24 Temmuz 2019 Çarşamba

Woman At War (2018)


Yönetmen: Benedikt Erlingsson
Oyuncular: Halldóra Geirharðsdóttir, Jóhann Sigurðarson, Jörundur Ragnarsson, Juan Camillo Roman Estrada
Senaryo: Ólafur Egilsson, Benedikt Erlingsson
Müzik: Davíð Þór Jónsson

Oyuncu, senarist, yönetmen Benedikt Erlingsson'un Ólafur Egilsson ile senaryosunu yazdığı, kendisinin yönettiği (2015 yılına ait The Show Of Shows belgeseli haricinde) ikinci uzun metrajı Woman At War, İzlanda'da yalnız yaşayan 49 yaşındaki koro şefi ve müzisyen Halla'nın, idealleri doğrultusunda sürdürdüğü hayat mücadelesini tüm yönleriyle ele alan bir film. Halla, çevresi tarafından sevilen sıradan bir vatandaş olmanın ötesinde, İzlanda hükümetinin, aralarında Çin'in de bulunduğu çok uluslu şirketlerle alüminyum endüstrisine yönelik faaliyetlerde bulunmasını, bunun sonucunda ülkesinin göreceği doğal zararları hazmedemeyen bir aktivisttir. Belirli aralıklarla İzlanda kırsalındaki yüksek gerilim hatlarının çelik direklerine sabotajlar düzenleyen, bu yüzden hükümetin korkulu rüyası haline gelen Halla, konforlu hayatını riske atmaktan kaçınmayan bir kadındır. Tüm bunların üstüne 4 yıl önceki evlat edinme başvurusu kabul edilince beklemediği biçimde bir yol ayrımına geldiğini hisseder.

Küresel ısınma, çevre kirliliği, hükümetlerin ve gücü elinde tutan şirketlerin çıkarları uğruna doğal ortama verdiği türlü zararlar yeni nesile daha güzel bir dünya bırakmamızı yavaş yavaş imkansız hale getiriyor bu bir gerçek. Ama bu umutsuz tablo her çizildiğinde final şu şekilde yapılıyor: "Henüz çok geç değil." Ama bu umudun bilincinde olmak yetmiyor ne yazık ki. Eylem gerekiyor. Ne var ki Greenpeace başta olmak üzere tüm duyarlı sivil toplum örgütlerinin yasal girişimleri bir şekilde bu güçlü şirketlerin kıskaca aldığı ya da menfaat paylaşımında bulunduğu hükümetler tarafından engelleniyor. Söylemleri, uyarıları, bilimsel makaleleri zaten kimse umursamıyor. Kamuoyunun dikkatini çekmeye, durumun aciliyeti hakkında farkındalık yaratmaya çalışan eylemler de bir süre sonra yetersiz kalıyor, unutuluyor. İşte bu çaresizlik sınırına gelmiş, artık eylemin zarar verici boyutlarda olması gerektiğine karar vermiş aktivist Halla, onların anladığı dilden konuşmak için bir dizi yıkıcı eylemde bulunan cesur bir kadın. Onun kararlı, riskli, cüretli bu eylemi ve eylem sonrası kaçışı ile açılan film, adım adım bu karakteri boyutlandırmaya başlıyor.


Polisin, hatta FBI'ın bile kim olduğunu bilmeden aradığı Halla, bu eylemleri gerekçelendirmek ve yaymak için bir deklarasyon yazıp gerilla yöntemlerle dağıtıyor. Kendine de "Dağların Kadını" adını veriyor. Senaryo bu kedi fare oyunu üzerinden ilerleyecek diye beklerken, beklenmedik bir hamleyle Halla'nın evlat edinme başvurusunun kabul edilişi sayesinde kendine başka bir kulvar daha açıyor. Ebeveynleri Ukrayna'daki savaşta ölmüş 4 yaşındaki bir kız çocuğunu bu riskli hayata dahil etme konusunda kafası karışan Halla, yine de ideallerine, her fırsatta taşına toprağına sarılacak kadar çok sevdiği ülkesine sahip çıkmak için bir an olsun geri adım atmayı düşünmüyor. Halla'nın İzlanda doğasına zarar verme eğilimindekilere karşı tek başına verdiği bu savaş, insan-doğa ilişkisinin güzelliğine katılmış çok güzel detaylarla barışın, huzurun tadını, aynı zamanda uzun vadede kimin kazanacağı belli bu savaşta kimden yana olmamız gerektiğini de hatırlatıyor.

İyi kalpli "uzaktan" kuzen Sveinbjörn, Halla'yı destekleyen korodan öğrencisi, aynı zamanda hükümet görevlisi Baldvin ve tabii ikiz kardeş Ása gibi yan tasarımlar senaryoyu Halla etrafında daha dinç tutan, sürprizleyen unsurlar olarak beliriyor. İzlanda doğasının benzersiz güzelliklerinin fon olmaktan çıkıp Halla'nın uğruna savaştığı (savaşmaya da değecek) değerleri olarak kanlı canlı biçimde gözler önüne serilmesi filmin en büyük artılarından. Ayrıca Halla'yı film boyunca takip eden üç kişilik mini orkestra ve yerel kıyafetler içindeki üç kişilik Ukrayna mini kadın korosu, İskandinav kara mizah tonuna çok sevimli ve aynı zamanda dramatik katkılar sağlıyorlar. Ama Woman At War'ın gerçek yıldızı, Halla rolündeki İzlanda'nun 51 yaşındaki dizi ve film oyuncusu Halldóra Geirharðsdóttir. Müthiş bir ışığa sahip olan, Halla'nın fiziksel ve ruhsal güçlüklerini, inadını, cesaretini tutkulu bir performansla aktaran Geirharðsdóttir, ünlü oyuncu Jodie Foster'a da ilham vermiş olacak ki, onun başrol ve yönetmenliğinde bir Hollywood -çok gereksiz- yeniden çevrimi olabileceği konuşuluyor. Tabii bu halinin yanına bile yaklaşamayacağını söylemek falcılık olmaz.


Mesela Avrupa Parlamentosunda, Birleşmiş Milletler oturumunda, Davos'ta küresel ısınmayla ilgili inanılmaz konuşmalar yapan 16 yaşındaki İsveçli çevreci aktivist Greta Thunberg. Mesela kurtardığı göçmenleri savaş gemilerine karşın kıyıya ulaştıran, ama insan ticareti yapanlara yardım ettiği gerekçesiyle İtalya'da tutuklanan 31 yaşındaki Alman kaptan Carola Rackete. Mesela hiçbir haksızlığa, eşitsizliğe karşı sessiz kalmayan korkusuz ABD senatörleri Alexandria Ocasio-Cortez (30), Ilhan Omar (38) ve Rashida Tlaib (43), erkek egemen siyaset ve sivil toplum platformlarında doğru hümanist çıkışlarda bulunmakla kalmayıp, uzun yıllardır görülmemiş dürüstlük ve cesaret örnekleri sergileyerek ilham verdiler. Kurmaca bir karakter olan Halla ise, karşılık göremediği duyarlılığını, katledilmekteki doğal ortama olan aşkını, anarşist dürtülerle de olsa korumak uğruna benzer dürüstlük ve cesaret adanmışlıklarıyla hareket ediyor. Finaliyle de öfkeli doğanın gazabına rağmen yine de umutları kucaklayıp taşıyabileceğimizi resmedip, belki de bir yanıyla "henüz çok geç değil" demek istiyor.

18 Temmuz 2019 Perşembe

Mørke (2005)


Yönetmen: Jannik Johansen
Oyuncular: Nikolaj Lie Kaas, Nicolas Bro, Lærke Winther Andersen, Laura Drasbæk, Lotte Bergstrøm, Anne Sophie Byder, Morten Lützhøft
Senaryo: Anders Thomas Jensen, Jannik Johansen
Müzik: Antony Genn

Jacob, kendisi gibi gazeteci olan eşi Nina ile sakin bir hayat sürmektedir. Bir intihar girişiminin ardından sakat kalmış olan kızkardeşi Julie, annesi ile birlikte ağabeyi Jacob’u ziyarete gelir. Julie, Anker adında bir adamla evlenmeye karar vermiştir. Jacob, Anker ile tanıştıktan sonra biraz temkinli de olsa durumu kabullenir. Tek istediği Julie’nin mutluluğudur. Fakat tam da düğün gecesi Julie banyoda bileklerini keserek intihar eder. Kızkardeşini Anker’in kucağında kanlar içinde gören Jacob için bu tam bir yıkımdır. Aradan bir süre geçtikten sonra Jacob tesadüfen Julie’nin ölüm ilanına çok benzeyen başka bir ilana daha rastlar. Çok sevdiği Julie’nin, babasını sorumlu tuttuğu ilk intihar girişiminden beri suçluluk ve derin bir hüzün duyan Jacob, onun bu şekilde ölümünü hazmedemeyip, o gece ile ilgili konuşmak için Anker’ı bulmaya karar verir. Onu sakin bir kasabada bulduğunda ise başka tuhaf tesadüflerle de karşılaşacaktır.

Bir Danimarka filmi olan Mørke, çekim, atmosfer ve oyunculuk yönünden bu coğrafya yapımlarında rastladığımız olağan özelliklere sahip olduğu kadar, bir takım bilindik gerilim formüllerini de cebine koymuş, tutunduğu bu disiplin sayesinde ne havalanmış, ne de dibe batmış bir dram-gerilim-gizem filmi. Televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip olan yönetmen Jannik Johansen, senaryosunu da Adams æbler’in yazar/yönetmeni olarak bildiğimiz usta senarist Anders Thomas Jensen ile birlikte yazdığı Mørke ile, durağan yapısına rağmen ana konusundan sapmayan ve o durağanlılığa ivme kazandırmak için cebindekileri yerli yerinde kullanmasını bilen bir gerilim çekmiş. Aslında gerilim özelliğinden daha önde fazlaca dram öğeleri hakim. Üstelik gerilim kelimesi Mørke için korkudan ziyade, gerilimli bir öykünün sır perdesi ile aç-kapa oynaması şeklinde düşünülebilir. Jacob ve Anker arasında gerek karakter yapıları, gerekse o karakterleri canlandıran oyuncuların uyumu açısından gerçekçi bir akış söz konusu. Bu ikilinin film içinde temsil ettikleri tarafların izleyiciye aktarımı da gayet sorunsuz. Geçmişte ebeveyn sorunları yaşamış yetişkinlerin gündelik yaşamlarında karşılaştıkları önemli bir kırılma noktası ile bu sorunların su yüzüne çıkması gibi bir temaya sahip olmasına rağmen, bu temanın üzerine fazla gitmeyip suyunu süzerek olgun bir altyapı veya dekor oluşturuyor.

Özürlü kızkardeşi Julie’nin düğün gecesinde intihar etmesini hazmedemeyen Jacob’un gerçeği arayış yolculuğunda uğradığı kasaba, sıradan yaşamlarına gömülmüş halkı, şüpheci polis şefi, tekinsiz kasaba atmosferi ile çerçevesini belirlemiş. Bu tip mekanlara yapılan yolculukların, büyük şehir bireyleri üzerinde yaptığı geçmişle yüzleşme terapisinden Jacob da nasibini alıyor. Kişisel çıkarlar doğrultusunda gerçeği aramanın, gazeteci merakının önüne geçmesi Jacob için kaçınılmaz. Doğru tarafı temsil ediyor olmanın ve etrafında çevrili sır perdesini aralamak için bir kasabanın yabancısı olma konumunun da getirdikleri ile bazı Hitchcock karakterlerini çağrıştırıyor. Bu anlamda Hitchcock’dan bu yana pek çok kere kullanılmış bir malzeme olsa da Jacob gibi bazılarına taklitten ziyade, yerini ve haddini bilen “yeniden çekim karakterler” diyebiliriz. Jacob’un konumundaki yalnız karakterler ile izleyici olarak özdeşleşmemizin önemi de filmin bütünü için çok gereklidir. Bu açıdan da Mørke için dersine çalışmış olduğu gözleminde bulunmamız mümkün. Hikayenin diğer yakasında bulunan Anker ise, filmin karanlık ve gizemli yönünü temsil edecek olmanın önemi hesaba katılarak yaratılmış bir karakter. Filmin sırlarını ustaca kamufle etme becerisi yanında, normalliği, hatta sıradanlığı ile de tuhaf bir gerilim yaratmayı başaran bir konumda. Sıradanlık tarifi, sadece Anker’ın yüzeyde görünen özelliklerinden ötürü yapılabilir. Oysa görünmeyenlerin sağladığı çekiciliği de tümüyle üzerine uydurduğunu söyleyebiliriz. Kısaca Anker, acısını içine atmış bir dul olarak ikna edici olduğu kadar, o acının derinlerinde yatanlar hakkında yarattığı esrarengizliğe de sahip, çift taraflı bir zenginlik taşıyor.


Şayet karakterler yönünden tüm bu pozitif elektrik alınmış ise bilin ki bunun en büyük mimarı Danimarkalı aktörler Nikolaj Lie Kaas ve Nicolas Bro’dur. Daha önce Reconstruction, Alegro, Adams æbler gibi filmlerde de beraber rol almış olan ikilinin abartısız, ama her türlü yol yönteme hakim performansları ile Mørke, hiç sıkılmadan izlenen bir macera haline geliyor. Her ikisinin de adeta yüzlerine yansımış olan konsantrasyonları, konuşmadıkları anlarda dahi izleyici zihninde cümleler kurdurabilmekte.. Özellikle Nicolas Bro, yarattığı tuhaf Anker tiplemesi ile filmin en büyük gizem kaynağı. Öte yandan Mørke, Jacob rolündeki Nikolaj Lie Kaas ve yönetmen Jannik Johansen için ayrı bir önem taşımakta. Kaas’ın annesi intihar etmiş, babası ise boğulmuş. Yine Johansen’in kızkardeşi intihar sonucu hayatını kaybetmiş. Bu trajik gerçeklerin filme kattığı realist dokunuşlar, Mørke’yi onların kişisel yorumlarının ötesine taşıyıp tüme varmaya götürüyor. Yaşadıkları yüzleşmeyi izleyenle de yüzleştirme ustalığını göstermiş saymamızın tek nedeni de bu olsa gerek. Üstelik işi sadece intihar boyutu ile sınırlamıyorlar. Filmin çok anlamlı bir boğulma imgesi var. Jacob’un sık sık gördüğü bir rüya ile ilgili bu imge, filmin başında ve sonunda yarattığı değişik etkilerle hem estetik bir fark, hem de Kaas’ın boğularak ölen babasına da yönetmen Johansen aracılığıyla bir gönderme fırsatı yaratıyor.

İntihar olgusuna değinme biçimi ile iddiasız, fakat değindiği yerlerde de yerinde tespitler yapan Mørke, birkaç sahne haricinde bunu sözel yoğunlukta sunmuyor. Mesela Anker’in dile getirdiği “intihar edenler aslında geride bıraktıkları insanları cezalandırmak isterler” düşüncesine benzer, sade ama etkili söylemlerini çok fazla diline dolamadan didaktik virajlara girmekten kaçınıyor. Ortaya sunduğu bu fikirleri fazla kurcalamamakla bize sakin vur-kaçlar ile filmin malzemesini, karakterlerin yaptığı seçimleri ve hatta biraz da genel anlamda intihar kavramını sorgulattırıyor. İntiharın sebepleri ve sonuçları üzerine kocaman laflar etme misyonu üstlenmediğini de, kendi çapındaki trajedisine sadık bir rota izleyerek gösteriyor. Anlatım şiddetini bu tevazusundan alıyor adeta. Mørke’nin intihar ile bağlantılı olarak ölüm ile de söylemek istedikleri kendini belli ediyor. Ölüm ile ilgili, kaybettiğimiz insanlar hakkında konuşmak istemememiz üzerine Jacob üzerinden çok güçlü hisler barındırıyor. “Ölüm hakkında konuşmayız, işte bu yüzden zordur ölüm” gibi cümlelerle beyan ettiği tutuma alenen sahip çıkmayıp, bunu güçlü biçimde ima eden olay örgüsü ile de takdirleri hak ediyor.

Seyrek nüfus yapısı, yüksek refah seviyesi, etrafına rahatsızlık vermeyecek toplum ve siyasi yapısıyla İsveç, Danimarka, Norveç gibi ülkelerdeki yüksek intihar oranları ironisine ise nasıl bir açıdan yaklaştığını da yine o muğlak yapısıyla izleyene bırakan film, bunalımlı gelişmiş toplumlara tutulmuş eleştirel bir aynadan ziyade, gerçeklerin beslediği kurmaca hikayesine gösterdiği sadakat ile anılmayı tercih etmiş görünüyor. “Karanlık, kasvet, hüzün” gibi anlamları olan Mørke, filmin koyu tonlarını insanların koyu ruh halleriyle bütünlemiş, küçük oynayarak da büyük olunabileceğinin kanıtı filmlerden biri olmanın soğukkanlılığı ve elbette soğukluğu ile sürükleyici olmayı başarmış bir yapım.

11 Temmuz 2019 Perşembe

Private Life (2018)


Yönetmen: Tamara Jenkins
Oyuncular: Kathryn Hahn, Paul Giamatti, Kayli Carter, Molly Shannon, John Carroll Lynch
Senaryo: Tamara Jenkins

2007 yılında yazıp yönettiği The Savages'tan bu yana hiç film yapmayan Tamara Jenkins, çocuk sahibi olmaya çalışan kırklı yaşlardaki Rachel - Richard çiftinin çabalarını konu alan 2018 yapımı Private Life ile harika bir dönüş yapıyor. The Savages, babalarının rahatsızlığı nedeniyle uzun bir aradan sonra biraraya gelen Wendy ve Jon Savage kardeşlerin hem geçmişleriyle yüzleşmelerini, hem de özel hayatlarındaki çalkantıları aynı senaryoda başarıyla buluşturan bir filmdi. Private Life ise bu kez Rachel ve Richard'ın özel hayatına dair önemli bir meseleyi her yönüyle masaya yatıran bir film. Öyle ki, masaya yatırmakla kalmayıp o meseleyi kendince bir güzel ameliyat ediyor. Bu esnada yeni sorunlar keşfederek onları da çözümlemek için tüm insani olasılıkları deniyor. Bu keşif, deneme, çözümleme evreleri ufak detaylar dışında herkesi sıkboğaz eden veya kucaklayan onlarca örnekle pekiştirilerek, aslında farklı yaşam alışkanlıklarını, tarzlarını, kültürlerini bile ortak paydada buluşturabilecek genişlikte bir "özel hayat" anatomisi yapılıyor.

Rachel ve Richard'ın çocuk sahibi olmak için hemen her yöntemi denemesinde, bu durumun tıbbi, psikolojik, cinsel, toplumsal, en fazla da bireysel boyutlarında neredeyse hiçbir boş yer bırakmayan Jenkins, Rachel ve Richard'ı benimsetmekte, empati inşa etmekte, sevdirmekte sorun yaşamıyor. Tıpkı iyi bir eğitime, akademik kariyere, hayat standartına, ama sıkıntılı özel hayatlara sahip Savage kardeşler gibi bir konumda yer alan çiftimiz, kendi ortak özel hayatlarında bir türlü sonuca ulaşamadıkları bu sorunla mücadele ederken birbirlerini yıpratmaktan da kaçamıyorlar. Richard Rachel'ı kariyerini ön planda tutup çocuk yapmayı ertelemesiyle, Rachel ise Richard'ı sperm yetersizliğiyle suçluyor. Ama birbirlerini sevdiklerine emin olduğumuz için bunlar her ilişkinin doğal engebeleri olarak yansıyor. IVF ya da halk arasındaki adıyla tüp bebek, evlat edinme, taşıyıcı anne bulma gibi yöntemleri denemelerine, Richard'ın dediği gibi bir tek çocuk kaçırmadıkları kalmasına rağmen başarı sağlayamayan çift, biraz tartışmalı da olsa son olarak yumurta bağışı yöntemini denemeye karar veriyorlar. Yumurta bağışı, sağlıklı yumurtaları bulunan donör bir kadından alınan yumurtaların, başka bir alıcı kadının hamile kalması için kullanılmasını sağlayan yönteme denmekte. Bu işi para karşılığı yapan olduğu gibi, gönüllü yapanlar da var.


Bu noktaya kadar yoğunluğunu zaten korumakta olan film, Richard'ın üniversite eğitimini yarım bırakıp yazar olmak isteyen 25 yaşındaki üvey yeğeni Sadie'nin New York'a gelmesiyle asıl kırılma bölümüne geçiyor. Tam bir donör aradıkları sırada bu ziyareti fırsata çevirmek isteyen Rachel ve Richard, Sadie'ye bu teklifi yapıyorlar. Tabii sonrasında yaşananlar, asla suyu çıkarılmayan düzeyli bir komedi ile sivri köşeleri bulunan kontrollü bir dram arasındaki dengeyi ustaca sağlamış yeni bir yol açıyor filme. Tamara Jenkins, biraz Amerikan tarzı da olsa insan doğasını test etmeye yönelik sorunlar / çözümler / çıkmazlar meydana getirerek Rachel, Richard, Sadie odaklı kurduğu çatının altına yeni odalar açmayı, onları dayayıp döşemeyi çok iyi beceriyor. Rachel - Richard çiftine yeni bir umut, kayda değer bir başarı elde edememiş genç Sadie'ye hayatında iyi bir amaca hizmet etme fırsatı veren Jenkins, bu verdikleriyle onları denerken, yarattığı karakterlerin seyirci gözündeki çok boyutluluğunu, gerçekliğini de test ediyor aynı zamanda.

Çocuk sahibi olmak isteyen, bu uğurda maddi manevi tüm imkanları zorlamaya hazır bir çift, onlara yardım etmek isteyen genç bir kız, onun ebeveynleri ve hissettikleri derken filmde boyut kazanmış her karakteri kanlı canlı önümüze koyan Jenkins, istediğinde gülümseten, istediğinde gözleri dolduran hakim anlayışını filmin başından sonuna koruyarak az ama öz film çeken kaliteli yönetmenlerden biri olduğunu The Savages ve Private Life ile kanıtlayan bir kadın. Doğru oyuncularla çalışarak işini daha da kolaylaştırmasını biliyor. The Savages'da Philip Seymour Hoffman - Laura Linney ikilisinden aldığı verimi (hatta belki de daha fazlasını) bu filmde Paul Giamatti ve Kathryn Hahn uyumundan alıyor. Her ikisi de olması gerektiği gibi, yani yıllardır evliymiş, bir türlü çocuk sahibi olamamaları onları çok yıpratmış, ama yine de ümitlerini yitirmemiş gerçek bir çift olarak görünüyorlar. İlaveten genç oyuncu Kayli Carter'ın Sadie performansı da sevimlilik, renk ve gidişatı ne yönde değiştireceği meçhul bir güvenilmezlik katıyor. Çocuk sahibi olmanın veya olmamanın artı ya da eksilerine fazla girmeden, sadece basitçe tasarlanmış bir çiftin bu durumu değiştirme yönünde girdikleri süreci mizahıyla, dramıyla, bilimselliği ve çıkmazlarıyla pürüzsüz ele alan Private Life, bu süreci yaşamış yaşamamış herkesi kendine bağlayabilecek kozlara sahip bir film.

2 Temmuz 2019 Salı

Ruben Brandt, Collector (2018)


Yönetmen: Milorad Krstic
Senaryo: Milorad Krstic, Radmila Roczkov
Müzik: Tibor Cári

Ünlü bir psikoterapist olan Ruben Brandt, babasının ölümünün lanetini üzerinde taşıyan, bu yüzden sık sık kabuslar gören bir adamdır. Bu korkunç kabuslarda canlanan dünyaca ünlü bazı tablolar çeşitli şekillerde Brandt'in hayatını cehenneme çevirmeye başlar. Bu arada Louvre müzesinden Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya ait paha biçilemez bir yelpaze, bir akrobat, dublör ve kleptoman olan Mimi adındaki kadın tarafından çalınır. Mimi aslında Paris'e sanat eserlerine meraklı mafya babası Vincenzo'nun görevlendirdiği üzere Regent Elması'nı çalmak için gelmiştir. Yelpazeyi çaldığı gece gözüpek bir özel dedektif ve sanat hırsızlığı konusunda uzman olan Mike Kowalski tarafından takip edilir. Bu takip sonunda önce Kowalski'ye yakalanan, ardından kurnazca kurtulan, ayrıca kazık attığı için Vincenzo'nun nefretini kazanan Mimi, kleptomanlığı doğru şekilde yapabilmek amacıyla, "sanatsal ruhları iyileştirmek için en iyi psikiyatrist" olduğunu duyduğu Brandt ile temasa geçer. Terapi başladığında ise Mimi, Brandt'in bazı sorunları olduğunu anlamakta gecikmez.

Ruben Brandt, Mimi'nin de fikir ve desteği sayesinde bu kabuslar ve halüsinasyonlardan kurtulmak için The Louvre, The Tate, MoMa, The Uffizi, The Musée d’Orse, The Art Institute Of Chicago gibi dünyanın en iyi müzelerinde bulunan, dünyanın en iyi tablolarından 13 tanesini çalmaya karar verir. Bu deli işi planına, aynı zamanda hastaları olan ünlülerin koruması Bye-Bye Joe, bilgisayar dehası Fernando ve "iki boyutlu" banka soyguncusu Membrano Bruno da gönüllü olarak dahil olur. Bu ekip, çılgın ve zeki planlarla tüm orijinal tabloları çalmayı başarır. Bu seri eser soygunu dünyada büyük yankı uyandırır. Brandt artık "Koleksiyoncu" lakabıyla aranan ünlü bir hırsızdır. En çok aranan suçlular haline gelen ekip, dünyanın dört bir köşesinde kovalanırken, yakalanmaları için konan ve sürekli artan ödül ise 100 milyon doları bulur. Sigorta şirketlerinden oluşan birim, Kowalski'yi hırsızları yakalaması için tutar. Kowalski yanında, 100 milyon doları duyan ödül avcıları, aynı zamanda Vincenzo ve adamları da Brandt ile çetesinin peşine düşer.


1952 Slovenya doğumlu Milorad Krstic'in Radmila Roczkov ile birlikte senaryosunu yazdığı, yönettiği, mutfağında daha pek çok işe el attığı Ruben Brandt, Collector, benzersiz bir animasyon deneyimi. Sırbistan'daki Novi Sad'da hukuk eğitimi alan, 1989'dan beri de ressam ve multimedya sanatçısı olarak Budapeşte'de yaşayan Krstic, çizim, resim, fotoğraf, heykel, belgesel film, set ve sahne tasarımı gibi birçok alanla yakın temasta olan bir sanatçı. Bu güne kadar sadece 1995 tarihli My Baby Left Me adında bir kısa animasyon çekmiş ve onunla da Berlin Film Festivali'nde Gümüş Ayı kazanmış. Zaten işi başından aşkın bir insan olması bir yana, önceden tanımış olsaydık onun bir şekilde sinema dünyasına adım atması büyük olay olurmuş diye düşünebilirdik. Nitekim ilk uzun metrajlı filmini çıkarması 2018 yılını bulmuş ve Macaristan yapımı Ruben Brandt, Collector gerçekten büyük bir olay olmuş. Eskiden beri sanat galerilerini ve sinema salonlarını çok sevdiğini söyleyen, bir tablonun veya iyi çekilmiş bir sahnenin bazen gerçeklikten çok daha güçlü olabileceğini savunan Krstic, ilk filminde bu iki sanat dalının kendisi için ifade ettiklerini olağanüstü bir karışımla sanat severlerin beğenisine sunuyor.

Dadaizm, Surrealistler, Alman ekspresyonist ressamlar ve Pop Art gibi akımları favorisi olarak gösteren Milorad Krstic, özellikle karakter dizaynlarında Picasso'nun asimetrik yüz tasarımlarından, Kübist ve Dadaist akımlardan ilham aldığını belirtiyor. Baş karakteri olan Ruben Brandt'i ise ismen Flaman ressam Peter Paul Rubens ve Hollandalı ressam Rembrandt van Rijn'in kombinasyonu olarak düşünmüş. Krstic'in sinema zevkine baktığımızda ise korku, aksiyon-macera, film noir, drama, art-house, fantezi şeklinde geniş bir yelpazeyle karşılaşıyoruz. Ingmar Bergman, Luis Buñuel, Charlie Chaplin, Sergei Eisenstein, Federico Fellini, Alfred Hitchcock, John Huston, Stanley Kubrick, Akira Kurosawa ve Georges Méliès gibi yönetmenler onun sinema bilincini şekillendirmiş. Ama bu ağır isimlerin yanında popüler kültüre dair kişi, olay, sahne örnekleri de görmek mümkün. Krstic'in geniş çaplı ilham kaynakları kimi zaman bir Hitchcock filmi gibi gizemli tavır takınırken, bazen aksiyon gerektiren bir soygun filmi olması itibariyle kimi zaman da Mission Impossible ya da Ocean's Eleven tarzı popüler bir tempodan besleniyor.

Ruben Brandt'in farklı sorunlara sahip hastaları için ilginç tedavi yöntemleri var. Ama kendi sorunlarının çözümünün "sorunlarını kontrol altına almak için onlara sahip ol" öğüdü olduğunu keşfetmesiyle birlikte, kabuslarına giren 13 tabloyu çalmaya karar vermesi, bir psikoterapist olarak Brandt'in kendine biçtiği terapi yöntemi oluyor. Üstelik sadece Brandt için değil, Mimi, Bye-Bye Joe, Fernando ve Membrano Bruno için de bu soygunlar özgürleştirici bir etki taşıyor. Tabii Brandt ve Mimi'nin bu "tedavi" süreci daha detaylı işleniyor. Brandt'in rüya ve halüsinasyon sahneleri yaratıcı, ürkütücü ve bu sayede gerçekten kurtulunması gereken arızalar olarak görevini yerine getiriyor. Krstic muhtemelen bu eserlerde hissettiği korku/gerilim fantezilerini, kendi sanatsal vizyonundan hareketle tanımladığı Brandt üzerinden somutlaştırarak self terapisini yapıyor. Üstelik Brandt'in bu ruh halini bir baba-oğul arızasıyla ilişkilendirerek gerekçe de sunuyor. Hepsi farklı şekillerde sorunlu ve terapi görmekte olan beş kahramanımız milyar dolarlar değerinde tabloları zeki ve soğukkanlı biçimde müzelerden çalarken hiçbirinin derdinin para olmaması, özgürleşme hissinin paha biçilemezliğine işaret ediyor.


Krstic, her sahnesine saniyelerle sınırlı sanat yerleştirmeleri yaparak bir ayrıntılar okyanusu, bir referans bombardımanı yaratıyor. Bunları filmin gerçeküstü hamuruna o kadar uygun yöntemlerle yapıyor ki, bir sergide önünde durduğumuz tabloları detaylarıyla incelemeye benzeyen şekilde sahneleri sürekli durdurma ihtiyacı yaratıyor. Psikolojik gerilimi mizahla, sanatsal derinliği popüler aksiyon numaralarıyla buluştururken bu yaratıcılığa hayran kalıyoruz. Filmin hemen başlarındaki Mimi ve Kowalski arasında Paris'te geçen uzun takip bölümü, Vincenzo'nun tırlarla ve bir helikopterle kahramanlarımızın peşine düştüğü anlar ve Tokyo'daki Popüler Sanat Sergisi'nde girişilen mücadele sahneleri, Krstic'in sadece sanat düşkünü bir "nerd" olmadığını, popüler aksiyon denklemlerinden de haberdar olduğunu gösteren çok eğlenceli sekanslar. Ruben Brandt, Collector, türlerin iç içe geçtiği bu biçimsel zenginliğini müziklerine de yansıtmış bir film. Güçlü tema müziklerini yapan Tibor Cári yanında, bazı Mozart, Puccini, Schubert, Stravinsky, Tchaikovsky eserlerini duymak mümkün. Popüler sızıntıları bu noktada da göstermek suretiyle Scott Bradlee’s Postmodern Jukebox adlı grubun Creep (Radiohead), All About That Bass (Meghan Trainor) ve Oops!... I Did It Again (Britney Spears) şarkılarını sevimli pop caz yorumlarıyla duymak da çok keyifli.

Ruben Brandt, Collector nadir bulunan bir animasyon. Her sahnesinden sanat fışkıran, derinlik sahibi, hınzır, sürprizlerle dolu, sürreal bir deneyim. Yenilikçi olduğu kadar geleneksel öğelere bağlı, çok emek harcandığı belli olağanüstü bir vizyonun eseri. Erken başyapıt tabir edilen, şarap misali yıllandıkça değeri daha çok artacak bir yapım. Waltz with Bashir, Loving Vincent, Isle Of Dogs, Persepolis, La tortue rouge, Alois Nebel, Rango, L'illusionniste, Renaissance, WALL•E gibi 2000'lere damgasını vurmuş yenilikçi animasyonların arasında yeri çok sağlam. Milorad Krstic bu işin mutfağını çok iyi bilen bir sanat sever ve sanatçı. Bu tecrübeye rağmen henüz ilk uzun metrajını çekmesine inanmak güç. Bundan sonrasında yine mutfağına mı dönecek, yoksa buna benzer başka projelere mi imza atacak orası şimdilik belirsiz. İkincisi olması halinde sinema dünyası muhteşem bir yönetmen daha kazanacak. 13 dahi ressamın seçilmiş 13 tablosunu hikayesine birbirinden ilginç yöntemlerle dahil edişi, belki de bu sayede yeni nesli bu eserlerin varlığından haberdar edişi, zaten haberdar olanlara da farklı bir deneyim sunması, birkaç sanat dalında birden ustalaşmış Krstic'in sinema sanatına da ne denli önem bahşettiğinin kanıtı. Filmden öncesinde ve sonrasında görülmesi farklı tatlar yaratacak o meşhur tablolar ve sahipleri, resim sanatının hayatımıza kattığı anlamı sinema sanatıyla kol kola bir kez daha hatırlatıyor.


Venus (Sandro Botticelli)
Double Elvis (Andy Warhol)
Nighthawks (Edward Hopper)
Olympia (Éduard Manet)
Whistling Boy (Frank Duveneck)
Portrait Of The Postman Joseph Roulin (Vincent van Gogh)
Infanta Margarita Teresa In A Blue Dress (Diego Velázquez)
Portrait Of Renoir (Frédéric Bazille)
Portrait Of Antoine, The Duke Of Lorraine (Hans Holbein)
Woman Holding A Fruit (Paul Gauguin)
The Treachery Of Images (René Magritte)
Woman With Book (Pablo Picasso)
Venus Of Urbino (Tiziano Vecellio)