30 Ekim 2009 Cuma

Gomorra (2008)

 
Yönetmen: Matteo Garrone
Oyuncular: Toni Servillo, Gianfelice Imparato, Maria Nazionale, Salvatore Cantalupo, Gigio Morra, Salvatore Abruzzese, Marco Macor, Ciro Petrone, Carmine Paternoster
Senaryo: Maurizio Braucci, Ugo Chiti, Gianni Di Gregorio, Matteo Garrone, Massimo Gaudioso, Roberto Saviano

Bazı Afrika kabileleri dışında galiba mafya filmi çekmeyen millet kalmadı. Ama mafyanın harman olduğu yer olan İtalya’nın çekeceği bir mafya filmi hiçbirine benzemez, benzememeli diye düşünüldü. Futbolun beşiği de İngiltere. En iyi futbolun orada oynandığı söylenir. İyi de, Latin Amerika’yı nereye koyacağız? Bence Gomorra en başta bunu göstermiş bir film. Yani en iyi mafya filminin İtalya’dan çıkmayabileceğini! Şimdi buradan Gomorra’nın kötü bir film olduğu mu çıkıyor? Gomorra’ya kötü diyenleri sanırım bi temiz döverler. Zaten ben de kötü demiyorum. Haddim değil. Ama bana göre Gomorra ne yılın en iyi filmlerinden biri, ne de konu özetinde geçen ifadelerdeki gibi “vahşi ve epik” bir film. Gerçeklere dayalı bir yapım olarak pek çok gerçekçi mafya kriteri ve onları perdeye aktarmış gerçekçi sahnesi mevcut. Camorra örgütü hesabına çalışan çeşitli karakterlerin kesitler halindeki öykülerinden yola çıkarak örgütün işleyişini ve kirli çamaşırlarını ortaya döküşü, aslında birbirinden hayli kopuk biçimde kurgulanmış.

Tabi onları yan yana getirme veya hikayelerini bir şekilde kesiştirme gibi bir zorunluluktan söz etmiyorum. Filmin o çok övülen belgesel tarzına da lafım yok. Çoğunlukla etkileyici bir belgesel dili sağlandığı aşikar. Yalnız Gomorra bir yandan şık bir belgesel havası yakalarken, diğer yandan kanımca filme aşırı derecede zarar veren iki özenti mafya zibidisine ayırdığı yoğun mesai ve anlaşılmaz iş / ihanet / intikam bağlantılarının yavanlığı ile neyin savaşını veriyor? Elbette bunun cevapları çeşitli eleştiri kaynaklarında mevcut. Fakat çoğu zorlama ve hiç de tatmin edici değil bana göre. En alttan en üste, en savaşçıdan en diplomatiğe kadar Camorra'nın ve tabii rakiplerinin birbirleriyle girmiş oldukları mücadelede bence en ufak bir heyecan, sürükleyicilik ya da suç anatomisi çabası yok. Buna da “filmde her şey gerçek hayattaki gibi, kafana sıkıyorlar, ölüyorsun” şeklinde yorum buyurmuşlar. Böyle bir film ya bana bilmediğim bir şey sunacak, ya bildiğim ezberi bozacak, ya da ezberimin üzerine yeni ezberler ekleyerek zihnimde iyice kök salacak.


Gomorra, yaratmış olduğu “kapıdan burnunu bile uzatırsan kurşunu yiyebilirsin” kabilinden tüy dikici atmosferi yer yer aktarabilmiş bir film. Tabi Scorsese anlayışından çok daha farklı dokümanter tadıyla dikkat çekiyor. Her mafya filminin Godfather, Goodfellas, Scarface olması gerekmiyor. Sinema sanatı sokaktaki vatandaşa mafyayı nasıl anlatıyorsa öyle özümsemek durumunda kalıyoruz çoğunlukla. Gomorra’nın yarattığı tekin olmayan, içine kapalı, dışına (bence!) tamamen yabancı bir filmi, yer yarılsa bile klasikleşmiş Amerikan ya da İtalyan asıllı Amerikan mafya yapımlarının yarattığı tekin olmayan, içine kapalı, dışıyla (yine bence!) tamamen barışık filmlere tercih etmem. Don Vito Corleone, Michael Corleone, Tony Montana, Al Capone, Tommy DeVito, Noodles gibi mafya efsanelerinin yaratacağı kurmaca sinema filmlerinin konforu ve onlardan üretilen kafa karıştırıcı kahramanlık ironileri değil bahsettiğim. Belgesel modunda da olsa, beş karakter üzerinden ilerleyen toplumsal kanser analizi de yapsa, herhangi bir mafya filmi kendini bu kadar zora koşmamalı diye düşünüyorum. Bunu söyleyerek çarpılma riskini de göze alıyorum ama Gomorra benim için genel olarak “sıkıcı” bir filmdi. Bu konuda hissettiğim tek gerçek duygu hayalkırıklığı. Bunun sebepleri de malum: Bol ödüllü, övgülü, epik, vahşi bir filmi daha görmeden başyapıt statüsüne koyarak izlemek bunlardan en belirgini. O elektrik beni de çarpsın diye çok uğraştım. Filmin dayatmalarına kayıtsız şartsız boyun eğmiş bir izleyen olarak tek gördüğüm, beni sürekli dışlayan karmaşık ilişkiler zincirinin nereden nüksedeceği belli olmayan infazlarını sorgulamadan kabul etme zorunluluğuydu.


Filmi yeterince dikkatli izlediğimi sanıyorum. “Ne öldürene sevindim, ne ölene üzüldüm” mantığının aldatıcılığına inanırım. Bir film, siz farkında bile olmadan sizi sarabilir. Oysa Gomorra’da terzi Pasquale’ın giriş-gelişme-sonuç düzlemiyle ele alınan dramatik hikâyesi dışında (ki diğer hikâyelerin de kendine göre böyle bir düzlemi var) tat aldığım hiçbir bölüm yok. Onun hikâyesi de ikide bir diğer hikâyelerin sıkıcı reklâm kuşakları gibi araya girmeleriyle tansiyonunu kaybetme tehlikesi yaşıyor. Fakat bu tehlikeye rağmen üzerimde etkili bir iz bırakmış ki, hikâyenin kendisi ve onun puzzle içinde kurgulanış şekli, bir emekçi ve onun emeğinin kendisinden çıktıktan sonra aldığı yolda mafyanın oynadığı rolü ciddi ciddi düşündüren bir yapıda. Bu karmaşık kurguda o bölümler seçilip uç uca eklense harika bir kısa film çıkacak belki de. Bu haliyle benim için filmi ayakta tutan yegâne unsur, Pasquale’ın bu yoz sistem içinde aldığı konumu tehlikeye atacak sıçrayışının kontrolsüzlüğü sonrası, düşüşün nasıl gerçekleşeceğine olan merakımdı. Ve o düşüş, hiç umulmadık biçimde bir emek hayalkırıklığının yaralarını taşıyordu. O hikâyenin finali, filmin belgesel karakteri içinde, abartılı yönde dramatize olmadan, mütevazi biçimde o hayalkırıklığını ve kederi başarıyla yansıtabiliyordu.

Yönetmen Matteo Garrone’nin filmin yolculuğu boyunca çektiği eziyetleri okuduk ve azmine hayran kaldık. Belli yönlerden derinlere inebildiği ve bazı çıkar çevrelerini rahatsız etmeyi başarabildiği doğrudur. Fakat bir bütün olarak düşündüğümde (uyarlandığı kitaba ne derece bağlı veya değil bilmeden) Gomorra’nın bu tehdit ve yıldırmalardan etkilenip biraz törpülendiğini de düşünmedim değil. Aksi halde dakikalar boyu neden eften püften sahneler üst üste binmiş olsun ve sanki zamanı uzatmaya (137 dakika süresi ile “epik” olmaya daha da yaklaşacağından) oynandığı hissi yaratsın ki! Bana göre Gomorra tipik üç ihtimalli bir maç: Seven de olur, nefret eden de, arada kalan da!

27 Ekim 2009 Salı

Watchmen (2009)


Yönetmen: Zack Snyder
Oyuncular: Patrick Wilson, Malin Akerman, Billy Crudup, Jackie Earle Haley, Jeffrey Dean Morgan, Matthew Goode, Carla Gugino, Stephen McHattie
Senaryo: David Hayter, Alex Tse
Müzik: Tyler Bates

Beyaz perdeye uyarlanan çizgi roman uyarlamalarında ilk tartışılan konu, filmin orijinal çizgi romana ne kadar sadık kaldığı oluyor. Gerçi Superman, Spiderman, X-Men veya Fantastic Four’da böyle hararetli tartışmalar oldu mu pek hatırlamıyorum. Sinema filmi yapılmış çizgi roman sadakatini yerine göre anlamakla birlikte, genelde çok sıkıcı ve yersiz buluyorum. Orası farklı bir alan ve görselliğin çizgi roman sayfalarından daha boyutlu hale gelmesi kadar, gerektiğinde senaryo yönünden de birtakım değişikliklere gidilmesi (bazı hayati değişimler dışında) gayet normal. Mesela Watchmen filmini izledikten sonra çizgi roman finalini öğrendiğimde ağzım açık kaldı. Bu kadar uyduruk bir finali Snyder’ın doğrudan filme uyarladığını düşündüm de, görsel açıdan ne kadar ihtişamlı da olsa muhtemelen o finale dek çok beğendiğim filmin 2,5 saatini resmen kayıp sayardım.

Bu tip müdahaleler orijinale ihanetten çok, sigorta şalteri işlevi görüyor bence. Çünkü çizgi roman mantığında tıkır tıkır işleyen kimi kurgu oyunları ve sürprizler, uzun metrajda her zaman aynı etkiyi uyandırmıyor. Elbette bazı kronolojik tutarsızlıklar (ki onların özrü de “alternatif” bir zaman / mekân tasarımı olsa gerek), 6 kahramanı bugüne kadar hiç Watchmen okumamış izleyicilere tanıtmak için gösterilen kimi hızlandırılmış çabalar ve yine bu altıya bölünmenin getirdiği bazı özdeşleşme sıkıntılarına rağmen Watchmen, bana göre şimdiye dek yapılmış en olgun, fantastik yapısı ile ironik biçimde ayakları en fazla yere basan süper kahraman yapımlarından biri.

Hayatımda gördüğüm en iyi jeneriklerden biriyle açılan Watchmen, bu girişle Nixon, Vietnam, Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş paranoyası gibi Amerikan tarihinin o dönemine ait temel gerçeklerinden beslenen politik tavrını, geçmişten filmin şimdiki zamanına uzanan süreç içinde yaşanan tarihi kırılma noktalarını, aynı zamanda kahramanlar grubunun yükselişini, grup içi eleman değişimlerini ve kırılma noktalarını mükemmel bir özet şeklinde derleyip sunarak zamandan hatırı sayılır bir tasarruf yapıyor aslında. Peki 2,5 saati aşan süresi boyunca ne anlatıyor o zaman? Tabiî dünyayı kurtarmaları gerekeceğinden full aksiyon bir kaos ortamı ummak, her X-Men severin hakkıdır.

X-Men’in de kendine has motivasyonları var. Fakat burada hikâyenin daha farklı, daha gerçekçi (bu sayede biraz daha mesaj kaygılı), bunun yanında daha kişisel amaçları olduğunu anlıyoruz. Zaten bu saydıklarım hemen her süper kahraman hikâyesinde olması arzu edilen şeyler. Yine de işin içinde ticari kaygılar girince verilen tavizlerden sonra geriye sadece popcorn seyircinin motivasyonlarını memnun etme endişesi kalıyor. İşte Watchmen’in farklı, gerçekçi ve kişisel özellikleri diğer kahramanlara nazaran daha kolay su yüzüne çıkabiliyor. Çünkü Watchmen, emekli olup artık kendi yollarına gitmiş, gözden düşmüş gözcülerin oyuna tekrar dönüp dünyayı kurtarmaları üzerine klişe bir omurga üzerine otursa da, bunu anlatmak için seçtiği hem hikâye, hem dönem, hem de sinema filmi yöntemleri açısından çağdaşlarından büyük ölçüde ayrı durmakta.


Süper kahramanın aslında bir anti-kahraman olduğuna dair kandırmacaları Superman, Spiderman, Hulk vs. uyarlamalarında hep yaşadık. Başlarına ne felaket gelirse gelsin doğruluktan şaşmayan, kötülerin karşısında zaman zaman şansı yaver gitmez gibi görünse de oyundan hiçbir zaman kopmayan, böylelikle hayranlarının yüreğini sürekli ferah tutan, kısaca anti olamayacak kadar doğrucu ve sıkıcı profillere sıkı bir ayar çekmek, herhalde sinemacı olarak ilk Christopher Nolan’ın aklına geldi. The Dark Knight ile önceki 100 tane Batman filmini radikal bir suç ve adalet anatomisi ile temize çekmesi, hatta sırf çekmeye cüret etmesi bile süper kahramanlar üzerindeki görünmez dokunulmazlığın istenirse kaldırılabileceğini gösterdi. Halbuki bu gerçekliği hepsinden evvel yıllar önce Watchmen çizgi romanı göstermişti. Nixon’un komutasında Vietnam’da savaşan, ülkesindeki savaş karşıtlarını döven, hamile sevgilisini gözünü kırpmadan öldüren, arkadaşına tecavüze yeltenen, yasaları değil kendi bireysel adaletini önde tutan, ama bunun yanında sevişen, ağlayan, tuzağa düşen maskeli kahramanları perdede görmek her zaman rastlanan şeyler değil.

Watchmen’in “anti” duruşunda dünyayı kurtarmanın bile akıllara zarar sonuçları var. Laboratuar kazası, sorunlu çocukluk, bir refleks olarak iyilik yapmak gibi basmakalıp formüllerin Watchmen’de de karşılığı bulunmakta. Ama düz bir formülle, emekliye ayrılmış veya farklı alanlarda boy göstermeyi seçmiş gözcülerin Kaybedenler Kulübü çatısı altında tekrar bir araya gelerek ortalığı kasıp kavurmaları işlenmiyor bu defa. Öncelikle kendi aralarında ve kendi içleriyle halletmeleri gereken hesapları var. Birbirlerinden kopmuş bu ekibi tekrar bir araya getiren ve güdüleyenin gizemli bir cinayet olması, filmi göründüğünün aksine daha mütevazi bir zemine oturtuyor aslında. Üstelik zaman zaman dağılıp unuttursa da “katil kim” sorusunu filmin geneline tekno-noir atmosferle bir polisiye öykü olarak eklemesi, cevabı filmin sonuna dek taşıyabilmesi, cevabın altında yatanlarla o mütevaziliği devasa bir amaçla takas etme ustalığı da Watchmen’i farklı kılan unsurlardan biri. O unsurlardan o kadar çok var ki!

Dr. Manhattan’ın bir ex-insan olarak hayatın anlamını arayışındaki umursamaz naifliği, Ozymandias’ın Bruce Wayne-Tony Stark uzantısı gizemli hırsı, Silk Spectre’nin geçmişine ait sırlar ile geleceğinin belirsizliği arasındaki sıkışmışlığı, Comedian’ın hiç de komik olmayan arızalı duruşu, Dan Dreiberg / Nite Owl ikilemesinin Clark Kent / Superman örneği karşısındaki hüzünlü sahiciliği ve en derinlerine inilenlerden biri olarak Rorschach’in dostluğa ve kolektif huzura önem veren fakat tehlikeli boyutlara varabilen bireysel ahlâki hırçınlığı, bu filmden evvel Watchmen mefhumuna yabancı olanlara bile kimlik haritası çıkarabilecek ölçüde ele alınmakta.


Bu analizlerin ne kadarının yerini bulduğu belli sınırlar dahilinde tartışılabilir. Fakat bana göre tartışılmayacak olan, pek çok eleştiride yer aldığı üzere Watchmen’in çağdaşlarına göre daha “insanî” altyapılara sahip olması. Bu da o çağdaşların bir çoğunun hâlâ çizgi roman sayfalarından çıkamadığını kanıtlar nitelikte. Üstelik bu insanî ağırlığı tek bir kahramanı işleyen filmlerde elde etmek daha kolayken Watchmen zoru başarıyor bir yerde. Çeşitli amaçlar dahilinde oluşturulmuş süper kahraman gruplarından, amacının sadece eğlendirmek olduğunu düşündüğüm Fantastic Four veya çabalar görünse de insanî olamayacak kadar “mutant” X-Men (ve muhtemelen 2010’da gösterime girecek The Avengers) oluşumlarına nazaran, en başta tavır olarak tüm bütçesine rağmen “bağımsız” ya da “alternatif” kalabilmiş bir kahraman grubunun filmi Watchmen

Watchmen'i filme alma dokunulmazlığını kaldırmaya cüret eden de Zack Snyder oldu. Tabiî bu cüretin bedelleri oluyor her zaman. Kabak nedense hep Snyder’ın başına patlıyor. 300’den sonra Watchmen ile de övgü kadar sövgü toplamasını bildi. Onun için Superman, Hulk, X-Men çekmek çok daha kolay olsa gerek. Oysa o, yeni The Dark Knight filmini yönetmeye talip olacak kadar sınırları zorlama peşinde bir yönetmen. Yenilikçi görsel ustalıkları yanında, birçoğu kurmaca Amerika tarihi fikri altında hırpalanarak günümüz semalarına sadece mesaj olarak düşmesine rağmen, o çok sözünü ettiğimiz çağdaşlarında olmayan veya eğreti duran siyasi argümanlara sahip bir film çekmiş. Böyle bir projede aksiyondan kısıp, bu argümanları yer yer film noir polisiye üsluplarıyla insanî temellerde dile getirmeye çalışan bir yapım olmayı tercih etmesi yeterince riskliydi. İşte kimileri buna risk der, kimileri de “visionary” veya “yenilikçi”…

24 Ekim 2009 Cumartesi

Radio Days (1987)


Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Mia Farrow, Dianne Wiest, Seth Green, Josh Mostel, Michael Tucker, Julie Kavner, David, Warrilow, Renée Lippin, Fletcher Farrow Previn, Oliver Block, Maurice Toueg, Larry David, Roger Hammer
Senaryo: Woody Allen
Müzik: Dick Hyman

TRT televizyonu için dört başı mamur bir nostalji ansiklopedisi bile yazılabilir. Ama radyoların masumiyeti, sıcaklığı, samimiyeti çok ayrı. “Bizim zamanımızda..” şeklinde başlayan sıkıcı cümlelerden bolca duyabileceğimiz radyo nostaljisi, nostalji kategorilerimin göz bebeklerindendir. Daha ortada özel radyolar yokken, günün popüler parçalarını radyolarda duymak pek mümkün olmuyordu. İlk ve ortaokul yıllarımda ders çalışırken, kahvaltı ederken, oyun oynarken radyosuz tek bir günüm geçmezdi. Annem komşuya bir şey almaya yolladığında bile, komşunun açık kapısının önünde, az evvel başından kalktığım programın devamına kulak kesildiğimi hatırlarım. Benim için en önemli, en anlamlı ve şimdi düşündüğümde de en hüzünlüsü yağmurlu havalarda dinlediğim anlardı. O masum anlar, insanı tam hedeften vuranlardır. O yıllara ait, başkasına sıradan gelebilecek, ama benim için özel olan anıların içinde radyo hep fondaydı. Radyo, o olayların bilinçaltı zeminini çok iyi hazırlıyordu. Çünkü insanı hayal etmeye, kurguya zorluyordu.

Çocuk programları mesela. Okula gitmeden önce ve okuldan dönünce açtığımız radyoda sanki bizi bekliyor gibiydiler. Öyle ki, sabahçı-öğlenci olduğumuzda bile her iki gruba da aynı programı, en uygun saatlerde yayınlarlardı. Böylece her iki grup da birbirinden ayrılmamış, gönülleri alınmış olurdu. Sabahçılığı daha çok severdim. Öğlenci olduğum zamanlar imrendiğim sabahçı öğrenciler ile aynı programı dinlediğimizi düşününce sıkıntım hafiflerdi. Reklam kuşakları hep kahvaltıya denk gelirdi. O reklamları dinlemek, TV reklamı izlemek gibi değildi. “Reksan Reklam sunar!..” Kuşağın tam ortasında, bir firmanın hazırladığı yaklaşık 30 saniyelik bir müzik arası olurdu. O reklamları sunan karizmatik sesli ağabeylerimizi ablalarımızı hep prens ve prensesler gibi hayal etmişimdir. Hele o hafta içi her gün sabah saatleri yayınlanan Arkası Yarın’lar..
 
Radyo sanatçılarını benim gözümde birer mitoloji kahramanına dönüştüren, gözümle göremediğimi kafamda görmemi sağlayan bu minik programın devamını dinlemek için bir türlü yarın olmazdı. Programı kaçıran kadınlar, balkonda diğer kadınlardan ne olduğunu öğrenirlerdi. Bir sesin karakteri olduğunu o yaşlarda anlamıştım. O sese bıyık takmak, kıyafet giydirmek, uzun boy, güzel bir vücut veya asabi bir surat eklemek benim elimdeydi. Efektör Korkmaz Çakar’ın ayak, dalga, rüzgar, kapı, yağmur ve korna seslerinden oluşan efektleri insana boyut değiştirten türdendi. Hatta gerilim türündeki bazı piyeslerin etkisinden uzun süre kurtulamadığımı hatırlarım. O piyeslerden tanıdığım Mehmet Atay, Meral Niron, Nusret Çetinel, Ergun Uçucu, Beyhan Saran, Pervin Önalp, Şebnem Talay gibi isimlere ara sıra TV'de rastladığımda da büyük keyif alıyorum. TV'nin yüzü suyu hürmetine değil, o sesleri dinlemek için.

Saat başı duyulan "dıııt" sesi, bağlama veya cura ile çalınan o minicik şirin nağme, “taç çizgisiyle orta saha çizgisinin kesiştiği yerin 1,5 metre gerisine sol ayakla verilen pas”, “Vee Atilla Maydaa!..” Üniversite yıllarımda tesadüfen Bir Roman, Bir Hikaye adlı TRT’nin eski geleneği olan programa rastlamıştım. Oytun Şanal, Sefiller’i okuyordu. Kim bilir kaç bölüm sürmüştür o program. Benim için önemli olan Sefiller’i düzenli olarak takip etmek değil, uzanarak, huzur içinde o sesi dumanaltı ve sınavaltı olmuş loş odamda duyabilmekti.



Tiyatrodan gelen radyo sanatçıları, bedenleri kadar sesleriyle de mükemmel birer oyuncuydular. Onları bazı TV dizilerinin ve filmlerin karakterleriyle özdeşleştirmiştik:

Patrick Duffy (Bobby Ewing-Dallas) - Alev Sezer
Al Pacino - Rüştü Asyalı, Sezai Aydın
Anthony Quinn - Sadrettin Kılıç, Agah Hün
Bill Cosby - Sezai Aydın
Jodie Foster - Funda Oskay
Julia Roberts - Funda Oskay, Burcu Başaran
Marilyn Monroe - Mübeccel Vardar, Oya Presçiler
Bruce Willis - Alev Sezer
Dustin Hoffman - Sezai Aydın
Jean Paul Belmondo - Mümtaz Sevinç
Kevin Costner - Sungun Babacan, Tamer Karadağlı
Meryl Streep - Işık Yenersu
Michelle Pfeiffer - Özlem Akınözü
Kirk Douglas - İstemi Betil, Nüvit Candaner
Mel Gibson - Alev Sezer, Bora Sivri
Robert de Niro - Sezai Aydın
Robin Williams - Sezai Aydın
Sylvester Stallone - Sezai Aydın
Tom Cruise - Sungun Babacan, Arda Aydın, Umut Tabak
Tom Hanks - Sungun Babacan
Larry Hagman (JR-Dallas) - Oytun Şanal
Veronica Castro (Marianna) - Tijen Par
Alf - Müşfik Kenter
Red Kit - Köksal Engür
 
Bunların dışında ayata veda etmiş, tiyatro kökenli bazı sanatçılarımızı da analım:

Abdurrahman Palay, Sadettin Erbil, Kamran Usluer, Haluk Kurdoğlu, Birsen Kaplangı, Agah Hün, Dilaver Uyanık, Ferdi Tayfur, Soner Ağın, Yıldırım Önal, Pekcan Koşar, Savaş Başar, Osman Görgen, Kerem Yılmazer, Mümtaz Sevinç, Ayton Sert, Dilaver Uyanık, Kerim Afşar, Nisa Serezli, Fatoş Balkır ve Mübeccel Vardar


Daha adını sayamadığımız yaşayan yaşamayan bu insanların isimleri kimine göre yabancı gelse de, onların sesini duyduğumuz vakit mutlaka tanıdık bir şeyler bulabiliriz. Çünkü onlar bir sesin yapabileceklerinin fazlasını yapmış, “duyma” kavramına sesin yanında his de katmışlardır. Ailem, akrabalarım, eşim dostumdan sonra bu belki yüzlerini bile görmediğim insanları kendime çok yakın hissettim. Demek ki benzer nostaljiyi Woody Allen da yaşamış ki Radio Days gibi, kendine özgü benzersiz mizah anlayışıyla, nostaljisini ve fantezilerini harmanladığı gırgır şamata bir dram yaratmış. Allen’ın hikayelerini küçük piyesler halinde sunduğu filmden zevk almak için radyo kültürüne ve nostaljisine sahip olmak çok faydalı olacaktır. Eğer öyleyse deja-vu’lar yaşamaya hazır olmak gerekir. Woody Allen denen gudubet dahiden bahsetmek ayrı bir inceleme konusu. Onun için filmin güzel anlarına geçelim.

Radyodaki “Bu melodiyi bulun” programına katılan iki hırsızın başına gelenler, Irene ve Roger’ın magazin haberleri, ufaklığın radyodaki Maskeli Kahraman’ın yüzüğüne sahip olmak için, hahamın görevlendirmesiyle Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletine sokakta arkadaşlarıyla beraber para toplaması, sonra da onu yüzük ve dondurma için kullanmaları, Marslıların dünyayı istilasının canlı yayını, radyonun sesini kısmalarını söylemek için yan komşuya gönderilen Abe Amca’nın geri döndüğünde komünist olması, beyzbol oyuncusu Kirby Kyle’ın başına gelenler, kuzen Ruthie’nin Carmen Miranda şarkısı eşliğindeki dansı, radyo tiyatrosunun tam ortasında gelen Pearl Harbour saldırısı (Sally’nin "Pearl Harbour kim" diye sorması), radyo vantrilogu, bir kuyuya düşen 8 yaşındaki Polly Phelps’in radyodan canlı yayınlanan trajik kurtarma operasyonu, 1944 yılbaşı ve daha sürüyle radyo ayrıntısı ve sürekli çalan dönemin nefis şarkıları.



Okyanuslar hakkında bile kavga edebilen bir anne baba, balık delisi ve esprilerini çok tuttuğum Abe Amca, bir türlü evlenemeyen kısmetsiz Bea Teyze ve onun ilginç erkek arkadaşları, bunun yanında Mia Farrow’un canlandırdığı Sally’nin filme paralel giden radyo kariyerinde yaşadığı komik olayların hepsi bizi Woody Allen’in mizah bombardımanına tutuyor. Kendi sesinden dinlediğimiz bu deli dolu öyküleri üşenmeyip topladığını söylüyor. Hayal mi yoksa gerçek mi bilinmez ama o kadar güzel bir koleksiyon ki, her izleyişte yeni bir şeyler keşfetmeyi mümkün kılan sıcacık bir nostalji yağmuru. O ruh, eskisi kadar olmasa da, hala radyo düğmelerinin arkasında bir yerlerde saklanıyor.

Houdini (1953)


Yönetmen: George Marshall
Oyuncular: Tony Curtis, Janet Leigh, Torin Thatcher, Angela Clarke, Stefan Schnabel, Ian Wolfe
Senaryo: Harold Kellock, Philip Yordan
Müzik: Roy Webb

Sırrını öğrendiğim ilk illüzyon numarasını dün gibi hatırlıyorum: Şişirilmiş bir balonun bir yanından sokulan şiş, öbür yanından çıkartılıyor, ama balon patlamıyor, havası bile inmiyordu. Aslında o kadar basit bir hilesi vardı ki (bilenler bilir, bilmeyenlere de bu sırrı söyleyecek değiliz tabi) sahnedeki zarif insan bunu pür dikkat ve asilzade edasıyla yapınca sadece gördüğümüzle yetinmek zorunda kalıyoruz. Bundan şikayetçi olmak yersiz. Ama sırrı öğrendiğimde hayalkırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Öğrendiğimizde ben de deneyeyim diyor, başarısız oluyor, o gösteriye bir yerlerde tekrar rastladığımızda hiç de eskisi gibi bakmıyor, bakamıyoruz. Artık öğrenilerek bekaretini yitirmiş bir sır, buruk bir şekilde kendini tanımayanlara sunulacağı günü beklemeye başlıyor.

David Copperfield dev bir hızarla kendini ortadan ikiye ayırıyor, özgürlük heykelini yok ediyor, adaşı David Blaine inanılmaz iskambil numaraları yapıyor, kendini fiziksel dayanıklılık deneylerine tabi tutuyor, fizik, kimya, biyoloji, psikoloji ne varsa kullanıp izleyenleri ihya ediyorlar. Kendi limitlerini zorlayarak bir meydan okuma davranışı geliştirmiş bu insanlara örnek teşkil etmiş, hemen hemen hepsine ilham vermiş olan efsane bir usta, kült bir figür var: Harry Houdini ya da sahne adıyla The Great Houdini. Bu uğurda hayatını veren Houdini’nin bir filme konu olması kaçınılmazdı. Yönetmen George Marshall tarafından 1953’te çekilen ve Tony Curtis ile, filmden sonra evlendiği Janet Leigh’in başrolleri paylaştığı Houdini, ne kadar da bazı gerçekleri değiştirip beyaz perde formatına uyarlasa da The Great Houdini’ye gönderilmiş eli yüzü düzgün bir selamdır. Filmde anlatılan bazı olaylar gerçeği yansıtmıyor. Houdini, Tony Curtis kadar yakışıklı değildi ve hayatı filmdeki gibi son bulmadı. Sinemanın gerçeği ve ilüzyonu harmanlayarak sunduğu tavıra bağlamak gerek belki.. Yine de tarihin en ilginç şahsiyetlerinden biri için şov dünyasından bir bakış gereksinimi duyuluyor. Peki Houdini ile ilgili gerçekler neler?


Asıl adı Erik Weisz olan Macar asıllı Amerikalı Harry Houdini, 1874’de Budapeşte’de doğdu. Henüz bebekken ailesi ile birlikte Amerika’ya göçtüler. Ufak yaşta trapezciliğe başladı. Şov dünyasına böyle adım attıktan sonra sahne gösterilerine başladı. Zincir, ip, kelepçe gibi bağlarla kapalı bir sandığın içinden kurtulma numaraları onu dünya çapında meşhur etti. En ilginç gösterilerinden birinde zincirlerle bağlanmış şekilde sandığın içine konuyor, sandık kilitleniyor, halatlarla bağlanıyor, sonra ağırlıklar eklenerek bir tekneden suya bırakılıyordu. Houdini, suyun altındaki bu sandıktan çıkıp hiçbir şey olmamış gibi tekneye dönüyordu. Bir diğer gösterisinde ise yerden 25-30 metre yüksekliğe baş aşağı şekilde asılı durumda bırakılıyor, üzerine giydirilmiş olan deli gömleğinden kurtulmayı başarıyordu.

Birkaç sessiz filmde de oynayan Houdini, medyumlardan nefret ediyor, onların birer sahtekar olduklarını şiddetle savunuyordu. Hatta bu konuda iki de kitap yazdı. Ama ne hikmetse 1894’de evlendiği ve sonradan Bess Houdini adını alarak sahnede ona asistanlık yapacak olan karısı Wilhelmina Rahner ile bir anlaşma yaptılar. Buna göre çiftlerden ilk kim ölürse diğeri ile iletişim kurmak için bir ruh çağırma deneyi yapacaklardı. 1926’da Houdini, filmde anlatılanın aksine apandisit yüzünden ilk ölen olunca, karısı onun ölümünden bir süre sonra ruhunu çağırdığını, ama Houdini’nin gelmediğini açıkladı. Sihirbazlık tarihinin “Kurtulma Efendisi” sayılan Houdini’nin pekçok numarası sonradan tekrar edilmeye çalışılsa da başarısızlıkla sonuçlandı. Kate Bush’un “Houdini” adlı şarkısında dediği gibi: Sonsuzluk bile Houdini’ye sahip olamayacaktı.

50’li yıllar sinemasının gereklerini ne eksik, ne fazla yerine getiren oyunculuklarıyla Tony Curtis ve Janet Leigh, gerçek yaşamdaki duygusal bağlarının ve evlilik sinyallerini birbirlerine (biraz da bize) veriyorlar.Her ikisinin çok daha iyi performanslarını görmüştük sanki. Yine de bunca yıl sonra bir şekilde kendinden söz ettirmiş, zamanına kendince iz bırakmış ve aktörlük rütbesi olarak Houdini dendiği vakit uzun süre akıllara Tony Curtis’i getirmiş. (Superman-Christopher Reeves misali). Harold Kellock’un aynı adlı biyografisinden (ki biyografi denmesi ne derece doğrudur) uyarlanan film, Houdini mitini bileğinin hakkıyla anlatmak konusunda sıkıntılı. Bu tip biyografimsi uyarlamalar, şayet gerçekleri çarpıtan cinsten ise insana kandırılmış hissi veriyor. Houdini filmi de tıpkı balon numarasına benziyor: İçinden kocaman bir gerçek geçtiği halde patlamayan bir balon.

19 Ekim 2009 Pazartesi

The Taking Of Pelham 1 2 3 (2009)



Yönetmen: Tony Scott
Oyuncular: Denzel Washington, John Travolta, John Turturro, James Gandolfini, Luis Guzmán, Victor Gojcaj, Ramon Rodriguez
Senaryo: John Godey, Brian Helgeland
Müzik: Harry Gregson-Williams

1974 yapımı orijinal filmin iskeletiyle yola çıkıp kendi kurallarıyla hareket etmek isteyen, beklenildiği üzere Amerika’nın terör korkusunu yüzeysel biçimde alelacele buruşturup cebine koyarak işi aksiyona bağlamaya çalışan çok kötü bir cover The Taking Of Pelham 1 2 3 (2009)… Üstelik kötü olmayı yönetmen Tony Scott, senarist Brian Helgeland (L.A. Confidential, Man On Fire, Conspiracy Theory) ve Denzel Washington - John Travolta ikilisine rağmen başaran bir film bence. Önce aktörlerden başlarsak, bu müthiş ikili birbirlerini görmedikleri hattın iki ucunda beklendiği gibi bir gerilim yaratamadıkları gibi (sanki yapamayacaklarmış gibi!), yüzyüze geldikleri anlarda da aynı monotonluğu sürdürüyorlar. Orijinal filmdeki Walter Matthau - Robert Shaw soğukkanlılığı ve karizmasından eser yok. Biri oturduğu yerden üzerine içecek döken bir şaşkınlıkta, diğeri de çenesi düşmüş vaziyette bağıra çağıra mesaj pompalayan yavanlıkta.

Parantez içinde örnekleri verilmiş yapımlarda müthiş işler çıkaran Helgeland zaten filmin en büyük sabotajcısı. Senaryosuyla değil ateş yakmak, kıvılcım bile çıkaramıyor neredeyse. En kötüsü de Tony Scott gibi bir aksiyon uzmanının tüm bu olumsuzluklara çanak tutarcasına filmi ne aksiyona, ne de dram/gerilime kaydırabilmesi. Zaten filmin en büyük aksiyon kozu, polislerin 10 milyon dolar taşırken yaşadığı sarsaklıklardan ibaret. Nereden uydurulduğu belli olmayan bir John Turturro tiplemesi ve yine ilk filmin aksine bu defa olayın içine daha fazla dahil edilmiş James Gandolfini’nin canlandırdığı belediye başkanı yorumuyla kredisini tüketmeye doymuyor film sanki. İnsan şöyle düşünebiliyor: Demek ki 70’lerden farkımız, gereksiz yan etkilere bulaşmak istemeyen gerçekten iyi bir fidye filmini, artık kötü adamların kıçını tekmeledikten sonra evine süt götüren küçük kahramanlar yaratma yönünde değiştirmeyi tercih ediyor olmamızmış. Böyle filme böyle çıkarım! Çünkü paranoya, milliyetçilik (veya şehircilik) ve mesaj kaygıları zeminsiz birer kaygı olarak sürdükçe, filmlerin özünden geriye bir şey kalımıyor. Bu yüzden ilk filmin biraz da sitcom finallerine benzeyen aceleci, komik ama kesinlikle zeki sonu, 2009 modele dönüştürülürken can sıkıcı olabiliyor.

18 Ekim 2009 Pazar

The Taking Of Pelham One Two Three (1974)


Yönetmen: Joseph Sargent
Oyuncular: Walter Matthau, Robert Shaw, Martin Balsam, Hector Elizondo, Earl Hindman, James Broderick, Jerry Stiller, Dick O'Neill, Lee Wallace
Senaryo: John Godey, Peter Stone
Müzik: David Shire

Tony Scott’ın 1974’de çekilen ve kült kabul edilen yapımı yeniden çekeceğini duyar duymaz üzerine atladığım bir filmdi The Taking Of Pelham 1,2,3… Birbirlerine renklerle hitap eden (ki Reservoir Dogs’a ilham veren filmlerden biri olarak da kabul ediliyormuş) kılık değiştirmiş ve ağır silahlı dört soyguncunun bir metro vagonunu içindeki 18 yolcuyla birlikte 1 milyon dolar fidye için kaçırmalarını konu alan film, çok sürükleyici bir “heist”, yani soygun örneği. 70’lerin özgün suç yapımlarında aranan tüm özellikleri barındırdığı için bu kuşağa ait örnekleri fazla ihmal etmemek gerektiğini iyice hatırlattı. Çünkü bu dönem suç filmleri sinema tarihinde bir milat olduğu gibi, günümüzün başarılı örneklerinin de kaynağını oluşturmakta. John Godey romanından uyarlama filmin akıcı diyalogları, kısa da olsa politik eleştirisi, emir komuta zinciri arasındaki iletişimin hakikiliği ve genele yayılmış mizah duygusu hayranlık verici.

Tabii yine 70’lerden kalma törpülenmiş aksiyon geleneği günümüz zevkine pek hitap etmiyor. Bir de finale doğru olaylar hızlandırılıp fazla aceleci davranılmış. Fakat tüm bunlar filmin saygıdeğer özelliklerine göle düşürmüyor. Başta özellikle başrolde o her zamanki soğukkanlı karizmasıyla Walter Matthau olmak üzere seçkin bir kadrosu var. David Shire’ın müzikleri olağanüstü. Tüm bunlar Tony Scott’ın önünde nasıl şekil alacak, az çok tahmin edilebilir. Zaten film izlendikten sonra yeniden çekim için Scott biraderlerden birinin düşünüldüğü söylense hiç şaşırmazdım. Söz konusu Tony Scott olunca iş daha da ilginçleşiyor. 2009 versiyonunda Denzel Washington ve John Travolta ikilisinden hangisinin iyi, hangisinin kötü adamı oynayacağını da varın siz tahmin edin artık.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Almost Famous (2000)



Yönetmen: Cameron Crowe
Oyuncular: Billy Crudup, Frances McDormand, Kate Hudson, Jason Lee, Patrick Fugit, Zooey Deschanel, Philip Seymour Hoffman, Anna Paquin, Fairuza Balk, Noah Taylor, Jimmy Fallon
Senaryo: Cameron Crowe
Müzik: Nancy Wilson

İnsanın içinde yaşayan “şey”in dışarı çıkması bir parça doğuma benzer. Dansçı, yazar, tecavüzcü, futbolcu, hırsız, din adamı, güzellik uzmanı, faşist, neyse ne! İyi-kötü bu kimlikleri dışa vurmak veya saklamak, zaman-mekan ilişkilidir. Her normal insanın içinde yaşayan bir anormal alt kimliğe olan inancım her gün, her saat güç kazanmaktadır. Benim için 1988, müzikal tercih anlamında bu anormalliğe uyandığım yıl olsa gerek. Ama bundan bir yıl sonrasını, yani eli gitar tutan hemen herkesin referans gösterdiği Led Zeppelin ile tanışmamı, rock takvimindeki doğum yılım kabul ederim. Led Zeeppelin IV albümü ise, bugün bile iştahla yediğim, hiç bitmeyecek doğum günü pastamdır. Zeppelin benim için ciddi anlamda bir uyanıştı. Evrendeki her şeyin onda bir karşılığı vardı. Tuhaf gelebilir belki ama, Zeppelin felsefesi sayesinde Bon Jovi’den Slayer’a olan kısa ve hızlı evrimimi sağlıklı bir şekilde atlatmış, o kısa döneme ait rock yobazlığımın, sertlik bağnazlığımın üstesinden gelebilmiştim. Zeppelin, ezik siyahların pamuk tarlalarından yetişmiş, İngiliz işçi sınıfının tornalarından şöyle bir geçmiş, doğunun büyüsünü hiç kimsenin özümseyemediği kadar içinde yeşertip tütsülemiş, potansiyel hayallerimize açılmış mistik bir denizdi. İçimdeki “rock” ı tasdiklediği gibi, içimdeki “funk”ı da ortaya çıkardı. Bu hoşgörü demekti, müziğin hislere harita çizmeye başlaması demekti, parçalardan oluşan bütünün üzerine dikilmiş dalga dalga bir bayraktı. Ve o Zeppelin, şimdi bile Beethoven’dan Rage Against The Machine’e uzanan zevkime saygı duyuyordu. Zeppelin, rock müziği neden sevdiğimin cevabıydı. Hâlâ da öyle.

Almost Famous, biraz o ilk zamanları hatırlattı. 15 yaşındaki William Miller’ın (muhtemelen yönetmen Cameron Crowe’un kendi hayatından kesitler içeren) öyküsü. Anne Elaine Miller’ın tutuculuğu, kızkardeş Anita’yı evden kaçırmış, zeki ve uyumlu William’ı da bunaltmaya başlamıştır. Ablasının bıraktığı zevk sahibi plak arşivi ile büyüyen Will, musallat olup tanıştığı cool müzik eleştirmeni Lester Bangs’in yardımıyla ve biraz da bileğinin hakkıyla Stillwater isimli rock grubunun turnesine katılarak hem bu gerçeküstü hayatı, hem de kendini keşfeder. Turne esnasında bir de ünlü müzik dergisi Rolling Stone’dan turne yazısı teklifi alınca hayatının sorumluluğunu üstlenir bir yerde. Turnede tanıyacağı grup üyeleri yanında, başta efsanevi Penny Lane olmak üzere “groupie”leri de tanıma fırsatı bulacaktır. Müzik yazarı olması nedeniyle grup tarafından “düşman” diye çağırılan William, bu insanlara kendini çabucak sevdirir ve bir de bakar ki Almost Famous Tur otobüsündedir. Ondan sonra o şehir William’ın, bu şehir Stillwater’ın gezer dururlar. Tur esnasında yaşananlar ise makale değil, roman yazdıracak kadar renkli ve bereketlidir. Will, bir türlü dönemediği annesini ankesörlü telefon ile idare ederken, bu birbirinden ilginç tur ahalisiyle yaptığı yolculuk sayesinde birçok “ilk”i bir arada yaşayacaktır.


Billy Crudup, Kate Hudson, Jason Lee, Anna Paquin, Jimmy Fallon, Noah Taylor, Fairuza Balk, Bijou Phillips, Zooey Deschanel gibi günümüzün popüler genç oyuncuları ile birlikte, Frances McDormand, Philip Seymour Hoffman ustalığı ile dengelenmiş lezzetli bir “perde arkası” filmi olan Almost Famous, oyunculuk yeteneği açısından da bir yıldızlar geçidi. Katı ve tutucu ama, çocukları uğruna ters ölçüde demokratik anne McDormand ile, tecrübe abidesi müzik yazarı Lester Bangs rolüyle Hoffman’ın kıdem ağırlığı hissediliyor. Hele Lester Bangs’in The Doors üzerine yaptığı yorum yok mu! Kendisi ile %100 aynı fikirdeyim. Crowe’un cümlelerini duydukça, Jim Morrison hakkında yeryüzünde benim gibi düşünenler de yaşıyormuş dedim. Çiçeği burnunda müzik eleştirmeni William’ın başı sıkıştığında ve yazma kısırlığı yaşadığında aradığı Lester’ın söyledikleri, filmin ikide bir uğraştığı “gerçeklik” üzerine sağlam dokunuşlar yapıyor: “Dostum, onlarla arkadaş olmuşsun, sana dostluk şarabı içirmişler. Seni kendilerine benzetmişler. Biz gerçeğiz. Kadınlar bizim için sorundur. Onlar kızları kaparlar. Güzel insanların karakteri bozuktur, eserleri kalıcı değildir. Ama biz daha zekiyiz. Büyük eserler suçluluk, hasret, seks görünümündeki aşk ve aşk görünümündeki seks üzerinedir. İflas eden bu dünyada gerçek para, gerçek birisiyle paylaştığındır. Onlarla dost olmak istiyorsan, dürüst ve acımasız ol.”



Bu gerçeklik olgusu, özellikle grubun karizmatik gitaristi Russell Hammond üzerinden vücut buluyor. Hammond, içinde bulunduğu büyüleyici dünyayı “orada olmayan adam” rolüyle değil de, daha çok bir ayağı dünyada, bir ayağı rüyada olan rockstar profiliyle yansıtıyor. Crowe’un tur enstantaneleri çok lezzetli. Meşhur olarak yırtmayı hedefleyen bu grupla bir izleyen olarak sempati kurmak da çok kolaylaşıyor o vakit. Almost Famous, barındırdığı o güzelim anlarıyla “bir yıldız doğuyor” safsatası yapmıyor. Özellikle grubun radyo programı sahnesi ve kendilerine tahsis edilen özel uçağın düşme tehlikesi yaşamasıyla bütün herkesin “ölmeden önce” yaptığı flaş itirafların yaşandığı sahne gerçekten komik ve izlenesi anlar. Bu çeşit bir itiraf sahnesi daha önce bir yerlerde denenmiştir, pek hatırlamıyorum. Ama bunu unutmam mümkün değil. Klâsik “ön adam” olma egosu dışında, gruba musallat olan kadınların ortalığı bulandırması veya grup içi kariyer planı uyuşmazlığı gibi klişeleri yapış yapış ele almayan bir yapısı var.

Crowe’un Noah Taylor ile beraber sevdiği aktörlerden Jason Lee’nin oynadığı solist Jeff Babe’e söylettiği pasaj, gerçekliği görmeyi engelleyen en mühim unsurlardan popülariteye de selam yolluyor: “Bana popülarite istemeyen birini göster, ben de sana bir korkak göstereyim. Müzik tarihini araştırdım. En iyi eserler popüler olanlardır. “Popülarite kötüdür” demek güven verir. Başarısız olursan kendini affetmek kolaylaşır. Ben kendimi affetmem. Sen affeder misin?”. 2001 yılında En İyi Senaryo Oscar’ını Billy Elliot, Erin Brockovich, Gladiator gibi adaylara yâr etmeyen Almost Famous, hayata dair önemli bir keşfediş hikayesini, rock müziğin ve müzisyenlerinin yaşadığı büyülü atmosfer çerçevesinde işleyen, ışıltılı dünyanın perde arkasında olup bitenlere çarpıcı ve eğlenceli biçimde bakann harika bir dram.

Soundtrack



1. Simon and Garfunkel - America
2. The Who - Sparks
3. Todd Rundgren - It Wouldn't Have Made Any Difference
4. Yes - I've Seen All Good People: Your Move
5. The Beach Boys - Feel Flows
6. Stillwater - Fever Dog
7. Rod Stewart - Every Picture Tells a Story
8. The Seeds - Mr. Farmer
9. The Allman Brothers Band - One Way Out
10. Lynyrd Skynyrd - Simple Man
11. Led Zeppelin - That's the Way
12. Elton John - Tiny Dancer
13. Nancy Wilson - Lucky Trumble
14. David Bowie - I'm Waiting for the Man
15. Cat Stevens - The Wind
16. Clarence Carter - Slip Away
17. Thunderclap Newman - Something in the Air

10 Ekim 2009 Cumartesi

Johnny Mad Dog (2008)



Yönetmen: Jean-Stéphane Sauvaire
Oyuncular: Christophe Minie, Daisy Victoria Vandy
Senaryo: Jean-Stéphane Sauvaire, Emmanuel Dongala
Müzik: Jackson Tennesse Fourgeaud

2008 yılında Cannes Film Festivali’nde Regard Hope ödülü kazanan Fransa/Belçika/Liberya ortak yapımı Johnny Mad Dog, türlü politik şiddet örnekleriyle kaynayan Afrika ülkelerinden birinde, güç odaklarının kullandığı bir grup çocuk askerin eylemlerini mercek altına alan, onların önderliğinde vaktinden önce büyümek zorunda kalmış bu çocukların çiğ şiddet kullanarak içlerindeki çocuğu nasıl öldürdüklerini hissettirmeye çalışan bir film. Gerçi “çalışan” diyorum ama ondan bile emin değilim. Çünkü bir süre sonra özünde ne demek istediği anlaşılamayan, anlaşılsa bile onları etkili bir biçimde sunamayan, derme çatma bir amatörlüğe dönüşüyor maalesef. Bir roman uyarlaması olması çok daha ilginç. Romana ne ölçüde sadık kalındı veya yazar Johnny üzerinden ne anlatmayı hedefliyordu bilinmez. Fakat şu haliyle bir romandan ziyade, uzun metraj için yeterince geliştirilmemiş bir kısa öyküyü andırıyor. Açılıştaki köy baskınıyla çok güçlü bir giriş yapıp, Johnny’nin önde, diğer çocuk isyancıların arkada yürüdüğü sahnesi ile sert olduğu kadar o sertliği psikolojik yönlerden anlamlandıracağını düşündüren film, ilerledikçe ne konu olarak, ne de Johnny’nin önderliğinde Afrika’nın çocuk askerlerine dram olarak yetkin değil bana göre.

Johnny’yi ve bir diğer çocuk asker olan No Good Advice’ı canlandıran çocukların başarılı oyunlarına rağmen, filmin eksiklikleri hayli fazla. 2006 yapımı Blood Diamond’ın sonunda belirtildiği üzere o zamanki sayıları 200.000 olan, Johnny Mad Dog’da da TV istasyonunu basan, muhabire tecavüz eden, keskin nişancıyı organize bir biçimde etkisiz hale getiren, BM askerlerine kafa tutan bu çocuklar, bu sahnelerin hiçbirinin yeterince etkileyici ele alınmamasından ötürü doğal ortamının ve amatör oyuncu kadrosunun nimetlerinden (evet bu da kullanmasını bilene göre bir nimettir) faydalanamayan başarısız bir film. Romanı senaryolaştıran ve yöneten Jean-Stéphane Sauvaire’in bunda payı büyük. Üstelik bu şekilde biten bir roman olması roman yazarlarına, bu şekilde biten bir film olması da her şeye rağmen filmden ümitli sinemaseverlere hakaret kabul edilmeli.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Doomsday (2008)



Yönetmen: Neil Marshall
Oyuncular: Rhona Mitra, Bob Hoskins, Malcolm McDowell, Alexander Siddig, David O'Hara, Jeremy Crutchley, Craig Conway, Lee-Anne Liebenberg
Senaryo: Neil Marshall
Müzik: Tyler Bates

30 yıl önce İskoçya’da ortaya çıkan bir virüs tüm insanların yaşamını alt üst etmiştir. Bu ölümcül virüsün yayılmaması için karantina altına alınan ülkede hala hayatta olan insanlar ölüme terk edilir. Bu duvarın ardında yıllarca izole edilen virüs, İngiltere’de yeniden ortaya çıkar. Hükümet bu virüsü yok etmesi ve tedavi yöntemi bulması için bir ekibi duvarın ardına yollar. Bu duvarın arkasında ne olduğu bilinmiyor, tek bilinen harabeler içinde bir cehenneme doğru yol alıyor olmaları...

İngilizlerin virüs fobisi tam gaz sürüyor. Özellikle 14 ve 15. yüzyıllarda salgın hastalıklara en çok kurban vermiş Avrupa ülkelerinden biri olan İngiltere’nin bu korkusu günümüzün global vizyonu ile birleştiğinde 28 Days/Weeks Later gibi post-apokaliptik yapımlardan Shaun Of The Dead benzeri zombi parodilerine kadar uzanan farklı türlerde kendini gösterdi. Günümüzde farklı bir virüs türünden sayabileceğimiz, nereden nasıl vuracağı belli olmayan 11 Eylül sonrası terör korkusunu halen üzerinden atamamış olan İngiltere’nin olası bir felaket ardından kafasında kurduğu kıyamet senaryolarının en tepesinde virüsler bulunmakta. Ama bunlar durduk yere öldüren virüslerden çok, insanı insana öldürten türlerden ki bunun terör fobisi ile bağlantısı daha belirgin. Neil Marshall gibi Dog Soldiers’ta kurt adama, The Descent’de yer altı zombilerine dönüşmüş insanların bu evrimleşmelerine kafayı takmış bir İngiliz’in virüs modasına uymasında şaşılacak bir yan yok. Özellikle The Descent ile 2000’lerin korku/gerilim anlayışına yenilik olmasa da dinamizm getirmiş bir yönetmenin elinden çıkan kıyamet sonrası muammasının bu denli dereden tepeden, kapıdan bacadan ve sıradan olmasını sanırım kimse beklemiyordu.


Ölümcül bir virüs sonrası karantinaya alınmış İngiltere’nin yarısı ile, sözde daha güvenli olan ve politik yönden diktatörlüğe doğru ilerleyen diğer yarısı fikri gayet şık bir post-apokaliptik tablo hayal ettiriyor. Karantinaya alınmış virüslü bölgede uzun yıllar sonra hala canlıların yaşadığı keşfedilince, tekrar aynı virüsün pençesine düşmüş olan “sağlıklı” bölgeden antidotu bulup getirmekle görevli bir ekip bu bilinmezliğe gönderiliyor. Marshall’dan esasen yoğun distopik betimlemeler kokusu yayan böyle bir hikayeye boyut, derinlik, sürükleyicilik katacağını bekleme lüksümüz var. Fakat virüslü bölgenin çığrından çıkmışlığı resmedilirken ipin ucu öyle bir kaçırılmış ki, yakalayabilmek için Marshall’ın Robert Rodriguez misali beslenme modeline ayak uydurma gayretinde olduğunu düşündürtüyor adeta. Bir sürü benzer temalı filmden yapılan alıntılarla ortalama klişe bir aksiyon senaryosu buluşturularak bu lüks beklentimiz de çöpe atılmış oluyor. Son model silahlarla donatılmış elit bir timin, panzehir bulmak için yıllarca unutulmuş karantina bölgesine girip post-apokaliptik yamyam punklara esir düşmesi, onlardan kurtulup bu kez kült insan Malcolm McDowell’ın canlandırdığı, şatosunda uygarlığını kurup kendini tanrı ilan etmiş bilim adamı Kane’in ortaçağ gladyatörlerini alt ederek gıcır gıcır bir Bentley üzerinde otoyolda tekrar punk ahalisiyle Mad Max’ten neredeyse birebir alıntılanmış otoyol kapışması ile misyonlarını tamamlamaları üzerine bir macera bu.

Bir önceki cümleyi okuyup heyecanlananlar olduysa Doomsday’i kaçırmasınlar. Ben de olsam heyecanlanırdım. Ama alıntı mı, çalıntı mı, gönderme mi, saygı mı her ne ise bu zincirinden kurtulmuş aksiyonun içinde bir gram yenilik veya özgünlük yok! Doomsday’i Neil Marshall çekmemiş de adı sanı duyulmamış bir yeni yetme aksiyon fırlaması çekmiş gibi izlemek gerek ki o zaman filmin abukluğu belli belirsiz bir yere otursun. Bir anlık heyecandır, adam fark edilmek istiyordur densin geçilsin. Öbür türlü, bir Prodigy klibinden, gladyatör arenasında tak tuk dövüşen Kate Backinsale-Milla Jovovich karması aksiyon hatununa, oradan da 1981 tarihli Mad Max’in finaline zaplamış gibi hissettirmek Marshall’ın olsa olsa sıkıcı fantezilerini izleyicisiyle gereksiz paylaşımıdır.


Şahsen merakla beklediğim Neil Marshall’ın Doomsday’i ilk, hatta ikinci bakışta bile kötü bir film. Ama sanki Marshall’ın bilinçli olarak kötü olmak gibi bir çabası veya yaptığı bariz alıntılarla Doomsday’i özellikle koymak istediği bir yer var. Virüsün adının “reaper” olmasının ki, ilk aklıma gelen Blade 2’de yeni vampir türüne verilen isimdi, saç şekline kadar Underworld’deki Selene’i, aktivite yönünden de Resident Evil’in Alice’ini andıran, Eden Sinclair karakterinin, sözünü defalarca ettiğimiz çakma Mad Max finalinin ve araştırma yapılsa daha birçok kasti hareketi ile kör kör parmağım gözüne referansların gönderilmek istendiği yer kanımca “kült”, “kitsch”, “pop-art” gibi alternatif mecralar. Kaldı ki güncel aksiyon pratiği ve kadın maçosu karakterlerin ortak paydaları yüzünden oralara bile çok uzak. Hani branşında biraz kendine has ve yenilikçi olsa “evet, gerçek bir distopya çılgınlığı bu” dedirtebilirdi. Baştan sona bildik bulduk bir aksiyon deyip geçmemin tek sebebi, küçücük Six-String Samurai kadar bile özgün olamayışı…

1 Ekim 2009 Perşembe

The Art Of Crying (2006)



Yönetmen: Peter Schønau Fog
Oyuncular: Jannik Lorenzen, Jesper Asholt, Hanne Hedelund, Julie Kolbech, Thomas Knuth-Winterfeldt, Rita Angela, Bjarne Henriksen
Senaryo: Bo Hr. Hansen, Erling Jepsen
Müzik: Karsten Fundal

Onbir yaşındaki küçük Allan’ın psikolojik dengesi bozuk babası Henry ikide bir etrafındakileri kendini öldürmekle tehdit eder. Onu ancak Allan’ın kız kardeşi yatıştırabilir, geceleri onu “rahatlatır”. Henry’nin hayattaki bütün emeli, meşhur ağıtlarını okuyup kasabadaki cenazelerde yas tutanları ağlatmaktır. Aradan çok geçmeden Allan babasını mutlu edecek kadar çok cenaze olması için elinden geleni yapacaktır.

Erling Jepsen romanı, Bo Hr. Hansen senaryosu, Peter Schønau Fog yönetimiyle perdeye aktarılan Kunsten at græde i kor (Ağlama Sanatı), zor bir konuya ve bu konuyu dozunda bir cesaretle işleyen özenli anlatıma sahip bir Danimarka filmi. Ensest gerçeğini ele almanın yükünü, estetik ve trajikomik bir anlatımla sanıldığının aksine aynı ölçüde zor olmayan bir akıcılıkla taşıyor. Yine de yakalamış olduğu bu pozitif karışım bünyesinde sinir bozucu ve dramatik olma başarısı da gösteriyor. Peter Schønau Fog’un çeşitli bölümlere ayırıp ana karakterlerden ve hikayeden kopmadan, hatta üzerine yenileri eklenmiş kısa filmleri birleştirmiş gibi duran anlatımıyla bu tuhaf ailenin her ferdini tuhaf olduğu kadar gerçek kılmayı bilmiş. Küçüklü büyüklü oyuncuların ürpertici ve yer yer kara komik varoluşlarının sağladığı bu gerçeklik duygusu, çarpıcı teknik ayrıntılar ve son derece sağlam bir görüntü / ışık işçiliğiyle daha da güçleniyor. Sözü edilen karmaşık duyguları izleyiciye geçirebilmesiyle o karakterlerin farklı psikolojileri üzerine düşündürücü çıkarımlar sağlıyor. Bu çıkarımları mantıksız ve insanlık dışı bulmamak güç. Ensest kavramının kendisi zaten öyle. Üstelik gerçek yaşamda bu filmde anlatılanlardan çok daha ağırlarının yaşanıyor olduğu da unutulmamalı.