1983 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1983 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Haziran 2010 Cumartesi

Yentl (1983)

Yönetmen: Barbra Streisand
Oyuncular: Barbra Streisand, Mandy Patinkin, Amy Irving, Nehemiah Persoff, Steven Hill, Allan Corduner
Senaryo: Jack Rosenthal, Barbra Streisand
Müzik: Michel Legrand

9-10 yaşlarında anne-baba ile misafirliğe gittiğimizde oraya gelmiş olan diğer çocuklarla birlikte oradan oraya koşturup ortalığı tarumar edince çaresiz tüm çocukları televizyonlu bir odaya tıkıştırıp “hadi burada oynayın” derlerdi büyükler. Televizyonun çekim gücü muazzamdı ve en hiperaktifini bile muma çevirebiliyordu. O kan ter içinde tıkışmalardan birinde TRT1’de oynayan, hemen hemen yarısında izlemeye başladığımız bir filmdi Yentl. O anı hatırlamamın sebebi Barbara Streisand’dır. Yanlış anlaşılmasın. İyi filmlerde kayda değer performanslara imza atmış olmasına karşın, hayranı olduğum bir oyuncu değildir. Hatta kimi zaman gerek kendisini, gerek sesini itici bulduğum bile olmuştur. Benim Yentl’ı asıl hatırlama sebebim, ekranda gördüğüm erkeğin, film ilerledikçe aslında bir kadın olduğunu fark etmemdi. Sarsıcı bir deneyimdi. İlk kez uzun saçlı bir erkek gördüğüm andaki şaşkınlığımın neredeyse iki katıydı. Bizi o odaya tıkan ebeveynlerimiz, kabaca bir genç kızın erkek kılığına girmesini, o haliyle başka bir erkeğe aşık olmasını, buna rağmen başka bir kadınla evlenmesini işleyen bir filmi izlememizi ne derece tercih ederlerdi? Kanal değiştirme gibi bir şansımız olmadığından, televizyonun önüne sübhaneke boncuğu gibi dizilip ağzımız bir karış açık izlemiştik. Hoş, TV’de ne olursa olsun öyle izlerdik ya!

Yıllar sonra birgün yine denk gelmişti. Barbara Streisand’ın filmde bağıra çağıra söylediği şarkıların bu kez kulağımı epey bir tırmaladığını fark ettim. Daha olgun bir bakış açısıyla filmi incelediğimizde o zamanlar Streisand’ın gerçekte kadın olduğuna nasıl kanmışız diye düşündüm. Belki o meşhur burnudur bizi yanıltan. Yentl, belli amaçlar uğruna farklı cinsin kimliğine bürünmeyi konu almış filmlerin olmazsa olmaz yöntemlerini kullanan, araya kimi zaman fenalıklar getiren şarkılar serpiştiren, ikna kabiliyeti tartışılır, güçlü sayılabilecek hikayesini hakkıyla işleyemediğini düşündüğüm bir film. Tabi benim için öyle. Sevenleri olduğunu gözlerimle gördüm. Bunu anlamak güç değil. Zira Yentl, sırf cinsiyeti yüzünden seksist zihniyetin kurbanı olmayı reddedip, zincirlerini kırmaya niyetlenen, onun hem yahudi hem de bir kadın olma itilmişliğine erkek bedeniyle baş kaldırmasına saygı duyan bir kesimin başucu filmlerinden biridir. Ama gerçekten yaşanmış öyle bir hayat hikayesi var ki, Yentl solda sıfır kalır. Tıp dünyasında Dr. James Barry olarak bilinen gizemli bir kadının akılalmaz hikayesi.


Dr. James Barry, İngiltere’de tıp okuyan ilk kadındı. Ama adından da anlaşılacağı gibi bunu bir kadın olarak yapmadı. 71 yaşında ölene dek kadın olduğunu gizlemeyi başardı. Gerçek adı Miranda olan Barry bazı kayıtlara göre 1700’lü yılların sonunda Londra’da doğmuştu. Varlıklı bir soydan geliyordu. O yıllarda kızların tıp okuması yasaktı. Hakkında bilinen gerçeklerden biri, 1800’lerin başında tıp öğrencisi olarak Edinburgh Üniversitesi’ne girmiş olmasıydı. Sınıf arkadaşları, onun kısa boyu ve hiç sakal çıkmayan yüzüyle alay ederler, ama hiçbiri onun bir kız olabileceğini akıllarından geçirmezlerdi. James 20 yaşında mezun olduğunda, bunu başaran en genç öğrenci olmuştu. Londra Hastanesi’nde çalıştı, cerrahi okudu, orduya bile girdi ve orada sıhhiye asistanı oldu. Ordunun fizik testlerinden nasıl geçtiği ise hala bir muamma. İngiltere ve onun kolonilerinde hatırı sayılır başarılarıyla ünlenmeye başladı. Hindistan, Güney Afrika, Malta ve Jamaika’ya gitti. Katı kuralları ve her zaman hastalarını önde tutan tavrı yüzünden çalıştığı yerlerde büyük takdir kazandığı gibi, başbelası olarak da görüldü ve düşmanlar edindi.

Etrafında büyük hayranlık uyandıran başarılara imza atsa da, Dr. Barry tuhaf bir kişilikti. Mesela hep kapalı kapılar ardında giyinirdi. Erkek subaylarla kaldığı odada soyunup giyinmeden önce onların odadan çıkmalarını rica ederdi. 60’lı yaşlarında general oldu ve Kanada’ya taşındı. Orada da askerlerin yaşam şartlarını iyileştirme yönünde çalışmalarda bulundu. Daha sonra şiddetli grip yüzünden yatağa düştü. Emekli olmak için İngiltere’ye döndü ve orada ölene dek yalnız yaşadı. Ölümünden sonra bir ordu doktoru Dr. Barry’nin aslında bir kadın olduğunu fark etti. Ölümüne kadar sakladığı bu sır artık açığa çıkınca ordu da şok oldu. Fakat ordu, onun kadın olduğu yönünde bir açıklamada bulunmadığı gibi, Barry’yi erkek gibi bir törenle defnetti. Böylece hayatının tüm sırları da onunla birlikte gömülmüş oldu.

Bu inanılmaz hayat hikayesi daha önce filme alındı mı bilemiyorum. Yentl gibi filmlere esin kaynağı olabileceğini düşündüğüm bu hayat tarzını kabullenip, onunla yaşamaya karar veren kadınların ruh halini anlayabilmek için toplumların ve kültürlerin kadınlara karşı takındıkları katı tutuma ve elverişsiz şartlara da bakmak önemli. Erkekleri veya kadınları karşı tarafa geçmeye ve hayatlarının rolünü oynamaya iten şartlara bakmak. Babasından Tevrat eğitimi alan Yentl, babası ölünce eğitimine devam etmek isteyip, kızlara yasak bir okula girmek isteyince ve tek çarenin erkek kılığına girmek olduğunu anlayınca Dr. Barry’nin, hatta Mulan’ın amacına benzer bir dürtü ile hareket ediyor. Bu tip cinsiyet değişimlerini çok kullanan Shakespeare’in Hamlet’i, Virginia Woolf’un Orlando’su gibi edebi eserler bu dürtünün ilk ürünlerinden sayılabilir. Onun dışında Marlene Dietrich’in Morocco’su, Greta Garbo’nun Queen Christina’sı, Julie Andrews’ün Victor Victoria’sı da perdeye yansımış iyi örneklerden sayılmakta. Boys Don’t Cry’da Hillary Swank’in ve 1975 yılında çekilen Köçek’te bu kez bizden Müjde Ar’ın getirdiği sert yorumlarla, bu karmaşık ama her şeye rağmen insani tutumun izlerini sürmek mümkün.


Bir kadın (Hadass), bir erkek (Avigdor) ve Yentl arasında yaşanan karışık bir aşk üçgeninin ele alınış biçimi, sıra dışı bir evliliğin getirdiği manevralar ve gerçeğin ortaya çıktığı son bölüm, Yentl’ı yeterince cazip kılıyor. Barbara Streisand-Mandy Patinkin-Amy Irving üçlüsünün performansları da (Streisand’ın erkek taklidi (!) yaptığı çoğu sahne dışında) ne uzalır, ne kısalır nitelikte. Zaten Streisand, Funny Girl ile kendini kanıtlamış bir oyuncu olabilir. Ben onu hep Funny Girl ile hatırlar, Funny Girl ile severim. Diğer türlü hatırladığım Streisand ise aygın baygın aşk şarkılarının Sezen Cumhur kıvamında dinlenilesi şarkıcısıdır. Klişe olmasına karşın hüzünlü bir mutlu son, tam da Yentl gibi bir filmin ihtiyacını karşılamış. Kaldı ki, bakış açımıza göre mutlu veya mutsuz son ile filme alışmış bulunan bedenlerimizin vedası da her zaman hüzünlüdür. Yentl, alışılması kolay bir film ve onun vedası da bahsettiğimiz hüzün zerreciklerini üzerinize serpebilir. Hani derler ya, “mendillerinizi hazırlayın” diye, işte mendil bu filmden sonra ya akan gözyaşlarınızı silmek için, ya da üzerinize sıçramış o hüzün zerreciklerini silmeniz için işe yarayacaktır.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Blue Thunder (1983)


Yönetmen: John Badham
Oyuncular: Roy Scheider, Warren Oates, Candy Clark, Daniel Stern, Malcolm McDowell, Pat McNamara, Jason Bernard, David Sheiner
Senaryo: Dan O'Bannon, Don Jakoby
Müzik: Arthur B. Rubinstein

Aksiyon filmleri türlü türlüdür. Bazı aksiyonlar, aksiyondan ziyade losyon gibi uçup giderler. Bazıları rahat, huzur yüzü göstermezler adama. Aksiyonlar her yola gelir. Korkusu vardır, komedisi vardır, dramı vardır, bilim kurgusu vardır. Aksiyon filmi nedir diye bir tanım, uzadıkça uzar. Her şey hareket halinde. İnsanlar işe gidiyor, işten dönüyor, bulaşık yıkıyor, vergi iade zarfı dolduruyor, salıncakta birbirlerini itiyor, seks yapıyorlar. Bu davranışların beyaz perdeye yansıması, bir yerde bütün filmleri birer aksiyon filmi yapmaz mı? Ama endüstri hepsini itinayla ayrı ayrı kategorilendirmiş. Bu işin o kadar da basit olmadığını kanıtlayan üstatlardan biri de John Badham'dı bir zamanlar.

Badham’ın benim izlediğim filmleri arasında beğenmediğim yok. Bunlar Drop Zone, Bird On A Wire, Nick Of Time gibi aksiyon cevherleri. İzlemediğim diğer filmlerini de oluruna bırakmış durumdayım. Zaten sonradan kendini iyiden iyiye TV’ye vermiş. Ama onun bir filmi var ki, aksiyonu farklı bir boyutta ele almış, 70’lerde ekol, şimdilerde unutulmaz olmuş, Grease’den önce John Travolta’yı keşfetmiş efsanevi Saturday Night Fever, ya da Cumartesi Gecesi Ateşi. Bu filmin yarattığı infial, o zamanların eli yüzü düzgün delikanlılarına biçilen “oo Alain Delon gibisin” payesinin yanına, “oo Travolta gibisin”i eklemekle kalmamış, yeni dans figürlerinin önünü açmış bir ehemmiyete sahipti.


Kısaca Badham, çok büyük başyapıtlara imza atmasa da, dönemin saygı duyulan, yokluğu hissedilen bir yönetmeniydi. 83’te çektiği Blue Thunder, başkalarına göre nedir bilmem ama birçok yönden benim için bir aksiyon coşkusudur. Teknoloji harikası Blue Thunder isimli helikopter, polis teşkilatının suç önleme projesi kapsamında kullanılacaktır. Bunu denemek için kızımızın (dişi olduğu söyleniyor ve bu dişilik helikoptere ayrı bir cazibe katıyor) atandığı birimde görev yapan memur Frank Murphy, Blue Thunder’ı kullanma şerefine nail olmuştur. Her ne kadar ekibin sorumlularından, bir zamanlar Vietnam’da beraber görev aldığı ve düşmanlık beslediği Albay Cochrane bundan hoşlanmasa da... Frank, yine zamanın aksiyon filmlerinde sıkça işlenen Vietnam sendromu sahibi, kolundaki enteresan saatiyle kendine dayanıklılık testleri uygulayan eski tüfek bir hava devriyesidir. Cochrane ise, Vietnam’da Murphy’nin kullandığı helikopterde işlediği savaş suçuna onu da karıştırmış, uçuş ustası bir asker. İkiliyi yıllar sonra buluşturan proje, Murphy’nin bir gece Cochrane’i takip edip Şehir Suçları Komisyon Başkanı Diana McNeely cinayeti ile ilgili gerçekleri ve teşkilat tarafından kendisine kurulan komployu fark etmesi üzerine kontrolden çıkar. Helikopterdeki kayıtlı kasetleri basına ulaştırması için sevgilisine teslim eden Murphy, üstün nitelikli kızıyla havadan mücadelesini sürdürecektir. Yerde, televizyonlara ulaşması gereken kasetleri durdurmaya çalışanlar, havada ise Murphy’yi ve Blue Thunder’ı yoketmek için seferber olan polis helikopterleri, iki adet F-16 ve en önemlisi Cochrane.


Önce Blue Thunder kızımızın özelliklerine şöyle bir göz atalım:

Diğer helikopterler gibi normal uçmuyor. Tüm yüzey 2,5 cm. kalınlığındaki Nordoc Nato zırhıyla korunuyor. Önünde 6 namlulu, dakikada 4000’er kez ateş edebilen 20 mm. elektrik topu donanımı var. Buna rağmen hedeflerini dikkatle seçiyor. (Blue Thunder’ın gösteri uçuşunda kırmızı maketlerin temsil ettiği teröristlere ve beyaz maketlere yani sivillere yaptığı operasyondan sonra “her 10 teröristte 1 sivil öldü, kabul edilebilir bir oran” yorumuna Murphy’nin cevabı olağanüstü: “Sivillerden biri siz değilseniz”). 30 milyon mum gücüne sahip gece ışığı, kızılötesi filtre ile kontrol ediliyor. TV kamerası 100’den 1’e zum mercekli. Veri bankası, hedef sistemi, sessiz uçsun diye fısıltı moduna sahip. Uzaktan dinleme özelliği var. Hassasiyeti, uzmanın söylediğine göre 600 metreden bir farenin osuruğunu bile duyabilecek kapasitede. Namluyu pilotun baktığı yöne doğru çeviren ateş kontrol kaksı. Kaydedilen verilerin toplandığı veri bankasındaki kasetler, kasada olduğu sürece komuta merkezinden silinebiliyor. Tabi her makaranın ayrı şifresi var ve şifre pilotlarca belirleniyor. Kısaca, yan bakılmayacak fıstık gibi bir dişi.

Roy Scheider, sert, sevimli, güven veren, iş bitirici yüz ifadesiyle ve oyunuyla takdir ettiğim oyunculardan biriydi. Di’li geçmiş zaman çünkü artık o ifade kendisinde pek kalmadı. Sonradan B sınıf filmlerin emekliliği gelmiş ajan veya emekliliği gelmiş kötü adamı oluverdi. Ama başta Jaws olmak üzere Marathon Man, The Russia House, Naked Lunch gibi çok sevdiğim filmlerde oynaması benim gözümde onu unutulmazlar arasına yerleştiriyor. Filmde ayrıca, gelmiş geçmiş en baba kötü adamlardan Malcolm McDowell’ı tabiki Cochrane olarak izlemek, Blue Thunder’ın artı hanesine yaldızlı şekilde işlenmeli. A Clockwork Orange-Otomatik Portakal’ın Alex’i desek bile yeter. Ama yetmiyor, onca filme imza atmış aktörün soğukkanlı İngilizliğiyle hayat verdiği kötüler onu kült bir figür yapmaya yetiyor. McDowell, Blue Thunder’da yine tip olarak boğazı, oyunculuk olarak eli sıkılası karakterlerine Cochrane’i de eklemiş. Home Alone serisinin talihsiz hırsızı Marv olarak izlediğimiz Daniel Stern’in tıfıl zamanları ve bu film gösterime girdiği sırada hayatını kaybeden Warren Oates (ki film ona adanmış) diğer tanınmış oyuncular.


Görüldüğü üzere helva malzemesi gayet sağlam. Senaryonun hazırcevaplığı, dengeliliği, esprili hali de cabası. Esas bahsedilmesi gereken havadaki sahneler ise muazzam. Los Angeles semalarında, gökdelenler arasında yaşanan takip sahneleri bilgisayarların yarattığı halüsinasyonlardan değil, tamamen gerçek. Murphy ve Mavi Şimşek’in, polis helikopterleri ve F-16’larla kapışması, hele finalde Murphy ve Cochrane’in düellosuna benzer görkemli hava sahneleri içeren bir aksiyon daha görmedim şimdiye kadar. Bir süre önce Stealth filmini izledim. Bana hormonlu market domateslerini hatırlattı nedense. Oysa Blue Thunder halis bahçe domatesi…