26 Aralık 2008 Cuma

The Hottest State (2006)


Yönetmen: Ethan Hawke
Oyuncular: Mark Webber, Catalina Sandino Moreno, Laura Linney, Sonia Braga, Michelle Williams, Ethan Hawke
Senaryo: Ethan Hawke
Müzik: Jesse Harris

William ve Sarah bir barda tanışırlar. Kısa sürede önce arkadaş, sonra sevgili olurlar. William oyuncu, Sarah müzisyendir. The Hottest State’in konusu bu kadar. Ama hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlamamız için hayattan yeterince ders almış olmamız gerek. Kaprisler, kaçamak oynaşmalar, doğru kişi olup olmadığını anlamaya yönelik sinsi sınavlar, başka bir şey düşünmeye fırsat vermeyen, uyku uyutmayan, kalp atışını hep belli bir hızda tutan, çoğu zaman da arttıran o adını koymaya çekinilen dürüst şapşallık hissi. William ve Sarah aşkı buluyorlar. Aşk üzerine çözümlemelerde bulunmak hem gereksiz, hem de bir ihtiyaç halini alıyor. The Hottest State’de ise bu iki hali birden yaşamak olası. Fakat özellikle ihtiyaç kısmına daha çok kafa yorduğu belli. O ihtiyacın altındaki, o ihtiyacı duyan bilincin altındaki fırtınanın başka başka sebepleri de olmuştur hep. Yani aşk duygusu, sadece birisini sevmekten ibaret değil aslında. Birisini severken ne kadar genç olursanız olun, araya hep diğer tecrübelerinizin de farkında olmadan sızdığını bilin. Sadece aşkta da değil, nefrette, intikamda, hoşgörüde, mutlulukta bile sürekli bir sızma mevcuttur. Aşık olduğumuzda başka hiçbir şey düşünemediğimizi sanırız. Halbuki bilincimizin merdiven altında o kadar çok şey uyandırılmıştır ki!

İşte William bu uyanışa, o sızmaya vakıf olmaya başladığı ve bunun üzerine gittiği için çok özel bir karakter. Bir insanı bu uyanışa ve bu sorguya iten sebep ise terk edilmek. Will ve Sarah arasında yaşanan onca güzel duyguya, ciddiyete, tutkuya, paylaşıma rağmen, bir gün Sarah, biraz zamana ihtiyacı olduğu bahanesiyle Will’den ayrılmak istiyor. Sanki ona aşık olmamak için onunla yatmaktan korkan, sonra doğru zaman olduğuna karar verip kendini teslim eden, Will’i cadı annesiyle tanıştıran, Meksika’da evlenmenin eşiğinden dönen kendisi değilmiş gibi. Oysa araya sadece bir parça uzaklık girmişti. Sarah’da ne değişmişti? Gözden uzak olan gönülden de ırak olur diye bir laf var. Bunun doğruluk payını kabul etsek bile, özlem duygusuna ne diyeceğiz? Will, Sarah’yı özlüyor, Will, Sarah’ya kavuşmak için bir sürü para ödeyip erken uçağa yer buluyor, Will, Sarah’dan özür dilemek için erkeklik gururu diye bir olguyu çöpe gönderecek çılgınlıklar yapıyor, Will hayatında tanıdığı en insana benzeyen kişinin Sarah olduğunu söylüyor. Will terk edilmeyi hazmedemiyor. Will, Sarah’yı seviyor!

Peki ya Sarah? Will’in durumuna bakarak Sarah’yı sadece onu test etmek için gönderilmiş ruhsuz bir dişi olarak görmek isteyebilirsiniz. Ama aşk söz konusu olduğunda ve terk etme/terk edilme bizim başımıza gelmediği sürece hep bir haklı, bir haksız arayacağız. Aşk, çift taraflı düşünebilmenin imkansızlaştığı bir durum. Aşk bencil bir duygu. O kadar bencil ki size, aşık olduğunuz kişiyi kendinizden daha fazla sevdiğinizi düşündürebilecek kadar da kör edici. Kendimizi Sarah’nın yerine koyabiliyor muyuz? Ethan Hawke bunu istiyor mu? Bir bakıma evet. Çünkü Will’in sürünmesini, sorgulamasını, kabullenememesini ,olgunlaşmasını görmek istiyor. Bunun için Sarah gibi duygusal dengesizliğinin kendisi de farkında olan bir kadını Will’in karşısına çıkarıyor. İki tarafta bu ilişkiyi istemiş olabilir. Ama zamanla bunlardan birinin diğerinden sıkılabileceği gerçeğini “gerçek” olarak bir karaktere yüklediğinde, terk edenin penceresinden bakma fırsatını da tepmek istemiyor Hawke. Will kadar Sarah’ya yoğunlaşmasa da, Sarah’yı anlayabilmemizi sağlayabilecek gerekli kodları da iliştiriyor. Will ve Sarah’yı yer değiştirmiş olarak düşünelim. The Hottest State’e bakışımız nasıl olurdu? O kadar karmaşık bir kader ki, bir maço, bir feminist, centilmen bir kovboy, kalpsiz bir fahişe, bencil bir inek, korkak bir şıpsevdi, mangal yürekli bir melek ve şu an aklıma gelen yüzlerce isim/sıfat bütünleşmesi de yer değiştirecekti belki. Yani mesele kadın-erkek meselesi değil. Bazen adaleti olmayan bir duygudan söz ediyoruz. Zaten birgün bitecek ve sizi ilk günkü heyecanından mahrum bırakacak bir duygu ne kadar adil olabilir ki? İşin acı tarafı, iki kişiden herhangi birinde bu hissin sonuna gelinmişlik, diğeri için iyileşmesi zaman alacak acıların başlangıcı haline geliyor. Ya sürdürebileceğiniz kadar bu yalanı yaşamaya devam edecek, ya da terk edileceksiniz.

 
 
Terk edilmek, terk edilen kadar, terk edenin de terk edildiği bir durum. Bunu bir kelime oyunu sanmayın. Taraflardan biri diğerini terk ettiğinde aslında her ikisi de terk edilmiş oluyor. Onları terk eden ise aşkın ta kendisi. Tabi hasar raporu her ikisi için de aynı rakamı göstermiyor. Terk eden için hafifleme, terk edilen için ağırlaşma söz konusu. Çiftler ölene dek hiç ayrılmasalar bile aşkın taze kalması beklenmemeli. Ekmek gibi bir ihtiyaç, ama bayatlıyor, küfleniyor, kuşlara yem ediliyor veya çöpe atılıyor. Terk edilme noktası ile herkesin kendi yoluna gitmesi arasındaki sürecin çok sancılı olduğunu terk etmiş veya terk edilen biri bile anlayabilmeli. Her ikisi de kendini haklı gösterecek nedenler üretmeye başlıyorlar. Aşk bitince ortaklık da bitiyor. “Meğer sen buymuşsun”dan bir sonraki evre, uydurma sevgililerle kıskandırma gayretleri, denize düşünce sarılınan yılanlar veya kendini oyalamaya/kandırmaya yönelik fuzuli meşguliyetler ile “hala güçlüyüm” evresi oluyor. Bizi istemeyen, bir süre sonra nasıl oluyorsa birdenbire zaten bizim de istemediğimiz oluyor. Dostça ayrılmak diye bir şey var mı sahiden? Nasıl oluyor bu? Benim etrafımda hiç olmadı. Olsa da zaten "dostça ayrıldık, hala arkadaşız" diyen bir çiftle de dostça ayrılmak gerekir bence. En mahrem duygularını paylaştıktan sonra yollarını ayıran bir çiftin bundan sonra aşka ve arkadaşlığa karşı daha donanımlı olması gerekirken verdikleri "biz hala dostuz" mesajı, "evet biz biraz salağız, ilerde aynı hatayı başka insanlarla yine tekrarlayıp başka kalpler kıracağız" ile aynı şey benim cehaletime göre. Ayrıldıktan sonra acı çekmemek, sürünmemek, ders almamak, olgunlaşmamak, değişmemek (evet değişmemek) demek, yaşanılmış olan şeyin aşk değil, basit bir uçkur kontrolü veya boş zaman aktivitesi olduğuna işarettir. "Ben aşk acısını yaşadım, ama hiç değişmedim" diyebilen aşık, kendisinden habersiz şekilde yaşayan bir ottur sanki. Öldürmeyen şey güçlendirirse eğer, güç de bir değişim değil midir?


William anlam veremediği terk edilişine anlam bulmaya çalışırken aslında bunu yanlış yerde, Sarah’nın kapısının önünde arıyor. Oradan alacağınız cevap "biraz zamana ihtiyacım var" olunca bunu anlamlandırmaya çalışmak, hele de Will gibi iflah olmaz bir aşık için delirme noktasına gelmek oluyor. Bu süre zarfında Will’in Sarah’ya karşı özür, geri dönme, tekrar eskisi gibi olma çabalarını acıyan gözlerle izliyoruz. Evet, belki siz olsanız aynı şeyi yapmaz, erkekliğinize leke sürdürmezdiniz ve Will’in çok bilmiş babası gibi “sevmekten vazgeçenler sevilmeye değmez” diye düşünebilirdiniz. Ama bunu Will’e anlatabilmek için onun acısını yaşamış olmanız gerekir. 8 yaşından beri babasız büyümüş, 21’ine geldiğinde her şeyi toparlaması gerekirken daha da parçalamış olduğunu düşünen, bir erkek olarak kadınlara karşı nerede hata yaptığını bilmeyen, cevaplar arayan, ama etrafında kimseyi bulamayan bir adam için üstesinden gelmek zorunda kaldığı şeyin farkında olmayan bizler, ekran karşısında sadece birer seyirciyiz.

 
İşlerin tıkanmaya başladığı, aşk tabusunun sorgulanmaya başladığı an, Will için bir dedektif gibi yanıt arama zamanı. Hayatının düzene girmeme sebepleriyle yüzleşmek, artık kaderi olduğunu düşündüğü terk edilme nedenlerini araştırmak için çaresizce tanıdığı insanlara başvuruyor. Kendisini tanıyan insanlara. Çünkü Will, Sarah ile yaşadığı aşktan hiç pişmanlık duymamıştır ki! “Bazen öyle biriyle tanışırsın ki, geçmişte yaptığın hiçbir şeyden pişman olmazsın. Çünkü tüm yaptıkların seni o kişiye ulaştırmıştır” diyen kendisidir. Şimdi içine düştüğü çaresizlik, hayatındaki her şeyi gözden geçirmesine sebep olmuştur. Okul, iş, aile hayatlarımızda karşımıza çıkan dertler, zaman zaman bize her şeyi terk etme hissi verirken, terk edilmenin başa açtığı dert neden bu kaçıp gitme duygusunu vermez? Çünkü anlam veremediğimiz bir şey ise cevaplar lazımdır. The Hottest State’in en önemli başarısı da bu çaresizlik duygusunu Will’in kırık kalbini hep öyle tutarak, bu sayede cevaplar için oyuncu/seyirci herkesi savaşa çağırarak denemesinde yatıyor biraz da. O cevaplar da bu saatten sonra ne kadar iyileştirici olabilirse artık.

Sarah’dan aldığı yanıtlardan zaten tatmin olmamış Will, (hocaya sınav sorularının cevaplarını sormak, üstelik belki cevabı kendisinin de bilmediği bir hocaya sormak gibi bir şey) önce annesine yöneliyor. Ondan aldığı bunaltıcı nasihatler yanında, ya sorunları idare edip mutlu, ya da onların üzerine gidip sefil olacağı dersini alıyor. Sonra da en önemli kişiyi, bu hale gelme müsebbibi olarak gördüğü babasına Sarah ile olan ayrılığının sebebini soracak kadar çaresizleşiyor. O güne kadar Will’e en mühim öğüdü "Teksas’ı kalbinden asla silme" olan bir babadan ne kadar sağlıklı cevap alabilirse artık. Kitabında “çocukken bütün insanların sana hayallerinin peşinden koşmanı söylemeleri, büyüyünce bunu denemeye kalktığında sana sırt çevirmeleri garip değil mi” cümlesini kuran Ethan Hawke, Will’in babasını bu şekilde planlarken (ve filmde onu kendisi oynarken) sanki kendi ihmal edilmişliği ve olgunlaşıp baba oluşuyla mı yüzleşiyor acaba?. Anne-babası daha 3 yaşındayken ayrılmış bir evlattan, oyuncu eski eşi Uma Thurman’dan doğma iki çocuk sahibi bir babaya uzanan hayatının belli belirsiz bir hesaplaşma olduğunu düşüneceğiz. Ama romanı yazdığı 1996 yılında Ethan Hawke, klibini de kendisinin çektiği Stay isimli kalp kırığı şarkının sahibi Lisa Loeb ile beraberdi. 10 yıl sonra kitabını senaryolaştırdığı zaman boşanmış ve geride iki çocuk bırakmış bir baba olarak Will’in ne yaptığını kendisinin bile tam olarak bilmeyen babası Vince’i oynamasına anlam yüklemek istiyor insan. Sıcak bir yatakta, bir sandalyede, arabanın arka koltuğunda, huzursuz bir yatak odasında başlayan hayatlar nerelere kadar gidiyor, anne karnından, baba kucağından hangi tutarsız sevgililere uzanıyor ve nerede gerçeği buluyor, işte The Hottest State bunu anlatıyor. En sıcak eyalet olan Teksas’ın, işine gelmediğinde ne kadar soğuk olabileceğini anlatıyor.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Transsiberian (2008)



Yönetmen: Brad Anderson

Oyuncular: Emily Mortimer, Woody Harrelson, Ben Kingsley, Eduardo Noriega, Kate Mara, Thomas Kretschmann, Colin Stinton

Senaryo: Brad Anderson, Will Conroy

Müzik: Alfonso Vilallonga

The Machinist ile 2004 yılının en iyi kara filmlerinden birine adını yönetmen olarak yazdıran Brad Anderson’ın 4 yıl aradan sonra çektiği Transsiberian merakla bekleniyordu. Sibirya Ekspresi ile Çin’den Moskova’ya yolculuk yapan evli bir çift ile, yine trende karşılaştıkları sırlarla dolu bir başka çiftin arasında geçen gerilimli suç öyküsü şeklinde özetlenen filmin ne geriliminden, ne de suç tarafından etkilendim. Bu aralar sıklıkla iki adet çift üzerinden yaratılan gerilim/korku/maceralar gırla gidiyor. Dörtlüyü kurmuşken oturup okey veya sessiz sinema oynayacakları yerde, sürekli başlarını derde sokan, sonra da kabahati kötü adamlara yükleyen bu sıkıcı insanlardan ilginçlik üretmeyi de başaramayan, ürettiğini düşündürüp boş yere göz boyamaya oynayan her zamanki hikayelerden biri bana göre. Sadece kendi çapında kurduğu hikaye bütünlüğünü götürüp nereye bağlayacağına dair bir merakla izlediğim Transsiberian, son yılların modası olduğu üzere Amerika ve İngiltere gibi İngilizce konuşan, terör paranoyasını gittiği her yere taşıyan süper güçlerin Avrupa (özellikle de Rusya) fobileri üzerine bir başka zayıf halka olmaktan öteye geçiyorsa, onun sebebi de olsa olsa, seçkin oyuncu kadrosunun bireysel gayretlerindendir.

Emily Mortimer
her zamanki gibi elinden geleni yapmakta. Özellikle artık dünya üzerinde neredeyse konuşmadığı İngiliz aksanı kalmayan usta aktör Ben Kingsley’in canlandırdığı Rus polis şefi Grinko yorumu göz doldursa da, bence karakterin yeterince geliştirilememiş tasarımı filmin genel vasatlığına eşlik edercesine özensizce havada kalmış. Ayrıca The Machinist’in de görüntü yönetmenliğini yapmış olan (Alejandro Amenábar'ın yeni filmi Agora için de çalışan) İspanyol Xavi Giménez’in çekimleri bile aman aman bir tat vermedi. The Machinist’in gölgesinde zaten hiç şansı yok. Öyle bir gölge olmasa dahi, matruşkalarla uyuşturucu kaçıracak kadar süper zeki bir film işte. Karlı havanın üşütmesini, trenin klostrofobisini hissedememiş olmak şahsi problemim olabilir. Ama şu hikayenin gelişiminin ve sonucunun alışılmadık veya özgün bir yapıda olduğunu düşünmemek konusunda yalnız olmadığımı biliyorum.

20 Aralık 2008 Cumartesi

H (2002)


Yönetmen: Jong-hyuk Lee
Oyuncular: Jung-ah Yum, Jin-hee Ji, Seung-woo Cho, Ji-ru Sung, Woong-ki Min
Senaryo: Jong-hyuk Lee
Müzik: Sung-woo Jo

Kurbanlarını kadınlardan seçen Shin-Yun adlı bir seri katil polise teslim olur ve idam cezasına çarptırılır. Öte yandan iki hamile kadın acımasızca katledilir. İşin tuhaf yanı bu iki kadın, Shin-Yun hücresinde ölümü beklerken öldürülmüştür. Ama ölüm şekilleri Shin-Yun’un karakteristik cinayet yöntemleriyle öldürülmüştür. Davayı üstlenen ve haliyle başlarda hiç iyi geçinemeyen Mi Yun ve Kang isimli iki dedektif, kapanan Shin-Yun dosyasını yeniden açarlar ve araştırmalarına başlarlar. Buldukları bir şüphelinin izini sürerler. Bu şüpheli aynı yöntemlerle bir cinayet daha işler ama bu kez dedektifler onu yakalar ve öldürmeyi başarırlar. Dava tekrar kapandı diye düşünülür. Fakat kopya cinayetler hala devam etmektedir.

Görüldüğü üzere gayet esrarengiz bir konusu olan film, prodüksyon ve kurgu olarak da başarılı bir duruşa sahip. Avustralya’lı görüntü yönetmeni Peter Gray’in de katkılarıyla neredeyse tüm teknik detaylarını halletmiş bir yapım olarak H, bunca pozitif özelliğine rağmen bir bütün olarak ele alındığında ne yazık ki, her seri katil gerilimi sevene bekleneni verebilecek dört dörtlük bir film değil. Bazı filmler vardır, tüm teknik donanımına, hikayesinin ilginçliğine, rolünün hakkını veren oyuncularına karşın bittiğinde silinip gider, geriye pek bir şey bırakmazlar. Bana göre H de bu filmlerden biri. Sorunun ne olduğunu da tam bilemiyorum. Belki fazlaca temiz görünümü, bir cinayet gerilimine kan uyuşmazlığı yaratmış olabilir. Fakat bence en önemlisi, elinde patlayan ve bütün filmi mantık erozyonuna uğratan sürpriz sonu olsa gerek. Psikolojide Shin-Yun’un becerisinin bir açıklaması var mı bilemiyorum ama varsa bile bu kadar abartılmayı gerektirmiyordur mutlaka. Filmin dikkat çeken bir yönü de Marathon, Love Phobia, The Classic gibi başarılı Güney Kore dramlarının sevimli ve yetenekli genç aktörü Seung-woo Cho’yu az ve vasat bir performansla kötü adam Shin-Yun olarak karşımıza getirmesi. Son olarak yazıp yöneten Jong-hyuk Lee’nin ilk ve şu ana kadar tek filmi olduğunu da ekleyelim.

17 Aralık 2008 Çarşamba

A Man Who Was Superman (2008)


Yönetmen: Yoon-Chul Jeong
Oyuncular: Jeong-min Hwang, Gianna Jun, Ji-hee Jin, Woo-seon Seon, Young-hwa Seo
Senaryo: Yoon-Chul Jeong, Jin-ho Yun

Çevresine yardım etmeyi yaşam biçimi haline getirmiş orta yaşlı tuhaf bir adam, şehrin sokaklarında yaşlıların çantalarını taşıyıp onları karşıdan karşıya geçirmekte, çocuklara yardım etmekte, olmayacak yerlere çöp dökenlere kızmakta, yankesicileri kovalamakta, yaralıların, zor durumda kalmışların imdadına yetişmektedir. Kendisinin Superman olduğunu iddia eden bu adam kısa zamanda halkın olduğu kadar medyanın da dikkatini çeker. Onunla ilgili bir program hazırlaması istenen güzel yapımcı Soo-jung, deli saçması olarak gördüğü bu haber işini bir an önce bitirmek için harekete geçer. Ama çantasını kaptırdığı bir yankesiciyi yakalayan, üstelik kendisini bir kamyonun altında ezilmekten kurtaran Superman’ın hikayesine ilgi duymaya başlayınca, kamerasını alıp bu ilginç adamı çözmeye çalışır. Onun hikayesinde umduğundan çok daha fazlasının olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlayacaktır.

Yönetmen Yoon-Chul Jeong, 2005 yılında senaryosunu yazıp yönettiği Marathon ile, zihinsel özürlü bir genç olan Cho-won’un masalsı olduğu kadar gerçekçi başarı öyküsünden çok güçlü bir dram elde etmişti. Bu kez yine zihinsel problemi olduğunu düşündüren, kendisini Superman olarak tanıtıp insanlara yardım etmeyi ütopik bir misyon haline getirmiş ilginç bir adamın masalsı sevimliliği ile dramatik hüznü arasında Marathon’dakine benzer bir denge tutturduğu yeni öyküsünü anlatıyor. Marathon’da Cho-won’un çocukluk ile gençlik arasında gidip gelen kendine özgü hayal dünyası, A Man Who Was Superman’de yetişkinliğe kadar uzanan ileri bir boyuta kapılarını açıyor.


Her iki filmin de en mühim ortak noktalarından biri, tüm o sevimli, eğlenceli, fantastik masalsı ifade biçimlerinin tamamen hayatın katı gerçeklerine hizmet eder nitelikte olması, tadında bırakılması, bu sayede göze batmaması. Oluşturdukları çekirdek öyküye sadık kalarak, ama bunun yanında onu katmanlaştırmak için hem anlatım, hem de tür açısından yeniliklere açık olarak bir denge sağlamak kolay bir ifade şekli sayılmaz. Yani komedi unsurlarından bolca faydalandıktan sonra tek bir kırılma noktasıyla tamamen ters bir yola sapmak, fakat bunu neredeyse hiç yadırgatmayarak yoluna devam etmek, üstelik finalde bu zıtlıkların üzerine daha fazla gidip onları kaynaştırarak yere sapasağlam basan bir sona ulaşmak senaryo kadar, özel bir yönetim ve kurgu hakimiyeti gerektirir.

Ancak bu beceriler sıklıkla görmezden gelinir, komedi ve fantastik anlatımlarından ötürü hafife alınır, alay edilir. Güney Kore sinemasında fazlaca rastlanan bu eğilimin ortaya çıkardığı kimi örnekler, sırf iddia ettiği gerçekliğe yeterince samimi yaklaşamadığı, komedi kredisini hoyratça harcadığı, drama yönü eğreti kaldığı için bu aşağılamayı da hak eder bana göre. Neticede böyle bir karışımı benimsemiş türlerde yer alan komedi unsurlarının, dram örgüsüne hizmet etmesi beklenir. Yüzde şu kadarı komedi, yüzde şu kadarı dram diye bir ölçekten söz edilemeyeceği için, iş tamamen senarist ve yönetmenin ellerindedir. Hele de Yoon-Chul Jeong gibi kendi yazdığını yönetme şansı bulmuş birinin yapacağı balans ayarı, yapılan tercihleri daha özgür kılacaktır. İşte bana göre bu özgürlükten ikinci defa (yönetmenin Marathon’dan sonra çektiği ikinci filmi Shim's Family’yi görmedim) yararlanmasını bilmiş olan Yoon-Chul Jeong’un Süperman yorumu da tüm bu komedi, dram, fantezi, gerçeklik, denge, tercih, özgürlük diziminden nasibini almış bir Süperman

Süper kahraman dediğimiz karakter kimdir? Onun doğuştan veya sonradan kazandığı süper güçleri kendisini hangi anlamda “süper” yapar? Bu tip soruların cevapları ortadadır ve biz bu cevapları verirken sadece ölümlülük ve normallik sınırları içinde kalamayıp, mutlaka fantastik motivasyonlarına da değinmek durumunda kalırız. Mantık sınırı diye bir durumdan söz edilemez. Ancak süper güçlerini kullanma durumunda kalmadıkları, “insan” oldukları anlardaki çıplaklıklarını irdelerken “insan”lıklarına yaklaşırız. O bölgeye girdiğimizde ise sadece sabit bir kötüyle olan husumetine, trajik geçmişinin tetiklediği intikam ateşine, hiçbir yere varmayan romantik ilişkisine, kendisini yaratan yazarın hayalgücüne endeksli başka evrenlerde olup bitenlere veya sahip olduğu süper güç ile insan zayıflığı arasında sıkışan kişiliğinin açmazlarına saplanırız.


Süper kahramanın en önemli varlık sebeplerinden biri insanlara yardım etmektir. Bunu topyekün dünyayı kötülerden kurtararak yapmak kolaycılığı onu süper yapmak için yeter de artar. Zaten süper kahraman dediğimiz kişi tonlarca ağırlığı tek başına kaldıran, eciş bücüş düşmanlarını yerle bir eden, gözlerinden alevler çıkartan biri değil midir? Kişisel çıkarları uğruna insanlara ve çevreye zarar vermeyi şiar edinmiş kötü adamın kıçını tekmelemek her şeyi halleder. Peki bir süper kahramanın insanlara iyilik yapması için mutlaka bir kötü adam faktörü mü olması gerekir? Kötü adamın gazabından kurtarmaya çalıştığınız insanoğlunun birbirine ve çevresine yaptığı kötülükleri hangi sınıfa sokacağız? İşte A Man Who Was Superman’in yaklaşmak istediği noktalardan birinin de bu olması, onu özel bir film yapıyor. İyilik yapmanın, sadece dünyayı kötülerin elinden kurtarmaktan ibaret olmadığını, süper kahramanlar yüzünden küçük iyiliklerin geçerliliğini yitirdiğini veya bu iyiliklerin süper kahramanın süperliğine hafif gelen aktiviteler olduğunu dolaylı da olsa eleştiriyor. Ne de olsa bir süper kahramanın yaşlı bir kadını karşıdan karşıya geçirmekten daha mühim işleri vardır.

Karşılaştırmayı teke indirip, doğrudan filmin muhatabı olan kostümlü Superman’i ele alalım. Güney Koreli Süperman’ımızla karıştırmamak için de kendisine “Clark Kent” diye hitap edelim. Clark Kent’in süperliğine ait bildiğimiz ne varsa bizim gariban Süperman’de de aynısı var. Uçması, baktığı şeyin içini görebildiği ve lazer deliciliği sağladığı ışın saçan bakışları, objeleri dondurduğu nefesi, “kel adam” ile olan husumeti, alnına düşen perçemi, göğsündeki “S” harfi, kırmızı pelerini… Filmde hepsinin son derece anlamlı, kasıtlı, mantıklı, zeki ve biraz da alaycı kullanımlarını görüyoruz. Bu özellikler Güney Kore Süperman’inde o kadar insani ve dünyevi ki, Clark Kent’teki bu özelliklerin özümsenişi ve sıradan bir adama uyarlanışı, çok yaratıcı anti-süper bir samimiyetten besleniyor. Mesela sigara içen birinin ciğerlerini görebilmeniz için Süperman’ın röntgen bakışlarına ihtiyacınız olmuyor veya bir hayat kurtarmak için bazı durumlarda süper güçten önce cesarete ihtiyaç duyuluyor.

Uçmak! Bir süper kahramanın en çok ihtiyaç duyduğu yetenek. Bu filmde uçmak üzerine o kadar güzel, anlamlı, coşkulu ve trajik yorumlar mevcut ki, hep ütopik bir romantizm beslediğimiz bu fiile yapılan göndermeleri Süper Adam olmanın “süperliği” ve “iyiliği” ile bağdaştırmak, uçmak kadar yerçekiminin varlığını da hesaba katmanın önemiyle yan yana çok şey ifade ediyor. Poz vermeye yönelik veya fantastik amaçları olmayan bir uçmaktan söz ediyoruz.

Tabii film bu gerçekliğin fantastik halini de sunuyor. Hatta hem fantastiğini, hem de gerçeğini kurgulayış biçimiyle “böyle de olabilirdi, ama ne yazık ki hayat acı gerçeklerle doludur” iletisini yan yana veriyor. Ayrıca Clark Kent’in süper güçlerini kullanmasını engelleyen kriptonit zaafının bir benzerine de sahip olan Süperman’ın filme saklamak istediğim, kriptonit ile mükemmel özdeşleşen bu zaafını Güney Kore tarihinde kara bir leke olarak duran 18 Mart olayları ile ilişkilendirme zekası, filmin onlarca artısına bir diğerini daha ekliyor. Konuştukça tadı kaçacak bu harika ilişkilendirmeler hakkında filmden alıntıladığım bir cümle, özellikle film izlendikten sonra çok daha düşündürücü olacaktır: “Gerçekte kim olduğumu unutmam için kafama kriptonit koydular!”


Yoon-Chul Jeong’un bu güzel senaryosuna hayat veren Süperman rolündeki Jeong-min Hwang'ın A Man Who Was Superman’in ilk yarısındaki sempatik ve canlı performansını ikinci yarıda, hele de o enfes finalde kapıp götüren bir drama dönüştürme becerisi takdir edilmeyecek gibi değil. İki farklı yeteneğini dengelemesini çok iyi bildiği söylenebilir. Filmin bir başka denge unsuru da, Daisy, My Sassy Girl, Il Mare gibi kaliteli yapımlardan tanıdığımız güzel ve yetenekli oyuncu Ji-hyun Jun. Filmde Süperman’in hikayesinin peşine düşüp, kendi dönüşümünü geçiren TV yapımcısı rolüyle filmin duygularını dizginlemiş mantıksal kanadını başarıyla temsil ediyor.

Bir arketip olan Süperman’in nihai amacı hakkında pek bilgim yok. Keza, onun gibilerin insanlara yardım etmeyi nasıl algıladıkları hakkındaki fikirlerim belli bir şablonun dışına çıkamıyor. Ama ilettiği dünya barışı, çevre duyarlılığı, insan sevgisi, dürüstlük, cesaret mesajları yanında, şu küçücük Güney Kore filmi “eğer insanlara yardım etmezsem, nasıl yardım edeceğimi unuturum” diye bir cümle kuruyorsa, sesine kulak verilmeyi hak ediyordur. Bu yılın en iyi süper kahraman filmi hiç kuşkusuz The Dark Knight… Ama sevimliliği, cesareti ve Hawaii gömleğiyle bu Güney Koreli süper kahramanın sesine de kulak vermek hiçbir şey kaybettirmeyeceği gibi, çok şey de kazandıracaktır.

10 Aralık 2008 Çarşamba

The Assassination Of Jesse James By Coward Robert Ford (2007)

 
Yönetmen: Andrew Dominik
Oyuncular: Brad Pitt, Casey Affleck, Sam Rockwell, Paul Schneider, Jeremy Renner, Garret Dillahunt, Sam Shepard, Mary-Louise Parker
Senaryo: Ron Hansen, Andrew Dominik
Müzik: Nick Cave, Warren Ellis

Yıl 1881. 34 yaşındaki Jesse James, hem soygun planlamakta, hem de onu yakalayarak ödül kazanmak isteyen düşmanlarına savaş açmaktadır. Fakat kimin dost kimin düşman olduğunun belirsizliği onu şaşırtacaktır. Zira kendi çetesindeki adamlar bile tekin değildir.

The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford’u bir kez izledikten sonra tuhaf biçimde ikinci kez izlemek sanki bir görev gibi gelmişti bana. Çünkü bu türden ve bu üsluptan hoşlanmayanlar için eziyet haline gelebilecek Jesse James Suikastı, mükemmel bir film. Fakat westernlere ve onların sinemada pek fazla üzerine düşülmeyen hüzünlü altyapısına sempatiniz varsa bu filmi ve 2005 John Hillcoat yapımı The Proposition’ı kolkola birer başyapıt olarak görmeniz mümkün. Yine de The Proposition’ın sürükleyici bir western macerasının epik bir ambiyans içinde yoğrulmuşluğundan biraz farklı olarak, Jesse James Suikastı’na bir efsane anlatımının içine yerleştirilmiş biyografik bir western dramı denebilir.

Western tabirine uyan bir aksiyon perspektifi olmamasına ve edebi hissiyatla ele alınmış, aceleci davranmayan kurgusuna karşın, kendi iç felsefesi dahilinde oldukça sürükleyici bir yapısı da var. Günümüz gözüyle bakarsak, bir mafya ailesinin iç hesaplaşmasını andırıyor. Goodfellas mantığıyla da anlatılabilecek bir suç efsanesini, anlatıcısı, kahramanları, kötüleri, müzikleri ve doğal atmosferiyle masalsı biçimde ele almak, gişe ekonomisi açısından ciddi bir kumar. Ancak Yeni Zelanda’lı yönetmen Andrew Dominik meseleye sanatsal açıdan daha yakın durduğu için böylesine olgun ve güçlü bir sinema dili ile söylenenlerin, kesintisiz aksiyon, vızıldayan kurşunlar, iyi adam-kötü adam şeklinde tek boyuta indirilmiş karakterler görmeye alışkın ortalama izleyiciye pek hitap etmediği açık. Kovboy onuru ve vahşi bir coğrafyada hayatta kalma mücadelesinin birey üzerindeki etkilerinin psikolojik yansımalarını öne çıkarma gayretindeki milenyum westernlerinin bu tavrı gayet anlaşılır aslında.


Yukarıda sözü geçen ve geçmeyen tüm western klişelerini günümüzde kullanmak, sinemada western kültürü ile bir şekilde içli dışlı olmuş insanlara yeni bir şey vaat etmiyor. Herkesin belindeki silahlarla sağlamaya çalıştığı bireysel adaletlerin, soyulan bankaların/trenlerin, sarsılan aile değerlerinin ve en önemlisi iyi-kötü sorgusunun daha bir öne çıktığı içe dönük, fakat çok boyutlu bir yola girmesi kaçınılmazdı. Jesse James Suikastı da bu yolun yolcusu, hatta o yolun yanına yan yollar da açtığı şimdilerde olmasa bile, daha sonraları anlaşılabilecek yüreklilikte bir yapım. Çok derin, felsefi, koyu bir hüzün var içinde. Ama öte yandan bağıra çağıra dile getirmediği güçlü bir gerilimi de muhafaza ediyor bünyesinde. Tren soygunu, Jesse James’in ayrı ayrı Ed Miller ve Charley Ford ile konuştuğu sahneler, yine Jesse James’in sofrada bulunduğu anlarda havada hissedilen gerilim, Wood Hite’ın Ford’lara yaptığı baskının nefes kesen doğal aksiyonu, elbette suikast sekansı ve dahası…

Bu gerilimin oluşumundaki en büyük etken Brad Pitt’in sağı solu belli olmayan, dengesiz, alaycı, ama her halükarda karizmatik Jesse James yorumu. Yüzündeki tekinsiz gülümseme ve kötücül duruşu kadar, dipten gelen hüznünün üzerine biraz daha gidilmesini isterdim. Her ne kadar o hüzün film boyunca hiç yakamızı bırakmıyor olsa da, özellikle çok kısa geçilen bir Pitt sahnesine dayanarak böyle düşündüm: Dick Liddil ile gittiği bir hanedeki çocuğu acımasızca patakladıktan sonra dışarı çıktığı andaki ruh hali çok dokunaklı geldi bana. O sahnedeki kötü Jesse James’in içine kısacık da olsa bakabildik. Böyle sahnelerin ekonomik kullanımlarına da anlam veriyorum. Jesse James’i yakın plan hüngür hüngür ağlarken göstermek anlamsız olurdu. Bizi istediği havaya sokmuş olan film zaten her türlü gücü ve zayıflığı betimleyebiliyor. Zayıflık yönü de Robert Ford aracılığıyla çok manidar biçimde vurgulanıyor. Azılı bir kanun kaçağı efsane haline gelirken, onu öldürdüğü halde bir türlü kahraman olarak görülmeyen Robert Ford’a en iyi cevabı halk ve tabii ki söylediği şarkıyla Nick Cave veriyor.


O Nick Cave ki, baştan aşağı The Proposition gibi başyapıt bir western yazmış, Jesse James ve Robert Ford’un hikayesine de müzikal anlamda bu kadar vakıf olması çok doğal. Yine Warren Ellis ile birlikte yaptığı müzikler, filmin bütün zamanına mekanına hakim ve alabildiğine hüzünlü. Aynı şekilde filmin bütününe sinmiş olan Jesse James korkusunun ve ağıtının Brad Pitt yorumu üzerine daha çok şey söylenebilir. Ondan sonra en çok Charley Ford rolündeki Sam Rockwell’i beğendim. Herhangi bir duyguyu vermekten aciz bulduğum Casey Affleck’in yarattığı ruhsuzluğun üzerini en iyi Rockwell örtüyordu bana göre. Jesse James korkusunun ne demek olduğunu gayet iyi biçimde izleyene aktarabilmiş olan Charley Ford performansının incelikleri, Brad Pitt’in gölgesinde kalsa da filme yakışır düzeydeydi. Hatta sözünü ettiğim Jesse James-Ed Miller sohbetinde aktör Garret Dillahunt’ın tedirgin performansı da görülmeye değerdi. Rockwell’in Jesse James’i yumuşatmak, korkusunu bertaraf etmek adına Charley Ford’a yüklediği traji-komik, ezik, zoraki kahkahalar savuran, kaypak ve korkak özellikler tam isabetti. Yazmakla, konuşmakla tüketilmesi zor, hatta birçok yönden tüketilmesi zor anıtsal bir yapım The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford

5 Aralık 2008 Cuma

Assembly (2007)


Yönetmen: Xiaogang Feng
Oyuncular: Hanyu Zhang, Chao Deng, Heng Fu, Fan Liao, Naiwen Li, Wenkang Yuan
Senaryo: Heng Liu

1948 kışında Çin’de, Özgürlük Ordusu ile Milliyetçi Ordu arasında çok kanlı savaşlar gerçekleşmektedir. Özgürlük Ordusu’nun 9. bölük komutanı Yüzbaşı Gu Zidi’nin başarıyla idare ettiği saldırıların ardından ön saflara doğru sürülmesi de kaçınılmaz hale gelir. Yaklaşmakta olan düşman birliklerini karşılaması için eski madenlerin bulunduğu bir bölgeye mevzilenen Gu Zidi ve ordusu, çok kalabalık asker gücü karşısında direnmekte zorlanır. Üstlerinden, zor durumda kaldığında borazan sesini duyduğu an geri çekilme emri alan Gu Zidi, birkaç askerin duymasına rağmen kendisi geri çekil borusunu duymayınca kanlı bir mücadele sonrası kendisine yakın 46 adamını yitirir. Birkaç gün sonra bir hastanede gözlerini açtığında ise aklı hala bu trajik geçmiştedir. Adamlarını kaybettiği madenlerde hiçbir cesedin bulunamaması ve ısrarla duymadığını iddia ettiği geri çekil borusunun yarattığı kızgınlık ve suçluluk duygusuyla tüm bunları aydınlatmak için mücadele etmeye karar verir.

Çin-Hong Kong ortak yapımı Assembly, etkileyici bir savaş sekansıyla açılıyor. Hem prodüksyon, hem de kurgu açısından çok güçlü bu bölüm, her ne kadar dinmek bilmeyen bir aksiyon izleyeceğimiz yönünde çıkarımlara yol açsa da, Assembly aslında çok çarpıcı bir savaş dramı. Aksiyon yönünden kendini ispat eden film, sürekli bu ata oynayıp, bunu koz olarak kullanmaya çalışmıyor. Cebinde iyi bir hikayesi var ve esasen ona sadık kalmaya çalışıyor. Nitelikli bir savaş dramı görmek isteyenlere istediklerini verecek kapasiteye sahip. Özellikle Gu Zidi’nin kalkan olarak kullanılan birliğindeki adamlarını yitirmesinin ardından, onların kayıp bedenlerini bulma ve hak ettikleri onurlarını teslim ettirme yönünde girdiği tek kişilik diplomasi savaşı filmin temelini oluşturuyor.

“Savaşın galibi, onuru, gururu, kahramanı olmaz” gibi söylemlerden, tarafların temsil ettiği komünist-milliyetçi safların politik çağrışımlarından uzak bir ruh haliyle izlenmesi gerekeceği gibi, bir komutanın kendine bağlı askerlerine karşı duyduğu sorumluluk duygusunu sadece savaş haline bağlı bir düzlemde algılamaktansa, daha geniş bakış açılarıyla değerlendirmenin de anlamlı kılacağı bir yapım. Bu onur mücadelesini perdeye kusursuz biçimde yansıtan ise, ikinci filmiyle Çinli oyuncu Zhang Hanyu oluyor. Kurnaz, cesur, babacan ve biraz da gariban bölük komutanı Gu Zidi karakterini, bir savaş bilgesi ile sivil hayat acemisi arasında gidip gelen göz kamaştırıcı bir gerçekliğe büründürüyor. Yaşanmış olaylardan uyarlanmış olmasının yüklediği sorumluluğun altından başarıya kalkmış olan Assembly, türünün usta örneklerinden.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Karla (2006)


Yönetmen: Joel Bender
Oyuncular: Laura Prepon, Misha Collins, Patrick Bauchau, Emilie Jacobs, Alex Boyd
Senaryo: Joel Bender, Manette Rosen, Manette Beth Rosen, Michael D. Sellers
Müzik: Shawn K. Clement, Tim Jones

90’lı yıllarda Kanada’da gerçekten yaşanmış bir dizi cinayet ve tecavüz olayından uyarlanmış Karla, “Ken ve Barbie Cinayetleri” adında basında yer bulmuş bu dehşet verici olaylar serisini başarıyla perdeye aktarmış bir film denebilir. Karla’nın tüm hikayesini, hapiste şartlı tahliyesi için rapor verecek uzmana anlatırken izliyoruz. Karla ve Paul çifti, Paul’ün tecavüz saplantısını paylaşmaya karar verince dönüşü olmayan sapıkça bir yola giriyorlar. Tüm iğrençliklerine tanık olmasına rağmen Paul’ü sevmekten hiç vazgeçmeyen, ona bakire kızkardeşini sarhoş edip sunan, hatta onunla evlenen Karla’nın psikolojik durumu, katıksız bir sapık olan Paul’den daha ilginç ve ad konmakta zorlanılacak türden. Paul’den aşırı şiddet gören, aşağılanan, onun tecavüz ve cinayetlerine seyirci kalan Karla’nın gerekçelerini film boyunca merak ediyoruz. Aşk, tutku ve korkunun birbirine karıştığı psikolojisini anlamakta zorluk çekiyoruz.

Gerçek yaşamda bundan daha dehşet verici olayların vuku bulduğu düşünülürse filmin sunduğu (üstelik bazı kaynaklara göre hafiflettiği) gerçeklerin abartılmadığı anlaşılabilir. Zaten olay Kanada’da geçmiş olmasına rağmen hiçbir Kanadalı sinemacı filme almak istememiş. Bir başka dedikoduya göre Paul rolündeki oyuncu Misha Collins, bir keresinde film yüzünden Kanada’ya girmekte sorun yaşamış. Tüm bunlar, filmin başarısına işaret sayılabilir. Ama teknik açıdan bakıldığında tam olarak yetkin bir film yok. IMDB puanının düşüklüğü de ya bu teknik gerekçelere, ya da büyük ihtimalle rahatsızlık verici tavrına yorulabilir. Yaşanan gerçek olaylar çok sarsıcı olunca, film nasıl işlerse işlesin, bir şekilde kendini sonuna kadar izletmeyi, rahatsız ve sinir etmeyi başarıyor. Yine de güzelliğini gizemiyle birleştiren Laura Prepon ve her sahnesinde sinirlerle oynayan Misha Collins’in oyunları, Karla’yı ileri taşıyan diğer önemli unsurlar olarak göze çarpıyor.