1 Nisan 2009 Çarşamba

The Wrestler (2008)


Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Mickey Rourke, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood, Mark Margolis, Todd Barry, Ernest Miller
Senaryo: Robert D. Siegel
Müzik: Clint Mansell

The Wrestler, 80’lerden kopmuş, tuhaf bir dahiyaneliğe sahip, günümüzün en parlak yönetmenlerden biri olan Darren Aronofsky’nin süzgecinden geçmiş, 2000’lerin kucağına düşmüş bir film. Karakterleriyle, onların hayata bakışlarıyla, aile yapılarıyla, birbirlerine söyledikleriyle, mutsuzluklarıyla, kısacası hemen her şeyiyle o kadar klişe bir film ki The Wrestler, kimi sahnelerin ya da filmin tamamının size 80’lerden, 90’lardan seslendiğini hissedebilir, o dönemlerde izlediğiniz pek çok yapımdan izler bulabilirsiniz. Madem öyle, film neden birtakım akranları gibi direk video mağazalarına düşmedi de yığınla saygıdeğer film festivaline davet edildi, aday gösterildi, ödüller aldı?

Çağdaş yönetmenler arasında mutlaka adı geçen Aronofsky’nin adının vermiş olduğu promosyona istinaden gözlerin kamaştığı da düşünülebilir. Fakat yönetmenin en son 2006’da geçmiş, şimdiki ve gelecek zamana bölünmüş üç hikayeyle aşkı ve aşkın hayatın anlamındaki yerini arayan The Fountain filmi kafaları karıştırmış, eleştirenleri ikiye bölmüştü. Bu filmin ardından düşmüş bir Amerikan güreşçisinin 80’lere öykünen bilindik hikayesini filme almasını kimse Aronofsky’den beklemiyordu. Bunun haberi alındığında ise bu alışıldık varoluş mücadelesinin Aronofsky’nin elinden mutlaka farklı bir kumaşa bürüneceğinden bahsediliyordu. Oysa ne bambaşka bir stil, ne farklı bir hikaye, ne de önce kafa karıştırıp sonra da “bakın ne kadar zekiyim” ukalalığı taslayacak senaryo kurnazlıkları yapan bir film olmuş The Wrestler. Daha önce yediğiniz bir yemeği bu kez farklı bir ustanın elinden yiyormuşsunuz gibi bir damak tadı var.


Randy 'The Ram' Robinson, 80’li yılların güreş sahnelerinin tozunu atmış bir güreşçi. Açılış jeneriğinde onunla ilgili gazete kupürlerinden derlenen bir kolaj, fonda da güreş arenalarında hayranların çığlıkları, tezahüratları eşliğinde film başlıyor. Ama önce 90’lar, ardından da 2000’ler Randy’den çok fazla şey götürmüş, eski gösterişli şöhretinin yerini nostaljik iltifatlar ve yaşlıya hürmet kabilinden davranışlar almış. Zaten çok fazla kazanmayan, kazandığını da har vurup harman savuran, özel hayatındaki sorumluluklarını unutan, alkole ve vücut geliştirmeye destek veren haplara teslim olan, fakat yine de yaşamak için hayatta en iyi bildiği şey olan güreşe devam ederek 2000’lere kadar gelebilmiş bir adam Randy. Geçinmek için üç kuruşa hafta içi ucuz güreşlerde boy gösteren, haftasonları da bir süpermarkette çalışan Randy’nin bu miskin ve acıklı hayatına tam ortasından dahil oluyoruz.

Artık Amerikan Güreşi ne kadar spor sayılabilirse, spor filmlerinin sıkıcı giriş, gelişme, sonuç izleğine katlanmak zorunda da değiliz bu sayede. Çünkü filmin tek derdi, bir zamanlar dalında efsane olmuş Randy 'The Ram'in eski günlerinden fazla bir şey kaybetmediğini hayranlarına, daha da önemlisi kendisine ispat etme yolculuğu. Bu yolculuk hayatın zorlukları ve acı gerçekleriyle de içli dışlı olmak zorunda ki, Randy’nin hikayesi, Rocky Balboa’nın iniş sonrası görkemli çıkışının peri masalını andıran süper kahraman fantezisinden daha gerçekçi görünsün. O tür filmlerin dayandığı sudan intikam gerekçeleri, milliyetçi salvolar, rolden bile sayılmayacak dramatik dönüşümleri ve filmin esas hasılat yükünü sırtlanmış dövüş koreografilerinin yanında Randy’nin garibanlığı hüzün dolu. Çünkü bu filmin tek bir malzemesi var: Mesleğinin orospusu olmuş Randy 'The Ram' Robinson

Amerikan Güreşi, güreş sporunun Amerikan versiyonu olmakla, bu dalın aslında ne kadar zeki (!) ya da şov amaçlı yapıldığına dair toplumsal ipuçları vermekte. Amerika’nın o ünlem işaretli üstün zekası ile şov düşkünlüğünün kusursuz biçimde yan yana gelmiş hali. Filmde de gördüğümüz üzere, ringe çıkmadan evvel yapılacak her hareketin, vurulacak her darbenin soyunma odasında rakipler tarafından önceden konuşulması, maç sırasında da düzmece darbelerle, bol miktarda akrobasiyle, abartılı şiddet ve öfke göstermeliğiyle tamamen şov amaçlı oluşu sürpriz değil.


Tabii her spor içinde belli miktarlarda şov amacı barındırır. Fakat Amerikan Güreşi, sporun rekabet ve onun getirdiği hırs ciddiyetini bütünüyle eğlenceye kanalize etmiş bir yapıda. Çizgi romanlardan çıkmış gibi çıplak, iri kıyım ve öfkeli bu insanların tek amacı eğlendirmek. Bakımlı olmak zorundalar. Kendi imkanlarıyla manikür yapıyor, saçlarını boyatıyor, solaryuma gidiyorlar. Seyirciler de, güreşçiler de, onların sadık hayranları da o ring üzerinde olan hiçbir şeyin gerçek olmadığının farkında. Ama eğlendirmek için birbirlerini havada savuran, fiziksel dezavantajlarına rağmen fizik kurallarına meydan okuyan, çıkabildiği kadar yükseğe çıkıp kendini rakibinin üzerine bırakan bu adamların sahnede kestikleri rol kadar, onları çığlıklarla, alkışlarla, gözyaşlarıyla destekleyen seyircilerin ruh halleri de ilginç. Kocaman bir salonu doldurmuş yüzlerce, binlerce kişinin ortak olduğu kitlesel bir rol kesme vakası. Onlara istediği şovu vermekle yükümlü olanlar ise sahnede binbir kılığa girmek zorunda kalan bu sert adamlar. Öyle ki, göz alıcı bir şovun parçası olarak onlara kan göstermek için kimseye göstermeden alnına jilet atacak, birbirlerini tel zımbayla delik deşik edecek kadar gözükaralar.

Senarist Robert D. Siegel’ın filmi yazarken beslendiği kaynaklar hep kendinden önceki çeşitli filmlere, hatta özensiz TV dramlarına dayanıyor. Randy’nin parlak günlerden uzakta, yaşlanmış bir lokal efsane olarak geçim derdine düşmesi, hayata tutunma, hatalarıyla yüzleşme çabaları, gittikçe dokunmaya başlayan yalnızlığı son derece tanıdık. Kızını terk etme gerekçeleri, sonra yaşlılığın duygusallığı ile onu geri kazanma girişimi, striptizci Cassidy’nin oğluna bakabilmek için bedenini erkeklere teşhir edişi, Randy’nin Cassidy ile olan inişli çıkışlı ilişkisi de öyle. Tüm bu arabesk tınılar, karakterlerin özür dilerken, tartışırken, veya sadece konuşurken birbirlerine kurdukları cümlelerde de duyuluyor. Artık günümüzde düşük bütçeli bağımsız yapımlarda bile daha derin kişisel ifadeler yer alırken, böylesi ödül avcısı bir filmde bu denli basitlik insanı şaşırtıyor. Bırakın bir senaristi, herhangi bir sinema izleyicisine bile sadece durumu özetleyip karakterlerin repliklerini sen yaz deseniz bundan çok farklı olmayacaktır. (Farklı olabilme ihtimali dahi var!). O zaman bu filmin başarı sırlarından en önemlisi olan Darren Aronofsky’nin sanatsal biçimine göz atmak gerek. Ama tuhaf biçimde orada da çok fazla bir yenilikten söz edilemez.


Aronofsky pek çok sahnede Gus Van Sant’ı andıran biçimde kamerasıyla adeta Randy’nin kuyruğu gibi peşinde ilerliyor, bizi de beraberinde sürüklüyor. Tabii peşinde gezdiği sivilceli robotlara benzeyen lise çocukları değil de, yaşadıkları yüzüne harita gibi işlenmiş bir efsane güreşçi olunca, o kameranın ne zaman yüze döneceğine dair beklentilerle takip etmek daha anlamlı oluyor. Uzun saçlarıyla arkadan görünümün gizemini muhafaza etmek, Randy’nin arkasından yürüyen bizler için çok daha sağlam bir özdeşleşme biçimi. Film içinde tarz olarak Gus Van Sant ve çağdaşlarını anımsatacak daha başka kesitler de mevcut. Fakat bu kesitleri belli isimlere referans etmek doğru değil. Genel olarak bağımsız filmlerin sağladığı özgürlükleri çekimlerine de yansıtan Aronofsky, estetik kaygısı gütmediği planlar, amatör zoomlamalar, sabit ve hareketli çekimlerin ihtiyacı olan farklı ışık seçimlerinde gösterişsiz davrandığını hissettiren kadrajlar (Mickey Rourke’un fiziki gösterişi yetiyor zaten) ile teknik anlamda gerçek bir “indie” yapıma imza atmakta.

Bu arada Gus Van Sant’ı bir referansmış gibi göstermiş olmak istemem. Tüm o “karakteri takip eden kamera” tavrını ruhsuzlaştırdığı gibi, üzerine o kadar konuşturduğu liseli silik tipler bir yana, “bakın ben Kurt Cobain’in yalnızlığını nasıl betimledim” diye üfürdüğü yapımlarda (Bkz. Last Days) çoğu izleyene uyku hapı yutturduğunun farkında değil. Oysa Aronofsky, kamerasıyla Randy’yi takip ederken, Randy’nin girip çıktığı ortamlarda kendisini tanıyanlarla selamlaştığı, tokalaştığı, sarıldığı anlarda, Discovery Channel’a takılanların fark edebileceği, bazı reality programlarında gözlemlenen dinamizm ile karakterine realite kazandırıyor. Bu sayede karakterinin hem iç yalnızlığını, hem de kalabalık içindeki tekilliğini betimleyebiliyor. Hatta yine arkadan takip ettiğimiz Randy’yi ringe çıkar gibi bir hava ile aslında hayatının silik gerçekliğine, süpermarketin et reyonuna çıkararak bu tavrı biraz daha estetikleştiriyor.

Bu tip teknik hassasiyetler dışında Randy’yi düşmüş bir efsane olarak inandırıcı kılan unsurlar çok fazla. Mesela Randy’nin 80’ler ile günümüz arasındaki sıkışıklığı, filmde irili ufaklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Oturduğu mahallenin çocukları bile Call Of Duty’yi bilirken, o Nintendo’da güreş oynamakta kalmış. Kendi evinde AC/DC, kızının evinde Vampire Weekend posteri asılı. Guns’n Roses’ı, Def Leppard’ı severken, 90’larda Kurt Cobain denen piçin” her şeyin içine ettiğini düşünüyor. Eski hayranlarının çoğu artık imza günlerine bile gelmiyor. Sağlıklı ama delik deşik vücudu, yorgun yüz ifadesi ve yakın gözlüğü ile mükemmel bir tezat yaratıyor. Bir Orta Dünya savaşçısı veya 80’lerin hard rock efsaneleri gibi duran karizması, sarı yelelerini kapatan süpermarket bonesi ile yerle bir oluyor.


Kısacası, 80’li yılların en karizmatik, yakışıklı ve kabiliyetli aktörlerinden birisi olan, ama kendisinin de itiraf ettiği gibi tembelliğinin, sorumsuzluğunun sonucu dibe vuran Mickey Rourke bu filmde Randy 'The Ram'in bedeninde kendisini oynuyor. Kızından özür dilediği sahnede o sahnenin naifliği yanında, sanki fazla hızlı yaşadığı geçmişiyle de yüzleşerek aynı anda iki gözünden birden yaş döküyor. O sahnede The Wrestler için Rourke’dan önce düşünülen, kariyer sıçramasına gereksinimleri olmayan Nicholas Cage ve Sylvester Stallone’un oynadığını düşününce insan dehşete düşüyor. “İçimdeki ben’i ortaya çıkardı” dediği Aronofsky’nin tamamen Mickey Rourke’u derinlerden çıkarmak için uğraştığı belirgin. 1988’de bir boksörü canlandırdığı Homeboy yıllarından uzakta, çapsız ikinci sınıf aksiyonlar sonrası mesleği bırakma noktasına gelen Rourke’un kariyeri ve özel hayatı düşünüldüğünde Randy 'The Ram'in aslında Mickey Rourke olduğu anlaşılıyor.

Bir aktörün farklı bir bedende kendini oynaması da hem klişelerle, basitliklerle yoğrulmuş bu filme ihtiyacı olan samimiyeti, doğallığı kazandırıyor. “Hayatının rolü” dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Filmden hiç para almayan Rourke’un, bize nasıl bittiğini söylemeyen Aronofsky filmleri gibi bir akıbete uğraması, ardından yine para almayan Bruce Springsteen’in derinlere çalışan The Wrestler şarkısıyla finali yapan, sadece 35 günde çekilmiş bu film, tüm basmakalıplığıyla yeni değil, ama yenilenmek için eskiyi sürekli hatırlatması gereken şeyler söylüyor. Unutulmaya yüz tutmuş, ciddiye alınmaktan uzak kalmış, ama en iyi yaptığı, inandığı, sevdiği şey uğruna ayakta kalmış veteran bir güreşçiyi canlandırması için seçilen aynı veteranlıkta bir aktör ve ortaya çıkardığı kırılgan sonuç (ağlayan, dans eden, sahte de olsa dövüşen, şekilden şekile giren, süpermarket dağıtan, acısı ve pişmanlığı yüzüne vuran bir kırılganlık bu), -marifet değil ama- almış olduğu tüm ödülleri hak ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder