Oyuncular: Brad Pitt, Casey Affleck, Sam Rockwell, Paul Schneider, Jeremy Renner, Garret Dillahunt, Sam Shepard, Mary-Louise Parker
Senaryo: Ron Hansen, Andrew Dominik
Müzik: Nick Cave, Warren Ellis
Yıl 1881. 34 yaşındaki Jesse James, hem soygun planlamakta, hem de onu yakalayarak ödül kazanmak isteyen düşmanlarına savaş açmaktadır. Fakat kimin dost kimin düşman olduğunun belirsizliği onu şaşırtacaktır. Zira kendi çetesindeki adamlar bile tekin değildir.
The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford’u bir kez izledikten sonra tuhaf biçimde ikinci kez izlemek sanki bir görev gibi gelmişti bana. Çünkü bu türden ve bu üsluptan hoşlanmayanlar için eziyet haline gelebilecek Jesse James Suikastı, mükemmel bir film. Fakat westernlere ve onların sinemada pek fazla üzerine düşülmeyen hüzünlü altyapısına sempatiniz varsa bu filmi ve 2005 John Hillcoat yapımı The Proposition’ı kolkola birer başyapıt olarak görmeniz mümkün. Yine de The Proposition’ın sürükleyici bir western macerasının epik bir ambiyans içinde yoğrulmuşluğundan biraz farklı olarak, Jesse James Suikastı’na bir efsane anlatımının içine yerleştirilmiş biyografik bir western dramı denebilir.
Western tabirine uyan bir aksiyon perspektifi olmamasına ve edebi hissiyatla ele alınmış, aceleci davranmayan kurgusuna karşın, kendi iç felsefesi dahilinde oldukça sürükleyici bir yapısı da var. Günümüz gözüyle bakarsak, bir mafya ailesinin iç hesaplaşmasını andırıyor. Goodfellas mantığıyla da anlatılabilecek bir suç efsanesini, anlatıcısı, kahramanları, kötüleri, müzikleri ve doğal atmosferiyle masalsı biçimde ele almak, gişe ekonomisi açısından ciddi bir kumar. Ancak Yeni Zelanda’lı yönetmen Andrew Dominik meseleye sanatsal açıdan daha yakın durduğu için böylesine olgun ve güçlü bir sinema dili ile söylenenlerin, kesintisiz aksiyon, vızıldayan kurşunlar, iyi adam-kötü adam şeklinde tek boyuta indirilmiş karakterler görmeye alışkın ortalama izleyiciye pek hitap etmediği açık. Kovboy onuru ve vahşi bir coğrafyada hayatta kalma mücadelesinin birey üzerindeki etkilerinin psikolojik yansımalarını öne çıkarma gayretindeki milenyum westernlerinin bu tavrı gayet anlaşılır aslında.
Yukarıda sözü geçen ve geçmeyen tüm western klişelerini günümüzde kullanmak, sinemada western kültürü ile bir şekilde içli dışlı olmuş insanlara yeni bir şey vaat etmiyor. Herkesin belindeki silahlarla sağlamaya çalıştığı bireysel adaletlerin, soyulan bankaların/trenlerin, sarsılan aile değerlerinin ve en önemlisi iyi-kötü sorgusunun daha bir öne çıktığı içe dönük, fakat çok boyutlu bir yola girmesi kaçınılmazdı. Jesse James Suikastı da bu yolun yolcusu, hatta o yolun yanına yan yollar da açtığı şimdilerde olmasa bile, daha sonraları anlaşılabilecek yüreklilikte bir yapım. Çok derin, felsefi, koyu bir hüzün var içinde. Ama öte yandan bağıra çağıra dile getirmediği güçlü bir gerilimi de muhafaza ediyor bünyesinde. Tren soygunu, Jesse James’in ayrı ayrı Ed Miller ve Charley Ford ile konuştuğu sahneler, yine Jesse James’in sofrada bulunduğu anlarda havada hissedilen gerilim, Wood Hite’ın Ford’lara yaptığı baskının nefes kesen doğal aksiyonu, elbette suikast sekansı ve dahası…
Bu gerilimin oluşumundaki en büyük etken Brad Pitt’in sağı solu belli olmayan, dengesiz, alaycı, ama her halükarda karizmatik Jesse James yorumu. Yüzündeki tekinsiz gülümseme ve kötücül duruşu kadar, dipten gelen hüznünün üzerine biraz daha gidilmesini isterdim. Her ne kadar o hüzün film boyunca hiç yakamızı bırakmıyor olsa da, özellikle çok kısa geçilen bir Pitt sahnesine dayanarak böyle düşündüm: Dick Liddil ile gittiği bir hanedeki çocuğu acımasızca patakladıktan sonra dışarı çıktığı andaki ruh hali çok dokunaklı geldi bana. O sahnedeki kötü Jesse James’in içine kısacık da olsa bakabildik. Böyle sahnelerin ekonomik kullanımlarına da anlam veriyorum. Jesse James’i yakın plan hüngür hüngür ağlarken göstermek anlamsız olurdu. Bizi istediği havaya sokmuş olan film zaten her türlü gücü ve zayıflığı betimleyebiliyor. Zayıflık yönü de Robert Ford aracılığıyla çok manidar biçimde vurgulanıyor. Azılı bir kanun kaçağı efsane haline gelirken, onu öldürdüğü halde bir türlü kahraman olarak görülmeyen Robert Ford’a en iyi cevabı halk ve tabii ki söylediği şarkıyla Nick Cave veriyor.
O Nick Cave ki, baştan aşağı The Proposition gibi başyapıt bir western yazmış, Jesse James ve Robert Ford’un hikayesine de müzikal anlamda bu kadar vakıf olması çok doğal. Yine Warren Ellis ile birlikte yaptığı müzikler, filmin bütün zamanına mekanına hakim ve alabildiğine hüzünlü. Aynı şekilde filmin bütününe sinmiş olan Jesse James korkusunun ve ağıtının Brad Pitt yorumu üzerine daha çok şey söylenebilir. Ondan sonra en çok Charley Ford rolündeki Sam Rockwell’i beğendim. Herhangi bir duyguyu vermekten aciz bulduğum Casey Affleck’in yarattığı ruhsuzluğun üzerini en iyi Rockwell örtüyordu bana göre. Jesse James korkusunun ne demek olduğunu gayet iyi biçimde izleyene aktarabilmiş olan Charley Ford performansının incelikleri, Brad Pitt’in gölgesinde kalsa da filme yakışır düzeydeydi. Hatta sözünü ettiğim Jesse James-Ed Miller sohbetinde aktör Garret Dillahunt’ın tedirgin performansı da görülmeye değerdi. Rockwell’in Jesse James’i yumuşatmak, korkusunu bertaraf etmek adına Charley Ford’a yüklediği traji-komik, ezik, zoraki kahkahalar savuran, kaypak ve korkak özellikler tam isabetti. Yazmakla, konuşmakla tüketilmesi zor, hatta birçok yönden tüketilmesi zor anıtsal bir yapım The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder