31 Aralık 2012 Pazartesi

Hodejegerne (2011)


Yönetmen: Morten Tyldum
Oyuncular: Aksel Hennie, Nikolaj Coster-Waldau, Synnøve Macody Lund, Eivind Sander, Julie R. Ølgaard, Kyrre Haugen Sydness, Reidar Sørensen, Nils Jørgen Kaalstad
Senaryo: Lars Gudmestad, Ulf Ryberg, Jo Nesbø
Müzik: Trond Bjerknes, Jeppe Kaas

Roger Brown, büyük bir şirkette personel alımı pozisyonuna, şahane bir eve ve Diana adında sanat galerisi sahibi güzeller güzeli bir eşe sahiptir. Fakat olması gerekenden daha büyük bir lüks içinde yaşamaktadır. Bunu devam ettirebilmek için ikinci iş olarak sanat eseri hırsızlığı yapmaktadır. Eşinin galeri açılışında tanıştığı Clas Greve, bir elektronik şirketinde genel müdür olması yanında iz sürme ustası bir eski askerdir. Greve, Roger’ın şirketindeki bir iş için aradığı mükemmel aday olmanın yanı sıra çok değerli bir tablonun da sahibidir. Roger fırsatı hemen değerlendirmek ister ve en büyük vurgununu planlamaya başlar. Ancak Greve’in evinde karşılaştığı şey, Roger’ı dönülmesi çok güç bir yola sokacaktır.

Norveçli yazar Jo Nesbø’nun aynı adlı romanından uyarlanan Hodejegerne (Headhunters), suç gerilimi sevenleri başından sonuna dek alıp götüren çok sağlam bir yapım. 2004 yılında hayata veda eden Milenyum üçlemesinin yazarı Stieg Larsson’ın yeni varisi olarak kabul edilen Nesbø’nun romanı bazı değişikliklerle Lars Gudmestad ve Ulf Ryberg tarafından o kadar güzel senaryo haline getirilmiş, Morten Tyldum tarafından o kadar ustalıkla çekilmiş ki, romanı okumamış olan ama polisiye roman alışkanlığı bulunanlar için o tadı damaklarda hissettirebilecek akıcılığa ve sürükleyiciliğe sahip. Roman alışkanlığı bulunmayanlara, ama bugüne dek romanı filme alınmış pek çok yapımdan zevk almış olanlara da çok şeyler vaat ediyor. Nesbø’nun Stieg Larsson gibi güçlü bir referansla karşılanması yanında gelecekte bu polisiye tarzından fazla sapmayacağı varsayılmak suretiyle Cormac McCarthy, Elmore Leonard, Dennis Lehane ustalığına erişebileceğini söylemek yanlış olmaz.


Herşeye sahip Roger’ın birgün mutlaka kendini beğenmişliğinin, açgözlülüğünün, karısına ihanetinin bedelini ödemesi kaçınılmaz. Becerisi daim, şansı da yaver giderken dinsizin hakkından gelecek olan imansız Clas ile tanışmasıyla sert bir kayaya çarpan, onunla birlikte iş yapacakken öğrendiği gerçek yüzünden onunla karşı karşıya gelen Roger, adım adım pisliğe batıyor. Hatta bu pisliğe batma meselesini gerçek anlamda da yaşıyor. Yolun sonuna gelen her “kötü huyları olan iyi adam” gibi bir uyanışa gelmesi, fakat peşindeki tehlike yüzünden canının derdine düşerek hatalar yapması sonucu insanüstü kurtulma çabaları gösteriyor. Aslında kapitalist düzende yaşanan varoluş çabalarının bu defa sahaya inişi şeklinde de algılanabilecek bu mücadelede Roger’ın yaşadığı türlü fiziksel zorlukların iş hayatındaki karşılıkları bulunabilir. Bunun en önemli verisi Clas’ın Roger’ın peşine düşme gerekçesinde görülebilir. Filmin başlarda bize takım elbiselerle aksettirdiği “pozisyon kapma” ve “pozisyonu ve refahı koruma” meselesini suç örgülerini ince ince işleyerek “bul ve yok et” fiillerine dönüştürmesi tepeden inme olmuyor. Pozisyon ve refahın, insanın sahip olduğu candan ve sevdiğine duyduğu aşktan daha değerli olmadığı mesajı, bu güçlü polisiye örgüye başarıyla yediriliyor.

Roger ve Clas arasındaki av-avcı mücadelesi başladığı andan itibaren yer yer bana yakın döneme ait Llewelyn Moss - Anton Chigurh (No Country For Old Men), Kim Soo-hyeon - Keyong-cheol (I Saw The Devil) arasında yaşanan kedi-fare oyununu anımsattı. Zaten film yarattığı suç atmosferiyle Roger’ın çevresindeki herkesi güvenilmez konuma sokma becerisini iyi kullanarak onun yakalanma tehlikesine seyirciyi çok iyi ortak ediyor. Roger’ın soygunlarda kendisine teknik yardımda bulunan Ove’yi evinin garajında bulduğu sahneyle gelişen olaylar ve polislerin Roger’ı hastaneden alıp merkeze götürdükleri esnada yolda başına gelenler nefes kesici bir akıcılıkla işleniyor. Jo Nesbø zekası, bazı anlar dışında (hastaneden yürütülen cips paketi, kurşun değiştirme meselesi vb.) kendini temkinli bir şekilde finale taşıyıp oradan da hedefine ulaşıyor. Kitap ile film arasındaki bazı detay farklılıklarını öğrendiğimizde, senaristlerin kendilerini biraz geri çektikleri söylenebilir. Ama her şeye rağmen seyircilerin, oyuncuların, yönetmenlerin, yapımcıların iştahını kabartacak bir film olduğu muhakkak.


Bu sebepten filmin remake hakları Hollywood tarafından hemen satın alınmış. Tahminen 2013 civarında yeni bir The Girl With The Dragon Tattoo vakası daha yaşanacak. Beyaz perdeye her yönüyle çok iyi aktarılmış aslı dururken, bazı hazırcıların kırmızı halıda yürümelerini sağlayacak taklidi kendi alıcısını bulacaktır. Aksel Hennie’nin başarıyla canlandırdığı Roger’ın filmde boy meselesini kafasına bu kadar taktığı düşünülürse Hollywood versiyonunda başrolde yer alacak adaylar daha bir belirginleşiyor. Game Of Thrones ve birkaç Amerikan yapımı filmde rol alarak kabuğunu kıran Danimarkalı oyuncu Nikolaj Coster-Waldau ise İngilizce yapımlara iyice ısındığından belki yine Clas Greve rolünü üstlenir. Diana Brown için ise en uygun aday Heidi Klum olacaktır sanırım. Ama dileğim, 2011’in en sıkı filmlerinden birini yönetmiş Morten Tyldum’un roman/senaryonun da katkılarıyla Hollywood işi bir kariyer tuzağına düşmeyerek bu filmi yönetmemesi. Gerçi David Fincher bile orijinalinin gölgesinden hiç kurtulamayacak bir filmi yeniden çekmeye kalkıyorsa herkes bu projeye gönüllü olabilir. Ama ortada böylesine iyi yazılmış, yönetilmiş, oynanmış bir film varken kim gönüllü olursa olsun, o da aynı gölgeden kurtulamayacak.

25 Aralık 2012 Salı

Red Lights (2012)


Yönetmen: Rodrigo Cortés
Oyuncular: Cillian Murphy, Sigourney Weaver, Robert De Niro, Elizabeth Olsen, Toby Jones, Joely Richardson, Craig Roberts, Leonardo Sbaraglia
Senaryo: Rodrigo Cortés
Müzik: Víctor Reyes

Kıdemli doğaüstü olay araştırmacıları Dr. Margaret Matheson (Sigourney Weaver) ve asistanı Tom Buckley (Cillian Murphy), inanç şifacılığını ve hayaletlerle konuşma iddialarını Matheson’ın "kırmızı ışıklar" diye adlandırdığı bir yöntemle çürütmeye çalışmaktadır. "Kırmızı Işıklar", sahnelenen her doğaüstü olayın ardındaki göze çarpmayan hilelerdir. Bu arada efsanevi kör medyum Simon Silver (Robert De Niro) 30 yıllık aradan sonra geri dönmüştür. Medyanın ona ilgisi çok büyüktür. Silver'ın itibarını sarsmaya kararlı olan Buckley, kaşıkları eğebilen ve zihin okuyan bu karizmatik medyumun arkasındaki gerçeği ortaya çıkarmak istemektedir. Ama bir zamanlar onun korkusuz rakibi olan Matheson, güçlü Silver’ın ona misilleme yapabileceğini söyleyerek Buckley'i bundan vazgeçmesi için uyarır. Buckley, Silver’ın maskesini düşürmek isterken kendi öz inançlarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalır.

2010’da yönettiği Buried ile haklı olarak dikkatleri üstünde toplayan İspanyol yönetmen Rodrigo Cortés, bu defa kendi yazıp yönettiği Red Lights ile yüksek beklentilerin altında kalan bir psikolojik gerilime imza atıyor. Paranormal aktiviteleri araştıran ve çürütmeye çalışan iki bilim insanının, Tanrı’yı oynayan bir medyumu alt etme çabalarını konu edinen Cortés senaryosu, içinde pek çok afili replik barındırmasına ve doğaüstü kuvvetlerin karşısına bilimsel çürütme argümanları koymaya çalışmasına rağmen hem o replikleri lafta bırakan, hem de teslim olup meselelerini fantastik çözümlemelere havale eden tembel bir yapıda. Robert De Niro’nun bünyesinde az da olsa boyut kazanan Simon Silver dışında (ki o da kısa sürede unutulup gidecek cinsten) karakterlerini derinleştiremeyen, fırsatı olmasına karşın tetikte bir gerilim yaratamayan Cortés, finale kadar ayakta tutabildiği gizem havasını da finalde yine kendi söndürüyor bana göre. Bu filmlerin vazgeçilmezi sürpriz final ise oldukça zorlama ve temelleri sağlam değil. Haliyle Robert De Niro, Sigourney Weaver, Cillian Murphy gibi klas oyuncular da filmin bünyesinde silik kalıyorlar.

23 Aralık 2012 Pazar

Taken 2 (2012)


Yönetmen: Olivier Megaton
Oyuncular: Liam Neeson, Maggie Grace, Famke Janssen, Rade Serbedzija, Leland Orser, Jon Gries, D.B. Sweeney, Luke Grimes
Senaryo: Luc Besson, Robert Mark Kamen
Müzik: Nathaniel Méchaly

Taken 2’de Pierre Morel’in 2008’de yönettiği ilk filmden sonra bu defa kamera arkasına geçen isim Olivier Megaton. Senaryo ise ilk filmde de gördüğümüz Luc Besson ve Robert Mark Kamen’a ait. Bazı istisnalar hariç, burada da gelenek bozulmuyor ve kötü bir devam filmiyle karşılaşıyoruz. İlk filmde kızı fuhuş mafyası tarafından kaçırılan eski CIA ajanı, yeni güvenlikçi Bryan Mills, nefes kesen bir takiple Paris’i birbirine katıp kızını kötü adam ordusundan kurtarıyordu. Taken 2 ise, ilk filmde Mills’in eşek cennetine yolladığı kötü adamlardan birinin babası olan Murad’ın intikam için kahramanımızın peşine düşmesini anlatıyor. Kızı ve eski karısıyla İstanbul tatiline çıkan Mills’in izini bulan Murad’ın onları kaçırması fakat Kim’in bir şekilde kurtulup babasıyla irtibata geçerek kurtarma operasyonuna katkıda bulunması, sıkıcı ilk yarım saatin ardından beklenen aksiyonu da beraberinde getiriyor. Ancak ilk filmin yarattığı doygunluk ve kendi başına konu, yönetim ve tasarım olarak çok zayıf seyreden bir film oluşu Taken 2’yi sanki DVD raflarını hedefleyen, başrolü değiştirilmiş kıytırık devam filmleri havasına sokuyor.

Sürekli göze sokulan çarşaflı kadınlar, Murat 131 polis arabaları, sınırı bekleyen Erdal Bakkal, İstanbul’da film çekmenin başlıca kriteri olan damda kovalamaca sahneleri ve daha pek çok yerel ayrıntı hakkında sosyal medyada fazlasıyla espri yapıldı. Luc Besson ve ekibinin oryantalist sığlıkları İstanbul’un itibarını zedeliyor şeklindeki saçma gerekçelerden bağımsız olarak düşünüldüğünde bile kötü çekilmiş bir film var ortada. Olay İran’da geçmiş olsa bile fayda etmezdi. Mills’in kızına bulundukları yeri tarif ederken GPS cihazlarını bile kıskançlıktan çatlatacak yöntemleri, mahalle arasındaki internet kahve(!)nin işletmecisi tipli, karizma yoksunu tombiş kötü adamla hamamdaki göbek taşında yapılan final dövüşü ve baş kötüyle yapılan yavan final hesaplaşması, Taken 2’yi kendini fazla ciddiye alırken komik duruma düşen filmler kategorisine sokuyor bana göre. Murad’ın iki oğlu daha olduğunu öğreniyoruz ve bu durum bizi Taken’ın posasının henüz çıkmadığı yönündeki saçma fikre ulaştırıyor.

Peki ilk Taken neden bu kadar sevilmişti? Evet belki alışılmadık bir konuyu alışılmadık bir biçimde işlemiyordu. Ama kızını kurtarabilmek için becerikli bir adamın neler yapabileceğine dair müthiş bir macerayı, gerilim dozu iyi ayarlanmış takip rotasıyla ve stilize aksiyon sahneleriyle paketleyip gişelerin önüne bırakabilmişti. Ne istediğini bilen insanların paralarının karşılığını ödemişti. Bryan Mills karakterine bu tip aksiyonların katabileceği azami ruhu katan Liam Neeson’ın karizmasını da farklı bir kulvarda iyice cilalamıştı. Oysa bu film, temelini zorlama bir intikam planı üzerine oturtan asalak bir mirasyediden başkası değil. Luc Besson, senaryosunu yine Robert Mark Kamen ile beraber yazacağı Taken 3’ü şimdiden duyurdu. Murad’ın oğullarının bu defa kimleri kaçıracağı (Kim’in erkek arkadaşının da aileye dahil olduğunu düşünürsek) sürpriz değil elbette. Asıl sürpriz, bu kadar sıradan bir devam filminden sonra hala üçüncüsünün çekilmesinin planlanması.

17 Aralık 2012 Pazartesi

If A Tree Falls: A Story Of The Earth Liberation Front (2011)


Yönetmen: Marshall Curry
Senaryo: Marshall Curry, Matthew Hamachek
Müzik: James Baxter

2012 yılı En İyi Belgesel Oscar adaylarından If A Tree Falls: A Story Of The Earth Liberation Front belgeseli, son yılların en radikal çevreci grubu olan ve FBI'ın deyimiyle, "Amerika'nın bir numaralı iç terörist tehdidi” şeklinde tanımlanan Yeryüzü Özgürlük Cephesi’nin (ELF) hikayesini anlatıyor. Özellikle büyük kereste şirketlerinin orman katliamlarına karşı bir duruş sergileyerek yola çıkan, sonra çeşitli çevresel haksızlıklara karşı yeni bir protesto şekli olarak daha sert eylemlerle adını duyuran ELF'in kuruluşunu, büyümesini ve eylemlerini gerçekleştirme evrelerini izliyoruz. Bunları izlerken yanımızda ELF’in en belirgin figürü olan, yaptığı eylemler yüzünden iki defa müebbet hapis istemiyle yargılanmayı bekleyen Daniel McGowan var. Duruşması yapılana kadar ev hapsine mahkum edilmiş durumda gördüğümüz McGowan’ın barışçıl bir aktivistten kundakçılık gibi terörist eylemlerle suçlanan birine dönüşmesi adım adım işleniyor.

Hippi mantığıyla istediğini elde edemeyeceğini, sesini duyuramayacağını düşünen bir grup aktivistin oluşturduğu ELF ile daha sert bir protesto şekline dönüşen bu eylemler hem eylemcileri, hem de kamuoyunu çeşitli ikilemlere düşürüyor. Bir yandan, belki aylar sürecek yazışma, restleşme, muhasebe, eylem trafiğini bir kundaklamayla bir gecede çözebiliyorlar. Ama öte yandan zarar verdikleri fabrika ve şirketlerde çalışanları mağdur edip, 11 Eylül travmasını hala üzerinden atamamış halkı tedirgin ediyorlar. Daniel McGowan’ın toplumda daha ciddi bir çevre bilinci oluşturabilmek adına ELF bireyleriyle planladığı ve gerçekleştirdiği bu eylemlerde kimsenin ölüp yaralanmaması, onun terörist sıfatıyla yargılanmasına mani olmuyor. Bu noktada belki de uydurulmuş en saçma tanımla “ekoterörizm” ve “ekoterörist” kavramları sorgulanmaya başlanıyor.


Bu kavramlarla ilgili kamera karşısına alınan kişilerin görüşleri de farklı farklı. Kimine göre insanlar gece evlerinde oturuyorken onlar için bir tehdit iseniz bu terörizmdir ya da terörist bir eylemin illa ki başka insanların hayatını tehlikeye atması gerekmez. Mesela bir terörist olmanız için El-Kaide olmanız gerekmez. Kimine göre bir tarafın teröristi diğer tarafın özgürlük savaşçısıdır ve onlar kendi taraflarının teröristi değil kahramanıdırlar. Kundaklama suç mudur, suçtur. Terörizm midir, değildir. Fakat kimine göre ise insanlara zarar vermeden binaları yakmak, boş araçları kundaklamak, bunları çevre ve insan hayatına saygı duymayan kişi ve kurumlara mesaj niteliğinde bir kamuoyu oluşturmak için yapmak terörist ve terörizm kelimeleriyle bağdaşmıyor. Dönümlerce araziyi kaplayan ormanları yok eden, denizleri petrol sızıntılarıyla kirleten endüstri dururken hükümet tarafından bu insanların “radikal” ve “terörist” olarak etiketlenmesi büyük haksızlık. Asıl radikal ve terörist eylemler gerçekleştirenler, üstelik bunlar yüzünden FBI tarafından peşine düşülmeyen, ömür boyu hapisle cezalandırılmayanlar kapitalist kişi ve kurumların ta kendisidir.

Marshall Curry tarafından yönetilen belgesel, Daniel McGowan ekseninde ELF’in kuruluş, yükseliş ve çöküşünü ele alırken, McGowan’ın kişisel dramını da paralel sürüklüyor. Hapse girmeden önce kız arkadaşıyla evlenen, sevenleriyle birlikte mutlu bir aile yaşantısı olan Daniel’in geçmişe dair samimi itirafları, pişmanlıkları ve hayalkırıklıkları da ekrana yansıyor. ELF’in en sağlam üyelerinden biri olan Jake Ferguson’ın uyuşturucu bağımlılığından yola çıkarak izini süren ve onu yakalayıp itirafçı olarak kullanan FBI’ın Ferguson olmasa Daniel’e ulaşamayacağını anlıyoruz. Hapse girmemek uğruna üzerine mikrofon takarak tüm dava arkadaşlarını FBI’a yakalatan Ferguson gibi, yine ekibin aktif üyelerinden Daniel’in eski kız arkadaşı Suzanne Savoie da mahkemeyle anlaşma yoluna giderek az bir cezayla kurtuluyor.

Hemen hepsinin ortak yanı, o yıllarda doğru olduğuna inandıkları şeyi yaptıkları, yakalanacaklarını ve eğer yakalanırlarsa başlarına neler gelebileceğini düşünmedikleri gerçeği. Hapse girip sevdiklerinden uzak yaşama korkusu, bir zamanlar omuz omuza mücadele ettikleri arkadaşlarını ele vermelerini bile sağlarken, Daniel’in tüm bunlara rağmen dürüst duruşu belgeselin hüzünlü finaline de yansıyor. If A Tree Falls, iyi bir belgeselin olması gerektiği gibi meselesini her iki boyutta da incelerken, tuttuğu tarafın haklılığını abartarak değil, doğal seyrine bırakarak başarıyla bir bütün haline getiriyor.

13 Aralık 2012 Perşembe

The Bourne Legacy (2012)


Yönetmen: Tony Gilroy
Oyuncular: Jeremy Renner, Rachel Weisz, Edward Norton, Stacy Keach, David Strathairn, Zeljko Ivanek, Scott Glenn, Corey Stoll, Oscar Isaac, Louis Ozawa Changchien
Senaryo: Tony Gilroy, Dan Gilroy
Müzik: James Newton Howard

Robert Ludlum’un artık 2000’lerin bir polisiye klasiği haline gelmiş Bourne roman serisinin bir nevi spin-off’u durumundaki The Bourne Legacy, üç Bourne filminin uyarlama senaryosunu yazmış olan Tony Gilroy tarafından bu defa bizzat yönetilmiş. Senaryonun Ludlum’dan esinlenerek yazıldığı söylense de, film Eric van Lustbader adlı yazarın farklı bir Bourne üçleme denemesinin ilk ayağını oluşturuyor. Lustbader’in ise yazar olarak pek beğenilmediği çeşitli yorumlarda sıklıkla dile getiriliyor. Gilroy’un üç iyi Bourne filmine senaryo yazmış olmasının getirdiği gönül bağı, onu gerekli olup olmadığı tartışılır bu dördüncü filmi yazmaya itmiş görünüyor. Fakat son iki filmi yönetmiş Paul Greengrass’in bu filme yanaşmaması, buna bağlı olarak Matt Damon’ın da oynamayı reddetmesi üzerine projeden vazgeçmek yerine ince ayarlarla “aslında Jason Bourne buzdağının görünen yüzüydü” klişesine başvurması Gilroy’a hiç yakışmıyor.

The Bourne Legacy, Treadstone ajanı Jason Bourne’un New York’a geldiği The Bourne Ultimatum ile eşzamanlı bir dilimde geçiyor. CIA'in Outcome ajanlarını Treadstone ajanlarından daha güçlü yapmak için bir takım haplar verdiğini, ajanların bu hapları almadan hayatlarını normal biçimde devam ettiremediklerini öğreniyoruz. İsyan bayrağını çeken Jason Bourne yüzünden açığa çıkma tehlikesiyle karşılaşan Outcome'ı kapatmaya karar veren CIA, Outcome ajanlarını tek tek öldürmeye başlıyor. Bu durumu farkeden Aaron Cross (Jeremy Renner) ise becerisiyle kendini Outcome’a öldü göstererek hayatta kalıyor ve kendisine verilen ilaçların kaynağını bulmak için Dr. Marta Shearing (Rachel Weisz) ile işbirliği yapıyor. Ne var ki Outcome’ın Dr. Shearing’i de öldürmek üzere harekete geçmesiyle ortaya çıkan Cross, iyileşmek için doktorla birlikte Outcome’ın Manila’daki gizli medikal üssüne doğru yola çıkıyor. Üstün teknik imkanlarıyla Cross ve Sharing’in izini bulan Outcome’ın insan avını başlatmasıyla Bourne serisinin bir benzerinin başlama zili çalıyor. Jason Bourne sayesinde sonu gelen Treadstone programı gibi, Aaron Cross yüzünden de Outcome’ın sonunun gelmesi tehlikesi, The Bourne Legacy’nin nasıl bir mirasın üzerine konduğunu açık seçik gösteriyor.


Objektif olmak gerekirse teknik anlamda ortada çok kötü bir film yok. Fakat “Bourne’un Mirası” olarak ortaya çıkması (haliyle miras olunca Jason Bourne’suz ortaya çıkması) filmin en büyük handikapı. Halbuki Gilroy, elindeki imkanlarla, kalburüstü kadrosuyla sıfırdan bambaşka bir politik aksiyon çekebilirdi. Böyle bir filmin senaryosunu pekala yazabileceğini (her ne kadar politik aksiyon olmasa da çok güçlü bir politik gerilim olan) Michael Clayton ile, artı üç Bourne filmini hem roman, hem de aksiyon vizyonundan nemalandırmış olması itibariyle ispatlamış bir sinema adamı. Bourne hikayesinden başka bir kanal açmak işin kolay kısmı. Objektif olmayı becerebilenler için bile ortada artık defalarca tekrar edilmiş, derinliksiz bir kaçma-kovalamacadan başka dikkate değer bir durum yok. Gilroy, diğer Bourne yapımlarının gölgesinde kalmamak için, yine onlardan esinlendiği belli aksiyon sekanslarında durumu kapatmaya çalışıyor. Cross’un Dr. Shearing’i evinde kurtardığı bölüm (özellikle de evin dışından hızla üst kata tırmanıp içeriye girerek alt kattaki ajanı vurduğu şık sahne) ve finaldeki uzun takip bölümü Gilroy’un Paul Greengrass’i oynamaya çalıştığı anlar olarak akla takılıyor. Bu yalıtılmış atmosferde Bourne filmlerinin karakteristik tekinsiz kötü ajan tiplemelerine öykünen ve finalde ortaya çıkan LARX’ı hiç de öyle tehditkar bulamayabiliyoruz.

Devamının da geleceği finalinden malum olan The Bourne Legacy, ortalama aksiyon filmleri kategorisinde iş görür, ama Bourne mirası sözkonusu olduğunda cepten yiyeceğinin sinyallerini daha ilk filmden vermiş bir yapıda. Jeremy Renner, Aaron Cross kıyafetini üzerine iyi oturtmuş görünüyor. Rachel Weisz ve kariyerinde düşüş yaşayan Edward Norton ise iyi oyunculuklarını vasat roller içinde bile az çok parlatabileceklerini gösteriyorlar. Fazlasına rolleri müsaade etmiyor. Ne yazık ki filmin mirasyedi oluşundan kaynaklı olarak hiçbirinde derinlik yok. İyi hasılat getireceği muhtemel bu üçleme de sona erince Robert Ludlum’un mirası nasıl sürdürülecek (ya da sürdürülecek mi) merak konularından biri. Çünkü şablon artık belli: Treadstone ve Outcome gibi bu defa adı “Statehawk” olan bir derin yapılanma uydur, ardından bu birimin sıkı ajanlarından Lester Crush ilaçlarını almayı unuttuğu ya da sevdiği elinden alındığı için kin dolu vaziyette isyanları oynayarak bu yapılanmayı çökertsin. Aralara stilize aksiyon sahneleriyle karakterin kimliğini ve amacını sorgulama tabanlı dramatik bölümler serpiştirilsin. Oscarlı ve giderli oyuncular yan rollerde filmin elini ve gişesini güçlendirsin. Hobbit’ten umutlu olsak da her üçlemenin ya ilk filmi ya da ilk üçlemesi güzeldir. Bir dördüncü film, konuşmaya dahil olmaya çalışan üçüncü kişi gibi ahengi bozabilir.

6 Aralık 2012 Perşembe

We Need To Talk About Kevin (2011)


Yönetmen: Lynne Ramsay
Oyuncular: Tilda Swinton, John C. Reilly, Ezra Miller, Rock Duer, Jasper Newell, Siobhan Fallon, Ashley Gerasimovich
Senaryo: Lynne Ramsay, Rory Kinnear, Lionel Shriver
Müzik: Jonny Greenwood

Lionel Shriver’ın aynı adlı romanından Rory Kinnear ile Lynne Ramsay’ın senaryosunu yazdığı, daha öncesinde pek kayda değer işleri bulunmayan İngiliz Lynne Ramsay’ın yönettiği We Need To Talk About Kevin, elliye yakın festivalden ödül ve adaylıklar kazanmış bir yapım. En temelde, kutsal annelik duygusunun zihnin karanlık kıvrımlarında almaya çalıştığı şekilleri sorgulayan güçlü bir dram. Kadının doğuştan sahip olduğu annelik güdülerinin gelgitleriyle alakalı birçok ayrıntıya bakışındaki gerçekçi tutum, bu gerçeklerin başka gerçeklere nazaran daha hassas ve korkunç sonuçlar doğurabileceği düşünüldüğünde insanı diken üstünde tutmaya yetiyor. Çünkü bir kadının annelikle imtihanı diğer imtihanlara hiç mi hiç benzemiyor.

Uğruna kariyerini feda ettiği çocuğuyla henüz bebekken iletişim kurmakta zorlanan Eva Khatchadourian, daha sonra bu iletişimsizliğin önüne bir türlü geçemeyerek korkunç sona doğru ağır ağır ilerliyor. Oğlu Kevin’in annesine olan anlam verilmesi güç nefretinin psikolojide, hatta mitolojide bile karşılıkları bulunabilir. Fakat Lynne Ramsay, belki okumadığım romanın da etkisiyle ana oğul arasındaki ilişkiyi belirsizleştirmeyi hedef almış bir üslupla ilerliyor. Zira romanlarda bu tarz bir muğlaklık çok sık başvurulan derinleştirme yöntemleri içerir. Yine de gerilim yüklü ana oğul iletişimsizliği, psikolojik ve pedagojik türlü okumalara imkan tanımasına rağmen, kendi dokusunu yaratmayı biliyor ve izleyeni hep diken üstünde tutuyor.

Filmin birinci sınıf bir kurgusu var. İspanya’daki meşhur domates festivali “La Tomatina”dan görüntülerle kıpkırmızı bir açılış yapan Ramsay, mutluluktan sarhoş olmuş Eva’nın el üstünde taşındığı sahnelerden, bir anda duvarına kırmızı boya fırlatılmış Eva’nın evine ve sefil yaşantısına zıplıyor. Film boyunca ileri geri süren bu kurgu, bir yandan Kevin’in doğumundan itibaren kronolojik bir düzlemde ilerlerken, bir yandan da finalde bizi bekleyen büyük trajedi sonrasında Eva’nın varoluş çabalarını iç içe geçiriyor. Bu çabaların içinde Eva’nın kendi iç çatışmalarını dillendirmektense, çevre sakinlerinin tepkilerinden ve Tilda Swinton’ın olağanüstü duruşundan faydalanıyor. Böylece doğru malzemeler ve onları kullanış biçimleriyle o dillendirmediklerini seyircinin kucağına bırakıyor.


Filmin seyirciye attığı topların nasıl algılanıp kullanılacağı da çeşitlilik gösterebilir. Ramsay, Eva’nın hazırlıksız biçimde edindiği annelik kimliğini, henüz bebekliğinde bile annesinin yanında hiç susmadan ağlayan Kevin sayesinde sorgulattığı gibi, büyüdükçe annesine duyduğu öfkesi daha da belirginleşen Kevin’in karmaşık ruh yapısına da aynı çizgiden start veriyor. Bir çocuk, plânsız programsız biçimde dünyaya geldiğini, bu yüzden kendisini doğuran annesinin onu sevmeye, onunla ilgilenmeye hazırlıksız olduğunu hissedebilir mi? Filmin bu soruya cevabı belli gibi. Fakat Eva’nın teoride ve pratikte yaşadığı birtakım acemiliklere rağmen bu durumu Kevin’a hissettirmemeye çalışması, ona alışıp sevmeye başlaması, üstelik babasının bilinçsiz şekildeki ilgili tutumu, Kevin’a sorunlu bir çocuk gözüyle bakmanın önüne engel koymuyor. İlgisizlik kadar aşırı ya da bilinçsiz ilginin de bir sorun kaynağı olduğu düşünülürse durum daha iyi anlaşılır.

Ancak Kevin’in sorununun kaynağında başka şeyler var. O, doğduğu andan itibaren annesine tepki gösteren bir çocuk. Sadece o husumetin rahatsız edici varlığını ve belirsizliğini gerilim unsuru olarak kullanarak tanımlamaya çalışan film, bunu yaparken “içine şeytan kaçmış bir çocuk” sığlığında değil, anlamlandırılması sıkıntılı bir olasılık şeklinde algılatıyor.Zira erkek çocukların genellikle annelerine daha düşkün oldukları bilinir. Bunun yanında en fazla nazı da yine annelerine yaparlar. Küçük bir çocukken bile annesiyle soğuk savaş içinde olan Kevin’in ona en fazla yakınlaştığı anın hastalandığı an olması, psikolojik sorunları olan bir çocuğun dahi normal sığınma duygusuna ihtiyaç duyduğunu gösterirken, iyileşip savunmasız halinden çıktıktan sonra nefretine kaldığı yerden devam etmesinin altında yatan nedenlerin altında yatan boşluk bizi başladığımız yere geri götürüyor. Belli bir noktadan itibaren çocuk sahibi olduktan sonra fazla önceliği kalmayan Eva’nın iyi niyetli ilgisi bir türlü karşılığını alamayınca geriye fazla seçenek kalmıyor: Kevin kötü bir çocuk! Gerekli şartlara, kendisiyle iyi kötü iletişim kurmaya hevesli ve gayretli ebeveynlere sahip olmasına rağmen özüne nefret tohumları atılmış evcil bir câni.


Filmin romandan kaynaklı olup olmadığını bilmediğim bazı boşlıkları doldurmamış olmasıyla bu kötülüğün geldiği yer hakkında sabit fikirler üretmemizi beklemesi bana pek zekice gelmiyor. Eva’yı ihmalkâr, despot, asabi, şiddet yanlısı bir anne olarak görmüyoruz. Tersine, Kevin’in içindeki kötülüğü otorite boşluğu yaratan, bir de üstüne şiddet içerikli video oyunlarıyla, yanlış ellerde tehlikeli bir silah haline gelebilecek okçuluk sporuyla besleyen sözde ilgili bir baba görüyoruz. Aynı şekilde Kevin’i bir psikolog karşısında ya da nefretini kustuğu okul ortamında da göremiyoruz. Annesiyle yemeğe çıktıklarında konuştukları da yapıcı sayılmaz. Filmde hiç kimse “Kevin hakkında konuşmamız gerek” cümlesini kurmuyor. Bu yüzden bu cümle film için mükemmel bir isim ve belki de bu sayede yaratılan ironiyle mesaj yerini buluyor. Ancak filmin bu boşluklarının gerçekten birer boşluk mu, yoksa pür kötülük üzerine derinlemesine nüfuz etmek için yapılan kasti hareketler mi olduğunun kararı seyirciye kalıyor.

Tilda Swinton, kariyerinin en görkemli performanslarından biriyle filmin yükünü sırtlanmakta. Onu en güçlü gördüğüm rollerinden biri olan 2008 tarihli Julia filminde canlandırdığı karakterin Eva ile olan ruhani çelişkiler içindeki benzerliği de dikkatlerden kaçmayabilir. Başta geleceğin önemli kötü adamlarından biri olacağının sinyallerini veren Ezra Miller olmak üzere Kevin’i canlandıran üç sevimsiz çocuğun yaydıkları negatif enerji, filmi her daim gergin tutmasını biliyor. Lynne Ramsay ise fazla etkin olmadığı sinema dünyasına kurgusuyla yönetimiyle, gizemiyle ve doğrudan görünümlü dolaylı mesajlar içeren finaliyle bir bütün halindeki filmini hediye ediyor. Polytechnique, Elephant, The Life Before Her Eyes gibi benzer temalı filmlere farklı bir perspektiften yaklaşarak onlara çok dirayetli bir halka daha ekliyor. Ama bu filmlerin yaptığı gibi kurbanlardan veya onları kurban eden katilden çok, o katili doğuran anaya hakkıyla bakabilmiş bir filmle hem de.

2 Aralık 2012 Pazar

Looper (2012)


Yönetmen: Rian Johnson
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Bruce Willis, Emily Blunt, Jeff Daniels, Paul Dano, Noah Segan, Piper Perabo, Pierce Gagnon, Garret Dillahunt, Qing Xu
Senaryo: Rian Johnson
Müzik: Nathan Johnson

İlk filmi Brick ile 40’lı, 50’li yıllar polisiyesini 2000’ler lisesine başarıyla uygulayan, sonrasında çektiği sağlam kadrolu The Brothers Bloom ile yüksek beklentileri pek karşılayamadığı düşünülen bir yapıma imza atan Rian Johnson’ın yeni filmi Looper, bu defa post apokaliptik bir dünyada geçen aksiyon/dram olarak son şeklini almış. Orijinal konusu itibariyle yaratıcı potansiyele sahip bir bilim kurgu olmasına rağmen, Johnson belki de yine bilinçli olarak bu türü törpüleyip daha mütevazi bir hale sokmaya çalışmış. Zamanda yolculuk temasının 1001 türlü halinden birini genel anlamda iyi işlediği, bu tip filmlerin doğasında olan mantık hatalarının gölgesinde hikayesinin hakkını verdiği de söylenebilir. Ne var ki genelden özele indiğimiz anlarda birtakım eksikliklerin göze batması da kaçınılmaz. Ancak bunların bazılarını filmin orijinal yapısına, bazılarını da seyircilerin algısına havale etmek uygun olacaktır.

Zaman makinesinin henüz icat edilmediği 2044 yılında geçen Looper, bu makinenin icat edilip yasadışı hale geldiği 30 yıl sonrasıyla kurduğu bağlantıyla omurgasını oluşturuyor. Makinenin bir şekilde 30 yıl sonra mafyanın eline geçmesi ve infaz edilecek kişilerin bu makineyle geçmişe gönderilerek “Looper” adı verilen paralı tetikçiler tarafından öldürülüp yakılması fikri, mafyanın ceset enflasyonundan kurtulmak için bulduğu zorlama bir çözüm gibi dururken, temelde filmin oluşturmaya çalıştığı kurgusal çevre düzenine hizmet etmekte. Zamanda yolculuk yasadışı olduğundan, bu tetikçilerin işverenleri onlarla ilişiklerini kesmek istediklerinde onlara kendi yaşlı hallerini öldürterek tüm kanıtları yok etmek isterler. İşin en can alıcı dramatik yanı burada başlar ki, kendi yaşlılığını öldürüp “döngüyü kapatan” tetikçi, kazandığı altın ve gümüş külçelerle emekliliğinin tadını çıkarmaya hazırdır. İşte Johnson’ın kader karşıtı bir çözüm olarak ileri sürdüğü bu döngü kapatma kavramı, onu film esnasında karşılaşacağı çeşitli mantık hatalarından ve kafa karışıklıklarından da korumakta.


Rian Johnson, tasarladığı gelecekteki kimi detaylarla günümüz alışkanlıklarının şekil değiştirişine zekice göndermeler yapıyor. Örneğin bugünün pahalı teknolojik araçlarıyla hatunlara hava atma modasının yerini telekinezi becerileri almış. İnsanlar ağız ya da burun yoluyla değil, göz damlalarıyla kafayı bulmakta. Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde hala yasal olan bireysel silah kullanımı gelecekte de caddeleri Teksas’a çevirmekte. (Öte yandan sınıf farklılığı ve yoksulluk 2044’te hala yerli yerinde duruyor.) Johnson, artık kendi tarzı haline getirmek için uğraştığı hazır kalıplar üzerinden klişelerle oynama huyunu sürdürüyor. Tetikçilerden biri olan Paul Dano’nun canlandırdığı Seth’in kendi yaşlı halini öldüremeyip elinden kaçırmasıyla mafyanın paniklemesi, daha sonra onu sakladığı anlaşılınca emekliliğinden olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Joe’nun onu elevermesi bize farklı bir açıdan gördüğümüz sıradışı bir işkence sahnesi sunuyor örneğin. Döngü kapatma sırası Joe’ya geldiğinde ise, yaşlı kurt Joe ustalıkla onu etkisiz hale getirip kaçmayı başarıyor ki, Seth’in başına gelenlerden sonra bu defa Joe’lar için başlayan insan avı bir anda heyecanı katlıyor.

Özellikle iki Joe’nun kafede buluştukları sahnedeki kimi zaman esprili, zekice, suyu çıkarılmamış ve tadında bırakılmış diyaloglarından da anlaşılacağı üzere, Rian Johnson zamanda yolculuğun şematik ve matematik detaylarına inmek istemiyor. Belki onlar için de kendine has çözümleri olurdu bilemeyiz. Bunun yerine anıların ihtimallere dönüştüğü, bu ihtimallerin netleşme / bulanıklaşma sonucu kaderin değişmeyen katılığından ziyade müdahale edilebilir seçeneklere dönüştüğü karmaşık bir döngünün aynı bedende iki farklı kuşağa olan etkilerini mercek altına almayı daha cazip buluyor. Film tam bu minvalde ilerleyecek diye beklerken, her iki Joe’nun hayatında yer bulan kadınların biraz daha ön saflara sürülmesiyle, hatta bu kadınlardan Sara ve oğlu Cid’in filmin ikinci yarısını kaplamasıyla başka bir şeye dönüşüyor. Şahsen bu dönüşümden memnun olmadığımı belirtmeliyim. Çünkü iki Joe’nun kendi kaderlerini / döngülerini kendilerinin belirleyiş yolunda önlerine çıkabilecek böylesi farklı bir dramın bazı hasarlar yaratması kaçınılmaz.


Bu noktada özellikle zamanda yolculuk düzeneğini gelecekte kendi himayesine alıp kötü emellerine alet eden The Rainmaker unsurunun gerekli flashbacklerle desteklenmeyişi, belki de Rian Johnson’ın farklı bir evrendeki kendi Kayser Söze’sini yaratamamasına yol açıyor. Üstelik bu sayede yaşlı Joe’nun kendi geleceğini tekrar kazanma gayreti gereksiz bir zalimliğe dönüşüyor. Böylelikle genç Joe’nun fedakarlığı ile yaşlı Joe’nun bencilliği tam olarak yerine oturmuyor. Yine de Johnson’ın böylesi bir ikilem yaratmayı başardığı, empati karışıklığı sağlayıp seyirciyi bu ikileme ortak edebildiği için tebrik etmek gerek. Bildiğimiz Bruce Willis ile makyajından ötürü yadırgadığımız Joseph Gordon-Levitt’in oyunları benim için sürpriz içermezken, saf İngiliz Emily Blunt’ı maço Amerikan aksanıyla ve bence yer yer üzerinde eğreti duran Sara halleriyle görmek pek cazip değildi. Sonuç olarak ortada sevaplarıyla günahlarıyla farklı bir yapım var. Zamanda yolculuk öyle bir konu ki, onu hakkıyla işleyebilmek için ya mütevazi olup çemberi daraltmak, ya da genişletip çok daha büyük bütçelerle ve çok daha kapsamlı senaryolarla detaylandırmak gerekiyor. Belki de Looper her iki tavrı da takınmak istemesinden dolayı farklı, aynı zamanda arızalı bir film.