30 Nisan 2018 Pazartesi

Castaway On The Moon (2009)


Yönetmen: Lee Hae-joon
Oyuncular: Jung Jae-young, Jung Ryeo-won, Park Young-seo, Yang Mi-kyung
Senaryo: Lee Hae-joon
Müzik: Kim Hong-jip

Kim adında takım elbiseli bir adam, bankaya olan 75 bin dolarlık kredi borcunun faiziyle beraber 210 bin dolar olduğunu öğrendiği son telefon konuşmasının hemen ardından kendini köprüden Han Nehri'ne bırakarak intihar eder. Ancak uyandığında karaya vurmuştur ve kendisini öldürmeyi başaramadığını, nehirde bilinmeyen bir adaya sürüklendiğini anlar. Orada da önce kurtulmaya, sonra tekrar kendini öldürmeye çalışsa da başarılı olamaz. Öte yandan nehir kenarındaki binalardan birinin bir dairesinde yıllarca odasından dışarı çıkmamış yine Kim adlı bir genç kız vardır. Tüm gününü kendi koyduğu kurallarla bu odada geçiren, yüksek özellikli kamerasıyla ayı ve çevreyi izleyen bu kız, birgün adadaki Kim'i görür ve hergün onu izlemeye başlar. Zaman ilerledikçe adada kendine bir düzen kurup hayattan keyif almaya başlayan Bay Kim, kendini odasına hapsetmiş Bayan Kim'i çok etkiler.

Lee Hae-joon'un yazıp yönettiği Castaway On The Moon, kredi kartlarıyla, borçlarla, stresle kuşatılmış bir adam ile, hayatını kapısı hep kilitli odasında geçiren, sadece internette sosyalleşmeye çalışan bir kızın beklenmedik biçimde kesişen hikayelerini dram ve komedi unsurlarıyla yoğuran bir film. Kendine ustalıkla böyle bir bünye yaratan, bu bünyede hem abartmadan komik, hem de ağdalı olmadan şiirsel davranabilen film, bu iki Kim'in tezatlıklarında gizli olan ortak paydaları çok iyi yakalıyor. Bu paydaları birer sömürü malzemesi haline getirmeyen, seyirciye aleni mesajlar dayatmayan, o mesajları hikayesinin her kıvrımında muhafaza eden Lee Hae-joon, küçük çapta bir modern Robinson Crusoe öyküsünü hem şehir manzaralı bir adaya, hem de ada manzaralı bir odaya kendi meselesi ölçülerinde uyarlıyor. Önce Kim'in bu adada tutunma çabalarını, bir zaman sonra da adaya geldiği ilk günden beri onu izlediğini gördüğümüz Kim'i tanıma süreçleri yaşıyoruz. Bu iki hayat kesişince, zaten dinamik olan anlatım iyice renklenip tek vücut haline geliyor.


Her iki Kim de farklı mekan ve koşullarda ortak bir yalnızlığın öznesi olarak kolayca özdeşleşilebilecek nitelikler taşıyor. Bay Kim, günümüz toplumunun kapitalizm esiri olmuş bireylerinin, aynı zamanda insan-doğa ilişkisinde yaşanan bireysel uyanışın bir numunesi. Normal yaşamında yüz vermediği börülce soslu eriştenin değerini adada aç kaldığında anlayıp kendi imkanlarıyla onu yapmayı bir meydan okuma, hayata karşı bir umut sembolü olarak gördüğü vakit doğaya, yani gerçek hayata olan bağlılığı kuvvetleniyor. Hazır vaziyette önüne erişte koysanız bile, çocukluğundan beri ezik bir kişilik olmasının hesabıyla bu şekilde ödeşmek istiyor. Buna bağlı olarak, ailesiyle bile aynı evde görüşmeyen, sanal alemde farklı fiziksel görünüşler arayışında olan asosyal Bayan Kim'in bireysel uyanışının da tetikleyicisi oluyor. Lee Hae-joon, kalabalık içinde yalnızlığı betimlemenin kolaylığı yerine, bu iki izole konumu ve kişiyi çeşitlendirerek yalnızlığı betimliyor. Fiziksel olarak yanyana getirmediği iki karakteri arasında tuhaf ama kabul edilir bir kimya yaratma ustalığı gösteriyor.

Birbirlerini fark etmeleri imkansız görünen bu iki insanın iletişimini sağlamak için Lee Hae-joon, uçaklar görsün diye kumsala yazılan yardım çağrısı ve gemiler bulsun diye boş şişeye yazılan küçük notlar gibi iki ıssız ada klişesiyle oynayarak çok zeki fikirler üretiyor. Her iki Kim'in kendi yalnızlıklarını ve birbirleriyle olan iletişim çabalarını küçük ayrıntılarla zenginleştirip, o ayrıntıları bir kenara atmadan doğru yer ve zamanlarda kullanıyor. Hatta bunları çoğu zaman Amélie zarifliğiyle yapıyor. Börülce soslu erişte, ördekli yatak, küçük oyuncak robotlar, not şişeleri, takım elbiseli korkuluk, motosiklet kaskı, renkli şemsiye gibi detaylarla ördüğü sevimli hikayesinin aslında çok boyutlu olduğunu gösterircesine, sonlara doğru dram dozunu arttırarak o büyülü atmosferden sıkıcı gerçek hayata doğru yapılan zoraki geçişle final için beklentileri arttırıyor. Final ise hüzün, çaresizlik, şaşkınlık, mutluluk, umut gibi duyguları birbirine karıştırarak filme ihanet etmiyor. Jung Jae-young ve Jung Ryeo-won'un müthiş performansları olmasa, film bu kadar etkileyici olur muydu tahmin etmek zor. Ama ortada o kadar güzel yazılıp çekilmiş bir film var ki, şu olsa bu olsa demeye en ufak bir ihtiyaç yok. Castaway On The Moon, Güney Kore sinemasını neden sevdiğimize dair verebileceğimiz örneklerden sadece biri.

26 Nisan 2018 Perşembe

City Of Ghosts (2017)


Yönetmen: Matthew Heineman
Müzik: Jackson Greenberg, H. Scott Salinas

2015'teki Cartel Land belgeseli ile Oscar'a da aday olan Matthew Heineman'ın yönettiği City Of Ghosts, 2012'de Esad rejimine karşı direnişle başlayan süreç sonrasında 2014'te önce islam devleti kurma amacıyla ortaya çıkan, sonra gittikçe güçlenip tüm dünyaya korku salan bir terör örgütüne dönüşen IŞİD'in vahşetine karşı gerilla yöntemlerle dış dünyaya bilgi akışı sağlayan bir grup aktivisti konu alıyor. RIBSS (Raqqa Is Being Slaughtered Silently) adı altında birleşen bu grup, artan baskı ve şiddet sonucu medyanın gücünü kullanarak yaşanan vahşeti tüm dünyaya duyurma misyonu üstleniyor. Ama medyanın önemini bilen, propagandasını da medya üzerinden yapan, hatta Hollywood teknikleri bile kullanan IŞİD, bu medya direnişinin de peşine düşüyor, yakaladığı direnişçileri halka açık alanlarda infaz ediyor. Bu yüzden Rakka dışına çıkmayı başarmış RIBBS'in sözcülüğünü yapan Abdelaziz Alhamza, metin yazan gazeteci Mohamad Almusari, kameraman Hamoud Almousa ve birkaç kurucu üye, Rakka içinden aldıkları haber ve görüntüleri dünya kamuoyuna aktarıyorlar. Ama bunun çok trajik bedellerini de göze almak zorunda kalıyorlar.

Baskı ve zulümle bir hayalet şehre çevrilen Rakka özelinde bu aktivistlerin içeride ve dışarıda yürüttükleri haber trafiğinden haberdar olan IŞİD, oluşumun önde gelenleri Gaziantep ve Almanya'da bulundukları için onları ele geçiremeyince ailelerini rehin alıyor. Özellikle Hamoud'un babasının katledilişini izlediği bölüme kelimeler yetmiyor. Üstelik IŞİD, eylemlerini Rakka ile sınırlı tutmayarak Gaziantep'teki beyin takımından "Amca" lakaplı akademisyen Naji Jerf'i de katlediyor. Bu tehlikeli ama hayati derecede önemli bilgi aktarımını üstlenen bir avuç insanın yüzlerine korku, belirsizlik, hüzün, bunun yanında hayata tutunma ve ümit olarak yansıyan türlü ruh halleri Heineman'ın kamerasından kaçamıyor. Tehlikenin Rakka sınırlarını da aştığını anlayan ekip, Aziz'in bulunduğu Almanya'ya gidiyor. IŞİD'in Avrupa ve Amerika'da düzenlediği intihar saldırıları gösteriyor ki aslında hiçbir yer o kadar güvenli değil. Ayrıca bu saldırılar, RIBSS'in uzun süre dikkate alınmayan bu farkındalık yaratma çabalarının, tehlike tüm dünyaya sıçrayınca üzerinde konuşulmaya değer hale geldiğinin de altını çiziyor. Menfaatleri ve güvenliği tehlikeye giren Batı, Aziz'i türlü konferanslara, TV programlarına çağırıyor. Yaptığı bu tehlikeli ve özverili çalışmalar sebebiyle RIBBS, basın ödülleri bile kazanıyor.

Matthew Heineman, Cartel Land'de olduğu gibi, arşiv görüntülerine fazla abanmadan, doğru yer ve zamanda kullanarak, gerçek olaylar içinde bulunan gerçek kahramanlarını yakından takip ederek onların türlü dramatik hassasiyetlerini kamerasına almaya özen gösteriyor. Bu gerçeklik onun işini çok kolaylaştırsa da, kronoloji kabiliyetini ve kurgu becerisini koruduğunu göstererek dünyanın farklı bir coğrafyasından yine dumanı üstünde bir meseleyi masaya yatırıyor. Coğrafyaların dışına fazla çıkmayarak odak noktasını dağıtmıyor. Tabii odak noktaları onu bu sınırların dışına götürürse oraya da uzanmakta beis görmüyor. Meksika'nın uyuşturucu kartellerinden sonra, Ortadoğu'nun acımasız katillerini hedefine koymasındaki korkusuzluğunun belgesellerine yansıması ucuz kahramanlık olarak değil, dünyaya anlatılması elzem insanlık suçlarının işlendiği ülkelerin içinden çıkmış gerçek figürlerin gözünden aktarma cesareti olarak yorumlanabilir. Çoğu zaman kendini ve kamerasını unutturmayı başararak, yaşanan tedirginliği saf haliyle seyirciye geçirmeyi iyi biliyor. Hatta kimi zaman kişisel sınırları da zorlayarak, Aziz'in tek başına kaldığı anlardaki ruh halini yakaladığı gibi, filmi içinde genel ve özel arasında keskin ayrımlar yaratmadığını kanıtlıyor. Bunun gibi daha pekçok sebepten ötürü Heineman günümüzün en değerli belgeselcilerinden birisi. Biraz da bu yüzden post prodüksyon aşamasındaki A Private War adlı ilk kurmaca film yönetmenliğine sevinmeli mi, üzülmeli mi bilemiyor insan.

22 Nisan 2018 Pazar

Away From Her (2006)


Yönetmen: Sarah Polley
Oyuncular: Julie Christie, Gordon Pinsent, Olympia Dukakis, Michael Murphy
Senaryo: Sarah Polley
Müzik: Jonathan Goldsmith
 
40 yıldır evli ve birbirlerine hala aşık olan Fiona ve Grant, Fiona’nın gittikçe artan unutma hastalığı Alzheimer’dan muzdarip olması nedeniyle özel bir kliniğe başvururlar. Kliniğin oryantasyon kuralları gereği 30 gün boyunca Fiona’yı kimse ziyaret etmeyecektir. 30 günün sonunda Grant hastaneye gittiğinde karısı onu unutmuş, hatta orada kendisiyle aynı hastalığa sahip Aubrey’ye aşık olmuştur. Bağımsız filmler prensesi genç oyuncu/senarist/yönetmen Sarah Polley’nin The Bear Came Over The Mountain isimli (ne alaka!) bir kısa hikayeden senaryolaştırdığı ve yönettiği Kanada yapımı film, kolay kolay herkesin eline geçmeyecek bir hikayeyi bence yeterince dramatize edememiş, önemli anları daha vurucu hale getiremeyip ıskalamış bir film.
 
Elbette filmin bağımsız kulvara yakışan bir hissiyatı var. Bu yüzden malum hastalığın getirdiği dramatik hezeyanlardan kaynaklanan şiirsel gerçekliği mesela bir Le Scaphandre et le papillon tadında da beklemiyordum. Ama sanki elindeki potansiyeli yeterince kullanamamış, eksik kalmış gibi geldi. Oysa unutma ile hatırlama arasındaki en keskin çizgileri çizen Alzheimer kozunu hem unutan, hem de unutulan üzerine daha koyu biçimde yerleştirmeliydi. Yani kısaca filmin kendini geriye çekmiş tavrının kendi kendini törpülediğini düşündüm. Tabii bu Polley'nin şahsi tercihi olarak o şekilde bırakılmış da olabilir. Fiona rolündeki Julie Christie, kocası Grant rolüyle de Gordon Pinsent filmi gayet iyi taşıyan bir ikiliydi. Birtakım görece eksikliklerine rağmen görülmesi gereken, insanın 40 yıllık aşkını 30 günde başkasına kaptıran Alzheimer hastalığının trajik gerçekliğinden mümkün olduğunca yararlanmaya çalışan düzgün bir dram.

14 Nisan 2018 Cumartesi

Western (2017)


Yönetmen: Valeska Grisebach
Oyuncular: Meinhard Neumann, Reinhardt Wetrek, Syuleyman Alilov Letifov, Veneta Fragnova, Viara Borisova, Kevin Bashev, Aliosman Deliev
Senaryo: Valeska Grisebach

Bir grup Alman inşaat işçisi Bulgaristan kırsalında hidroelektrik santrali altyapısı için çalışmaktadırlar. Aralarından Meinhardt, inşaat alanının yakınlarındaki bir Bulgar köyünün sakinleriyle yavaş yavaş filizlenen arkadaşlıklar kurmaya başlar. Bazı meseleler yüzünden karşı karşıya gelen Alman işçiler ve Bulgar köylüler, Meinhardt'ın bu yakınlaşmasını farklı yorumlarlar. Valeska Grisebach'ın yazıp yönettiği üçüncü filmi Western, vatanından uzaktaki Almanlar ve vatanından kopamamış Bulgarlar arasındaki yabancılaşmayı, bu yabancılaşmanın getirdiği bazı sorunları yalın bir üslupla ele alıyor. Medeniyet kelimesiyle özdeşleşmiş "batı" kavramını kendi içinde bu insani deneyimsizliklerle okumaya çalışan Grisebach, kendisine bu okumayı sağlaması için Meinhardt gibi western filmlerinde görsek garipsemeyeceğimiz bir karakter yaratıyor ve adeta reality çeker gibi onu izliyor.

Afganistan'da, Afrika'da savaşmış eski bir asker olduğunu, bir süre önce kaybettiği erkek kardeşi dışında bir akrabası kalmadığını öğrendiğimiz Meinhardt, az konuşan, durmadan sigara içen, türlü gizemli halleriyle, bıyığı ve gömlekleriyle tam bir yalnız kovboy görüntüsü veriyor. Bu yüzden söz konusu yabancılaşma sadece Almanlar ve Bulgarlar arasında değil, Meinhardt ve kendi iş arkadaşları arasında da kendini gösteriyor. Onun bu hallerini pek sevmiyorlar. Ama Meinhardt, bu yabancı olma halini kabullenmeyip ufak temaslarla köylülere yakınlaşıyor. Grisebach belki de sahneler boyu sürecek bu insani bağları sadece bir bölümle oluşturabiliyor. Arkadaşlarınız şaka olsun diye gece vakti sizi ıssızlığın ortasında bırakıp kaçarsa, sizi o durumdan hiç tanımadığınız, dilini bile bilmediğiniz yabancılar kurtarırsa bu yakınlaşmanın temelleri sağlam atılmış denebilir. O vakitte yolunu nasıl buldun diye soran arkadaşına "içimdeki pusula sayesinde" cevabını veren Meinhardt, film boyunca o pusulaya göre hareket ederek, kendi iş arkadaşları veya köylüler tarafından dışlanmayı kafasına takmadan canı ne isterse onu yapıyor.


Kırda rastladığı beyaz at ile kurduğu bağ sayesinde kovboy figürü iyice keskinleştirilen Meinhardt, bu ikonik yalnız kovboy ve Çehov karakteri karması konumuyla güven verdiği kadar, bulunduğu kırsalın gerçeklerinden kopmadan, o gerçeklerin kıyısından köşesinden bir parçası olma ısrarıyla gizemli kalmayı başarabilen bir adam. Almanya'da onu bekleyen birilerinin veya onu bağlayan maddi manevi sorumlulukların olmayışındaki özgürlüğü, onun bu çakma western ambiyansına karşı duyduğu aidiyet ve bağlanma duygularını güçlendiriyor. Masmavi gökyüzü, yemyeşil doğa, toz toprak, asil atlar ve ihtiyaçları haricinde yerelliğini modernize etmekten imtina eden köy ahalisi, nereye gidersek gidelim bize kendi kırsalımızı hatırlatmaktan, öze dönüşümüzü simgelemekten geri durmaz. Gitmesek bile o köy bizim köyümüzdür ya hani. Meinhardt da zar zor konuşup anlaşabildiği köy halkıyla, görür görmez sahiplenme ihtiyacı duyduğu beyaz atla, kendi iç pusulasıyla keşfettiği kendi kırsalıyla ruhu çekilmiş hayatının anlamını arayan özel bir karakter.

Yabancılarla iletişim kurma refleksleriyle, tepkileriyle, konukseverlikleriyle, müzikleriyle, iç dünyalarındaki yalnızlıklarına rağmen aileler ve komşular olarak hayata tutunuşlarıyla modernlikten içi çürümüş "batı"nın karşısında "western" olarak durabilen bu insanlarla gönül bağı kuran Meinhardt, batıdan gelmesine rağmen modern batı figürüne olan sessiz tepkisini bir western figürü olarak veriyor. Tabii temelde bu tepki, erkeklerin ağırlıkta olduğu bir filmdeki bu iç çekişmelere, maçoluğa, yabancılaşmaya olan hakimiyetiyle bir kadın olarak Valeska Grisebach'a ait. Anadolu'yu andıran (Bulgaristan'ın Blagoevgrad bölgesi) kır ortamına tezat oluşturan iş makinelerinin çirkin görüntüsü ve sesi arasında yalnızlığını anlamlandırmaya çalışan bir adamın insan, hayvan ve doğa ile temaslarındaki yalınlığı kelimelere fazla dökmeden sadeleştirebilen Grisebach, Meinhardt Neumann'ın karizmasından olduğu kadar hüzünlü duruşundan da çok iyi faydalanıyor. Toni Erdmann'ın senaryo danışmanlarından biri olması ile, sadece kendi senaryosunu yazması arasındaki fark, daha özdeşlik kurulabilir seviyelerde hissediliyor. "Toni Erdmann'ın yapımcılarından" şeklinde pazarlanmasına gerek kalmayacak kadar kendi ayakları üzerinde duran, yalın, hüzünlü, zaman zaman gergin, farklı suretlerde insanın özüne ziyaretler yapabilen bir film Western.

8 Nisan 2018 Pazar

Estiu 1993 (2017)


Yönetmen: Carla Simón
Oyuncular: Laia Artigas, Bruna Cusí, David Verdaguer, Fermí Reixach, Montse Sanz, Isabel Rocatti, Berta Pipó, Etna Campillo, Paula Blanco, Quimet Pla, Paula Robles
Senaryo: Carla Simón, Valentina Viso
Müzik: Pau Boïgues, Ernest Pipó

Ebeveynleri öldükten sonra 6 yaşındaki Frida'nın dayısı ve yengesiyle taşrada geçirdiği ilk yazı konu alan Estiu 1993, Katalan yönetmen Carla Simón'un dört kısa filmin ardından çektiği ilk uzun metraj olarak Londra, Mumbai, İstanbul gibi festivallerden ödüllerle dönmüş, Berlin Uluslararası Film Festivali'nden iki ödül birden almış bir dram. Otobiyografik özellikler taşıdığı söylenen film, neredeyse her sahnede gördüğümüz küçük Frida'nın anne babasız bu ilk yazını dingin, ama bu dinginliğin sakladığı büyük acının gölgesinden bir an olsun ayrılmadan işliyor. Bu sebepten dolayı yer yer ağırlaşsa da, Simón'un bu trajedi sonrasına 6 yaşında bir çocuğun gözünden ziyade, en çok ihtiyaç duyduğu dönemde ebeveynlerini yitirmiş 6 yaşında bir çocuğun gözünden bakmaya çalışmış. Tabii şimdinin yetişkini olan anlatıcının, o dönemi çocukluk ve orta yaş arası iki farklı gözle etüd etmesinin sonucu olarak buluşulan ortak nokta, her halükarda gömülmeye çalışılan derin bir acı olarak yansıyor.

Filmin başından sonuna yüzünde sudan çıkmış balık ifadesi taşıyan Frida'nın acısını ağlayıp sızlamasından değil, ancak sessiz gözlemlerinden ve etrafına gösterdiği davranışlardan anlayabileceğimizi göstermeye çalışan Simón, ailesini kaybetmiş o yaştaki bir çocuk ile ne kadar empati kurabileceğimizi deniyor. Frida'yı anlamak ile ona acımak arasındaki çizgiyi fazla umursamadan, sadece küçük kızın taşınması çok zor acısını bu farklı ortamda dışarı ne şekillerde yansıttığı ile ilgileniyor. İçinde bulunduğu durumun hassasiyeti düşünülünce bunu düz bir şekilde yapsa dahi duyguları bir yerlerden sömürüyor görünmesi kaçınılmaz. Simón, Frida'yı kamerasına hep yakın tutarak bu taze acıyı resmetmekle kalmayıp, Barcelona'da annesinin kalabalık çevresinde büyümüş ve bu yüzden biraz şımartılmış olan çocuğu yabancısı olduğu sakin taşra ortamında yeniden konumlandırıyor. Böyle olunca Frida'nın en ufak bir mimiği bile filmin dramatik üslubunu kaşıyıp derinleştiriyor.


Frida'nın Barcelona'dan ziyarete gelen halalarıyla, büyükanne ve büyükbabasıyla geri dönmek istemesi, bir anda anne konumuna geçen yengesine kaprisler yapması, kırdaki evinde anne babasıyla mutlu bir çocukluk geçiren küçük kuzeni Anna'yı iki defa tehlikeye atması, ayakkabılarını bağlayabildiği halde bunu hep başkalarının yapmasını istemesi, yeni tanıştığı bir çocuğa oyun oynarken pat diye "benim annem babam öldü" demesi, dayısı ve yengesine anne-baba diye hitap etmesi ve daha nice ayrıntı, çocuk psikolojisinde sayfalarca anlatılan bilgilerle örtüşür nitelikte. Dayısı ve yengesi tarafından sevgiyle ilgilenilmesine rağmen zaman zaman onların sabırlarını da zorlaması, ebeveyn psikolojisini de yansıtıyor. Biz yetişkinlerin çocuklarımızdan da zaman zaman bir yetişkin gibi davranmalarını bekleme yanlışımız, onların bir çırpıda büyük şehirden taşra yaşamına adapte olmalarını beklememiz bir yana, Frida'nın durumundaki bir çocuğun psikolojisinden sadece gözyaşı normalliği umma hatamız da yüzümüze vuruluyor.

Simón, Frida aracılığıyla bizi hırpalarken mesaj kaygısı gütmüyor. Çünkü otobiyografik hikayesinde bunu yapabilecek bir zemine ihtiyaç yok. Zaten kasten hırpalamak gibi bir niyeti de yok. Bu küçük kızın yaşadığı trajedi sonrası sancıların ne kadar sade ama vurucu biçimde ele alınabileceğini göstermesi açısından çok güçlü bir örnek. Carla Simón açısından ise kendi çocukluk acılarıyla yüzleşmesini sağlayan bir terapi gibi olsa gerek. Frida'yı sevimli, saf, sinir bozucu, dalgın, yorgun, en çok da hüzünlü biçimlerde betimleyerek bu duygu karmaşasını bu psikolojinin normallik sınırlarında tutuyor. Frida'yı canlandıran Laia Artigas'ın tüm bu karmaşayı sırtlanan doğallığı ise en güvendiği şey. Bu güven boşa çıkmıyor. Onu bahçede Anna ile şımarırken, Barcelona'ya giden arabaya binmek için mücadele ederken, annesinin ölümüyle ilgili yengesine sorular sorarken veya dayısı, yengesi ve Anna bir şenlikte dans ettiği sırada onları oturduğu yerden izlerken gördüğümüzde, sinemanın gerçek hayata tutulan ayna işlevini, yüreğimizi yaralaması, boğazımıza düğümlenmesi pahasına bir kez daha hatırlıyoruz.