31 Ocak 2010 Pazar

The Crying Game (1992)

Yönetmen: Neil Jordan
Oyuncular: Stephen Rea, Jaye Davidson, Forest Whitaker, Miranda Richardson, Adrian Dunbar, Joe Savino, Breffni McKenna, Birdy Sweeney
Senaryo: Neil Jordan
Müzik: Anne Dudley

Percy Sledge’in gelmiş geçmiş en iyi aşk şarkılarından biri olan When A Man Loves A Woman’ı ile açılıyor Neil Jordan filmi The Crying Game. Aşkın bir savaş alanına benzediğini en iyi tescilleyenlerden biri olmasından başka, siyasetin göbeğinden seslenmesine rağmen, tamamen sevginin siyasetinden bahseden sarsıcı bir tecrübe. Jordan’ın The Soldier’s Wife filminden esinlendiği filme önce bu ismi verme fikrinden arkadaşı Stanley Kubrick caydırmış Çünkü Kubrick’e göre, dini ve askeri çağrışımlarda bulunan isimler izleyici üzerinde olumsuz etkide bulunabilirmiş. Full Metal Jacket’ın saf bir savaş filmi olmasının bu görüşle ilgisi yoktur sanırım. Bunun üzerine Jordan, 1960’ların İngiliz pop şarkılarından, filmde de duyduğumuz The Crying Game’de karar kılmış.

IRA militanları, İngiliz askerlerin örgüt üyesi bir arkadaşlarını esir alması üzerine onu kurtarmak için bir aşk komplosuyla İngiliz asker Jody’yi (Forest Whitaker) kaçırılar. Örgüt üyesi güzel Jude’un (Miranda Richardson) Jody’yi kendine aşık ederek kurduğu komplo sonunda IRA’nın eline düşen askere göz kulak olan Fergus (Stephen Rea), giderek Jody’ye acımaya başlar ve aralarında bir dostluk doğar. Yediği kazığın, kendisine Kurbağa ve Akrep'in hikayesini hatırlattığı Jody’nin hayatı ve de en önemlisi aşkı Dil (Jaye Davidson) ile ilgili bilgileri öğrenen Fergus, İngiliz askerlerin baskınınyla darmadağın olan operasyonun ardından kurtulmayı başarır ve Dil’i bulup, ona asker sevgilisinin mesajını iletmek ister. Ama işler hiç de onun düşündüğü gibi gitmeyecek, hesapta olmayan bir sürü sürpriz Fergus’u dört bir yandan kuşatacaktır.

Özellikle 90 başlarına göre oldukça cesur kabul edilebilecek cinsel yaklaşımıyla önce birçok stüdyo tarafından çok sıra dışı bulunarak geri çevrilen film, aslında bu sayede daha fazla izleyici çekmiş. The Crying Game bu sayede iyi hasılat yaptığı gibi, En İyi Senaryo Oscarı başta olmak üzere dünya çapında bir sürü ödül de kazandı. Senaryoya baktığımızda aslında terör, aşk, cinsellik, ihanet, ölüm üzerine öyle büyük büyük laflar edilmediğini görürüz. Tam tersi, bu filmde Jordan senaryosu gücünü basitlikten alıyor. O basitliğin arasına sıkışıp kalmış gizemli hayatlar, yine o basitlikle izleyeni sıkmıyor, hatta topu onlara atıyor. Akademinin bu yaklaşımı pek alışıldık değil aslında. Oscar Moscar diyoruz ama, kimi zaman doğru tespitlerine de diyecek bir şey kalmıyor. Stephen Rea, Forest Whitaker, Jaye Davidson ve Miranda Richardson’un oyunları çok üstün. Zaten Jordan ile birlikte hepsi çeşitli organizasyonlarda ödüller kazanmış. Rea gibi usta bir oyuncunun performansı tıpkı senaryoya benziyor. Basit, muğlak ve tekinsiz. Texaslı Whitaker’ın İngiliz asker yorumu hiç sırıtmıyor. Ama travesti Dil rolündeki Jaye Davidson’un da onlardan aşağı kalır yanı yok. Yüz ifadesi ve kemik yapısı onu izleyene pek de yabancılaştırmıyor. Onunla ilgili sette yaşanan ilginç bir olay da var: Davidson sette nezle olur. Onun mini karavanına bir doktor çağrılır. Doktor onu muayene eder ve Neil Jordan ile konuşmaya gider ve der ki: Bu kızın hamile olabileceği ihtimalini düşünmediniz mi? Bunu duyan Jordan ve set ekibi kahkahayı basar. Doktor şaşırmıştır. Duruma uyanınca hafiften sazan konumunda hisseder.

Biraz da spoiler vermiş gibi olduk ama zaten Jordan bunun anlaşılmaz olması için özel bir çaba sarfetmemiş ve Dil’in erkek olduğunu bilmenin, Bruce Willis’in ölü olduğunu bilmek kadar hayati bir şaşırtıcılığı yok. Esas üzerinde durulan Dil’in kendisi. Aşkı uğruna her şeyi yapabilecek kadar sevgiye aç oluşu, Fergus’un da kendini keşfedişine ve fedakarlıkta bulunuşuna yön veriyor. Fergus ve Dil’in fedakarlıkları bize, gerçek aşkın feragat ve fedakarlık olmadan mümkün olamayacağını anlatıyor. İster onun için stadyumda dev ekrana sevgi sözcükleri yazdırın, ister onun için kendinizi kurşunların önüne atın, ister onun için aylarca özenle uzattığınız saçlarınızı kesin, yeter ki sevdiğinizi gösterin ve fedakarlıkta bulunun. Aşk elde etmesi o kadar meşakkatli bir duygu ki, bulunduğunda yeni bir gezegen keşfetmekle tamamen aynı.

Soundtrack

1. Boy George - The Crying Game
2. Percy Sledge - When a Man Loves a Woman
3. Cicero - Live for Today (Orchestral)
4. Carroll Thompson - Let the Music Play
5. The Blue Jays - The White Cliffs of Dover
6. Cicero - Live for Today (Gospel)
7. Dave Berry - The Crying Game
8. Lyle Lovett - Stand By Your Man
9. Anne Dudley - The Soldier's Wife
10. Anne Dudley - It's In My Nature
11. Anne Dudley - March To The Execution
12. Anne Dudley - I'm Thinking Of Your Man
13. Anne Dudley - Dies Irae
14. Anne Dudley - The Transformation
15. Anne Dudley - The Assassination
16. Anne Dudley - The Soldier's Tale

29 Ocak 2010 Cuma

Mediterraneo (1991)

 
Yönetmen: Gabriele Salvatores
Oyuncular: Diego Abatantuono, Claudio Bigagli, Giuseppe Cederna, Claudio Bisio, Gigio Alberti, Ugo Conti, Memo Dini, Vasco Mirandola, Vanna Barba, Luigi Montini, Irene Grazioli
Senaryo: Enzo Monteleone
Müzik: Giancarlo Bigazzi, Marco Falagiani

Akdeniz’i bir tatil beldesinden çok, uçsuz bucaksız bir evren olarak görmek lazım. Zeytinin, portakalın, güneşin, denizin, yakamozun, yeşilin, aşkın, hüzünün ve doğa melodilerinin melankolik huzuru olarak iliklere kadar hissetmek lazım. Birçok şarkıda veya filmde zikredilen “cennet aslında burada” teranelerine bir an da olsa kendimizi kaptırmadan edemediğimiz Akdeniz’i, yine sadece bir an da olsa kendine sırılsıklam aşık bırakan filmlerden birine ne dersiniz? Hem de Akdeniz’in mayasına taban tabana zıt savaş olgusuyla...

2. Dünya Savaşı sırasında, Antalya Kaş’ın hemen karşısındaki Meis (Rumca “göz”) Adası'na görev icabı uğramak zorunda olan birbirinden ilginç bir grup İtalyan askerinin yaşadıklarını konu alan Mediterraneo, bizi hiç de yabancısı olmadığımız (ama maalesef hala kimi ülkemiz insanının bile görme şansına erişemediği) Akdeniz cennetine doğru götürüyor. Akdeniz doğasında film çekerseniz zaten maça 1-0 önde çıkarsınız. Yönetmen Gabriele Salvatores, Enzo Monteleone’nin nefis öyküsüne de bu üstünlükle başlayıp, güzelliğini görsel olarak kusursuzluk sınırlarında gezdiriyor. Adama Oscar bile kazandırıyor. Buna Akdeniz büyüsü denir. Küflü, dumanlı bir ortamda da izleseniz sizi içeri buyur eder. Eğer ona ait bir nostaljiniz varsa size hiç acımaz. Ufak bir esintiyi bile saçlarınızda, yüzünüzde zalimce hissettirir. Deniz sonrası damağınızda duyduğunuz zeytin tadı onun suç ortaklarından sadece biridir.

 
İçindeki sanatçı ruhu bastıramayan bir komutandan, başıboş ama hayat üzerine çarpıcı tespitleri olan komik bir çavuştan, aşkını bir fahişeye verebilecek kadar yoğun Antonio’dan, aynı kızı sevip paylaşabilecek kadar saf iki İtalyan dağ köylüsünden bozma askerden, bunun yanında aralarında eşeklerle arasında gizemli bir bağ bulunan, eşi hamile olan ve içindeki eşcinseli keşfedenlerden oluşan bir asker grubunun bu Akdeniz adasına düştüklerini düşünelim. Yunan adası olması hiç mühim değil. Filmde de sıkça belirtildiği üzere Akdeniz “tek yüz, tek ırk”tan oluşan bir coğrafya. Türk, Yunan, İtalyan, hepsinde aynı yüz ve aynı saflık var. “Türklere asla güvenmeyin” diyen Yunan papazı kaale almayın. Zaten filmin altında yatan (ve benim anladığım) “tek ayrım dinden gelir” görüşünün temsilcisi papazın işlevi de bu olsa gerek. Yani filmdeki tek ırkçı cümleye sahip olanın bir din adamı olması, bizi Enzo Montoleone’ye daha da yakınlaştırmalı aslında. Filmdeki Türk hırsız Aziz kötü de, bu büyük savaşı çıkarıp, bu saf İtalyan askerleri bile vatanseverlik sorgusuna iten Avrupa çok mu adil? Filmin siyasi itirazı zaten tamamen bu yönde. Yoksa filmin en klas karakteri Çavuş Lorusso, kendilerini uyutup silahlarını çalan Aziz için hiç kötü düşünmediği gibi, onun kendilerine sağladığı bir parmak balı yeterli bulmuyor. Larusso demişken ondan devam edelim. Bu insan irisi çavuşun, tatlı Akdeniz esintisinde masaj yaptırırken ağzından dökülen kelimeler, filmin felsefi boyutuna da görkemli bir selam çakıyor:

"Yaşam yeterli değil. Bir tek yaşam yeterli değil benim için. Yeterince gün yok yaşanacak...Yapılacak çok fazla şey ve bir sürü düşünce var. Her günbatımı bana hüzün getirir; çünkü bir gün daha geçip gitmiştir."


Tembelliğe de bir şahsiyet kazandırmadaki bu ustalık, yaşamın yaşanası bir güzellik olduğuna, düşüncenin, hayal kurmanın kutsallığına gönderilen övgüdür. Savaşmaktansa, tembel tembel hayal kurmak evladır. O hayaller bir gün bizi öyle bir kıskacına alır ki, onun önüne kimse geçemez. Yaşayacağımız günden çok, hayalimiz var çünkü. Ve bunu bize Akdeniz söyletir. Onun verdiği ilham, ölümle içli dışlı bir askerin sapına kadar yaşam arzusunu körükler. Bir askere bunu yaptıran Akdeniz’in, savaşa kıyısından köşesinden bulaşmamış birine yapabileceklerini düşünmek bile anlamsız. Zaten hiç asker olarak görmediğimiz bu İtalyanlar da Akdenizli değil mi? Film Akdeniz’den hep hümanist çıkar dememiş. İnsan olduğumuzu anlamanın yolu, kötülüklerden izole olmuş bir coğrafyada yaşamın tadını almakla olur demiş. Bunu derken çok sıra dışı yöntemler de kullanmış ama olsun. Sözlerle anlatmadığını görüntülerle, görüntülerle anlatmadığını sözlerle anlatmış, ama anlatmış işte. İpe asılı bembeyaz çarşafların aralanması, tertemiz bir başlangıca işaret zaten. Peki ya bayrakları bile tanıyamayan askerlerin “Türkler bizim tarafımızda mıydı?” diye birbirlerine sormaları?


Akdeniz öyle bir büyüdür ki, siz oradayken dünya büyür, çalkalanır, aradan 3 yıl, 13 yıl geçer, ruhunuz bile duymaz. Silah tutan eliniz resim yapmaya, oyun havasında parmak şıklatmaya, zeytin yemeye, kadın saçı okşamaya başlar. Onu tanımadan önce sarhoşluğu sadece içki sonrası bir biyolojik davranış biçimi sanarsınız. Halbuki suyuyla sizi dünyevi kirliliğinizden arındıran, havasıyla değme parfümlerin tozunu attıran, esintisiyle bir fahişe mi yoksa bir aşık mı olduğuna karar veremediğiniz, hep orada duran, ama kayıp bir gezegendir Akdeniz. Kaybolmak için mükemmel bir gezegen.

26 Ocak 2010 Salı

Dread (2009)


Yönetmen: Anthony DiBlasi
Oyuncular: Jackson Rathbone, Shaun Evans, Hanne Steen, Laura Donnelly, Jonathan Readwin
Senaryo: Anthony DiBlasi
Müzik: Theo Green

Geleneksel After Dark Horrorfest: 8 Films to Die For şenliklerinin 4. senesi bünyesinde yer alan İngiliz yapımı Dread, genel olarak elindeki zengin malzemeyi tam kapasite sunmakta bocalayan bir film. Özel olarak ise hareket noktası, birkaç çarpıcı sahnesi, yaratılan karakterler ve onları canlandıran yetenekli genç oyuncu kadrosu ile kusurlarını kapatma yönünde kozları var. O kozlar seyirci üzerinde ne derece etkili olur bilinmez. Fakat tanıdık gelmesine rağmen konu olarak iyi bir çıkış aldıktan sonra o konuyu dallandırıp budaklandıran, bu sayede filmi gerçekten ihtiyaç duyulan bir ana fikirden ziyade birbiriyle dolaylı-dolaysız alâkalı fikirler karışıklığında boğan senaryo filmi zora koşuyor.

İnsanlara en büyük korkularını anlattırıp onları kendi rızalarıyla kameraya alan üç gencin kendi korkularını da paralel biçimde ele alan Dread, bir süre gayet iyi götürdüğü bu tavrını, içlerinden birinin bu akademik çalışmayı kendi sapkın emellerine alet etmeye başlamasıyla başka bir şeye dönüşüyor. Bu tavıra da alışmaya başlamışken finale doğru İnsanların en büyük korkularını merak etmek, yerini ölüm korkusuna bırakıyor. Geçmiş travmaların hortlatılması suretiyle korkularla yüzleşme/yüzleştirme süreci kontrolden çıkıp tehlikeli testlere ve ölüm oyunlarına bürününce hedef saptırılıyor.


Aslında görünürde fazla bir acemilik sezilmiyor. Kontrolden çıkışa doğru giden yola hazırlayışı, o çıkışı trajikleştiren finali, hatta dehşet verici bir son sahnesi olan film, sırf genele yayılmış kafa karışıklığı yüzünden doksana giden bir top olmak yerine direkten dönüyor. Clive Barker’ın aynı adlı kısa öyküsünü kendi kafasına göre uzatan Anthony DiBlasi ilk yönetmenliğinde kasvetli ve ürpertici bir atmosfer yaratarak çok iyi bir görsellik yakalarken, aynı başarıyı işte bu uzatma noktasında gösteremiyor. Oysa benzer bir uzatmayı bazı eksikliklerine rağmen yine Barker madeninden çıkma The Midnight Meat Train ile Ryûhei Kitamura başarabilmişti bana göre. (O filmde Anthony DiBlasi’nin de adı teknik yapımcılar arasında geçiyordu.)

Yüzünden bacağına kadar vücudunun sağ yarısı ürkütücü bir doğum lekesiyle kaplı Abby’nin, küçükken ailesi gözleri önünde katledilen Quaid’in (klişe de olsa DiBlasi’nin sağladığı çarpıcı görsellikle) ve onlar gibi küçük hikâyeleri ile filme dahil olan diğerlerinin varlığı ne kadar ilginçse, genel yapıya konumlandırılışları da o kadar istikrarsız. Benim için en iyi olanı sona sakladım. Cheryl karakterinin tâbi tutulduğu test bölümü, filmin tüm ilginçliklerini ve pozitif yönlerini gölgede bırakacak cinstendi. Uzun süre unutamayacağım bu olağanüstü bölüm, Haute Tension, Martyrs, Frontière(s) ve À l'intérieur gibi Fransız hücumlarına Eden Lake ile birlikte İngiltere’den verilen cevap olabilecek iken o direkten dönüşe maruz kalan Dread’in kendisinden bile beklenmeyen dram/trajedi zirvesiydi adeta. Başka beklenmedik güçte sahneleri de olmasına rağmen sırf o bölümle bile Anthony DiBlasi’nin geleceği ümitli görünüyor diyebiliriz.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Blue Thunder (1983)


Yönetmen: John Badham
Oyuncular: Roy Scheider, Warren Oates, Candy Clark, Daniel Stern, Malcolm McDowell, Pat McNamara, Jason Bernard, David Sheiner
Senaryo: Dan O'Bannon, Don Jakoby
Müzik: Arthur B. Rubinstein

Aksiyon filmleri türlü türlüdür. Bazı aksiyonlar, aksiyondan ziyade losyon gibi uçup giderler. Bazıları rahat, huzur yüzü göstermezler adama. Aksiyonlar her yola gelir. Korkusu vardır, komedisi vardır, dramı vardır, bilim kurgusu vardır. Aksiyon filmi nedir diye bir tanım, uzadıkça uzar. Her şey hareket halinde. İnsanlar işe gidiyor, işten dönüyor, bulaşık yıkıyor, vergi iade zarfı dolduruyor, salıncakta birbirlerini itiyor, seks yapıyorlar. Bu davranışların beyaz perdeye yansıması, bir yerde bütün filmleri birer aksiyon filmi yapmaz mı? Ama endüstri hepsini itinayla ayrı ayrı kategorilendirmiş. Bu işin o kadar da basit olmadığını kanıtlayan üstatlardan biri de John Badham'dı bir zamanlar.

Badham’ın benim izlediğim filmleri arasında beğenmediğim yok. Bunlar Drop Zone, Bird On A Wire, Nick Of Time gibi aksiyon cevherleri. İzlemediğim diğer filmlerini de oluruna bırakmış durumdayım. Zaten sonradan kendini iyiden iyiye TV’ye vermiş. Ama onun bir filmi var ki, aksiyonu farklı bir boyutta ele almış, 70’lerde ekol, şimdilerde unutulmaz olmuş, Grease’den önce John Travolta’yı keşfetmiş efsanevi Saturday Night Fever, ya da Cumartesi Gecesi Ateşi. Bu filmin yarattığı infial, o zamanların eli yüzü düzgün delikanlılarına biçilen “oo Alain Delon gibisin” payesinin yanına, “oo Travolta gibisin”i eklemekle kalmamış, yeni dans figürlerinin önünü açmış bir ehemmiyete sahipti.


Kısaca Badham, çok büyük başyapıtlara imza atmasa da, dönemin saygı duyulan, yokluğu hissedilen bir yönetmeniydi. 83’te çektiği Blue Thunder, başkalarına göre nedir bilmem ama birçok yönden benim için bir aksiyon coşkusudur. Teknoloji harikası Blue Thunder isimli helikopter, polis teşkilatının suç önleme projesi kapsamında kullanılacaktır. Bunu denemek için kızımızın (dişi olduğu söyleniyor ve bu dişilik helikoptere ayrı bir cazibe katıyor) atandığı birimde görev yapan memur Frank Murphy, Blue Thunder’ı kullanma şerefine nail olmuştur. Her ne kadar ekibin sorumlularından, bir zamanlar Vietnam’da beraber görev aldığı ve düşmanlık beslediği Albay Cochrane bundan hoşlanmasa da... Frank, yine zamanın aksiyon filmlerinde sıkça işlenen Vietnam sendromu sahibi, kolundaki enteresan saatiyle kendine dayanıklılık testleri uygulayan eski tüfek bir hava devriyesidir. Cochrane ise, Vietnam’da Murphy’nin kullandığı helikopterde işlediği savaş suçuna onu da karıştırmış, uçuş ustası bir asker. İkiliyi yıllar sonra buluşturan proje, Murphy’nin bir gece Cochrane’i takip edip Şehir Suçları Komisyon Başkanı Diana McNeely cinayeti ile ilgili gerçekleri ve teşkilat tarafından kendisine kurulan komployu fark etmesi üzerine kontrolden çıkar. Helikopterdeki kayıtlı kasetleri basına ulaştırması için sevgilisine teslim eden Murphy, üstün nitelikli kızıyla havadan mücadelesini sürdürecektir. Yerde, televizyonlara ulaşması gereken kasetleri durdurmaya çalışanlar, havada ise Murphy’yi ve Blue Thunder’ı yoketmek için seferber olan polis helikopterleri, iki adet F-16 ve en önemlisi Cochrane.


Önce Blue Thunder kızımızın özelliklerine şöyle bir göz atalım:

Diğer helikopterler gibi normal uçmuyor. Tüm yüzey 2,5 cm. kalınlığındaki Nordoc Nato zırhıyla korunuyor. Önünde 6 namlulu, dakikada 4000’er kez ateş edebilen 20 mm. elektrik topu donanımı var. Buna rağmen hedeflerini dikkatle seçiyor. (Blue Thunder’ın gösteri uçuşunda kırmızı maketlerin temsil ettiği teröristlere ve beyaz maketlere yani sivillere yaptığı operasyondan sonra “her 10 teröristte 1 sivil öldü, kabul edilebilir bir oran” yorumuna Murphy’nin cevabı olağanüstü: “Sivillerden biri siz değilseniz”). 30 milyon mum gücüne sahip gece ışığı, kızılötesi filtre ile kontrol ediliyor. TV kamerası 100’den 1’e zum mercekli. Veri bankası, hedef sistemi, sessiz uçsun diye fısıltı moduna sahip. Uzaktan dinleme özelliği var. Hassasiyeti, uzmanın söylediğine göre 600 metreden bir farenin osuruğunu bile duyabilecek kapasitede. Namluyu pilotun baktığı yöne doğru çeviren ateş kontrol kaksı. Kaydedilen verilerin toplandığı veri bankasındaki kasetler, kasada olduğu sürece komuta merkezinden silinebiliyor. Tabi her makaranın ayrı şifresi var ve şifre pilotlarca belirleniyor. Kısaca, yan bakılmayacak fıstık gibi bir dişi.

Roy Scheider, sert, sevimli, güven veren, iş bitirici yüz ifadesiyle ve oyunuyla takdir ettiğim oyunculardan biriydi. Di’li geçmiş zaman çünkü artık o ifade kendisinde pek kalmadı. Sonradan B sınıf filmlerin emekliliği gelmiş ajan veya emekliliği gelmiş kötü adamı oluverdi. Ama başta Jaws olmak üzere Marathon Man, The Russia House, Naked Lunch gibi çok sevdiğim filmlerde oynaması benim gözümde onu unutulmazlar arasına yerleştiriyor. Filmde ayrıca, gelmiş geçmiş en baba kötü adamlardan Malcolm McDowell’ı tabiki Cochrane olarak izlemek, Blue Thunder’ın artı hanesine yaldızlı şekilde işlenmeli. A Clockwork Orange-Otomatik Portakal’ın Alex’i desek bile yeter. Ama yetmiyor, onca filme imza atmış aktörün soğukkanlı İngilizliğiyle hayat verdiği kötüler onu kült bir figür yapmaya yetiyor. McDowell, Blue Thunder’da yine tip olarak boğazı, oyunculuk olarak eli sıkılası karakterlerine Cochrane’i de eklemiş. Home Alone serisinin talihsiz hırsızı Marv olarak izlediğimiz Daniel Stern’in tıfıl zamanları ve bu film gösterime girdiği sırada hayatını kaybeden Warren Oates (ki film ona adanmış) diğer tanınmış oyuncular.


Görüldüğü üzere helva malzemesi gayet sağlam. Senaryonun hazırcevaplığı, dengeliliği, esprili hali de cabası. Esas bahsedilmesi gereken havadaki sahneler ise muazzam. Los Angeles semalarında, gökdelenler arasında yaşanan takip sahneleri bilgisayarların yarattığı halüsinasyonlardan değil, tamamen gerçek. Murphy ve Mavi Şimşek’in, polis helikopterleri ve F-16’larla kapışması, hele finalde Murphy ve Cochrane’in düellosuna benzer görkemli hava sahneleri içeren bir aksiyon daha görmedim şimdiye kadar. Bir süre önce Stealth filmini izledim. Bana hormonlu market domateslerini hatırlattı nedense. Oysa Blue Thunder halis bahçe domatesi…

17 Ocak 2010 Pazar

Up In The Air (2009)


Yönetmen: Jason Reitman
Oyuncular: George Clooney, Vera Farmiga, Anna Kendrick, Jason Bateman, Amy Morton, Melanie Lynskey, J.K. Simmons, Danny McBride
Senaryo: Jason Reitman, Sheldon Turner, Walter Kirn
Müzik: Rolfe Kent, Matt Messina

Ryan Bingham (George Clooney), neredeyse bütün iş yaşamı şehirden şehire iş seyahatlerinden ibaret olan küçülme uzmanı bir şirket elemanıdır. Çalıştığı şirketin seyahat bütçesini küçültmesi üzerine Ryan kendini hiç beklenmedik bir mücadele içinde bulur. Tam da rüyalarını süsleyen seyahat tutkunu Alex'le (Vera Farmiga) tanıştığında, Ryan’ın müdürü (Jason Bateman), genç bir verimlilik uzmanı olan Natalie'nin (Anna Kendrick) geliştirdiği bir projenin etkisinde kalarak, Ryan’ı ebediyen yollardan çekmekle tehdit eder. Bu ihtimalle karşılaşınca, yere inmekten başta korkan Ryan, insanın bir evi olmasının aslında ne demek olduğunu düşünmeye başlar.

Juno ve Thanks For Smoking gibi parlak senaryoları başarıyla filme aktaran Jason Reitman, yine Thanks For Smoking gibi bir roman uyarlaması olan Up In The Air’i Sheldon Turner ile birlikte senaryolaştırarak geri döndü. Up In The Air, genel hatlarıyla detayları ve bazı olumsuzlukları göze batsa da, izlenebilir bir yapım. Doğal olarak Oscar kriterleri ile de arası gayet iyi. Filmde işten atılan çalışanların, son bir yıl içinde gerçekten işten atılmış kişilerden seçilmiş olmasının sağladığı gerçeklik, George Clooney, Vera Farmiga, Anna Kendrick üçgeninde ilerleyen ana hikâyeye güç katıyor. Üstelik bu üçlü, film süresince geçirdikleri değişimlerle (içlerinden birinin sürpriz değişimiyle) kendi sınırları içinde canlandırdıkları karakterleri filmin sonuna kadar taşıyabiliyorlar. Özellikle sonlara doğru yaşanan beklenmedik gelişme, filmin dramatik ve gerçekçi yanına önemli bir katkı sağlıyor. Yine de dört dörtlük bir film olmadığı gibi, Oscar kriterlerine sahip olmasına rağmen bana göre önemli eksikliklere sahip bir film Up In The Air


Biraz daha derinlemesine bakıldığında film bu kriterleri, sanki sırf o kriterlere uyum sağlasın diye yerine getirmiş. Bu doğrultuda açtığı bazı cephelerde mücadele ederken sık sık bocalıyor. Örneğin bazı kilit anlarda gerçekleşen ve çarpıcı ifadeler beklenen diyaloglar ya sıkıcı, ya yetersiz, ya da alâkasız. Uzun yıllar hizmet verdikleri işlerinden bir anda kovulan insanların dokunaklı çaresizliklerini yansıtma başarısı, güçlü bir sistem eleştirisine kadar ulaşamıyor ne yazık ki. Gerçi çoğu kez topu seyirciye atarak yorumu onlara bırakıyor ama böyle konuşkan geçinen bir film için (hatta fazla konuşmaması gereken yerlerde lafı fazla uzatan bir film için) sık sık kolaya kaçıyor. İnsanların neden işten atıldıkları yerine nasıl atılması gerektiği üzerine daha çok kafa yorarak farklı bir eleştirel bakışı olduğu da söylenebilir. Şayet öyle bir bakış atmaya samimi biçimde niyeti varsa! Kovulduğunu çocuklarına nasıl anlatacağını düşünen bir çalışan, Ryan Bingham’ın işinin sadece önemsiz bir parçası gibi gösterilirken, üzerine uzun uzadıya sohbetlere girişilen uçuş kartları ve kazanılan miller, hayatında daha önemli bir yer tutuyor. Hele de Natalie’nin özel hayatı konuyu iyice dağıtıyor.

Aslında Up In The Air, “konu dağıtma”yı, “vizyonu geniş tutma”ya uyarlayacak Oscar kurnazı bir film. Elbette karakterlerin özel hayatları, uçuş milleri, işten kovulan insanlar, uzun süre görüşülmeyen kızkardeşin düğünü, Bingham’ın yazmayı tasarladığı kitabı vs. uğraşılsa kolayca filmin ana fikri olarak düşünülen mesajlarla ilişkilendirilebilecek hamurdalar. Fakat hem kaçak güreşen eleştirel boyutu, hem de sevimli olmak adına yapılan yersiz eklemeler, filmin ciddiyetine gölge düşürür boyutlara varabiliyor. O kadar gerçek işten kovulan insanı dinledikten sonra Zach Galifianakis ile meseleye tebessüm ettirmeye çalışmak, cep telefonu mesajıyla ayrılmak gibi trajik bir durum karşısında Anna Kendrick’e filmin doğasına ters bir tepki verdirmek, hangi kart daha iyidir, kaç mille ne yapabilirsiniz, uçuş kontrol kapılarından en çabuk nasıl geçersiniz konularıyla kafa ütülemek bir süre sonra filmden soğutabiliyor.

Ayrıca her ne kadar dikkate değer bir ironi barındırsa da, ciddi ilişkiler acemisi bir adam ile, tek gecelik ilişkiler ustası bir kadının, tecrübesiz ve kırılgan bir kızı karşılarına oturtup mülâkat etmeleri sahne düzeni olarak çok sırıtıyor. İşi gereği ayakları nadir yere değen, bu yüzden romantik ilişkiler kadar aile ilişkileri yönünden de acemi Bingham’ın, kızkardeşinin düğün günü paniğe kapılan damadı sadece “co-pilot” vurgusu ile ikna edebilmesi, beni hiç ikna edemedi açıkçası. George Clooney’nin ikna kapasitesi, fiziğiyle doğrudan alâkalı olduğu için, devreye ikna kabiliyeti güçlü bir senaryonun girmesi gerekiyor her zaman.


İşte o fiziği gereği Clooney, hiç tanımadığı insanları kibarca işlerinden kovarken takındığı soğukkanlılık ve ifadesizlikle, kapitalizmin soğuk yüzünü gerçekçi biçimde temsil edebiliyor. Aynı şekilde birçok sahnede yüzüne yapışan yersiz gülümsemeler ve alaycılık da aynı etkiyi yaratıyor. Ama acaba gerçek amaç bu adamı bu şekilde mi resmetmek? Tabiî ki hayır! Çünkü büyük patronların bir emir kulu olarak kovulduklarını bildirmekle görevli birinin biraz da alışkanlıktan dolayı böyle umursamaz duruşunun ardında sadece Clooney’nin kendisi ve onu insani boyutunu dönüştürmede hiç çaba sarfetmeyen senaryo yatıyor. Oysa Michael Clayton’daki adam da kravatına kadar aynı adamdı. Ama orada Clooney’nin ele alınışı çok daha ciddiydi. Böyle olunca “sırt çantanıza tüm sevdiğiniz şeyleri koyun” mottosu, duygusal bağlanmaya karşı ani fikir değişimi, işlerini kaybedenler için üzülüyormuş gibi yapması hep havada kalıyor. Yine de sonlara doğru tasarlanan sürpriz, Bingham’ı olduğu kadar bizleri de ters köşeye yatıran cinsten olduğu için, o ana dek yavan romantik komedi sinyalleri veren duygusal seviyeyi çok daha gerçekçi bir yöne çekiyor. Bu sayede hem filmle, hem Bingham ile, hem de Clooney ile (belki de göz boyayan) bir özdeşlik sağlanıyor.

Bir yılın %90’ını uçaklarda ve otellerde geçiren Ryan Bingham rolünde George Clooney’nin durumundan söz ettik. Vera Farmiga’da adeta onun kadın versiyonu gibi. Oyunculuk yönünden filmin en büyük artısı, gençliğinin ve hırsının tecrübesizliğine yenik düşmesini yaşayarak öğrenen Natalie’yi canlandıran Anna Kendrick olsa gerek. Zaten onun dışında bana göre filmde ödüllük bir durum yok. İnsanlara kovulduklarını en yetkili ağızdan söyleyemeyen acımasız sistemin kullandığı başka insanlar, yoğun iş yaşamından kendine zaman ayıramayıp acemileşen, hatta farkında olmadan ergenliklerine geri dönen yetişkin bireyler, sahip oldukları imkânlara rağmen hayatı ıskalamak zorunda kalan kentliler, bağlılığı kendi algıladıkları biçimde yaşayarak bağlandıkları insanlara değer veren/vermeyen kadın/erkekler üzerine bir film olmasına rağmen, birçok yönden bunları hakkıyla işleyemediğini düşündüğüm bir film Up In The Air… Adı gibi sanki aklı birkaç karış havada!

6 Ocak 2010 Çarşamba

Let The Right One In (2008)


Yönetmen: Tomas Alfredson
Oyuncular: Kåre Hedebrant, Lina Leandersson, Per Ragnar, Henrik Dahl, Karin Bergquist, Ika Nord, Peter Carlberg
Senaryo: John Ajvide Lindqvist
Müzik: Johan Söderqvist

Avrupa sinemasının önemli kollarından biri olan İskandinav sineması geride bıraktığımız yıl daha bir durgundu sanki. John Ajvide Lindqvist’in kendi romanından senaryolaştırdığı, Tomas Alfredson’un yönettiği İsveç yapımı Let The Right One In, Chicago, Tribeca, Sitges, Washington DC, Woodstock, Edinburgh, Satellite gibi irili ufaklı festivallerden almış olduğu ödül ve övgülerle bu durgunluğun arasından bir anda sivrildi. Fragmanından afişine, gösterildiği korku / gerilim temalı festivallere kadar birçok sebepten ötürü bildik çaplarda bir korku filmi olarak algılanan Let The Right One In, bu imajın vermiş olduğu vaatlerin veya korku filmi hayranlarının saf beklentilerinin tamamını gerçekleştirme durumunda olmayan, esasen etrafını çevreleyen gerilimli bünyesinde masum olduğu kadar sıra dışı bir dostluk / aşk hikayesi üzerine kurulu bir yapım.

“Vampir Filmleri”, böyle bir türün oluşmasına öncülük etmiş, etkin rol oynamış birtakım yapımlar sonrası, zaman içinde çok fazla gereksiz taklit üretilmeye başlanmasıyla ciddiyetini ve itibarını yitirmeye başladı. Vampir alamet-i farikalarının bir süre sonra kendini tekrar etmesiyle beyaz perde cazibesini kaybetmeye başlaması, bu türün bünyesinde barındırdığı korku / gerilim / gizem kozlarını yeterince özgünleştirememesi sonucu farklı arayışlar baş gösterdi. Artık kanıksanmış bu alamet-i farikaların değişmez vampir kanunları oluşu, senaristleri zor durumda bırakıyor veya tembelleştiriyordu da denebilir. Bu bağlamda tür sınırları içinde felsefi, romantik, komik ve aksiyonel çeşitliliklere başvuruldu. Hatta türün birtakım tabuları devrilmeye başlandı. Dracula düsturları zaman içinde teknolojik yeniliklere, duygusal çıkmaza sürüklenmiş trajik aşk hikayelerine, ölüm-ölümsüzlük tabanlı felsefi açılımlara uydurulmaya çalışıldı. Bazı yönetmenlerce rahatlıkla stil denemeleri yapabilecekleri uygun bir ortam olarak görülürken, bazılarınca doğrudan alay konusu edildi. Kimi filmler için ise inanç sömürücüsü din adamlarına, kan emici politikacılara, otorite baskısına karşı fantastik hiciv zeminleri yarattı. Bir noktadan sonra sinema seyircisi vampir mitinin sadece korku-gerilim değil, herhangi bir tür hudutları dahilinde de kullanılabileceğine alışkın bir hale gelmeye başladı.

Let The Right One In, tıpkı ülkesi İsveç gibi soğuk, içine kapanık, mesafeli bir fantastik dram. Lakin bu kadar soğuk ve izleyen ile arasına mesafe koymuş bir filmin aynı zamanda bu kadar içten olabilmesi de şaşırtıcı. Tabi o içtenlik, filme ve fantastik bağlamda anlatmak istediği garip dostluğa inanmayı becerebilmiş seyircinin hissedebileceği veya tam anlamıyla hissedemese de en azından filmin bu dostluğu aktarma iyi niyetinin farkına varmasıyla mümkün olacaktır. İçerdiği şiddet, kan, çıplaklık, dil veya ergenlik çağındaki iki çocuğun resmedilişindeki cesur üslup öğeleriyle değil, tam da bu aktarma /aktaramama yönüyle zor bir film Let The Right One In… İsveç’in refahından ve sosyal huzurundan tam olarak faydalanamamış 12 yaşlarında iki çocuğun yakınlaşması farklı bir yalınlıkla ele alınmakta.


Annesiyle yaşayan, anne babası boşanmış Oskar’ın okulda serseri yaşıtları tarafından rahatsız edilmesi ile tepkisizleşmesi, sakin bir sıkışıklığa hapsolması, bunun yanında geçmişi hakkında hiçbirşey bilmediğimiz Eli’nin ergenlik çağında gösteren, sık sık taze kanla beslenmek zorunda kalan bir vampir oluşunun getirdiği izole hayatı, farklı biçimlerde toplum dışı kalmış / kalmak istemiş iki bireyin birbirlerini anlamalarına ve yakınlaşmalarına uygun ortam hazırlıyor. Biri gerçek, diğeri fantastik iki sorunlu ergenin kendi yaşamlarını, bu farklılığa uygun bir karanlık ve kararlılıkla paralelleştiren film, Oskar ve Eli’nin ortak sahnelerinde etkili bir gerçeklik sağlıyor. O yaşlardaki iki çocuğa boyundan büyük laflar ettirmeyen, arkadaşlık-aşk muğlaklığını zinde tutarak o çağa ait ruh halini samimi bir biçimde ileten, yine o çağın masumiyetini içine kapanık bir üslupla betimleyen senaryo ise hiçbirşey için aceleci davranmıyor, zamana oynamıyor. 

Aslında filmin hikaye bazında özüne inildiğinde dişe dokunur bir öykü düzlemi veya mesaj iletme kaygısı yok. Bu yüzden aksadığı, ağırlaştığı da oluyor. Mesafeli oluşu da bundan kaynaklanıyor. Fakat sözünü ettiğimiz içtenlik elde edildiği vakit filme dahil olma ve Eli’nin tekinsizliğiyle Oskar’ın saflığını tek vücut olarak benimseme kolaylaşabiliyor. Filmin kız-erkek, vampir-insan, cesur-korkak, suçlu-masum tezatlıklarından bir yakınlık elde etme formüllerinin basitliği de ancak bu şekilde anlaşılabiliyor. Böylelikle filmin yapımcılık ustalığı, sinematografik disiplini, Tomas Alfredson’un yönetim becerisi yan yana geldiğinde, neredeyse hiç rol yapamayan iki çocuğun donuk samimiyetleri, karlar altından çıkıp solan kardelenler veya kara bulutlar ardından süzülüp hemen kaybolan güneş ışıkları gibi azınlıkta kalmış bir sıcaklık barındırıyor.

Doğası gereği pek çok ilginç sahne içeren film, aşırı derecede yüklenmekten imtina ettiği gerilimi tırmandırdığı anlarda bile biçimsel kalitesini ortaya koyduğu gibi, istismarcı yönetmenler tarafından rahatlıkla yersiz çıkışlar yapabilecek potansiyele sahip anlarını bile kendine özgü kılma becerisi gösteriyor. En başta Eli’nin kurbanları ile olan sahnelerinin sunuluşu buna örnek olarak gösterilebilir. Filmin sadece bu kan açlığından nemalanan kanlı bir vampir güzellemesine dönüşmesini engelleyen dramatik yanı, bu sahnelere de sirayet etmiş durumda. Kan konusunda da elini korkak alıştırmış sayılmaz. Sadece abatmamaktan yana makul bir tavrı var. Bir vampir filminde abartmamaktan ne kadar kaçınabilirsiniz? İşte meseleniz sırf bir vampir hikayesi anlatmak olmadığı zaman. Tıpkı Eli’nin tek derdinin masum insanları ısırıp karnını doyurmak olmaması gibi, tek derdi vampir miti olmayan bir film Let The Right One In.


Normal bir insan olma arzusu iliklerine işlemiş Eli’nin Oskar’da bulduğu yakınlığın sakinleştirici etkisi kadar, Oskar’ın okulda kendisini ezenlere karşı durma cesaretini kazanmasına (okul gezisindeki müthiş hesaplaşmayla) katkıda bulunan Eli’nin güçlü / gizemli varlığı, filmi çok iyi dengeliyor. İki karakterine ve temsil ettiklerine bakarak bunun yepyeni bir denge olduğunu söyleyemeyiz. Fakat bambaşka iki hayat yaşayan, farklı sorunlarını birbirlerinin kişiliklerinden süzerek hayatlarının en unutulmaz tecrübesini yaşayan iki çocuğun bağlılık süreci çok etkileyici. Bu yüzden Oskar’ın ürkütücü görüntüsüne rağmen Eli’den korkmaması, Eli’nin eline geçen türlü fırsatlara rağmen Oskar’ı ısırmamasının sebebi de “film icabı” görünmüyor. Abartmamaktan yana olan makul tavrını örselediği kapalı yüzme havuzunda geçen çizgi film gibi sahnede su altındaki Oskar’a kilitlenen kameranın, su üstüne bakmamıza izin vermeyişi, ama yüzeyde neler olduğuna dair neredeyse göstermediği her şeyi “göstermesi” gibi, Let The Right One In de fazla gizlisi saklısı olmayan bir gizem filmi aslında. Tüm gizemi Oskar ve Eli ilişkisi üzerine kurulu. Kaç adet mesajı var (ya da var mı!) bilemiyorum ama benim aldıklarımdan birisi de şu: Tüm farklılıklarına rağmen insanların tek ihtiyacı, birine ihtiyacı olduğunu anlamaları!

1 Ocak 2010 Cuma

Law Abiding Citizen (2009)


Yönetmen: F. Gary Gray
Oyuncular: Jamie Foxx, Gerard Butler, Colm Meaney, Bruce McGill, Leslie Bibb, Regina Hall, Viola Davis
Senaryo: Kurt Wimmer
Müzik: Brian Tyler

1998 yapımı enfes polisiye/aksiyon The Negotiator ile tanıdığım siyah yönetmen F. Gary Gray, sonraki filmlerinde aynı türde örnekler verdiyse de The Negotiator kadar etkili olamadı. Polis teşkilatının içindeki bir çeteleşme sonucu tuzağa düşürülen siyah arabulucu Danny Roman, sıra dışı bir eylem planlıyor, kendini aklamak için ise sadece beyaz arabulucu Chris Sabian’a güveniyordu. Benzer bir adalet arayışını konu edinen Law Abiding Citizen’da bu kez yasaları temsil eden siyah Nick Rice (Jamie Foxx) ile, arzu ettiği adalet gerçekleşmeyince organize bir isyan planı yapan beyaz Clyde Shelton (Gerard Butler) arasındaki mücadele işleniyor. İki film arasında renkler ve temsil ettikleri değerler değişiyor görünse de The Negotiator kadar sağlam formülere (hatta daha fazlasına) sahip Law Abiding Citizen, uzunca bir süre gayet iyi sürüklediği hikâyesini yaklaşık son yarım saat içinde kelimenin tam anlamıyla berbat ediyor. Bunun en büyük suçlusu, Equilibrium’u yazıp yönetmiş olan Kurt Wimmer’ın senaryosu olsa gerek.

Bu tür Hollywood polisiyelerinde sanki and içilmiş gibi aynı biçimde seyreden giriş, gelişme, sonuç üçgeni, burada da birtakım klişeleriyle kendini belli ediyor. Eşi ve küçük kızı iki hırsız tarafından öldürülen kızgın bir adam ve katilin kısa bir süre hapis yatmasını sağlayacak bir hukuki anlaşma yapmak durumunda kalan evli ve bir kız babası savcı arasında şekillenecek hikâyeyi kabataslak tahmin etmek mümkün. Fakat Law Abiding Citizen’ı ilginç kılan, Amerikan adalet sistemine ve onun temsilcileri yargıçlara, savcılara, avukatlara karşı tek bir adamın sergilediği anarşist mücadelenin yer yer bir Hollywood yapımına bile fazla gelen sivriliği. Gerçi bu sivrilik, özellikle Amerika-Irak hattında seyreden politik aksiyonlarda göstermelik ve demode bir hal almaya başladı. Kurt Wimmer en azından bu kez dış etkenleri hesaba katmadan Amerika’nın kendi içinde çürümeye yüz tutmuş adalet sistemi hakkında bir şeyler söylemeye çalışıyor. Bunu yaparken biraz da Chan-wook Park’ın tasarladığı uzun vadeli intikam plânlarını andıran bir organizasyon üzerine kafa patlattığı, uzun müddet bu plânı sistem eleştirisine ortak etmeyi de başardığı söylenebilir. Hatta eleştiren yanını diri tutmak için sarfettikleri, Clyde’ın bir süre sonra John Doe (Se7en), V (V For Vendetta) veya Hannibal Lecter çağrışımlı süper zeki anti figürlerden beslenen gizemli bir kompozisyon olarak algılanmasına uygun ortam hazırlıyor. Aynı zamanda Mel Gibson’ın Payback ve Conspiracy Theory’deki zeki, gözüpek tek tabanca ekolüne de yakın oynuyor.


Orta sınıfın biraz üzerinde bir eş ve baba olan Clyde’ın hukuk sisteminin yozlaşmasına karşı giriştiği organize mücadele fantezisi, birtakım yasal boşluklardan hem resmî, hem de psikolojik olarak nasıl faydalanılabildiğini gözler önüne seren gerçeklikler sunuyor. Örneğin Clyde’ın çıktığı ilk duruşmada hâkime oynadığı oyun (ya da verdiği ayar!) görülmeye değer. Aynı şekilde Clyde ve Nick’in diyaloglarındaki resmî, vicdanî, insanî sorgular, basit doldur boşaltlar yerine seyircideki merak boşluklarını doldurmaya, sonra da üzerinde düşünmeye sevk eden akıcılığa sahip. Ama Clyde’ın eylem plânı uzatıldıkça bunun bedellerini türlü mantık hatalarıyla ödüyor film.

20’den fazla patente sahip bir mucit olan Clyde’ın, filmin ortalarında ifşa edilen sürpriz statüsü gidişatı daha da canlandırıyor. Lâkin Kurt Wimmer’ın, yaşadığı trajedi sonrası kendini hukuken de eğitmiş bilim adamı Clyde’ı dönüştürmeye çalıştığı şey filmi adım adım klişelere götürüyor. En önemlisi de, Wimmer’ın baştan itibaren bize benimsetmeye çalıştığı ve bunda başarılı olduğu Clyde ile, filmin ortalarından sonra gösterdiği Clyde arasında ciddi çelişkiler var. Wimmer’ın arkasında durduğu ve sıra dışı kahramanıyla bunu sağlamca desteklediği sistem karşıtlığı ve macera aklı, anlaşılmaz biçimde (veya Hollywood sistemi içinde anlaşılır biçimde) yön değiştirmeye başlıyor. Hem kendisini hem de kahramanını haklıyken haksız duruma düşürüyor. Yasalardaki boşluklara ve yeri geldiğinde hukukun tuttuğu tarafların saçmalığına -haklı olarak- o kadar atıp tutacaksın, sonra da bile isteye haklıyı haksıza çevirecek, “yasalar haklının yanındadır ve haklı her daim kazanır” didaktiğine bağlayacaksın. Seyirciye önce taraf tutturacaksın, sonra da “hayır aslında benim kahramanım ve onun temsil ettiği değerler buydu” diyeceksin. Afişlerinden birindeki sloganda yazdığı üzere "parmaklıklar ardındaki bir katili nasıl durdurursunuz" cümlesi midir filmin esas derdi? Bu yazıda adı geçen tüm filmler en başta kendi doğrularını inkâr etmeyip arkasında sonuna kadar durdukları, kendi disiplinleri içinde ters köşelere top atabildikleri için çok iyi filmler. Law Abiding Citizen ise öyle bir film olmamış ne yazık ki.


Şu sıralar epey popüler olan Gerard Butler, rolünün ederi neyse bahşişi ile birlikte ödüyor. Fakat filmde asıl dönüşüme uğraması, kişiliği ve mesleği arasında sıkışması, vicdanıyla yüzleşmesi, Clyde ile empati kurması gereken savcı Nick Rice, hem Wimmer’ın onun için çizdiği yol haritası, hem de Jamie Foxx’un neredeyse baştan sona aynı yüz ifadesiyle ruhsuzlaşan oyunu yüzünden tamamlayıcı olamıyor. Clyde gibi güçlü ve gizemli bir kişiliğin ağırlığını paylaşamıyor. Clyde’ın ailesinin katledildiği fotoğraflara bakıp içinden “seni anlıyorum” demesi yeterli değil. Üstelik Clyde ile o kadar sahnesi varken bu duyguların hiçbirini doğru dürüst aktaramıyor. Doubt’taki kısacık rolüyle gönüllere taht kuran Viola Davis, buradaki kısacık rolüyle çok silik kalıyor. Yan rollerden birinde çok beğendiğim İrlandalı aktör Colm Meaney’i görmek de ayrıca sürpriz oldu. Ayrıca filmdeki en baba repliklerden biri de ona ait: “Hafifletici sebep sadece suçu işlemediyse geçerli olmalı.”

Aksiyona biraz fazla yüklenmiş olsa da Equilibrium gibi iyi bir filme adını yazdırmış Kurt Wimmer’ın yazdığı, The Negotiator’dan başka bir filmini beğenmediğim F. Gary Gray’in yönettiği Law Abiding Citizen, macerası, eleştirisi ve meselesini belli bir süre etkili biçimde götüren (öyle ki filmi izlerken, bağlayacağı sona göre yılın en iyilerinden biri olarak bile gösterebileceğimi düşünmüştüm), ekrana çivileyen bir film. Ama film bitince anladım ki o çivi paslıymış!