24 Şubat 2019 Pazar

Roma (2018)


Yönetmen: Alfonso Cuarón
Oyuncular: Yalitza Aparicio, Marina de Tavira, Diego Cortina Autrey, Carlos Peralta, Marco Graf, Daniela Demesa, Nancy García García, Verónica García, Fernando Grediaga, Jorge Antonio Guerrero, José Manuel Guerrero Mendoza
Senaryo: Alfonso Cuarón

İlk kez 1998 yılındaki Charles Dickens uyarlaması Great Expectations ile izlediğim, ama ilk kez 2001 tarihli Y tu mamá también ile tanıdığım Meksikalı Alfonso Cuarón, tam da sinema dünyası iyi bir Güney Amerikalı sinemacı daha kazanıyor diye düşünürken, hiç izlemediğim Harry Potter and The Prisoner Of Azkaban ile kariyerine devam edince, onun da bazıları gibi ülkesinden çıkabilmek uğruna çok da seçici davranmayabilecek karakterde bir yönetmen olduğu fikri belirdi. Ta ki, P.D. James'in post apokaliptik romanından uyarlanan ve 2006 yılının en iyi filmlerinden biri olan Children Of Men ile çok güçlü bir dönüş yapana dek. Romanın gücünü koruyup bunu çok çarpıcı teknik becerilerle yönetmenlik gücüne ekleyince, Alfonso Cuarón adı artık çok daha rahat anımsanır hale geldi. 2013'e geldiğimizde ise başta En İyi Yönetmen dahil 7 dalda Oscar olmak üzere tam olarak 232 ödül kazanan harika bilim kurgu Gravity ile vizyonunun genişliğine hayran bırakan Cuarón, bugüne kadarki en kişisel filmi olan Roma ile o vizyona unutulmaz bir halka daha ekliyor.

Mexico City'nin orta üst sınıfın yoğunlukta olduğu Colonia Roma mahallesinde, dört çocuklu Antonio ve Sofía çiftinin rutininde film, bir "mixtec" olan (Güney Meksika topraklarında yaşamış, kökenleri Azteklerden önceye dayanan yerli halkına verilen isim) genç hizmetçi Cleo'yu merkezine alıyor. Filmin neredeyse tamamı, Cleo'nun perspektifinden perdeye yansıyor. En kişisel filmi olması, kendi hayatından esinlenmesi, insanları, mekanları, olayları, eşyaları, detayları kendi geçmişinden çağırması itibariyle Cuarón'un bu evin dört çocuğundan biri olduğunu söylemek zor değil. Ama Cuarón o çocukların, ya da ebeveynlerden birinin gözünden okumayı seçmiyor. Cuarón'un filmi adadığı, kendi yardımcıları olan ve "beni o büyüttü" dediği Liboria “Libo” Rodríguez'den esinlenilen Cleo’nun hayatından filmi inşa etmek ona çok daha derinlikli ve geniş bir hareket alanı sağlıyor. 70'li yılların başındaki Meksika'nın ekonomik, sosyal, siyasi virajlarının irili ufaklı yansımalarını Cleo'nun etrafında ustalıkla detaylandırmak, ilham verici olaylar / görüntüler silsilesine zeminler hazırlıyor.

Bir ailesi olmayan Cleo, o kadar saf, masum, iyi kalpli, kendini adamış, mutlu, aynı zamanda içten içe hüzünlü bir kız ki, ev içinde nadiren uyarılması, azarlanması bile yüreğimizi yaralıyor. Tabii bizim Yeşilçam filmlerimizdeki hizmetçi kızlara yapılan zalimce muameleler görmüyor. Çocuklar özellikle onu çok seviyor, aileden biri gibi görüyorlar. Ama yine de alışkanlıklar onun kendi dünyasını, hizmet ettiği ailenin çizgileri dışına taşırmasına izin vermiyor. Aynı evde çalıştığı bir hizmetçi kız ve Fermín adında dövüş sporuyla uğraşan bir erkek arkadaşı var. Güvenli alanı olan evin dışında, duygularını özgür bırakabileceği yerler Fermín ile birlikte olduğu anlarla belirleniyor. Yine o kadar güzel bir insan ki, uğrayacağı en ufak bir kötülüğün bile bize geçmesi kaçınılmaz. (Hatta bir sahnede dans eden bir kadın ona sertçe çarpıp elindeki bardağı kırınca bile ona sarılmak isteyebiliyorsunuz.) Ancak Cuarón saflığın, temizliğin, masumiyetin, o kadar da güvenli olmayan dış dünyada istismara uğramasının kaçınılmazlığını, kendi Roma evreninde de yadsıyamıyor. Çünkü bizzat o evrenin içinden geliyor. Çünkü kendi Libo'sunu çok iyi tanıyor, onun yaşadıklarını biliyor.


Alfonso Cuarón'un senaryosunu yazdığı, yönettiği, yapımcılığını, editörlüğünü, sinematografisini üstlendiği Roma, kusursuz bir film değil ama kusurlarıyla da güzel bir film. Cuarón, hemşehrisi Guillermo del Toro'nun gülünç derecede hesapçı The Shape Of Water'ı kadar bariz olmasa da, kendi hesaplarını yapmış bir film. Fakat bu hesaplar, ödül sezonunda ava çıkmış bir yönetmenden ziyade, kendi hayatından önemli bir parçayı kendi mütevazi, samimi, mutlu, hüzünlü, trajik detaylarıyla içinden çıkarıp onu perdede görmek isteyen bir adamın (belki de çocuğun) geçmişindeki o anları temize çekmesi olarak görmek mümkün. Her ne kadar o anılar, boyutlarını bilmediğimiz farklılıklarla evin hizmetçisi Cleo'ya (gerçekte Libo'ya) ait olsalar da, Cuarón'un Cleo ile bütünleştiği / bütünleştirdiği, derleyip topladığı gerçekler ya da kurgulardan oluşan bu hatıralar zinciri filmin onlarca özetinden biri. Bu özet, kimi zaman köyümüzü hatırlatan bir kırsalın tertemiz havasını içine çekmek kadar basit, kimi zaman da dönemin otoriter devlet başkanı Luis Echeverría Álvarez yönetiminde 10 Temmuz 1971’de 120’ye yakın insanın yaşamını yitirdiği, askerlerin yanı sıra Amerikalılarca eğitilen (Cleo’nun tabansız erkek arkadaşı Fermín gibi) Los Falcones adlı paramiliter silahlı güçlerin sokaklarda muhalif göstericileri acımasızca öldürdükleri “Corpus Christi Katliamı"nın kan kokusunu içine çekmek kadar karışık olabiliyor.

Roma'ya getirilen eleştirilerden biri, hanım - hizmetçi, hatta efendi - köle uzantısı bir ilişkiye pasif kalıyor, olumluyor gözükmesiydi ki, bu sığ bakış açısını çürütmeye çalışmak bile boşa bir çaba. Cuarón, kendi hayatında iz bırakmış hizmetçi bir kadını merkezine alıyor, onun en mahrem anlarını gerçek veya kurgu fark etmez, bir şekilde bu denli sarsıcı anekdotlarla ve görkemli üslubuyla aktarıyor, bunun sonucunda "burjuva" bir yaklaşımla suçlanıyor. Aslında bu suçlamada bulunanlar, kendilerini Cleo kanadında konuşlandıramayanlar olsa gerek. Bunun da gerçekte kimi burjuva yaptığı açık. Cleo'nun hizmet ettiği aile ile birlikte televizyon izlemeye başladığı anda ona hemen bir görev verilmesi, ailenin zor zamanlarında çocuklara göz kulak olsun diye sürekli oradan oraya taşınması, çocuklardan biri kapı dinliyor diye onun azarlanması gibi detaylar bu ayırımı açıkça belirliyor olabilir. Ama bu saptamalar Cleo veya Libo'nun her şeye rağmen ailenin bir parçası olarak görülmediğine işaret ediyor ki, bu durum Cuarón'un bu gerçekliği yadsımayıp seviyesizce romantize etmemesi anlamına geliyor. Neticede ne yaparsa yapsın günün sonunda çocuklara muzlu süt yapma, terasa çıkıp çamaşır asma işinin ona bakıyor olması, yaşadığı hayatın adaletsizliğini ve sahiciliğini aynı noktadada buluşturuyor.

 
Azarlanan, küfür edilen, aşağılanan, terk edilen, üzerine silah doğrultulan ama buna rağmen kendi doğru gördüğü, hayatın önüne çıkardığı plana tüm saflığıyla sadık kalmaya çalışan Cleo, öyle büyük misyonlara, devasa karakter derinliğine, olağanüstü bir filme baş karakter olacak karizmaya sahip bir kız değil. Uzayda tek başına kalmış, tek amacı dünyaya dönebilmek olan astronot Ryan'ın insanüstü çabasının yanında o sadece ortalığı toplayan, yemek hazırlayan, çamaşır seren, sevdiği adamla mutlu bir gelecek düşleyen hizmetçi bir kız. Profesör Zovek'in tek ayak üstünde yaptığı hareketi bir stat dolusu insan içinde yapabilen tek kişi ama o dengeyi hayatında bir türlü elde edemiyor. Ne kadar normal ve saf, o kadar yakın ve sahici. Belki de Cuarón'un tam istediği şekliyle. Ne var ki yaşadığımız hayat o kadar fazla acıyla, haksızlıkla, yalanla, şiddetle dolu ki, hiç ummadığımız bir zaman ve mekanda yüz üstü bırakılabiliyor, bir can pazarının ortasında kalabiliyor, yüzme bilmeden suya girmek zorunda kalabiliyoruz. Çekim açısı, atmosferi, karmakarışık duygu döngüsüyle inanılmaz bir an olan doğum sahnesi gibi travmatik bir hengamenin ardından gelen dinginlik, fırtınadan sonraki sessizlik misali bu zoraki yaşananlar her gün bu hayatın içinde dönüp duruyor. Cuarón'un filmde tüm bu yaşananları aynı tonda aynı dengede, aynı siyah beyaz ambiyansta anlatmaya çalışması, kendi yarattığı bu sadeliği, doğallığı, gerçekliği kutsaması gerekiyor ki bunda çok haklı. Nihayetinde eserini ölümsüzleştirmek için plajdaki travmatik sahne sonrasında birbirine kenetlenmiş insanlardan oluşan bir heykel inşa ediyor. Aynı zamanda Cleo'nun yürek yaralayan o malum itirafıyla sanki yeniden doğuşun sembolü sayılacak, yıllar yıllar sonra da Roma'yı sembolize edecek o ikonik resim ortaya çıkıyor.

Roma, evin köpeğinin pisliğini silmek için avluyu yıkayan Cleo'nun, yerde açtığı deterjanlı sudan oluşan pencere (ve o pencereden geçen uçak) görüntüsünün yer aldığı şahane açılış sekansı ile, kameranın rastgele bir açıdan hayatın tüm trajedilerine rağmen aynı durağanlıkta kaldığı yerden devam ettiğini anlatırcasına havaya kilitlendiği (ve yine oradan bir uçağın geçtiği) kapanış bölümü arasındaki 135 dakikaya dünya kadar ayrıntıyı sığdıran bir eser. Bazen sabit, bazen sanal gerçeklik gözlüğü takıp etrafı sakince sağdan sola, soldan sağa izliyormuşuz duygusu veren panaromik çekimler, o kadrajlara zengin içerikler sığdırıyor. Yine o sahnelerin gerisinde, sağında, solunda hep başka olaylar dönüyor. Yani bu dünya sadece Cleo'dan ibaret olmayan, başka hayatların da yaşandığı bir dünya. Siz çamurda yürümeye çalışırken gökyüzünde içinde insanların oturduğu uçaklar uçuyor. Bazen panayırda bir topun içinden fırlayan bir akrobata ya da sokakta birden sevgilisiyle kalabalıktan fırlayan evin günlerdir kayıp olan babası Antonio'ya rastlayabiliyorsunuz. Siz seyirci olarak bir sinemanın arka koltuğunda öylece otururken sabit planla perdede akan komediyi izleyen insanların aynı anda ne kadar farklı duygular içinde olduklarına tanık oluyorsunuz. Bir evliliğin bitiş haberini alıp enkaza dönmüş ailenin arka planında bir düğün gerçekleşiyor. Birileri yeni doğacak bebeğine beşik bakarken aynı anda dışarıda insanlar kurşunlanıyor. "Merhaba" ve "elveda"yı, doğumu ve ölümü, trajediyi ve huzuru aynı dakika içinde, bazen aynı bedende yaşıyorsunuz.


Roma bir yanıyla da evin hizmetçisi Cleo ile evin hanımı Sofía'nın yalnızlığının hikayesi. Oyuncu olmayan, bu filmden önce Cuarón'un kim olduğunu bile bilmeyen Yalitza Aparicio ile Meksikalı sinema ve televizyon oyuncusu Marina de Tavira bu yalnızlığa çok duygulu biçimde aracılık ediyorlar. Birinin amatör sahiciliğini diğerinin profesyonel kurgusallığı çok iyi dengeliyor. Ama Roma'nın başrolü tabii ki de yıllarca unutulmayacak, unutulsa dahi görüldüğü an anımsanacak, zamanla daha iyi oturacak, demlenecek, özlenecek onlarca sahneye geçmişini, anılarını, eşyalarını, sanatını veren Alfonso Cuarón. Belki de karakterlerini çevrelerinde olup bitenlerden, hayatın kendisinden ayrı görmediği için hiçbir karaktere yakın plan girmiyor. Hayatın önümüzden, arkamızdan, sağımızdan, solumuzdan akıp gidişini sabit ve hareketli uzun planlarla keskinleştiriyor. Bizi Cleo'ya odaklarken, bunu ona abartılı tepkiler yükleyip sömürmeden yapmak istiyor. Hatta hastane sahnesindeki gibi Cuarón için Cleo'nun yüzünün aldığı şekil, verdiği tepkiler, akıttığı gözyaşları değil, o an yaşadıkları önemli. Aslında bu da Cuarón'un Roma ile biçimsel anlamda yapmak istediği şeylerden biriydi. Zira bu biçimi, vermek istediği ruhtan bağımsız düşünmüyor. Zaten hiçbirimiz önümüzden bir dere gibi akıp giden hayattan bağımsız sayılmayız. İşte Roma, o dere!

19 Şubat 2019 Salı

Journal 64 (2018)


Yönetmen: Christoffer Boe
Oyuncular: Nikolaj Lie Kaas, Fares Fares, Johanne Louise Schmidt, Søren Pilmark, Nicolas Bro, Anders Hove, Amanda Radeljak, Birthe Neumann, Clara Rosager, Luise Skov, Fanny Bornedal, Elliott Crosset Hove
Senaryo: Nikolaj Arcel, Bo Hr. Hansen, Mikkel Nørgaard, Jussi Adler-Olsen
Müzik: Anthony Lledo, Mikkel Maltha

Bir tadilat için çağrılan iki inşaat işçisi Kopenhag’daki eski bir apartmanda yer alan duvarı yıkınca korkunç bir gizli oda keşfederler. Bu odada bir yemek masasının etrafında dört sandalye ve üçünde oturan mumyalanmış üç ceset, boş bırakılmış bir sandalye ve masanın üzerindeki kavanozlarda bazı organ parçaları bulurlar. Cinayetlerin yıllar önce işlenmiş olması, davanın Department Q radarına takılmasına neden olur. Mumyaların üzerinde kimliklerinin bulunması bu vakayı araştırması kolay gibi gösterse de, Dedektif Carl Mørck ve yardımcısı Assad, katil veya katillerin kim olduğunu, motivasyonunu ve odadaki dördüncü sandalyenin kime ayrıldığını bulmak için harekete geçerler. Daire sahibi olan Gitte Charles, mumyalama konusunda uzman eski bir hemşiredir ama ülke dışında saklandığı tespit edilir. İpuçları Carl ve Assad'ı 80'lerin sonlarında Sprogø’da bulunan, sözde ahlaksız kızların yerleştirildiği bir kadın hapishanesine götürür. Gitte'nin çalıştığı yıllar önce kapatılmış bu hapishanede ihmaller, işkenceler ve zorunlu kısırlaştırmaları da kapsayan tıbbî deneyler yapılmıştır. Üstelik yıllar sonra burada işlenen suçların mağdurları haklarını aramak için dava etmek istediklerinde türlü sorunlarla karşılaşmışlar, davalar, şikayetler örtbas edilmiştir. Sprogø’daki dehşet olayları Danimarka tarihinin kapanmış bir bölümü olsa da bu deneylerin hala devam ettiği şüpheleri ortaya çıkmaya başlar.

Jussi Adler-Olsen'in başarılı Department Q roman serisi, dördüncü film olan Journal 64 ile sürüyor. Serinin sabit senaristi Nikolaj Arcel'in yanında bu defa ilk iki filmin yönetmenliğini yapmış Mikkel Nørgaard ve tecrübeli film ve dizi senaristi Bo Hr. Hansen bulunuyor. Yönetmen ise Reconstruction, Allegro, Offscreen, Alting bliver godt igen gibi Danimarka sinemasının önemli filmlerine imza atmış Christoffer Boe. Özetle, yıllar öncesine ait gerçek suçlusu bulundu sanılarak veya ihmal edilip üstü örtülerek kapatılmış, ardında bir sürü mağdur ve cevapsız soru bırakmış cinayet davalarını tekrar elden geçiren bir emniyet birimi olan Department Q dedektifleri Carl Mørck ve Assad'ın maceralarını konu alan bu seri, ilk üç filmin izleğinden sapmayan oturmuş şablonuyla tekrar dolaşıma giriyor. Her macerada, belirlenmiş bir suçu farklı sosyal ve psikolojik zeminlere oturtmaya çalışarak katmanlaştıran, geçmişe dair vicdani muhasebelere, pişmanlıklara, intikamlara alan açan bu şablon, Journal 64'te de 1987 ile 2018 arasında gidip gelen kurgu düzeniyle ilerliyor. Tabii ağırlık 2018'de ve flashbackler yine dozunda ve zamanlaması iyi biçimde filme serpiştirilmiş vaziyette.


Sprogø’daki hapishanede yaşananların hesabının günümüze kadar bir türlü sorulamaması, yine günümüzde Avrupa'yı da yoğun şekilde etkisi altına alan yabancı düşmanlığı, buna bağlı olarak eski geleneksel anlayıştan beslenen ırkçılık, üzerinde geniş kitlelerin uzlaşması güç olan kürtaj ve kısırlaştırma gibi kritik meselelerden derlenmiş konusunu sağa sola savurmadan işleyen film, buna ek olarak Carl ve Assad arasında bir gerilim yaratarak başka bir kulvar daha açıyor. Ama bu gerilimin ortaya atılışı biraz zorlama, dolayısıyla tartışmaları da suni kalabiliyor. Carl zaten ilk üç filmde yeterince uzlaşması güç bir adam olarak resmedilmişken, burada yine sinir bozucu boyutlara varan bir suskunluk, hem filmdeki diğer karakterlere, hem de seyirciye yabancılaşma içinde çizildikçe dramatik yönden pek de gelişme göstermiş gibi durmuyor. Jussi Adler-Olsen'in romanda bu durumu nasıl ele aldığını bilemiyorum. Ama artık filmlerde ergen semptomları sergileyen bir Carl'a dayanmak yer yer zorlayıcı olabiliyor. Bu durumdan en çok çeken ise, Department Q'dan ayrılıp başka bir birime geçmesine 1 hafta kalan Assad. Yabancı kökenli oluşunun bu defa daha belirgin biçimde senaryoya entegre edildiğini, hikayenin ırkçılık karşıtı yapılanmasında yerini aldığını görsek de, bir noktada onun hayatını da bir beyaz Danimarkalı kurtarıyor.

Bezgin polis Carl Mørck rolünde her daim asık suratı ve az konuşmasıyla artık seyirciyi de bezdirmeye başlayan Nikolaj Lie Kaas ve Hollywood'un aranılan Ortadoğulu tiplemeleri dışında da iyi bir kariyeri olan Lübnanlı aktör Fares Fares'in sürüklediği filmde, Department Q'nun çalışkan ve sevimli dedektifi Rose'u oynayan Johanne Louise Schmidt de yerini koruyor. Christoffer Boe'nun gittiği her yere götürdüğü, tüm filmlerinde oynayan Nicolas Bro'nun bu filmde de yer alması kaçınılmazdı. (Nikolaj Lie Kaas, Christoffer Boe, Nicolas Bro üçlüsünü birarada görünce 2003 tarihli efsane Reconstruction'ı anmadan olmaz.) Aslında Jussi Adler-Olsen'in öncelikle okunması gereken bu serisi filmleştirilmeye başladığında bu günlerin geleceği, yani çoğaltılmaya müsait "aydınlatılmayı bekleyen gizemli cinayetler" serisi ortaya çıkacağı belliydi. Bu fikirden hareketle dizi formatına, CSI tarzı kemikleşmiş bir şova bile dönüştürülebilirdi. Aralarında 1-2 sene bulunan bu dört uzun metraj, her ne kadar ana akım sinemanın rutininde çakılı kalmış görünse de, polisiye dizi veya filmlerin akıcılığıyla, sürprizleri, toplumsal duyarlılığı, güncel mesajlarıyla artık kendine sadık takipçiler oluşturmuş başarılı yapımlar olarak Danimarka sinemasının dikkat çekici projelerinden biri.

14 Şubat 2019 Perşembe

Hearts Beat Loud (2018)


Yönetmen: Brett Haley
Oyuncular: Nick Offerman, Kiersey Clemons, Toni Collette, Ted Danson, Blythe Danner, Sasha Lane
Senaryo: Brett Haley, Marc Basch
Müzik: Keegan DeWitt

Brooklyn'de Red Hook Records adında bir plak dükkanı işleten Frank, bir zamanlar beraber müzik yaptığı eşini bir kazada kaybetmiş, tıp fakültesine gitmeye hazırlanan kızı Sam ve kleptoman annesi Marianne ile yaşayan bir adamdır. Müzisyen iken iyi yerlere gelememiş, bir tek hit parça bile çıkaramamış olan Frank, 17 yıldır işlettiği plak dükkanından da kira sorunu yüzünden çıkmak durumundadır. Sam üniversiteye gitmeden onunla bir şarkı yapmak istemektedir. Başta Sam pek yanaşmasa da Frank onu ikna eder. Baba-kız evlerindeki mini stüdyoda kendilerine "We're Not A Band" ismini vererek Hearts Beat Loud adlı bir şarkı kaydederler. Kaydı Spotify'a yükledikten sonra küçük çapta bir başarı elde eder, hatta bir yapımcıdan teklif alırlar. Kaybettiği eşi ile yarım kalan müzik kariyerini yıllar sonra kızı ile sürdürme hayali kuran Frank, tıp okuyup doktor olmak isteyen Sam'in bir grup kurma, albüm yapma, turneye çıkma fikrine sıcak bakmaması karşısında çaresizdir.

Brett Haley ve Marc Basch ikilisinin yazdığı, birçok kısa filmin ardından çektiği I'll See You In My Dreams ve The Hero adlı yapımlarla indie camiada tanınan Brett Haley'nin yönettiği Hearts Beat Loud, sıcak, samimi, hüzünlü bir Amerikan bağımsızı. Her ne kadar bir "feel good movie" olarak tanımlansa ve çeşitli yönlerden bu tanımın hakkını verse de, aslında dramatik yükünü seyirciye aksettirmeyi başaran efkarlı bir film. Rolleri değişmiş şekilde kısa bir süre sonra tıp öğrenimi görmek üzere üniversiteye gidecek olan ve ciddi bir çalışma temposu içine giren Sam, öte yandan onu müzik yapmak için ayartmaya çalışan baba Frank arasındaki ilişkinin sıcaklığı filmin her anına siniyor. Frank'in içinde kalan müzik tutkusu uğruna kızının üniversiteye gitmemesi seçeneğini bile ona sunabilmesi, pek alışık olunan bir ebeveyn davranışı sayılmaz. Ama bu konuda baskıcı ve ısrarcı da olmuyor. Önce plak dükkanındaki işini, şimdi de kızını kaybetmek üzere olduğunun hassasiyetiyle davranışlarında dengesizlikler yaşayan, hatta kızı Sam'in "büyü artık" demesine bile sebep olan Frank'in bu durumu Sam ile, sorunlu annesiyle ve dükkan sahibi Leslie ile ilişkilerine yansıyor. Ama tüm bunlar o kadar sakin ve sade bir dille işleniyor ki, en ufak bir ses yükselmesi, gerilim, duygu sömürüsü yaşanmıyor. Sadece o spontane hüzün yetiyor.

Tecrübeli aktör Nick Offerman ve genç oyuncu/müzisyen Kiersey Clemons'ın uyumları bu sadeliği yüceltiyor, özellikle beraber müzik yaptıkları sahnelerde yürekleri ısıtıyor. Filmin müzikle olan ilişkisi en önemli kozlarından biri. Tabii bu müziğin indie düzeyde olması, böyle bağımsız bir filme çok daha yakışıyor. Üstelik Toni Collette, Ted Danson, Blythe Danner, Sasha Lane gibi oyuncuların yan rollerinden de kendi bağımsız ruh çerçevesinde ekonomik biçimde verim alabiliyor. Ebeveynlik, evlatlık, dostluk, sevgililik üzerine hayatın içinden iddiasız hoşluklar taşıyor. Baba-kızın plak mağazasının kapanacağı son gece verdikleri üç şarkılık mini konser bölümüyle kendi zirvesini yaratan Hearts Beat Loud, ilerleyen teknoloji sayesinde müzik yapmanın kolaylaşmasına rağmen o müziğe katılacak ruhun dönüp dolaşıp yine yaşanmışlıklardan damıtılmasıyla gerçek gücünü gösterdiğini savunan filmlerden. Filmin şarkılarına ve tema müziklerine imza atan Keegan DeWitt, belki de yönetmen Brett Haley kadar önemli bir iş başararak filmin kendi müzikal modunu yaratıyor, bu güzel filme başka güzellikler katıyor.

11 Şubat 2019 Pazartesi

L'insulte (2017)


Yönetmen: Ziad Doueiri
Oyuncular: Adel Karam, Kamel El Basha, Rita Hayek, Camille Salameh, Diamand Bou Abboud, Christine Choueiri, Julia Kassar
Senaryo: Ziad Doueiri, Joelle Touma
Müzik: Éric Neveux

Ziad Doueiri ve Joelle Touma'nın senaryosunu yazdığı, 90'lı yıllarda Reservoir Dogs, Pulp Fiction, Jackie Brown gibi Tarantino klasiklerinde kamera asistanı olarak çalıştıktan sonra West Beirut (1998), Lila dit ça (2004), The Attack (2012) gibi başarılı filmlerle yönetmenliğe adım atmış Ziad Doueiri'nin yönettiği L'insulte (Hakaret), farklı kültürlere sahip iki adamın inatlaşması sonucu olayların ne kadar büyüyebileceğini gösteren çok katmanlı bir yapım. Hamile eşi Shirine ile sakin bir hayat süren Lübnan vatandaşı Hıristiyan oto tamircisi Tony Hanna, bir gün balkonundaki çiçekleri sularken, borudan akan su, caddede çalışan inşaat işçilerinin üzerine dökülür. Hatalı gider borusunu düzeltmek için Filistinli ustabaşı Yasser Salemeh, Tony'nin kapısını çalar. Ama Tony giderin tamir edilmesini istemez. Yasser gideri dışarıdan tamir etmek ister ama Tony bu kez o boruyu da kırar. Yasser, Tony'e "adi herif" deyince aralarında tartışma çıkar. Tony, Yasser'den özür dilemesini ister. O anda özür dilemeyen Yasser, patronunun arabuluculuk yapmasıyla özür dilemeyi kabul eder ve Tony'nin işyerine gider. Tony, ırkçı bir Hıristiyan partilidir ve o anda ırkçı söylemlerde bulunan ve Filistinlilere hakaret eden bir TV programı açık olduğu için Yasser özür dilemekten vazgeçer. Tony de ona geçmişe dayalı ırkçı bir cümle kurunca Yasser kızar ve Tony'ye yumruk atar. Aslında tek istediği bir özür olan Tony, mahkemeye başvurur, böylece olaylar bütün topluma yansır. 1976 yılında yaşanan iç savaşa kadar giden bir sorgulama başlar ve kamuoyunda kamplaşma başlar.

Ziad Doueiri, uzun yıllar Tarantino'nun himayesinde çalışmış olmanın tecrübesini kendi hesabına çok iyi aktarmış bir yönetmen. Ama bu durum, kendi yapımlarında da Tarantino filmlerinin özelliklerini taşıdığı anlamına gelmiyor. Biçim yönünden ana akım sinemanın gereklerini daha fazla benimseyip, taklide kaçmayan ve güven veren yönetim becerileri sunuyor. L'insulte özelinde bu tecrübesi sayesinde temposunu çok iyi ayarlamış, kamerasını nereye koyacağını bilen, karakter ve olay detaylarına hakim bir görünüm çiziyor. Belki sahne geçişlerinde biraz aceleci davrandığı söylenebilir. Ortada anlatılacak çok kıymetli bir hikaye olunca filmin diyalog ağırlıklı ritmi yer yer Asghar Farhadi stilini andırabiliyor. L'insulte'un en baskın özelliği olan Tony ve Yasser arasındaki gerilim, kendi kronolojisi dahilinde o kadar incelikli ele alınmış ki, ikili arasındaki ufak yumuşamalar dahi kendine boş alanlar bulup onu en insani biçimde doldurabilmiş. Mahkeme sahnelerinin olmazsa olmaz dinamizmi, başka bir deyişle mahkeme aksiyonu da Doueiri tarafından çok iyi idare edilip hem politik, hem de insani mesajlarla dengelenmiş.


Lübnanlı Tony ve Filistinli Yasser iki inatçı adam. Üstelik yıllarca birbirine düşmanlık beslemiş iki farklı etnik kökene sahip olmalarının etkisi bu inatçılıkla birleştiğinde uzlaşılmaz bir yola giriliyor. Bu olaylar zinciri uzadıkça ilk kimin hatalı olduğu da önemini yitiriyor. Her iki tarafın da hataları var. Basit bir özür beklediğini söyleyen Tony, o özürü dilemek için hazır olan Yasser, ama öte yandan o özürü duymadan etnik husumetini dile getiren Tony ve ona yumruk atarak olayı mahkeme boyutuna getiren Yasser. Doueiri, basit bir balkon giderinden, ülkede infial yaratan Hristiyan Parti -  Filistinli Müslüman çatışmasına uzanan bu anlaşmazlığı sırf siyasi ya da sırf insani boyutlarla anlatsaydı kesinlikle bu etkiyi yaratamaz, diğerinin eksikliği mutlaka hissedilirdi. İzlerken hemen herkes bu anlaşmazlığın kolayca çözülebileceğini görebilir. Ancak inat, erkeklik gururu, etnik husumet, tahammülsüzlük, öfke kontrolsüzlüğü hepsi bir araya gelince aslında benzer zorluklardan geçmiş, pozitif bir ruh haliyle oturup diyaloğa girseler ortak noktalar bile bulabilecek bu iki insan mahkemelik oluyor. En kötüsü de, etnik farklılıkların açtığı toplumsal yaraların acısını bireysel hale getirip birbirlerinden çıkarıyorlar.

Ziad Doueiri, hikayesinin ana gövdesine mahkeme süreci de eklenince iki adamın avukatlarından da küçük bir yan hikaye yakalıyor. Dava büyüyüp ses getirmeye, medyatik olmaya başlayınca Yasser'in savunmasını genç ve idealist avukat Nadine, Tony'nin savunmasını da tecrübeli ve kurnaz Wajdi üstleniyor. Bir tarafta Filistin kökenli mültecilerin dünya kamuoyu nezdindeki ezilmişliğine tepki göstermek, bu meseleye farkındalık yaratmak için maddi karşılık beklemeden Yasser'i savunan Nadine, diğer tarafta yine ülke çapında popüler olan bir önceki siyasi davasını kaybeden, imajını düzeltmek için bu iki adamın anlaşmazlığının arkasında yine büyük bir siyasi potansiyel görerek Tony'yi savunan Wajdi, filmin mahkeme sahnelerine damga vuruyorlar. Heyecan dolu bir tenis maçını andıran bu sahneler, davanın insani, siyasi, toplumsal yönlerinin özetini çıkaran, her iki tarafın gözünden bu yönlerin algılanış biçimini çürütmeye çalışan veya olumlayan akıcılıkta seyrediyor. Üstelik avukatlar Nadine ve Wajdi'nin baba kız olması, mahkeme bölümlerinin başrolündeki bu iki karakterin kendi dramatik işlevselliğini biraz daha keskinleştiriyor. Yine mahkeme bölümünde, Tony özelinde din savaşlarının ortasındaki Lübnan iç savaşının yaraları tekrar deşilerek bu coğrafyanın geçmişten günümüze kısa bir profili de çıkarılıyor.


2018 yılının En İyi Yabancı Film Oscar adayı olarak ilk beşe kalan, ödülü bu kategorinin en zayıf filmi olan Una mujer fantástica'ya kaptıran L'insulte, başrollerdeki Adel Karam (Tony) ve Venedik Film Festivali'nden En İyi Erkek Oyuncu ödülü alan Kamel El Basha'nın (Yasser) performanslarıyla da yükselen bir film. Rita Hayek (Shirine), Camille Salameh (Wajdi) ve Diamand Bou Abboud (Nadine) de bu performanslara çok güçlü katkılar sağlıyorlar. Karakter, din, ırk, kimlik, siyaset farklılıklarının ortasındaki iki adamın bunca hengame arasında herşeye rağmen avukatlarının bazı argümanlarına karşı durarak vicdani olgunluk göstermeleri, en basitinden birinin arabası çalışmayınca ötekinin ona yardım etmesi gibi sıcak anlarıyla da iyi bir hikaye bu. Hem insani, hem de siyasi yönden sadece kaynayan Ortadoğu'ya ait olmayan, geçmişten alınan ve alınmayan derslerin birbirine karıştığı, her şeyin sonunda insan olmanın ve öyle kalmanın güzelliğini hatırlatan türden.