30 Aralık 2022 Cuma

The Banshees Of Inisherin (2022)


Yönetmen: Martin McDonagh
Oyuncular: Colin Farrell, Brendan Gleeson, Kerry Condon, Barry Keoghan, Sheila Flitton, Pat Shortt, David Pearse
Senaryo: Martin McDonagh
Müzik: Carter Burwell

1923 senesinde İrlanda'nın Inisherin adındaki küçük bir adasında geçen The Banshees Of Inisherin'in hikayesi, Colm Doherty (Brendan Gleeson) ve Pádraic Súilleabháin (Colin Farrell) adlı iki dostun arasındaki çok basit bir anlaşmazlığa dayanıyor. Pádraic bir gün her zamanki gibi dostu Colm'u çağırıp hep takıldıkları bara gitmek istiyor. Kapısını çalıp da kimse açmayınca pencereden Colm'u tek başına içeride otururken görüyor. Daha sonra barda Colm ile karşılaştığında onun kendisine soğuk davrandığını fark ediyor. Colm, artık Pádraic ile arkadaşlık etmek istemediğini, ondan sıkıldığını, vaktini kemanına ve bestelerine ayırmak istediğini söylüyor. En iyi dostunun bu ani kararı karşısında ne yapacağını bilemeyen saf Pádraic, durumu bir türlü kabullenemiyor. Martin McDonagh'nın yazıp yönettiği dördüncü uzun metraj olan The Banshees Of Inisherin, bu basit konunun kendi içinde serpilmesine sessiz sakin izin veren ama monotonlaşmasına izin vermeyen, üzerine ne ekseniz yetişecek verimli toprak gibi bir film. Sinema kariyerinden önce bir oyun yazarı olarak bildiğimiz McDonagh, bundan önceki üç suç filminde gösterdiği zeki olay örgüsünü, yer yer grileştirdiği kara mizahını, bu kara mizaha ustaca yoldaş ettiği drama duygusunu, akıcı ve tiyatro estetiği taşıyan diyaloglarını yine sergiliyor. Ama ilk defa bu özelliklerini bir suç janrası bünyesinde göstermiyor. İki adamın arasındaki basit bir küslükten yine basit formlarda varoluşçu, psikolojik, tarihi çıkarımlarda bulunuyor.

28 Haziran 1922 - 24 Mayıs 1923 tarihleri arasında vuku bulan İrlanda İç Savaşı'nın fonunda geçen film, hiç öyle derinlemesine savaş karşıtlığı, politik mesajlar vs. taşımadan, adanın uzak bir köşesinden duyduğumuz cılız patlama sesleriyle bu savaşın varlığını yanında taşıyor. Adanın diğer tarafında Anglo-İrlanda Antlaşması'nın kabul edilmesi için İrlanda Ulusal Ordusu ve İrlanda Cumhuriyet Ordusu diye ikiye bölünmüş kardeşlerin savaşı sürerken, Inisherin, bu savaşa tam bir tezat oluşturacak şekilde sessiz, huzurlu, yeşil, bir yandan da tenha, kasvetli, hüzünlü bir yer olarak tasvir ediliyor. McDonagh, sudan sebeplerle çıkan savaşlara atıfta bulunurcasına bu sevimli adanın iki samimi dostu arasında durup dururken çıkan psikolojik savaşla kurduğu paralelliği hikayelendiriyor. Bu hikaye, McDonagh'nın İrlanda kökenli İngiliz damarlarında bulunan olay, durum, toplumsal/gerçekçi gibi hikaye türlerinin birbirinden rol çalan yapılarını, İngiliz edebiyatının halk arasında gelişip yayılmış sözlü hikaye geleneğini, hatta tragedya unsurlarını çeşitli ölçeklerde bünyesinde barındırıyor. McDonagh, yine edebiyat tarihindeki bazı şair, romancı ve oyun yazarlarının eserlerinde yarattıkları hayali ülke ve şehirleri anımsatan bir tercihle Ebbing, Inisherin gibi gerçekte var olan bazı şehirlerden ilham alan fakat gerçekte var olmayan şehirleri merkez alıyor. Belki bu sayede senaryolarındaki gerçekçi ve kurgusal dengeleri bu hayali şehirlerin bünyesinde daha rahat dile getirebiliyor. Realiteden kopmadan kendi coğrafyasında, kendi hikayesini anlatmanın keyfini sürüyor.


Herkesin birbirini tanıdığı, alışkanlıklardan kopmanın zor olduğu, esnafın, çevre sakinlerinin dedikodu ve havadis açlığı duydukları, sınırlı ve rafine boş vakit aktivitelerinin bulunduğu, yaşanan bir olayın hemen duyulduğu, zaman içinde bu olayın anlatıla anlatıla anonimleşerek, hatta üzerinde oynamalar yapılarak nesilden nesile aktarılan kıssadan hisse bir hikayeye, bazen folk şarkılarına dönüştüğü Inisherin gibi küçük yerleşim yerlerinin tarihi ve insani dokusunu çok iyi bildiğini hissettiren Martin McDonagh, iki ana karakterinin kişisel meselesinden iki farklı yüzü, birçok da boyutu olan bir hikaye çıkarıyor. Bir gece önce beraber takıldığı Pádraic'i ertesi gün sıkıcı bulduğu için dışlayan Colm, bir gece önce beraber takıldığı Colm'un bu kararını bir türlü kabullenemeyen Pádraic, ayrı ayrı incelenmesi gereken incelikli karakterler. Pádraic'in bu durumla ilgili hem barmenle, hem de kızkardeşi Siobhán ile aynı diyaloğu yaşaması bile, kırsal insanlarının bir olay karşısında verdikleri kolektif tepkinin iyi bir gözlemi. McDonagh, kendini boş muhabbetlerden arındırıp, keman çalmaya, beste yapmaya adamak, günlerini sanat içinde geçirmek isteyen Colm'un bu kararının kabul edilirliğiyle, Pádraic'in bu karar için kendine göre makul bir açıklama beklemesi, en önemlisi de "nazik" olunması talebinin kabul edilirliğini eşitleyerek çok zarif bir senaryo rotası oluşturuyor. Bir sabah uyandığımızda aldığımız bir kararı uygulama kararlılığı gösterirken, o karardan etkilenebilecek başkalarına bunu nasıl ifade etmemiz gerektiği üzerine bu "nezaket" tavrına yapılan vurgu, iki yetişkin arasında yaratılan bu ilginç, belki de dışarıdan sığ görünen anlaşmazlığa başka bir perspektif katan unsurlardan biri.

McDonagh, inatçı iki keçi hikayesini oluştururken, Colm'un artık Pádraic ile görüşmeme, Pádraic'in de bunu hazmedememe davranışlarını kıssadan hisse kisvesine sokmadan, ama bu inatlaşmanın çeperlerini genişleterek bir iddialaşmaya dönüştürüyor. Özellikle Colm'un bu inadını tehlikeli bir iddia boyutuna getirmesi, onun bu iddiasını ciddiyetini anlamayan Pádraic'in hala aralarını düzeltebileceklerine dair umudu kafa kafaya gelince, özene bezene büyütülmüş bir meselenin etrafında zararlı otlar bitmeye başlıyor. Kardeşin kardeşe, dostun dosta düşman olduğu, uzaktan görüp seslerini duydukları iç savaşın minyatür bir halini huzurlu Inisherin adasında Colm ve Pádraic arasında hissediyoruz. Üstelik Colm'un bu inat savaşı esnasında etrafa saçtığı "mayınlar", masum bir cana bile mal oluyor. Sudan sebepler yüzünden çıkan savaşlar, taraflara bir şey kazandırmadığı, galip belirlemediği gibi, hiçbir ilgisi olmadığı halde arada ezilen, canından olanlar yüzünden ister kişiler, ister uluslar arasında yaşansın, savaşların ortak zararları hakkında çarpıcı paralellikler kurmamızı kolaylaştırıyor. McDonagh, bu iki kişilik hengamede yine her filminde yaptığı gibi kanlı canlı iki yan karakter (hatta bir de Jenny adlı çok sevimli sıpa) ile hikayesine yan anlamlar yüklemeyi başarıyor. Ebeveynlerini kaybettiklerinden beri saf Pádraic'i çekip çeviren, bu yüzden hayatının elinden kayıp gitmemesi için bir yol ayrımına giren kızkardeş Siobhán'ın ve işe yaramaz polis memurunun Pádraic'e yarenlik etmeye hevesli sevimli oğlu Dominic'in küçük yan hikayeleri, filmin ana gövdesinde kendi ayakları üzerinde durabilen hem sağlam, hem kırılgan dramlar olarak filmi yükseltiyor. Hatta filme Mrs. McCormick adlı kehanetçi bir Şekspiryen cadı figürü bile iliştiriyor McDonagh.


Venedik Film Festivali'nden aldığı en iyi filme verilen Altın Aslan, en iyi senaryo ve erkek oyuncu (Colin Farrell) ödülleri başta olmak üzere şimdiye dek 50'yi geçen ödül, 100'ü geçen adaylık alan The Banshees Of Inisherin, In Bruges hariç bütün McDonagh filmlerinde çalışmış Ben Davis'in İrlanda doğasının güzelliğini betimleyen görüntü işçiliğiyle de büyüleyen bir film. Hiç görmediğimiz iç savaşın gölgesinde izole bir huzur taşıyan bu görüntüler, hikayenin aldığı dalgalı şekilleri de yansıtan pastoral neşe ve kederlerin tabloları gibiler. Pádraic rolüyle olağanüstü bir performans sunan Colin Farrell ile, her daim ustalığı ve karizmasıyla güven veren Brendan Gleeson'ın sürüklediği film, McDonagh'nın onlara In Bruges'den gelen güveninin bir diğer meyvesi. İkili arasındaki güçlü kimya bir yana, McDonagh senaryolarının katmanlı ve dominant yapısının kimya yaratmada çok etkili olduğu artık herkesçe malum. Siobhán rolünde izlediğimiz Kerry Condon, Chicago, Phoenix, Washington, Dallas, Boston gibi çeşitli festivallerin en iyi yardımcı oyuncu kategorilerinin haklı galibi olarak kendine ayrılmış bölümlerde çok etkileyici. Hatta Siobhán yine Inisherin'de bambaşka bir hikayenin kahramanı olarak ayrı bir filme bile konu olabilirdi. Dominic olarak izlediğimiz Barry Keoghan da bu filme ve kadroya yakışır biçimde iz bırakıyor. Bir roman inceliğinde yazılmış diyalogları, aynı incelikle çekilmiş görüntüleri, arkadaşlık merkezi etrafında toplanmış kardeşlik, küslük, sevgi, nefret, din, yalnızlık, sanat temalarına seyahatlerin yapıldığı The Banshees Of Inisherin, çağımızın en önemli hikaye anlatıcılarından biri olma yolunda her filmiyle çok sağlam adımlar atan Martin McDonagh'nın en son adımı.

22 Aralık 2022 Perşembe

Corsage (2022)

 
Yönetmen: Marie Kreutzer
Oyuncular: Vicky Krieps, Florian Teichtmeister, Colin Morgan, Katharina Lorenz, Aaron Friesz, Manuel Rubey, Finnegan Oldfield, Rosa Hajjaj
Senaryo: Marie Kreutzer
Müzik: Camille

Avusturyalı yönetmen Marie Kreutzer'in yazıp yönettiği Corsage, 1800'lü yıllarda ortalama kadın ömrü olarak görülen 40 yaşına gelmiş Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth'in bu sancılı dönemini izlediğimiz Avusturya, Lüksemburg, Almanya, Fransa ortak yapımı tarihi bir dram. Eşi İmparator Franz Joseph ile, çocuklarıyla, emrindeki hizmetkar grubuyla ve hayatından gelip geçen birkaç erkekle olan ilişkilerini izlediğimiz film, Elisabeth'in bunalımlı, kırılgan, öfkeli, sevecen, melankolik, tutkulu yeniliklere aç, sıra dışı karakter yelpazesini gözler önüne seriyor. İmparatoriçe olarak her şeye sahip, her istediğini yapabilen bir özgürlüğe ironik olarak, bulunduğu konum itibariyle istemediği saray adetlerine, sıkıcı yemek ve davetlere katlanmak zorunda kalması, etrafında kendisini heyecanlandıracak hiçbir yeniliğin bulunmaması, Elisabeth'in yıpranmışlığını tetiklemeye başlıyor. Ne var ki artık 40 yaşına geldiği için, özgürlüğünden faydalanma, kabuğunu kırma hamleleri çevresinin tepkileriyle karşılaşıyor. Saray disipliniyle yetişmiş oğlu Prens Rudolf ve hatta küçük kızı Valerie bile onun birtakım heveslerine yaşlarından olgun tepkiler veriyorlar. Annelerinin bulunduğu konuma yakışır şekilde davranmasını istiyorlar. İmparatorun, eşi Elisabeth'i sadece kendi konumunun bir temsilcisi olarak gördüğünü söylemesi ve artık bu gerçeği kanıksamaya başlayan Elisabeth'in kendi hayatına, isteklerine, arzularına daha fazla sahip çıkmak istemesi arasında yaşadığı bocalamalar, bunalımlarının artmasına yol açıyor.

Marie Kreutzer, filme adını veren, Elisabeth'in bütün gününü içinde geçirdiği korsenin bedenini sıkıştırmasını, hayatının ve özgür ruhunun bu görkemli rutine sıkışmış olmasıyla özdeşleştirerek güçlü bir metafor yaratıyor. Yaşlandığını kabul etmek istemediği gibi, bir imparatoriçeden önce bir kadın olduğu duygusunu da kaybetmek istemiyor. Bilgiye ve yaşama aç bir kadın olduğunu en çok kızkardeşinin yaşadığı Northamptonshire ziyaretinde hissediyoruz. Yakışıklı ve flörtöz binici eğitmeni Bay, Elisabeth'in tutkularına, yine orada tanıştığı ve icat ettiği kamerasıyla onu filme almak isteyen Louis Le Prince de yenilikleri deneme coşkusuna sesleniyor. Yine yanında kendini rahat hissettiği, kendisi gibi küçük çılgınlıklar yapmayı seven kuzeni Bavyera Kralı Ludwig ile özgürlüğünü ve kadınlığını hissetmek istiyor. Ne var ki hemen her girişiminde önüne çıkan farklı engeller onu bu kalabalık ve ihtişam içinde öylece duran yalnızlık duygusuna daha da hapsediyor. Doktorunun tavsiyesiyle başladığı eroinin buğulu kollarını keşfediyor. Küçük yaşama sevinçleri ile intihar girişimleri arasında gidip gelen bu hayatın, beli incelten, vücudun daha zayıf ve genç görünmesini sağlayan korselerin giyilip çıkarılması arasında gidip gelen denge ve duygu değişimleriyle benzeşmesi kaçınılmaz. Bu değişimler onu hastane ziyaretinde rastladığı bir hastaya sigara verip yanına uzanacak kadar cömert, iyi bir talip bulduğu için evlenmek isteyen en önemli yardımcısı Marie'ye izin vermeyecek kadar bencil yapabiliyor. Özellikle final bloğu sakin ama görkemli anlar taşıyan Corsage, imparatoriçe de olsa bir kadının toplum tarafından kendine biçilmiş rollerine olan isyanına değinen zarif ve hüzünlü bir film.

Dünya prömiyerini 2022 Cannes Film Festivali'nin Un Certain Regard (Belirli Bir Bakış) bölümünde yapan Corsage, Judith Kaufmann'ın usta işi görüntü yönetmenliğiyle, Fransız oyuncu ve şarkıcı Camille Dalmais'nin dönemin atmosferinden çok farklı ama filmin ruhuna tam oturan dream pop / darkwave şarkılarıyla, Monika Buttinger'ın olağanüstü kostüm tasarımlarıyla güçlü bir kadın dayanışması sergiledikleri bir yapım hüviyetinde. Bu görkemli mutfağın kraliçesi ise Lüksemburglu başarılı oyuncu Vicky Krieps... Filmin ilk saniyesinden finaline kadar, hatta kapanış jeneriğindeki dansıyla bile nefes alıp veren bir oyunculuk sergileyen Krieps, Almanca, İngilizce, Fransızca konuştuğu, en önemlisi de acı tatlı temsil ettiği tüm duyguları çok rahat ve etkileyici suretlerde önümüze koyduğu için canlandırdığı karakteri ve buna bağlı olarak filmi daha da yükselten bir etkiye sahip. Yine Cannes'da gösterildiği Belirli Bir Bakış bölümünden En İyi Performans ödülü, aynı zamanda Chicago Uluslararası Film Festivali ve Avrupa Film Ödülleri'nden en iyi kadın oyuncu olarak dönen Krieps, neden son yılların en çok aanılan oyuncularından biri olduğunu yine kanıtlıyor. Bu mutfağın şefi olan Marie Kreutzer ise en son 2019'da yine çalkantılı bir kadın karakter üzerinden gittiği Der Boden unter den Füßen'in (The Ground Beneath My Feet) ardından çektiği Corsage ile Avrupa sinemasının mutfağındaki yerini biraz daha sağlamlaştırıyor.

7 Aralık 2022 Çarşamba

House Of Games (1987)


Yönetmen: David Mamet
Oyuncular: Lindsay Crouse, Joe Mantegna, Mike Nussbaum, J.T. Walsh, Lilia Skala
Senaryo: David Mamet
Müzik: Alaric Jans

Usta senarist David Mamet’in yazıp yönettiği House Of Games, 80’lerin sonlarına doğru pek fazla revaçta olmayan, ama bu filmin de dahil olduğu başarılı örneklerin ardından tekrar yükselişe geçen zeki dolandırıcılık ve suç öykülerinden biri. House Of Games aynı zamanda Mamet’in yönettiği ilk film olma özelliğine de sahip. Seyirciyi kandırmaya ama bunu yaparken olay akışına uydurmaya çalışan bir film olarak Margaret ve Mike arasında kurguladığı tekinsiz suçilişkisinin köşelerini seyirciye fazla hissettirmeden çizmiş, içini de gayet iyi doldurmuş bir yapıda. Filmin bu gücü, kumar borcu olan bir müşterisine yardım etmek için çok hin bir dolandırıcı olan Mike ile işbirliği yapan psikolog Margaret rolüyle seyircinin empati kurması gereken kadın kahramanı, soğuk ve kimi zaman itici duruşuyla Lindsay Crouse ile tanımlamış olmasına rağmen hiç zarar görmüyor. Hatta tam tersi, Margaret’in karakter gelişimine/değişimine çok uygun zeminler hazırlayarak bu zıtlığı meydan okurcasına kendi lehine çeviriyor.

Margaret ve Mike, yönetmen David Mamet’in de katkılarıyla yer yer siyah beyaz klâsiklerin dokusunu ve film noir atmosferini yansıtan tadımlık sahneleriyle çok iyi bir ikili oluşturmaktalar. Aklıma sürekli “zeki” kelimesini getiren House Of Games, bu zekâyı sadece dolandırıcılık kulvarında değil, iki ana karakteri aracılığıyla kurguladığı duygusal zekâ ve onun iki taraflı çökertilişi sonrasında yaşanan trajik adaletle de gösteriyor. Aldatan ve aldatılan arasında yaratılan kimya, seyirciye de geçen intikam duygusunu arzuyla benimsetiyor. Lindsay Crouse ve Joe Mantegna’nın rollerini taşıma başarılarının, zaten çok iyi olan bir David Mamet senaryosu bünyesindeki güçlü diyaloglarla bütünleşmesi House Of Games’i özellikle kendi döneminin en usta işi suç yapımlarından birisi haline getiriyor. Bu filmin öncesinde The Postman Always Rings Twice, The Verdict, The Untouchables gibi senaryolar yazmış olan Mamet, yönetmenliğe ilk adım attığı House Of Games ile, İspanyol görüntü yönetmeni Juan Ruiz Anchía’nın da katkılarıyla müthiş bir yapıma yönetmen olarak adını yazdırma şansı yakalamıştı. Yönettiklerinden çok yazdıklarıyla ünlü olan Mamet’in bana ve pek çok sinemasevere göre yönettiği en iyi filmidir.