28 Eylül 2014 Pazar

Frank (2014)


Yönetmen: Lenny Abrahamson
Oyuncular: Domhnall Gleeson, Michael Fassbender, Maggie Gyllenhaal, Scoot McNairy, François Civil, Carla Azar
Senaryo: Lenny Abrahamson, Peter Straughan
Müzik: Stephen Rennicks

2012'de bol ödüllü What Richard Did filmini yöneten Lenny Abrahamson'ın, senaryosunu Tinker Tailor Soldier Spy uyarlamasında da çalışmış Peter Straughan ile birlikte yazdığı, kendisinin yönettiği yeni filmi Frank, ilginç karakterini gerçek hayattan esinlenerek oluşturmuş başarılı bir dram. Bu esin kaynağı ise 1974 yılında Manchester'da kurulan new wave grubu The Freshies'in multi-enstrümantalist lideri Chris Sievey'in sahne personası Frank Sidebottom. Kafasına taktığı kocaman bir maske, dört kişiden oluşan grubuna koyduğu ilginç kurallar ve bir o kadar tuhaf müzikal fikirleriyle filmin kahramanı Frank ise küçük konserler vermek üzere şehri turlayan deneysel müzik grubu "Soronprfbs"ın lideri. Filmin diğer kahramanı olan Jon, bir ofiste iyi bir işe ve evde iyi bir anne babaya sahip genç bir adam. Müzisyen olmak, iyi şarkılar yazarak efsane olmak arzusunda olan ama bir türlü beceremeyen Jon, birgün kendini denizde boğmak isteyen Soronprfbs grubunun kafayı sıyırmış klavyecisine rastlayınca ve orada bulunan grubun menajeri Don'dan yeni klavyeci olması için teklif alınca hayatı farklı bir yöne doğru yol almaya başlıyor.

Başlangıçta sadece bir haftasonu için gruba katıldığını düşünen Jon, kendini süresi belli olmayan albüm çalışması için bir kır evinde bulunca ilk önce şaşırıyor, ardından hayatında beklediği fırsatı yakaladığını düşünerek ortama uyum sağlamakta gecikmiyor. Bu sayede sıradışı müzisyen Frank ve onun etrafında birer tarikat mensubu gibi hazır bekleyen müzisyenleri daha yakından tanıma fırsatı buluyor. Bizler de seyirci olarak Jon'un gözünden bu ilginç deneyime tanık oluyoruz. Olurken de birbirinden enteresan yöntemlerin Frank tarafından hangi gerekçelerle konduğu belli olmayan deneysel müzik anlayışının yabancılaştırmasına maruz kalıyoruz. Ama bu Frank'i yorumlayabilmek için özellikle gerekli bir yabancılaştırma. Zaten gizem dolu Frank'in kendisi başlıbaşına yabancılaştırılmış bir figür. Şarkıdan ziyade sesler ve onların kombinasyonlarıyla ilgilenen, üzerine rastgele bindirilmiş liriklerle kendine has bir anlam arayışının deneysel labirentlerinde gezinen Frank'in grup tarafından bir deha olarak görülmesi kolay kabul edilebilir bir durum değil. İşte filmin üzerine kafa yorduğu meselelerden biri bu kabul zorluğunun karşısında duran ayrıksılık.


Frank'i sıradışı kılan en belirgin özellik kafasındaki büyük maske gibi görünse de, müziğe ve müzikal etkinliklere (albüm, prova, performans, konser organizasyonları) yaklaşımıyla da bu sıfatı hak ediyor. Kendi deneysel doğrularının kestirilemezliği yüzünden "anlaşılmaz" olmayı erdem gibi gören bazı yaşayan müzisyenleri anımsatan Frank, bir film karakteri olarak potansiyelinin altında seyretme riskini maskesi sayesinde aşıyor. Yani maske faktörü olmasa belki film bu kadar enteresan bulunmayabilirdi gibi basit bir yorum her zaman masanın üzerinde. Filmde sıkça dile getirilen akıl hastalığı durumunun müzikal yansımalarına "delilik ile dahilik arasındaki ilişki" penceresinden bakmak belli bir pratik sağlıyor. Frank de maskesi ve şaşırtıcı özellikleriyle bu pratiği kolaylaştırıyor. Ancak deha bunun neresinde kıvamında olanlar için geriye sadece maskenin gizemi kalıyor. Neyse ki film, sıkıcı hayatında kendi arzuladığı bir dalda dönüm noktasına ulaşmak isteyen Jon temsilciliğinde Frank gibi bir karakterin ve en önemlisi onun maske takma motivasyonunun altını boş bırakmıyor.

Jon'un sözünü ettiği kognitif terapinin birçok kolundan izler taşıyan Frank, korkularının üzerine gitmeye cesareti olmayanların bu cesareti bir olguda (müzik), bir konumda (müzik grubu liderliği) veya bir nesnede (bir enstrüman ya da bir maske) yenmeye çalışmaları (ve hatta yenmeyi başarmaları) üzerine başarılı hamleleri olan bir film. Sadece bazen bunu ana akım yöntemlerle yapamıyor oluşu yüzünden anlaşılmaz damgası yiyebilir. Oysa çok güzel finaliyle hiç de anlaşılmaz bir tarafı yok. Tam tersi, hem Frank, hem de Jon için asıl ve belki de en başta yapılması gerekenleri dile getirdiği için filmin geri kalanını da elinden geldiği kadar anlamlandıran bu güzel bitiş, yaşanan ilginç, komik, dramatik ve travmatik sahneyi bir veya birkaç amaç etrafında toplayabiliyor. Doğrudan ve dolaylı psikolojik alt metinler bir hantallaşma yaratmıyor. Şekerin çayda eridiği gibi filmin doğası içinde eriyip gidiyorlar. Belki farklı damaklara göre o erimenin yol açtığı fazla tatlılık ya da tatsızlıktan söz edilebilir. Domhnall Gleeson, Maggie Gyllenhaal ve maskenin altındaki bir karakteri benimsetmeyi başaran Michael Fassbender performansları filmi daha da yukarılara taşıyor. Lenny Abrahamson ise özellikle What Richard Did'den sonra Frank ile kendini bağımsız sinemanın takip edilesi yönetmenleri arasına sokuyor.

24 Eylül 2014 Çarşamba

The Last Hangman (2005)

 
Yönetmen: Adrian Shergold
Oyuncular: Timothy Spall, Juliet Stevenson, Eddie Marsan, Ann Bell, Christopher Fulford
Senaryo: Bob Mills, Jeff Pope
Müzik: Martin Phipps
 
 İngiltere'de 1933'te başlayan cellatlık kariyerini kapsayan 22 yıl boyunca tam 608 kişiyi idam eden Albert Pierrepoint'in bu dönemini anlatan The Last Hangman, TV yönetmeni Adrian Shergold'un çektiği, yine TV filmlerinden hallice bir dram. Bu tüyler ürperten mesleği tam bir disiplin içerisinde soğukkanlılıkla yerine getiren Pierrepoint, aşk cinayetleri işleyenlerden, Yahudi katliamında fiilen görev almış nazilere kadar yüzlerce insanın hayatına son vermiş bir memur. Hiçbir şekilde idam mahkumlarını kafasında sorgulamıyor/sorgulatmıyor. Ne bu mahkumlar, ne de mesleği hakkında hiçkimse ile konuşmuyor/konuşturmuyor. Ancak öldürdüğü insanların, ölüp kabahatlerinin bedellerini ödemiş olduklarından dolayı artık masum olduklarını savunarak onlara saygı duyuyor. Bu yüzden, ne kadar suçlu olursa olsunlar o ölü bedenleri kimseye ezdirmiyor. Yeri geldiğinde eğleniyor, şarkı söylüyor, içiyor, gülüyor. Kısaca her haliyle normal bir insan.
 
Ülkenin bir numaralı infazcısı olduktan sonra ünlenmeye başlayınca, uzunca bir süre sadece "iş" olarak gördüğü cellatlık üzerine daha derinlemesine düşünme fırsatı buluyor. Bazı sivil toplumların idam cezasının kaldırılması yönündeki protestolarının hedefi haline gelmesinin ve gerçekleştirmek zorunda kalacağı çok trajik bir idamın ardından iyice ipleri koparıyor. İlk ve belki de en yetkili ağızdan idamın tarifini de yapıyor. Artık gerisi bizim o tarifi olumlu veya olumsuz açıdan yorumlamamıza kalıyor. Tarih dağarcığımızda yer almayan ilginç bir kişiliği daha bizlere tanıtan bir film olması itibariyle önemli sayılabilecek The Last Hangman, elindeki malzemeyi gayet güzel sunan bir film. Özellikle Pierrepoint'i canlandıran İngiliz oyuncu Timothy Spall'ın göz dolduran profesyonel yorumu için bile görülmeye değer.

14 Eylül 2014 Pazar

L'enfant d'en haut (2012)


Yönetmen: Ursula Meier
Oyuncular: Kacey Mottet Klein, Léa Seydoux, Martin Compston, Gillian Anderson, Yann Trégouët, Jean-François Stévenin
Senaryo: Antoine Jaccoud, Ursula Meier, Gilles Taurand
Müzik: John Parish

Ursula Meier filmi L'enfant d'en haut, İsviçre'deki turistik bir kayak merkezinin altındaki konutlarda ablası Louise ile yaşayan 12 yaşındaki Simon'un hikayesini anlatıyor. Hergün teleferikle zenginlerin kayak yaptığı tesislere çıkıp turistlere ait türlü ekipmanları çalan, bunları da satarak evini geçindiren Simon, erkek arkadaşıyla gönül eğlendirmekten başka bir iş yapmayan ablasına da bakmaktadır. Abla da Simon'un yaptıklarını bilmesine rağmen, bu durum işine geldiği için sesini çıkarmaz. Simon ve Louise'in tatlı sert ilişkilerini, Simon'un riskli hırsızlık faaliyetleriyle ve çaldıklarını satma girişimleriyle kurgulayan Meier, tarzıyla Dardenne Kardeşler'den yoğun izler taşıyor. Zengin turistlerin yaşadığı "yukarısı" ile zor hayat şartlarında para kazanmaya çalışan "aşağısı" arasındaki sınıf farkını kendince ortadan kaldırmak adına önüne geleni çalan, konuştuğu kişilere türlü yalanlar söyleyen, aşağı indiğinde yine kendi kurduğu satış ağı ile elindeki pahalı malzemeleri ucuza elden çıkaran Simon'un bu rutinini filmin ilk 18 dakikasında anlıyoruz. Tabii aşağıda ablasıyla birlikte ebeveynsiz sürdürdükleri, çalıntı malların sağladığı sefil ve özgür yaşamlarına da uyum sağlamakta hiç gecikmiyoruz.

Bu noktadan sonra filmi onlarca farklı versiyonla şekillendirmek mümkün iken Ursula Meier, Simon'u iş üstünde yakaladıktan sonra ona acıyan ve sırrına ortak olan İngiliz mevsimlik işçi Mike, Simon'a sevecen davranan iki çocuklu zengin turist Kristen, Louise'in erkek arkadaşı Bruno gibi karakterleri akışa dahil ederek küçük karakterini yerinde saydırıyor. Ne zaman ki çok önemli bir sürprizle karşılaşıyoruz, o andan sonraki şekillenmenin filmin yönünü değiştireceğini düşünüyoruz. Ama bakış açımız tazelendikten sonra bile hikayenin ana hatları fazla değişmiyor. Bunu bir olumsuzluk olarak algılamıyoruz. Çünkü bu iki insanın hayata tutunma çabaları, hırsızlık olgusunun karartısında daha ön planda yer alıyor. Hikayenin nereye, nasıl ilerleyeceğinin merakı, bütünleşmiş olduğumuz karakterlerin ödemek durumunda olduğunu bildiğimiz bedellerin yol açması muhtemel hasarlarıyla bütünleşiyor. Simon'un önlenemez sorunlu hallerinin yarattığı sıkıntılar hep ikisinin arasında çözülmek durumunda kalıyor. Yine Dardenne filmlerinin sonlarına benzeyen bir final, Simon ve Louise'i her yönden inandırıcı kılan Kacey Mottet Klein ve Léa Seydoux sayesinde bağlandığımız filmi sözde bitiriyor. Fakat seyir tecrübelerimizden biliyoruz ki böyle filmler bittikleri yerde kalmıyorlar.

9 Eylül 2014 Salı

The Rover (2014)


Yönetmen: David Michôd
Oyuncular: Guy Pearce, Robert Pattinson, Scoot McNairy, David Field, Susan Prior, Tawanda Manyimo
Senaryo: David Michôd, Joel Edgerton
Müzik: Antony Partos

"Çöküş" olarak tanımlanan felaketten 10 yıl sonra düzenin ve yasaların kalmadığı, herkesin kendi kanunlarını koymaya başladığı Avustralya'da geçen The Rover, birşeyler içmek için mola veren Eric (Guy Pearce) isimli bir adamın arabasının, biri yaralı üç soyguncu tarafından kaçırılmasıyla başlıyor. Soyguncuların peşine düşen Eric onlara yetişir ama adamlar tarafından etkisiz hale getirilir. Arabasını geri almak için takibe başlayan adam, yaralı olduğu için soyguncular tarafından terk edilen yarım akıllı Rey (Robert Pattinson) ile karşılaşır. Rey, soygunculardan Henry'nin kardeşidir ve onların nereye gittiklerini bilmektedir. Rey'i de yanına alan öfkeli Eric, saplantı haline getirdiği arabasını geri almak için tekinsiz bir yolculuğa çıkar.

2010'da yazıp yönettiği Animal Kingdom ile başta ülkesi Avustralya olmak üzere pekçok festivalden ödül ve adaylıklar kazanan David Michôd'un yönettiği The Rover'ın senaryosu ise Animal Kingdom'da da rol alan aktör Joel Edgerton'ın hikayesinden uyarlanarak yine Michôd tarafından yazılmış. Detayları seyirciye anlatılmayan bir çöküş sonrasında geçen film, uçsuz bucaksız Avustralya coğrafyasında geçen bir takibi temel almasıyla post-apokaliptik western kontrastında şekillenen bir suç dramı. Kulağa John Hillcoat filmi The Road gibi gelmesi de doğal. (O filmde de kısa bir rolle Guy Pearce'ı izlemiştik.) Büyük bir felaket sonrası hayatta kalanların mücadelelerini bir amaç uğruna yol filmine dönüştüren bu ortak şablon, The Rover ile özellikle western formatına yakın duruşuyla kendini ifade ediyor. Joel Edgerton'ın hikayesi, gücünü büyük ölçüde sahip olduğu bu "çöküş" sonrası gizemden alıyor. Filme serpiştirilen bazı ipuçlarından genele ulaşma işi seyirciye bırakılsa da, o genel ile ilgili kendine saklanmış bir planı olduğunu da hissettiriyor.


Radyolardan duyulan Çince anonslar, bir sahnede Rey'in konakladıkları yerde bir kadınla Çince konuşması, ağır silahlı askerlerce korunan trenler, bu kaosta ekonomiyi ayakta tutan, bu yüzden kaosun hedefi haline gelen madenler, askerlerin bu kanunsuz ortamda ele geçirdikleri suçluları başka Avustralya şehirlerine göndermesi ve her an herkesin çekip birbirini vurabileceği vahşi batı ambiyansı, filmin öncesine dair kişisel çıkarımlar sağlayabilecek unsurlar. Fakat filmin gizemli yönünü sonuna dek tetikte tutan daha özel bir kozu var ki, o da arabasının peşindeki Eric... Patlamaya hazır sessiz öfkesiyle zaten başlı başına esrarengiz bir adamken ve istediği anda başka bir arabayı alıp sahiplenecek bir ortamdayken neden önüne geçilemez bir hırsla Rover marka arabasını geri almak istediğinin bilinmezliği, filmin bu saplantılı yönünü hiç düşürmüyor. Saf, hüzünlü ve sevimli Rey'in dahil olmasıyla tuhaf bir kombinasyon oluşturan ikili, bu acımasız post-apokaliptik çiğliğin fonunda inişli çıkışlı maceralar içeren bir yol hikayesinin anti kahramanları haline geliyorlar.

Eric'in öfkesinin gölgesinde başlayan birbirinden farklı bu iki adamın zoraki yolculuğu, senaryonun kritik müdahaleleriyle onları birbirlerinin hayatını kurtaracak seviyeye getiriyor. Ama buradan yapışkan bir "zıt kutuplar yolculuk ilerledikçe dost olurlar" fikri çıkarılmasın. Eric ve Rey arasında bu kimya oluşturulurken belli bir mesafe hep korunuyor. Suskun ve sinirli Eric ile, kardeşi ve dostları tarafından terk edilmesine anlam veremeyişini zihinsel eksiklikleri yüzünden minimalleştirmiş Rey'in kötü adamların peşindeyken yaşadığı maceralar, "post-apokaliptik" ifadesinin çağrıştırdığı bilim kurgu referanslarından çok, western geleneklerine yakın duruyor. Bu yüzden benzerlerine pekçok western yapımından aşina olduğumuz intikam amaçlı zoraki yolculuk öykülerinin yarattığı ilişkileri andırıyor. Biliyoruz ki bu ilişkiler amacına kilitlenmişliğin soğukkanlılığı sayesinde birbiriyle yüzgöz olmayan, ama ikili arasında kurduğu kimyayı da içselleşmiş biçimde pratiğe dökebilen niteliktedir. The Rover, işte bu niteliği bir rütbe gibi üzerinde taşıyabilen, biri trajik, diğeri sürpriz iki etkileyici finaliyle süresine ihanet etmediğini, yıllar geçip demlendikçe değerinin artacağını hissettiren bir film.


Bugüne dek giydiği her rolü kabul ettirmiş usta oyuncu Guy Pearce yine çok güçlü bir karakter sunuyor. Acısı yüzünden, hatta o yüzü tamamlayan çizgilerden, kıllardan, terden, kirden okunan Eric rolüyle çöküş döneminin ve sonrasının tüm trajikliğini sırtlanıyor adeta. Kendisinden böyle güçlü bir sırtlanma kimseyi şaşırtmaz. Ama beni asıl şaşırtan Robert Pattinson oldu. The Rover, medyadan ve fragmanlardan tanıdığım Pattinson'ın izlediğim ilk filmi ve açıkçası bazı önyargılardan ötürü kendisinden bu denli bir performans beklemiyordum. Genç oyuncu Rey rolüyle son yıllardaki en iyi yardımcı erkek performanslarından birini çıkarıyor bana göre. Hatta her ne kadar Oscar tahminlerinde pek adı geçmese de En İyi Yardımcı Erkek kategorisine en uygun rol tiplerinden biri diyebilirim. Rey'in yaralı halde terk edilmişliğini, Eric tarafından hırpalanışını, buna rağmen Eric'e sığınışını, cesaretini, öfkesini, yorgunluğunu ve intikam enerjisini şaşırtıcı biçimde bu adamın saflığı içinde eritebilen Pattinson, filmin bol miktardaki artılarından birini oluşturuyor. David Michôd ise bir önceki filmi Animal Kingdom'ı aşan filmiyle damaklarda John Hillcoat'un alternatif westernlerinin tadını bırakıyor.

3 Eylül 2014 Çarşamba

Locke (2013)


Yönetmen: Steven Knight
Oyuncular: Tom Hardy
Senaryo: Steven Knight
Müzik: Dickon Hinchliffe

Yönetmenliğinden çok senaristliğiyle öne çıkan İngiliz Steven Knight'ın yazıp yönettiği ikinci filmi (ilki 2013 tarihli Jason Statham'lı Redemption) olan Locke, tümüyle orijinal bir fikir üzerine inşa edilmiş enteresan bir dram. Tamamı Tom Hardy'nin canlandırdığı inşaat kontrol müdürü Ivan Locke'ın arabasında geçen film, yaklaşık 85 dakikalık süresi boyunca üç farklı koldan bu adamın hayatının dönüm noktasını oluşturan yolculuğunu didikliyor. Locke'ın tek gecelik bir ilişki sonrası kazara hamile bıraktığı Bethan'ın doğumunda bulunmak için Londra'ya yaptığı yaklaşık 1,5 saatlik yolculuk sırasında hem hastanede doğum yapmak üzere olan Bethan ile, hem bu ilişkiyi itiraf etmek için aradığı karısı Katrina ile, hem de saatler sonra gerçekleşecek Avrupa'nın en büyük beton döküm işini devrederek emrivaki yaptığı yardımcısı Donal ile dönüşümlü olarak araç telefonundan gerçekleştirdiği konuşmalarını izliyoruz. Sırf bu doğuma yetişebilmek için işini ve ailesini çok kritik bir zamanda riske atan Locke, bulunduğu bu konum itibariyle seyirci kafasında da ikilemler yaratan bir karakter.

Normalde bu duruma düşen birinin, hayatında çok önemli yer tutan prestijli mesleğini ve iki çocuklu ailesini kaybetmeyi göze almayıp böyle bir yolculuğu gerçekleştirmesi beklenmeyebilir. Fakat zamanında alkolün de etkisiyle yapılmış bir hatanın sonucunda vicdanına söz geçiremeyen Locke'ın doğacak bebeğinin yanında olmak istemesinin kabul edilebilir ulvi bir motivasyonu onun geçmişinde mevcut. Dünya o kadar kirlendi ki, gerçek olamayacak kadar onurlu bu davranışının karşılığı olarak hem herkese karşı dürüst olmak, hem de zora giren iş ve aile durumlarının bu badireden etkilenmemesini ummak fazla iyimserlik içeriyor. Bu noktada Steven Knight, sonuna kadar diri tuttuğu bu iyimserliğin karşılığını bulup bulmayacağı sorusuna yanıt ararken dramatik tansiyonu hiç düşürmemeye çalışıyor. Gece araç kullanırken Bethan, Katrina, Donal üçgeninde birbiriyle bağlantılı farklı sorunları çözmeye çalışan Locke'ı merkez alarak tek mekanda üst düzey bir kurgu başarısı sağlıyor. Her üç kanaldan adım adım dramatik birer kısa hikaye yaratarak Locke'ın bu hiç görmediğimiz kişilerle hiç görmediğimiz yaşadıklarını hareket halindeki bir arabanın içinde boyutlandırmayı beceriyor.


Konumu itibariyle Rodrigo Cortés filmi Buried ile karşılaştırmayanın şiddetle kınandığı Locke, bu fikir benzerliğini daha yüzeyde ve kontrollü olarak hayata geçiriyor. Buried'in dipte ve kontrolsüz oluşu ise ona daha farklı bir çekicilik sağlıyordu. Oysa gömülü bir tabutun içinde gözlerini açan Paul Conroy'un kurtulma çabalarıyla, arabasının içinde aynı anda birkaç kritik noktadan sıkışmış durumdaki Ivan Locke arasında oluşturulmaya çalışılan ruhani bağın en belirgin ortak noktası, tek mekanda tek karakterle bütün bir filmi sürükleyici biçimde dramatize etmek. Conroy'un çaresizliğiyle Locke'ın tercihleri arasındaki fark, fikir olarak ortak bir özgünlükten yola çıkan bu iki filmi yazım yönünden ayırıyor. Her ikisi de tarzları gereği meydan okuma işini kendi yöntemleriyle başarıyorlar ve bundan sonra gelecek olan tek mekan, tek karakter temalı uzun metrajlarda istenirse konu sıkıntısı çekilmeyeceğine dair umut saçıyorlar.

Tom Hardy'nin performansı genel olarak başarılıyken, onun için inşaat kontrol müdürü mesleğinin seçilmesi ve bu mesleğin gerektirdiği teknik diyalogların ritmi zayıflatması yüzünden oyuncunun yüzüne yansıyan mekaniklik bir parça sırıtıyor. Tabii bunu araba kullanırken gözünü yoldan ayırmamak zorunda olan bir adamda görüyoruz. Lakin oğlunun telefonda etkisinde kaldığı gölü anlatırken Locke'un yaşadığı sessiz duygusal boşalma, onun ne kadar dolduğunu teyit etmemizi kolaylaştıran samimi bir oyunculuk başarısı olarak görülüyor. Telefondaki sesleriyle Olivia Colman, Ruth Wilson, Andrew Scott gibi oyuncular da hiç görmediğimiz karakterlerini sadece sesleriyle gerçek ve samimi kılmayı biliyorlar. Tek mekanlı filmlerin risk altında oldukları bir husus da sinematografik dengelerdir. Steven Knight ve Kıbrıslı görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos, direksiyon başında araç telefonuyla konuşan bir adamın statikliğini, camdan yansıyan yol ve far ışıklarıyla, farklı açılardan biçimlendirmiş, hatta zaman zaman kısa saykodelik anlarla estetize etmişler. Finalini de eline yüzüne bulaştırmadan yapan film, doğru olanı yapma üzerine belki fazla idealist bir tasarım gibi görünse de, kendi doğrularımızla test edebildiğimiz sürece bu adamı samimi bulup bulmamanın mümkün olabileceği bir çelişkiler yumağı yaratması ve sırtını sadece o özgün tek mekan - tek insan fikrine dayamamış olması yüzünden izlenmeli.