Yönetmen: Neil Marshall
Oyuncular: Rhona Mitra, Bob Hoskins, Malcolm McDowell, Alexander Siddig, David O'Hara, Jeremy Crutchley, Craig Conway, Lee-Anne Liebenberg
Senaryo: Neil Marshall
Müzik: Tyler Bates
30 yıl önce İskoçya’da ortaya çıkan bir virüs tüm insanların yaşamını alt üst etmiştir. Bu ölümcül virüsün yayılmaması için karantina altına alınan ülkede hala hayatta olan insanlar ölüme terk edilir. Bu duvarın ardında yıllarca izole edilen virüs, İngiltere’de yeniden ortaya çıkar. Hükümet bu virüsü yok etmesi ve tedavi yöntemi bulması için bir ekibi duvarın ardına yollar. Bu duvarın arkasında ne olduğu bilinmiyor, tek bilinen harabeler içinde bir cehenneme doğru yol alıyor olmaları...
İngilizlerin virüs fobisi tam gaz sürüyor. Özellikle 14 ve 15. yüzyıllarda salgın hastalıklara en çok kurban vermiş Avrupa ülkelerinden biri olan İngiltere’nin bu korkusu günümüzün global vizyonu ile birleştiğinde 28 Days/Weeks Later gibi post-apokaliptik yapımlardan Shaun Of The Dead benzeri zombi parodilerine kadar uzanan farklı türlerde kendini gösterdi. Günümüzde farklı bir virüs türünden sayabileceğimiz, nereden nasıl vuracağı belli olmayan 11 Eylül sonrası terör korkusunu halen üzerinden atamamış olan İngiltere’nin olası bir felaket ardından kafasında kurduğu kıyamet senaryolarının en tepesinde virüsler bulunmakta. Ama bunlar durduk yere öldüren virüslerden çok, insanı insana öldürten türlerden ki bunun terör fobisi ile bağlantısı daha belirgin. Neil Marshall gibi Dog Soldiers’ta kurt adama, The Descent’de yer altı zombilerine dönüşmüş insanların bu evrimleşmelerine kafayı takmış bir İngiliz’in virüs modasına uymasında şaşılacak bir yan yok. Özellikle The Descent ile 2000’lerin korku/gerilim anlayışına yenilik olmasa da dinamizm getirmiş bir yönetmenin elinden çıkan kıyamet sonrası muammasının bu denli dereden tepeden, kapıdan bacadan ve sıradan olmasını sanırım kimse beklemiyordu.
Ölümcül bir virüs sonrası karantinaya alınmış İngiltere’nin yarısı ile, sözde daha güvenli olan ve politik yönden diktatörlüğe doğru ilerleyen diğer yarısı fikri gayet şık bir post-apokaliptik tablo hayal ettiriyor. Karantinaya alınmış virüslü bölgede uzun yıllar sonra hala canlıların yaşadığı keşfedilince, tekrar aynı virüsün pençesine düşmüş olan “sağlıklı” bölgeden antidotu bulup getirmekle görevli bir ekip bu bilinmezliğe gönderiliyor. Marshall’dan esasen yoğun distopik betimlemeler kokusu yayan böyle bir hikayeye boyut, derinlik, sürükleyicilik katacağını bekleme lüksümüz var. Fakat virüslü bölgenin çığrından çıkmışlığı resmedilirken ipin ucu öyle bir kaçırılmış ki, yakalayabilmek için Marshall’ın Robert Rodriguez misali beslenme modeline ayak uydurma gayretinde olduğunu düşündürtüyor adeta. Bir sürü benzer temalı filmden yapılan alıntılarla ortalama klişe bir aksiyon senaryosu buluşturularak bu lüks beklentimiz de çöpe atılmış oluyor. Son model silahlarla donatılmış elit bir timin, panzehir bulmak için yıllarca unutulmuş karantina bölgesine girip post-apokaliptik yamyam punklara esir düşmesi, onlardan kurtulup bu kez kült insan Malcolm McDowell’ın canlandırdığı, şatosunda uygarlığını kurup kendini tanrı ilan etmiş bilim adamı Kane’in ortaçağ gladyatörlerini alt ederek gıcır gıcır bir Bentley üzerinde otoyolda tekrar punk ahalisiyle Mad Max’ten neredeyse birebir alıntılanmış otoyol kapışması ile misyonlarını tamamlamaları üzerine bir macera bu.
Bir önceki cümleyi okuyup heyecanlananlar olduysa Doomsday’i kaçırmasınlar. Ben de olsam heyecanlanırdım. Ama alıntı mı, çalıntı mı, gönderme mi, saygı mı her ne ise bu zincirinden kurtulmuş aksiyonun içinde bir gram yenilik veya özgünlük yok! Doomsday’i Neil Marshall çekmemiş de adı sanı duyulmamış bir yeni yetme aksiyon fırlaması çekmiş gibi izlemek gerek ki o zaman filmin abukluğu belli belirsiz bir yere otursun. Bir anlık heyecandır, adam fark edilmek istiyordur densin geçilsin. Öbür türlü, bir Prodigy klibinden, gladyatör arenasında tak tuk dövüşen Kate Backinsale-Milla Jovovich karması aksiyon hatununa, oradan da 1981 tarihli Mad Max’in finaline zaplamış gibi hissettirmek Marshall’ın olsa olsa sıkıcı fantezilerini izleyicisiyle gereksiz paylaşımıdır.
Şahsen merakla beklediğim Neil Marshall’ın Doomsday’i ilk, hatta ikinci bakışta bile kötü bir film. Ama sanki Marshall’ın bilinçli olarak kötü olmak gibi bir çabası veya yaptığı bariz alıntılarla Doomsday’i özellikle koymak istediği bir yer var. Virüsün adının “reaper” olmasının ki, ilk aklıma gelen Blade 2’de yeni vampir türüne verilen isimdi, saç şekline kadar Underworld’deki Selene’i, aktivite yönünden de Resident Evil’in Alice’ini andıran, Eden Sinclair karakterinin, sözünü defalarca ettiğimiz çakma Mad Max finalinin ve araştırma yapılsa daha birçok kasti hareketi ile kör kör parmağım gözüne referansların gönderilmek istendiği yer kanımca “kült”, “kitsch”, “pop-art” gibi alternatif mecralar. Kaldı ki güncel aksiyon pratiği ve kadın maçosu karakterlerin ortak paydaları yüzünden oralara bile çok uzak. Hani branşında biraz kendine has ve yenilikçi olsa “evet, gerçek bir distopya çılgınlığı bu” dedirtebilirdi. Baştan sona bildik bulduk bir aksiyon deyip geçmemin tek sebebi, küçücük Six-String Samurai kadar bile özgün olamayışı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder