Bu kapta çalışırken bir gün Solomon, kuş yumurtası büyüklüğünde, değeri milyonlarca pound edecek pembe bir elmas parçası bulur ve onu gömer. Çok geçmeden kamp hükümet askerleri tarafından basılır. Solomon, Archer’ın bulunduğu hapisaneye atılır. Baskından hemen önce Solomon’un elması bulduğunu fark eden D.B.C. lideri Poison (David Harewood)’ın hapiste Solomon’un bulduğu elmastan bahsetmesi Archer’ın dikkatini çeker. Böylece yolları kesişen Archer ve Solomon kendi çıkarları uğruna işbirliği yaparlar. Archer, Solomon’un elmasını, Solomon ise Archer’ın nüfuzu sayesinde kaybettiği ailesini ve Poison'un çocuk asker olarak yetiştirmek üzere yanına aldığı oğlu Dia'yı bulmak istemektedir. Ama Archer’ın kolu, Solomon’un ailesini bulabilmek için yeterince uzun değildir. O yetki, Archer’ın gizli bağlantılarının peşinde olan güçlü ve idealist gazeteci Maddy Bowen (Jennifer Connelly)’da olunca, birbirine muhtaç olan üç insan için gerilimli bir süreç başlar.
Ancak filmin kendisi gibi mainstream senaryosundaki “Tanrı’nın unuttuğu kıta”, “Afrika’nın kanını emen dünya çıkar çevreleri” “bir gün barış gelecek” türü klişe mesajlarının yanında, satır aralarında bu mainstream anlayışına ve unsurlarına gönderme yapması da gözden kaçmamalı. Archer’ın Maddy nazarında çizdiği “Afganistan, Bosna gibi kaynayan kazanlarda bulunmuş, yanına dizüstü bilgisayarını, sıtma haplarını alarak dünyayı değiştireceğini sanan gazeteciler” profili, Maddy’nin de gazeteci olarak gözleri sinekli sıska bebekler ve ölü annelerden başka hiçbir yere varamadığını itiraf etmesi bunlara birer örnek. Elmas zenginliğine rağmen Sierra Leone’nin hiç ihracat yapmıyor görünmesi, ama komşusu Liberya’nın 2 milyar dolarlık ihracat yapmış olmasının altındaki gerçekleri cesurca ve ayrıntılarla gözler önüne sermesi Blood Diamond’u önemli kılan maddelerden biri.
Filmin başında G8 ülkelerinin Antwerp-Belçika’daki konferansında söylenenlerle, filmin amacı baştan belirleniyor: “Afrika tarihi boyunca ne zaman değerli bir şey bulunsa bunun bedelini çok büyük acılarla yerel halk ödemiştir. Fildişi, soygun, petrol, altın, şimdi de elmas.. Üstelik bu taşlar silah alımında ve iç savaşın finanse edilmesinde kullanılıyor.” Yine filmin başındaki bir “mainstream”e fazla gelebilecek tüyler ürperten katliam görüntüleri ile bir başka Afrika dramına tanık olacağımızın sinyallerini alıyoruz. Elmas unsurunu merkez almasına rağmen, Afrika odaklı benzer senaryoların da çoğu zaman bulaşmadan edemedikleri pek çok yan açılıma da ev sahipliği yapan film, barış gücüne, hükümete, isyancılara, boyalı basına, çocuk istismarına, Afrika’nın sırtından geçinen sülüklere açıkça tavır alıyor.
Öte yandan yine Maddy’nin itiraf ettiği gibi, televizyonlarda sadece birkaç dakikalık haber geçilen bu coğrafyanın hayati meselelerine karşı insanlar sadece şöyle bir bakar veya bu görüntüler bazılarını ağlatır. Kendilerine uzak bu coğrafya için ellerinden bir şey gelmez. Bu gerçeği geçici bir hüzünle karşılayan insanoğlunu, aldıkları pahalı elmas mücevherlerle dolaylı da olsa suça ortak etme cüretini taşıyan, vicdanlara saldırmaktan çekinmeyen film, en azından gidebileceği son noktayı görmek istiyor. Hatta D.B.C. katillerinin uyuşturucu, alkol, sigara, silah eşliğinde süren eğlenceleri esnasında arka plandaki televizyondan görünen, elmaslarla bezeli abartılı takılarla şov yapan rapçilerin klibini 2-3 saniyelik de olsa gösteren ve derin düşüncelere iten bir cüret bu.
Edward Zwick, pahalı prodüksyonları ve kendi estetik kaygılarını gişeye uygularken, sağlam bir dramatik altyapıyı da beraberinde sürükleme eğiliminde olan bir yönetmendir. O yapıyı Blood Diamond’da da görmek mümkün. Özellikle Archer ve Solomon’u her ne kadar klişe görünen karakterler olsalar da altı dolu biçimde işliyor, ekibiyle beraber Afrika dekorlu bir film çekmenin de avantajlarıyla çok güzel resimler çekiyor, hüzünlü bir ambiyansın yanında gerilimli ve sürükleyici bir aksiyonla hikayeyi destekleyor. Zwick, Blood Diamond’da klişe olmak, duygu sömürüsü yapmak veya tam tersi yeterince cesur olmamakla suçlanabilir. Bunların hepsini yaptığı bazı işleri de olmuştur. Ama bir önceki filmi The Last Samurai ve 1989 yapımı Glory gibi görkemli yapımların hamurundaki ırksal dengeler, onur mücadeleleri ve adaletsizlik vurgularını işleyiş biçimini tipik gişe seyircisine de kabul ettirebilmiş bir yönetmen olarak görülmesi gereken yanlara da sahiptir. Görünen kahramanın arkasındaki sınıf olarak ezilmiş kahramana olan duygusal bağı, kimi zaman onu çağdaşlarından ayıran bir nitelik haline de gelebilmiştir.