı birlikte olan genç Danielle, aynı gün ailesinin ısrarıyla bir vefatın ardından cenaze sonrası ölü evinde yapılan Yahudi ritüeli Shiva'ya katılmak zorunda kalır. Kalabalık evde hep rakip olarak gösterildiği Maya da vardır. Ama karısı ve bebeğiyle Shiva'ya gelen Max, Danielle için asıl sürprizdir. Kanadalı yönetmen Emma Seligman'ın 2018 tarihli aynı adlı 8 dakikalık kısa filminden uzun metraja çevirdiği Shiva Baby, bir gün içinde ve tek mekanda geçen bir dram. Seligman, tesadüfün iğne deliği ama imkansız da olmayan bir durumdan beslediği filmini, seyirciyi Danielle'in zihnine kapatarak şekillendiriyor. Bu cenaze sonrası etkinliği boyunca kendisine  durmadan ne iş yapacağını, ne zaman evleneceğini, ne kadar zayıfladığını söyleyip duran bir ev dolusu yaşlı insanla kapalı kalması, bir de üstüne sabah birlikte olduğu adamla aynı evde karşılaşması, Danielle'i farklı bir gerilim filmi karakteri haline getiriyor. Seligman, dedikodulardan, sıkboğaz eden boş sohbetlerden, gelecek planları darlamalarından kurduğu diyalog yoğunluğuyla bir yere varmayan ama Danielle için adım adım nefes alma alanlarını daraltan bir atmosfer yaratıyor. Bir de üstüne bu atmosfere Danielle'in dalgalı ruh hali eklenince seyirci için konforlu olmayan bir ortam yaratılıyor.

Danielle'in destekleyici ve anlayışlı ebeveynlere sahip olmasına rağmen hukuk eğitimi için (ki o da aslında Maya'dan çaldığı bir bahane) kendi harcamalarını karşılama amaçlı erkeklerle birlikte olması ve onlardan biriyle hiç beklenmedik bir ortamda karşılaşması bile yeterince dram ve gerilim malzemesi taşırken, Seligman bu malzemeyi dar bir zaman/mekan içine konuşlandırarak ironik biçimde etki alanını genişletiyor. Bu dar alan dezavantajlarının bazılarından kendini kurtaramamış olsa da, bakışmalar, kayıp bir telefon, bir bilezik, bebek ağlaması gibi unsurlarla tansiyonu yüksek tutma avantajı sağlıyor. Danielle'i bu ortamda tekinsiz ve dalgalı hale getiren bir başka etken de, Max'in saygın bir meslek sahibi ve güzel eşi Kim ile tanışması oluyor. Aynı erkeği paylaşıyor olmasının verdiği özgüvenle kafasında kendini Kim ile bir rekabet girdabına sokan, istediği anda kocasını onun elinden alabileceğini kendisine kanıtlamaya çalışan Danielle, yine filmin gerilimini arttıran bazı acemi girişimlerde bulunuyor. Bu acemilikleri ile hazin biçimde yüzleştiğinde, henüz sahip olamadıklarına öfkelendiğinde, belki de yattığı adamın evli çocuklu bir ailesi olduğunu görerek herkesin kendisini içinde görmek istediği evlilik kurumunun yozlaşmış haline tanık olduğunda ise agresifleşip gerilimi tırmandıran iğnelemelere başvuruyor.


Danielle'in sabah birlikte olduğu Max ile, sonradan ortaya çıkacak bir geçmişi olduğu Maya ile, dedikodu ve akıl verme meraklısı aile dostları ile evde köşe kapmaca oynadığı, hiç birinden de tam olarak kurtulamadığı bu sıradan buluşma, yine bu saydıklarımız sayesinde sıra dışı hale gelmeyi başarıyor. Emma Seligman bir yanıyla da Shiva benzeri köklü gelenekleri aslında insanların birbirlerini çekiştirecekleri, iş bağlantıları yapacakları, birbirlerine caka satacakları, gençlere akıl verecekleri buluşmalar olarak gördükleri fırsatlar olarak konumlandırıyor. Yani kimin cenazesinde olduğunu dahi bilmeyen Danielle, bu din temelli toplumsal sıkışıklıkla da köşe kapmaca oynuyor bir yandan. Yaşlıların zombileri andıran yemek yemeleriyle, gençlere Holokost müzesinde çekindikleri fotoğrafları göstermeleriyle, koca bulmayı statü olarak görmeleriyle ömür çürüten varoluşlarından da dem vuran Seligman, adeta bir aile/akraba/din/gelenek terörü yaratarak Danielle'e ve onun nezdinde bize o evi dar ediyor. Üstelik sanki daha iyisini de yapabilirim dercesine finalde bu kaosu başka bir tek mekana sığdırıp iyice daraltarak ve iyice çekilmez hale getirerek meydan okuyor.

Artık hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş Shiva gibi yüzlerce gereksiz geleneğin yeni nesil için hiçbir şey ifade etmediğini, eski neslin ise sadece mecburiyetten bu seramonilere katlandığını ya da dini içeriği dışında artık sıradan bir eş dost toplantısı olarak kanıksadıklarını bildiğimiz bir çağdayız. Bu tip bir araya getiren mecburi örf ve adetleri çekilir kılmak adına dedikodu yapma, kendi hayatlarını başkalarının hayatlarıyla karşılaştırma, içten içe aşağılama ve bu şekilde rahatlama fırsatı bulan insanlar için, "birlik beraberlik" ifadesi de samimiyetini yitirmiş vaziyette. Bu göstermelik birlik beraberlik vurgusunun ardında artık buna benzer dini, toplumsal dayatmaların azalarak bitmesi gerektiği gibi bir düşünceyi de bilerek veya bilmeyerek yanında getiren Seligman, Danielle'in içine düştüğü durum hakkında yargılayıcı olmamaya çalışsa da, bunun dini bir seramoni fonunda zor olduğu kabul edilebilir. Bu durumu Danielle'in cinsel özgürlüğü ile dengelemek istemesi de aynı fondan usanmış bir cesaret örneği. Neticede bu gibi kendini farklı açılardan işleyebilen ve seyircisine fikir cimnastiği yaptırabilen iyi bir film Shiva Baby... Kısa versiyonunda da rol alan genç oyuncu Rachel Sennott'un, biraz da oyunculuk eksikliklerinden kaynaklı tutukluluklara rağmen Danielle'in içinde bulunduğu kaotik durumun üstesinden çok iyi geldiğini de belirtmeden geçmeyelim.

8 Haziran 2021 Salı

Departures (Okuribito) (2008)


Yönetmen: Yôjirô Takita
Oyuncular: Masahiro Motoki, Tsutomu Yamazaki, Ryoko Hirosue, Kazuko Yoshiyuki, Kimiko Yo, Takashi Sasano
Senaryo: Kundo Koyama
Müzik: Joe Hisaishi

Çello çaldığı orkestranın dağılması üzerine bir anda işsiz kalan Daigo, eşiyle birlikte büyük şehirden doğduğu kasabaya dönerek annesinden kalan kafe-eve yerleşir. Gazete ilanından bulduğu iş ile bir anda kendini gelenekler icabı ölüleri tabutlarına koymadan önce son yolculuklarına hazırlayan küçük bir cenaze şirketi çalışanı olarak bulur. Sürpriz sayılabilecek bir sonuçla 61. Akademi ödüllerinde En iyi Yabancı Film Oscar’ını kazanan Japonya yapımı Okuribito / Departures, Japon geleneklerinin ölüleri uğurlama merasimlerini temel alarak ölüm ve sonrası hakkında, yaşayan insanın içinde bulunduğu sakin, tedirgin, hüzünlü ve korkulu ruh hallerini yer yer mizahi öğeleri de kullanarak yansıtmaya çalışan bir dram.
 
Pek fazla suya sabuna dokunmayan, düzensiz ve biraz da gereksiz biçimde dış sese başvuran, temelleri yeterince sağlam atılmamış bir baba-oğul ilişkisini kozlarından biri olarak belirleyen (o kozu da gayet iyi kullanan) film, bu açılardan biraz dağınık ve temposuz görünüyor. Kayıplarını ilginç bir seremoniyle defneden aileler, Daigo’nun fazla derinleşmeyen hayat muhasebeleri, çello çaldığı sahneler, taş mektubu ve dokunaklı final, Okuribito’nun etkili dramatik formüllerini oluşturmakta. Kendisi için fazla sorun yaratmayan, yarattığı sorunları da hüzünlü bir kalıba sokup kimi zaman basit, kimi zaman iyimser müdahalelerle çözen ilk uzun metraj senaryosuyla Kundo Koyama, ölümün aslında bir yeniden doğuş olduğu felsefesiyle üzgünlüğüne ümit de eklemiş.

Mülayim bir çellist olan Daigo’nun yeni mesleğine alışma sürecinin hızı, anlayışlı eşi Mika’nın Daigo’nun mesleğini öğrendikten sonra onu sebepli terk edişi ile sebepsiz geri dönüşü, Daigo’nun kayıp babasının kaybolma gerekçelerindeki tutarsızlıklar gibi senaryo zaaflarına rağmen, filmin kendini tüm bu zaaflardan süzerek yarattığı bitkin ve efkarlı olduğu kadar huzurlu atmosferi, bu eksiklikleri bir şekilde izleyicinin kendi aklında tamamlamasına şans tanıyor denebilir. Bu atmosferin oluşmasında ise tecrübeli yönetmen Yojiro Takita ve görüntü yönetmeni Takeshi Hamada’nın görselliğinin, Joe Hisaishi’nin güçlü müziğinin ve başrol oyuncusu Masahiro Motoki’nin bazen yapmacık, çoğu zaman sade oyununun (bu sayede sağladığı özdeşleşme kolaylığının) etkili olduğu da bir gerçek. Kaliteli dram seven izleyenlerin şans vermesi pişmanlığa yol açmayacaktır.