29 Mart 2011 Salı

2:37 (2006)


Yönetmen: Murali K. Thalluri
Oyuncular: Teresa Palmer, Frank Sweet, Sam Harris, Charles Baird, Joel Mackenzie, Marni Spillane, Clementine Mellor
Senaryo: Murali K. Thalluri
Müzik: Mark Tschanz

Altı lise öğrencisinin bir günlük rutin okul ve özel yaşamları etrafında vücut bulan 2:37, mercek altına aldığı kızlı erkekli bu grubun aslında hiç de göründüğü gibi olmadıklarını, göründüğü gibi hayatları ve ilişkileri olmadığını anlatan etkileyici bir bağımsız. Okullarında saat 2:37 itibariyle yaşanan trajik bir olaya varana dek parça parça kesitler izlediğimiz bu gençlerin yaşadıkları kimi zaman belgesel röportaj, çoğu zaman da dramatize edilmiş biçimde ele alınıyor. İletişimsizlik, dışlanma, popülarite, uyuşturucu, ensest, tecavüz, platonik duygular gibi sırf ergenlik ile bağdaştırılamayacak meseleleri bu altı karakteri aracılığıyla ve karma kurgusuyla sıkıcı olmadan sunabiliyor. Çoğu fazla deneyimli olmayan genç oyunculardan kurulu kadrosu, kendilerini benimsetmeyi başardıkları gibi, filmi yazan, yöneten, kurgulayan 1984 doğumlu Avustralyalı genç yönetmen Murali K. Thalluri’nin başarılı yönetiminin de etkisi olduğu belli çarpıcı anlar da yaşatıyorlar.

Zaman zaman abartılı kaçsa da bu performanslar sayesinde filmin sahip olduklarına vakıf olabiliyoruz (veya olamıyoruz!). 2:37’nin tarz yönünden genel olarak Gus Van Sant’a, özel olarak da onun Elephant’ına çok fazla benzediği yönler var. Hatta bazı anlar, bu iki filmi de görmüş olanlar için deja vu yaratacak biçimde benzeşmekte. Tabi bu durumda şu film daha iyi demek pek doğru olmaz. Ama bu benzeşmeyi kabul etmek, dramatizasyon yönünden de 2:37’yi biraz daha üstün görmek mümkün. Üstelik o ana dek izlediğimiz bize anlamlı veya anlamsız gelen her sahneyi farklı bir gözle görmemizi sağlama gücüne sahip dillere destan final sekansından etkilenmeyen bir bünye için zaten filmin kalanından, şunundan, bunundan bahsetmenin de pek bir anlamı da yok. O sekans ki, filmin yerine getirmeye çalıştıklarından o ana dek memnun kalmamış ve hatta sıkılmış seyirciyi bile bir anda filmin tümüne dair derin düşüncelere itecek kadar kuvvetli denebilir.

24 Mart 2011 Perşembe

The Social Network (2010)


Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Jesse Eisenberg, Andrew Garfield, Justin Timberlake, Armie Hammer, Max Minghella, Rooney Mara
Senaryo: Ben Mezrich, Aaron Sorkin
Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross

Facebook nasıl ortaya çıktı? Evet, David Fincher’ın yeni filminin konusu tek cümleyle bu. Birçok filmin konusunu tek cümleyle anlatabilirsiniz. Fakat sözkonusu Fincher gibi yakın tarihimize adını değerli mücevheratlarla yazdırmış yönetmenlerden biri ise, filmin sadece konusu da olsa tek cümleyle işin içinden kolayca çıkılmamalı. Ne var ki artık sözkonusu Fincher olunca çıkılabiliyor. En son Zodiac ile kendisine olan hayranlığımı kelimelere sığdırmaya yeltenip sonra vazgeçtiğim Fincher, benim için Zodiac’ta kaldı galiba. Önce The Curious Case Of Benjamin Button, şimdi de The Social Network bana hiçbir yönüyle alıştığım Fincher filmleri gibi gelmedi. Adam hep insanoğlunun ve yaşadığı çevrenin karanlık taraflarından filmler çıkaracak diye bir kalıba hapsetmek doğru olmasa da, gün geçtikçe daha hazırcı, kolaycı ve şabloncu bir yönetmen olmaya başladığını düşünüyorum. Çünkü Se7en’ın, Fight Club’ın, Zodiac’ın, hatta The Game ve Panic Room’un yanında bu son iki filminin kopardığı gürültüyü Fincher’ın sanatına uygun görmüyorum. Bu son ikili, kötü olmayan, ne var ki Fincher adını önüne, yanına, arkasına koyduğumuzda gözümde bana pis pis sırıtan imajlar yaratan filmler olarak görünüyor. Aslında bu filmlerin herhangi bir yanına Fincher adının konması, bu filmlerin bana vasat gelmeleri gerçeğini değiştirmeye yetmiyor.

Yani işin özü, olaya Fincher olarak bakmadığımda iyi, baktığımda ise vasat bir film The Social Network… Bu kadar kolayca işin içinden çıkılıyorsa bile filmi fazla abartmamak gerekir sanırım. Ama filmin sırtını dayadığı Facebook gibi bir konu olunca abartılması gayet doğal. Benim için doğal olmayan, Fincher’ın bu kuruluş hikâyesine gerçekten inanarak perdeye aktarmak istemesi mi, yoksa bu sitenin yarattığı popüler rüzgârlardan prim elde etmek istemesi mi kararsızlığına düşmem. En son Zodiac bitip de yazıları akmaya başladığı anda, günün birinde böyle bir kararsızlığa kapılacağım söylense güler geçerdim herhalde. Çünkü fantastik sınırlar içinde hiçbir neden-sonuç aramak zorunda bırakılmadığımız “bir adamın yaşlanacağına gençleşmesi” veya “insanları internet ortamında sosyalleştiren parlak bir buluşun ortaya çıkış hikâyesi” gibi meseleleri Fincher’ın kalemi olarak göremiyorum. Birisi tamamen Oscar’a oynayan ve sırf bu sebepten olmasa da sıklıkla yönetmenin zanaatından tavizler vermesini isteyen bir “big movie”, diğeri de milyonlarca Facebook kullanıcısına oynayan daha mütevazi (Fincher markasına göre sıradan bile sayılabilir) iki film. Marka, büyük yönetmenlere her zaman büyük filmler çekmeyi dayatmaz, dayatmamalı. Fincher da indie filmler çekebilir. Ama tarzına bu kadar alıştırdıktan sonra Facebook gibi hiç ilgimi çekmeyen bir konu hakkında film çekmesini beklemiyor olmam, ona olan hayranlığımı sorgulatıyor. Mesele sadece ilgimi çekmeyen bir konu da değil. Böyle (bana göre) sığ konulardan uzun metraj üretmeye kalkınca, marka ne olursa olsun, zanaat da budanmaya başlıyor.


Fincher demirbaşlarında veya benim Zodiac ve öncesi diye gruplandırdığım tüm filmlerde en az 4-5 sahnede bu zanaatın izlerini görebiliriz. Yağmur altında kafaya dayanan bir silah, tabutta bilinmezliğe uyanış, bodrumda bir şüpheliyle yakınlaşma, eşyaların sahip olduğu bireyin kendini yumruklaması artık Fincher filmlerinin sanatsal nostaljileri halini aldı. 2002 yılında onun kamerası bir fincan kulbunun içinden geçiyordu, şimdi konuşan züppe kafaları çekiyor. Ben Mezrich’in The Accidental Billionaires kitabını A Few Good Men’in de senaryosunu yazmış olan Aaron Sorkin’in elden geçirmesi sonucu ortaya çıkan geveze ötesi (ki başka sunacak bir şeyi yok) senaryoyu birinci sınıf kabul ettiğimiz herhangi bir yönetmen de pekâlâ filme çekebilirdi ve iddia ediyorum, şu haliyle Fincher’ın çektiğinden hiçbir farkı olmazdı. Madem yönetmenlik becerisini tekrardan konuşturmak gibi bir derdi yoktu, o zaman Mark Zuckerberg’de ve onun Facebook’unda boncuk bulmuş olmalıydı. Genç yaşta servet sahibi olmuş Harvard’lı geek konseptinden film yapmak teknik olarak Oliver Stone’un işi, David Fincher’ın değil. Stone da Zuckenberg’in Vietnam geçmişi olmadığı için hiç bulaşmaz böyle şeylere. Benim için gereksiz oluşunu bir kenara bırakırsak, ille de çekilme zorunluluğu hissediliyor olsa bile, bir kere hem Zuckerberg, hem de Facebook için çok erken bir film. Zaten doğal olarak yarım kalmış biçimde bitiyor. İkincisi dahi düşünülebilir gelecekte.

Filmle ilgili bir inceleme olmasına rağmen, filmle ilgili fazla şey söylemediğimin farkındayım. Benim için The Social Network incelemesi bir, bilemedin iki paragraf sürer. Anladığım kadarıyla kitap ve ondan çıkan bir uyarlama olarak filmin ana derdi, Zuckerberg’in Facebook’u kurma süreci esnasında yaşadıklarının, insanları belli zümrelerden bağımsız kılıp, daha sonra onlara istedikleri zümreye dahil olma, hatta kendi zümresini kurma fırsatı tanıyan bir anlayışa paralel gittiğini anlatmak. Hazmı zor bir dışlanmışlığa karşı geliştirilmiş karşı tepkinin büyük boyutlarda kabul görmesi ve çağın gereği büyük boyutlarda nakite dönüşmesi. Bunun sonucunda da Zuckerberg’in insani eksiklikleri yüzünden sosyal çevresiyle yaşadığı ikilemler. Harvard’da, Yale’de, ODTÜ’de, Boğaziçi’nde bazı kulüplere girememe hâlinin, bir kız tarafından terk edildikten sonra patlama noktasına gelip patlaması. Zuckerberg, eline bir tüfek alıp okulu basmaktansa, ilk kızgınlığıyla seksist ergen eğlencesi Facemash’i icat ediyor ve internette her kurulan şeyin gelişmesinin önüne geçilememesi sonucu işler adım adım Facebook’a doğru gidiyor. Peki nedir bu Facebook?


Elbette gündüz yolda giderken uluorta sümküren bir adamın, gece “sevgi içimizde” konulu videolar paylaştığı alelâde bir internet sitesinden çok daha farklı anlamları var. Bira şişesine işerken gördüğünüz eski bir arkadaşınızın yıllar sonra kelli felli, evli çocuklu bir adam haline geldiğini görmek hayli eğlenceli. Uzun süre kanlı canlı bulunduğu ortamlarda ilerleme kaydedemeyip, yıllar sonra Facebook sayesinde türlü gruplara davet alan insanlar da var. Geç de olsa sosyalleşmiş olmanın mutluluğu, zamanında dışlanmışlığın acısını hafifletebiliyor onlar için. Ama belki de böyle bir sosyalleşmeye, adını bile hatırlamadığım insanların düğün fotoğraflarına veya insanlara yapılan nostaljik geri dönüşlere hiç ihtiyaç duymadığım için Facebook benim için sadece alelâde bir site. Onun kuruluşu ve züğürtün çenesini yoracak bugünlere gelişinin hikâyesi de aynı ölçüde sıradan geldi bana.

The Social Network’ten, Facebook’tan hareketle, ama Facebook dışında başka çıkarımlarda bulunmak, onu biraz daha anlamlı yapıyor. O da filmin izin verdiği ölçülerde olursa. Dışlanmışlığa verilen anarşist bir tepki gibi laflar filme çok fazla. Fight Club izlemiyoruz neticede. Mark Zuckenberg nasıl zengin oldu, şu an ne kadar serveti var, yanlışlarının bedelini kaç parayla ödedi sorularının cevabını merak ettiğim için izlemedim filmi. David Fincher var dediler geldik. Kötü olmadı, epeyce kıvrak zekâ ürünü cümle duyduk, Victoria’s Secret’ın kuruluş öyküsünü öğrendik, bir zamanlar asrın buluşu olarak gördüğümüz Napster’ın mucidi Sean Parker’ın nasıl yozlaşmış bir piçe dönüşmüş olduğunu anladık. Ne var ki ne eksantrik bir Fincher mekânına, ne de sahnesine rastladık. İşin içinde bir gizem, karanlık, bilmece bulmaca olmadığı için Fincher sanatı da yara alıyor haliyle.


Daha söylenecek çok şey olmasına rağmen, diyalog ağırlıklı bir filmin merkezine oturan oyuncu kadrosu hakkında da bir şeyler yumurtlayarak veda edelim. Fincher belli ki son harikası Zodiac’taki Gyllenhaal-Ruffalo-Downey Jr. üçlüsünün yarattığı kimyevi dinamizme benzer bir havayı Eisenberg-Garfield-Timberlake üçlüsünden beklemiş. Yalnız Zodiac’ta bir türlü yakalanamayan seri katile üç farklı açıdan bakılırken, burada bence hiç de film niteliği olmayan üç karakterin ruhsuz bütünleşmesi yer almakta. Diyalog ağırlığı altından kalkabildikleri ölçüde bazı anlarda o dinamizmi de yakalamışlar. Ama bence bir tek Andrew Garfield o laf kalabalığını oyunculuk disiplinine dökebilmiş. Justin Timberlake’in iyi görünüyor olmasının en önemli sebebi de Sean Parker için yazılan sahnelerin bilgelik-yavşaklık arasında gelgit yapması. Ezberiniz iyiyse, kamera önünde rahatsanız ve yapınıza en uygun rolü oynuyorsanız Justin Timberlake de olsanız iyi bir oyun çıkarabiliyorsunuz. Ama Jesse Eisenberg ruhsuzluğunun adı iyi oyunculuk vesaire değil. Bu çocuk, aynı Timberlake’in bu filmde üzerine konduğu tüneğin bir benzerine The Squid and The Whale’de konmuştu. O zaman hiç yabancılık çekmiyor/çektirmiyorlar.

Eisenberg son yıllarda özellikle ciddi veya komik olsun, Amerikan sinemasında esas oğlan kontenjanında doğan “nerd, geek, inek, ergen, zekâsı veya saflığı kaslarından önce gelen” tiplemeler için Michael Cera ile birlikte bir nimet haline geldi. Onların iletişimsizlikten muzdarip teknoloji çağında özdeşlik kurmanın çok daha kolay olduğu saf, boş bakışlı ve ezberci başrollerini daha çok görürüz. Benim asıl merak ettiğim, Benjamin Button tersine yaşlanıyordu, David Fincher ne yöne yaşlanıyor acaba? Şimdilerde 2009 tarihli Niels Arden Oplev filmi The Girl With The Dragon Tattoo’yu yeniden çekiyor. Zaten hazırda çok iyi bir çekilmişi varken, şu yakın tarihli yabancı filmleri Amerikanlaştırma gereksizliğine bulaşmış olması nedeniyle bu sorunun cevabı bende saklı.

21 Mart 2011 Pazartesi

Anger Management (2003)


Yönetmen: Peter Segal
Oyuncular: Adam Sandler, Jack Nicholson, Marisa Tomei, John Turturro, Luis Guzmán, Jonathan Loughran, Woody Harrelson, John C. Reilly, Heather Graham, Krista Allen, January Jones, Kevin Nealon
Senaryo: David Dorfman
Müzik: Teddy Castellucci

Buddy Rydell: Dışa vuran tipler, kuponlarını alamadığı için kasiyere bağıranlardır. İçine atanlar ise hergün sessiz kalan kasiyer gibidirler. Sonunda mağazadaki herkesi vururlar. Sen kasiyersin.
Dave Buznik: Hayır, ben donmuş gıda reyonunda 911 Acil’i arayan adamım.

Öfkeyle olan seviyeli yada seviyesiz birlikteliğimiz, bir kere en baştan haksız bir durumla karşılaşıldığında ortaya çıkmalıdır. Durduk yere öfkelenmek talihsiz bir davranış biçimi. O seviye veya seviyesizliğin herkesçe bir tanımı var. Mesela öfkenin eyleme dönüşümü bilinçli bir karar olmasına rağmen, eylemin garipliği ise haklıyken haksız duruma düşülmesine zemin hazırlar. 1 dakika karanlık, 30 saniye korna, 10 saniye musluk eylemleri gerçekten bizim bilinç seviyemizi mi gösteriyor? Eğer öyleyse durum çok vahim. Zaten yeterince karanlıkta olmamız, zaten yeterince gürültüye boğulmamız, zaten fazlasıyla yolsuzluk batağına saplanmış olmamızın üstüne 1 dakika, 40 saniye, 2 saat daha eklemenin sağlıklı bir hak arayışı olduğunu düşünmekten öte sadistçe olduğu kanaatindeyim. Çivi çiviyi söker mantığından hareket ediyorlarsa bilemem tabi.. Dr. Rydell’in söylediği gibi: Öfke, kendini kaybederek kaybedebileceğin bir şey değildir."

Dave Buznik (Adam Sandler) bir evcil hayvan ürünleri şirketinde yönetici asistanıdır. Hayvanlara kıyafetler tasarlamaktadır ve kendisine verilen terfi sözü hala tutulmamıştır. İlkokuldayken kendine yapılan korkunç bir şakadan sonra toplum içinde duygularını gösterememektedir. Mesela kız arkadaşı Linda’yı (Marisa Tomei) herkesin içinde öpemez ve kimseye sinirlenemez vb. Birgün uçakta hiç asabi olmadığı halde olay çıkmasına sebep olur. Yanında oturan Dr. Buddy Rydell (Jack Nicholson) durumu sadece izlemekle yetinir. Olay mahkemelik olunca da Dave, bir süreliğine Rydell’in Öfke Kontrolü seanslarına katılmak zorunda bırakılır. Bu sayede Dave, geçmişi ile yüzleşme ve kendini bulma yolunda Dr. Rydell’ın sıra dışı tekniklerini uygulamak zorunda kalacaktır. Bir Adam Sandler filminden beklentiler sabittir. Ama Anger Management’ta fazladan bir Jack Nicholson faktörü var. Üstelik John Turturro, Luis Guzman, Marisa Tomei, Woody Harrelson, John C. Reilly, Heather Graham, öfkeli porno kızlar Krista Allen- January Jones ve hatta New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani’nin irili ufaklı rolleriyle, bazıları cidden olağanüstü espirileriyle klas bir komedi. Aslında benzerlerinden farklı ilerlemek isteyerek klasik bir romantik komediye dönüşmesi açısından klişe bir film. Ama Dave Buznik karakterinin özelinden yola çıkarak çok genel bir öfke anatomisi de yapılamazdı zaten. Yine de Dave’in öfke anatomisini çok yerinde ve eğlenceli biçimde yapıyor.
 
 
Filmin o kadar matrak bir yapısı var ki, öfke üzerine bir film olduğunu anlamak için senaryonun sağlı sollu sıkıştırmalarına ihtiyaç duyuyoruz. Araya serpiştirilmiş zeka ürünü cümleler dışında sahiden komik pek çok an mevcut. Köprünün ortasında Dr. Rydell’ın Dave’e arabayı durdurtup söylettiği West Side Story şarkılarından I Feel Pretty sahnesi, Dave’in çocukluk kabusu Arnie Shankman’ı yıllar sonra bir Budist rahibi olarak bulup onunla hesaplaştığı bölüm, Rydell’in grubundaki terapi seansları, Dave'in iş arkadaşı Andrew'ün "organı" üzerine yapılan müthiş betimlemeler ve stadyum sahnesi, filmle çok hoş bağlantılar kurmayı sağlıyor. Özellikle Chuck (John Turturro), Lou (Luis Guzman), Arnie (John C. Reilly) ve Galaxia (Woody Harrelson) tiplemeleri öyle her romantik komedide rastlanacak türden değil. Jack Nicholson için ne denebilir bilmiyorum. Şeytani duruşuyla hemen hemen her filminde tekinsiz ve komik bir yana sahip olan bu devasa insan, yaşlılığın komikliğe engel olmadığını daha nasıl anlatsın? Sinema tarihinin demirbaşlarından, oyunculuğun doktoru, profesyonelliğin karizma ile buluşması, referans filmlerin, referans aktörü.. Filmi izlerken bana, Şener Şen neden yaşlanınca komik değil artık” diye düşündürten adam.

Tahmin edilmesi mümkün olabilecek sürpriz finalin ardından, bir “feelgood movie”den sonra nasıl hissedilmesi gerekiyorsa öyle oluyor. Yani mesaj “öfkeyle kalkan zararla oturur” şeklinde mi? Hayır, o kadar basit değil. Benim anladığım (ya da anlamak istediğim) öfkeyi keşfedip onunla barışık olmak. Öfke de bize ait olduğu için otomatik olarak kendimizle de barışıyoruz. Yüzleşmek çok önemli. Sırf öfkemizin kaynağıyla değil, hayatımızın zaman zaman atan sigortalarının düğmesini yukarı kaldırabilmenin mümkünatı, onlarla yüzleşmekle oluyor. Ekonomiye, işsizliğe, yolsuzluğa, torpile, medyaya, eğitim sistemine, karşı dinlere, karşı takıma duyulan öfkenin önüne geçilemez. Birlik beraberlik mesajları, hoşgörü anlamını yitirir. Öfke insanın doğasında var. (İnsan doğası diye bir şey varsa tabi!)

16 Mart 2011 Çarşamba

Black Death (2010)


Yönetmen: Christopher Smith
Oyuncular: Sean Bean, Eddie Redmayne, Carice van Houten, John Lynch, Tim McInnerny, Andy Nyman, Johnny Harris, Kimberley Nixon, Tygo Gernandt, David Warner
Senaryo: Dario Poloni
Müzik: Christian Henson

1348’de İngiltere’yi devasa bir mezarlığa çeviren büyük veba salgını esnasında uzak bir köyde salgından etkilenmemiş, mutluluk ve refah içinde yaşayan insanlar olduğu rivayet edilmektedir. Kilise tarafından görevlendirilmiş bir grup asker kendilerinden önce giden, sonra kaybolan askerlerin ve bu köyün gizemini çözmeye çalışacaklardır. Yanlarına da köyün yolunu bilen genç rahip Osmund’u alırlar. Bana göre son yılların İngiliz sinemasının en kayda değer isimlerinden biri sayılması gereken Christopher Smith’in yönettiği Black Death, ortaya çıktığı yüzyılda Avrupa nüfusunun büyük çoğunluğunu yok etmiş olan veba salgını ile kendini iyice belli eden inanç ile inancın yitirilmesi arasında gidip gelen insanların dramına odaklanmış bir film. Hıristiyan ve Paganlar’ın kendi inançlarını vahşice birbirlerine dayatmalarını, bu vahşete eşit mesafelerden bakan bir anlayışla ele alması, dönemin iyi yansıtılmış kasvet ve gizemiyle birlikte filmi sürükleyici hale sokuyor. Başarıyla çekilmiş kanlı baskın sahnesini dışarıda tutarak, aksiyona gereksiz yere yüklenmeyip bu ikilemi daha çok dönemin zor şartları altında Tanrı inancı ile ateizm arasında yolunu arayan veya bulan insan üzerinden anlatmaya çalışması belli bir fark yaratıyor. Sahip olduğu teknik yeterlilik ve kabiliyetleri ekonomik kullanarak belki fazla şişirilmiş bir kahramanlık destanı yaratmaktan kaçınan tavrı da gayet pozitif.

Haçlı sesferlerinde Tanrı yolunda yapılan katliamlara ve cadı avlarına değinmesiyle din olgusuna, bunun yanında Tanrı ve din tanımayan, tanıyana da acımayan Pagan zulmüne yöneltilen eleştirel dengenin nasıl bir terazi üzerinde durduğu tartışmaya açık olabilir. En azından çoğunluğa hitap eden Hıristiyanlığa, “öldürmeyeceksin” emrini ne kadar uyguladığı malum bir grup “iyi” savaşçı sayesinde yürütülen eleştiri yerli yerinde. En önemlisi de, genç bir rahip olan Osmund’un cadı suçlamasıyla köylülerin elinden kurtarmaya çalıştığı kadından sonra aşama aşama zalim bir cadı avcısına dönüşümü etkili biçimde vücut buluyor. Final sürecine biraz daha fazla zaman ayrılması belki bu dönüşümü vurgulamakta daha güçlü görünebilirdi. Yine de anlatmak istediğini gereksiz yan yollara sapmadan, poza kaçmadan, kendini dağıtmadan aktarabilme becerisine sahip bir film bana göre. Osmund’un bu büyük felaket karşısında Tanrı’dan bir işaret beklemesi, o işaretin de beraber korkunç bir yolculuğa çıkacağı Ulric ve adamları olmasının zincirleme etkisi, bu anlatım becerisinin zekâsını yansıtıyor biraz da. Zaten bu felaketin önce Tanrı tarafından insanoğluna ceza olarak verildiği algısı, daha sonra bu cezayı hak etmediklerini düşünmeleriyle faturayı şeytana ve cadılara kesme zihniyeti günümüzde bile kabul görmüyor mu?


Başta Osmund’u canlandıran ve kendisinde geriden gelen bir James Caviezel gördüğüm genç oyuncu Eddie Redmayne olmak üzere, ortaçağ karakterlerinin aranılan oyuncusu Sean Bean, tüm güzelliğiyle birlikte rolünün ürkütücülüğünü soğukkanlılıkla yerine getiren, bir Necromancer’ın (eski çağlarda ölüleri dirilttiğine inanılan büyücüler) ete kemiğe bürünmüş hali Carice van Houten ve yan rollerdeki diğer oyuncuların başarıları filmin gücüne güç katmakta. Şimdiye kadarki en iyi filminin hâlâ Triangle olduğunu düşündüğüm Christopher Smith’in ana akıma uzak durmayan, fakat yine de anlatım yönünden belli bazı ilkeleri koruduğu görülen karamsar filmlerine eklenen uygun bir halka olduğunu söyleyebilirim. Hatta Black Death, bu karamsarlığı birtakım tarihsel gerçekliklere dayandırarak 13. yüzyılda geçen bir post apokaliptik yapım atmosferi yaratıyor. Severance’da korku ve mizah öğelerini kurnazca bir araya getirebilen yönetmenin son iki filminde tutturduğu daha ciddi gerilim-gizem kıvamı, kendisini benim gözümde takip edilmeye değer genç (ya da orta yaşlı diyelim) sinemacılar arasına koyuyor.

12 Mart 2011 Cumartesi

Notre jour viendra (2010)


Yönetmen: Romain Gavras
Oyuncular: Vincent Cassel, Olivier Barthelemy, Justine Lerooy, Vanessa Decat, Boris Gamthety
Senaryo: Romain Gavras, Karim Boukercha
Müzik: Sébastien Akchoté

Politik sinemanın usta ismi Costa Gavras’ın oğlu Romanin Gavras’ın yönettiği ilk film olma özelliği taşıyan Notre jour viendra (Bizim de Günümüz Gelecek), Toronto, Stockholm, Selanik gibi festivallerde gösterilmiş ve farklı tepkiler almış bir yapım. Psikanalist olan Patrick, mesleğinden sıkıldığı, macera aradığı ve hali vaktinin yerinde olduğu belli bir adam. Rémy ise birbirinden şirret anne ve kızkardeşiyle yaşayan, tüm yaşamı boyunca çevresi tarafından dışlanmış, aşağılanmış bir genç. Bu ikilinin yolu bir gece vakti hiç de olağanüstü olmayan bir yerde kesişiyor: Yolda! Arabasıyla seyir halindeyken, kavga ettikten sonra evden kaçan Rémy’yi görüp arabasına alan Patrick, kısa sürede saf Rémy’nin dostluğunu kazanır. Ama aslında onu, kendi sıkıcı hayatını geride bırakmak için kullanacağı bir denek veya ona kolayca verebileceği yeni anarşist şeklin içine dahil olarak ruhunu özgür kılabileceği bir araç olarak seçmiştir.

Bir önceki cümledeki “veya” bağlacının öncesi ve sonrası ya da her ikisi birden filmin anayolunu oluşturuyor. Böylece o anayoldan her an çıkmaya müsait bir yol filmi izlemeye başlıyoruz. İstikamet ise, yeni tanıştıkları bir grup gençle birlikte girdikleri büyük markette Rémy’nin gördüğü seyahat reklâmında yer alan İrlanda... Haliyle hepsi kızıl saçlı bir ailenin modellik yaptığı bir reklâm olduğundan, Patrick tarafından ırkçı yüklemelere maruz kalmış Rémy’nin kaçış için seçtiği en uygun yer de, içinde kendisi gibi kırmızı kafaların, bembeyaz tenlilerin yaşadığı bir şehir oluyor.


Patrick ve Rémy’nin teorik olarak varış noktası belli olan bu kaçışlarının pratiğe dökülmesinde yaşadıkları sıkıntılar (ki pratiğe dökülemeyeceğini her halinden biliyoruz), normal olmayışlarından kaynaklanıyor. Psikoloji eğitimi görmüş, mesleğini bu yönde icra ederek hayatını kazanan bir sosyopat ile, girdiği her ortamda şamar oğlanı olarak görülmüş bir kaybedenin kader birliği etmelerinin anormalliği, Gavras tarafından apar topar seyirciye yükleniyor. İki karakterin normalliği becerememiş veya tercih etmemiş olmalarının pek bir önemi kalmıyor. Irkçılıkla başlayan, ama bu sözde amaçlı yolculukta şekillenen farklı eğilimlerinin su yüzüne çıkması, hayata karşı çaresizliklerini daha da uçlara taşıyor. Irkçı nefretin bir süre sonra ırk gözetmeksizin insana olan nefrete dönüştüğü bu yolculuk, ırk, cinsiyet, kimlik arayışına evriliyor. Arap, Yahudi, goth, eşcinsel veya engelli olmanın toplum tarafından yaftalanan “öteki”liğine bile “öteki” olarak kalmış iki kişinin kendilerini şuursuzca özgür kılma girişimleri, anarşist meydan okumalar şeklinde kendini gösteriyor. Patrick ve Rémy ile birlikte, karanlık tarafa geçmiş bir Bukowski’nin elinden çıkmışa benzeyen skeçlerle doğaçlama bir yolculuğun izini sürüyoruz. Bu emprovizasyon, filmi ve ona hayat veren iki baş karakterini iyice tekinsiz hale getiriyor ama bir yandan da kışkırtıcı biçimde çekici kılıyor.

Özellikle bir oyun hamuru kadar şekillendirilmeye müsait Rémy’nin adım adım sona yaklaşan dönüşüm süreci, 10 yaşındaki bir çocuğun aşkı, cinselliği, eşcinselliği, bir baba ya da ağabey figürünü, ırkçılığı, adam öldürmeyi, kendisini aşağılamış insanlarla hesaplaşmayı keşfedişi gibi yansıtılmış ki, Gavras’ın acemiliği burada oldukça işe yaramış denebilir. Çünkü Rémy’yi analiz etmek, herhangi bir ergeni analiz etmek kadar kolay, öte yandan herhangi bir ezilmişi analiz etmek kadar da zor. Zira Patrick tarafından kolayca manipüle edilebilen Rémy, her ne kadar Patrick’in amaçsız bir deneği olarak görünse de, içindeki öfkenin dışavurumunun kontrolsüzlüğü tam da onun örselenmiş saflığını bireyselleştiriyor. Herkesin hayatından bir Barnabé Joubert veya Gaelle geçmiş olmayabilir. Fakat Rémy’nin hayatından geçmiş ve belki de zamanında kusulmayan o öfkenin açığa çıkabilmesi için Patrick gibi bir tetikleyiciye ihtiyaç var. Zaten PatrickRémy gibi çevresi tarafından hep hor görülmüş, insanlık dışı muamelelere maruz kalmış biri için her iki omuzda da bitmesi muhtemel bir melek/şeytan adeta. 

Ne var ki ona da kusurlar yüklenmiş olması onu da bir insan yapıyor. O da insan olmanın ne kadar yoksun bir duygu olduğu fikrine şartlanmış, Rémy’yi kullanarak kendi kuralsızlığını nihilistçe yaşamak için bir tavşan deliği bulmuşçasına hayatının çürümüşlüğüne atlamış bir adam. Bu ikilinin bilinmeyene olan yolculuğunun nerede sonlanacağını bilememenin iştahıyla, kontrolden iyice çıkan bir final süreci ve beklenmedik biçimde hisli bir son hamle, filmi doğaçlama dengesizliğinden her şeye rağmen insanî bir dengeye taşımasını beceriyor. Bu da tüm eksik ve tuhaflıklarıyla Notre jour viendra’yı bitiminden sonra da aklımızda bir yere kadar oynatmayı sürdürebiliyor. O “bir yer” ise Patrick ve Rémy’nin belki de olmayı hayal edemeyecekleri kadar özel bir yer.


Artık bir kılından bile aktörlük sezilen Vincent Cassel, Patrick rolüyle kafasında ve yüzünde tek bir kıl kalmayınca bile ustalığını hissettiriyor. Genç Olivier Barthelemy ise Rémy’nin önce saflığı, sonra kontrolsüzlüğü üzerine sanki kendisi bir Rémy’ymiş kadar doğal bir kedere sahip. Bu iki oyuncudan yaratılan kimyayı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışan Romanin Gavras, gençliğinin de verdiği yılgın enerjiyle film boyunca hoyratça altına girdiği kişilik/kimlik algılarını, epik sıfatının çok da “öteki” kalmayacağı duygusal bir finalle ifade ediyor. Fransa’ya Fransız kalmanın ağırlığını bir nebze de olsa evrensel boyutlara taşıyıp, ilk filmine yansıtabiliyor. Sanki gelecek filmleri için bundan daha fazlasını vaat ediyor.

6 Mart 2011 Pazar

L'illusionniste (2010)


Yönetmen: Sylvain Chomet
Senaryo: Jacques Tati, Sylvain Chomet
Seslendirenler: Jean-Claude Donda, Eilidh Rankin, Duncan MacNeil, Raymond Mearns, Paul Bandey
Müzik: Sylvain Chomet

Sylvain Chomet'nin Les triplettes de Belleville’den sonra merakla beklenen animasyon çalışması L'illusionniste, Chomet'nin neden merakla beklenen bir yetenek olduğunu kanıtlar nitelikte sade, ama içten içe çok görkemli bir yapım. 1907-1982 yılları arasında yaşamış usta Fransız komedyen Jacques Tati’nin eski bir yazımından Chomet’nin senaryolaştırdığı film, emektar bir sihirbazın artık gösterilerde yer doldursun diye sahneye çıkarıldığı ufak tefek işlerle geçimini sağlarken, gösteri için gittiği İskoçya’nın bir kasabasındaki küçük otelde tanıştığı temizlikçi kız Alice ile yaşadığı baba-kız benzeri ilişkisine naif bir bakış atıyor. Mesleğinin asaletini hâlâ koruyan, fakat değişen toplum şartları içinde kaybolup gitmeye yüz tutmuş hünerlerini popüler müzik gruplarının konserlerinden sonra, köhne otellerde, ufak merasimlerde, boş koltuklara ve boş bakışlara sergilemek zorunda kalan bir adamın dramını izliyoruz. Her şeye rağmen centilmenliğini elden bırakmamış, etrafı tarafından eskisi kadar ciddiye alınmayan mesleğini kontrollü bir tutkuyla icra eden sihirbazın yılgınlığı ve yalnızlığı yüzüne yansımış duruşu, sevimli Alice’in zorla hayatına dahil olmasıyla biraz sağlamlaşıyor, ümit doluyor.

Aniden böyle bir sorumluluk aldığını hissettiğinde önce şaşkınlık yaşasa da, kendisine sığınan Alice’i elinden geldiğince mutlu etmenin yollarını arıyor. Maddi sıkıntılarına karşın onun beğendiği mantoyu ve ayakkabıları almak, bunları da kendi sihirbaz zerafetiyle ona hediye etmek bu adamı daha da mutlu ediyor. Ne var ki Alice’in önünde yaşayacağı daha pek çok şey olduğu, kendisine bu şekilde bağlı yaşarsa bundan ne kendinin, ne de Alice’in uzun süre mutlu olamayabilecekleri gerçeği ile yüzleşmek kaçınılmaz. Sihirbaz inceliğinin ve disiplininin altında sevgiye, önemsenmeye, alkışlanmaya hasret kalmış bir adamın, insanca yaşayabilmesi için maddi-manevi ihtiyaçları uğruna ayakta durma çabası, hiçbir şekilde duygu sömürüsüne kaçmayan usta bir dramatik örgüyle, temiz ve dokunaklı bir üslupla ele alınıyor.


Film sadece sihirbazın şahsi yalnızlığına kilitlenmiyor. Onun gibi gösteri sanatlarının çeşitli temsilcilerinin de kendi fanuslarındaki yaşam kavgalarını izliyoruz. Sahip oldukları yeteneklerle varoluş gayreti içindeki bu insanların, değişen ekonomik ve sosyal koşullarda hayatlarını sürdürebilmek için yeterince para kazanamamaları, çevre tarafından sadece bir eğlence aracı olarak görülerek ciddiye alınmamaları, hatta horlanmaları da filmin aynı amaca hizmet eden çokyönlülüğünü güçlendiriyor. Bir palyaçonun sürekli aşağılanıp dövülerek intiharın eşiğine gelmesi, bir vantriloğun evladı gibi gördüğü kuklasını satmak zorunda kalması, akrobat kardeşlerin para için hünerlerini duvar boyamakta kullanmaları madalyonun karanlık yüzünü göstermeye yetiyor.

Sihirbaz da tıpkı bu insanlar gibi zevk aldığı işten geçinmek durumunda kalmasından ötürü değişken şart ve beğenilerin kuru kalabalığında dik durmaya çalışıyor. Bir yandan sihirbaz, palyaço, akrobat, vantrilok, bir yandan da normal bir insan olmaya, insanca yaşamaya çalışmak onlar için güçleşiyor. Alt kimlikleri, kendi inandıkları ölçülere sığmamaya, gösteri dünyası ile gerçek dünya arasında sıkışmalar yaşamaya başlayınca sefaletle mücadele halindeki özlerine dönmek zorunda kalıyorlar. Sihirbaz için gerçek sihirbazlık, bir bakıma bu fikriyat içinde becerilerini sürdürmeye devam etmektir ki, yenilginin kabul edildiği noktada sihirbaz diye birisinin aslında olmadığını itiraf etmek kendisi için çok acıdır.

Sylvain Chomet'nin harika çizimlerinin böyle hassas bir öyküyle birlikteliği, baştan sona saf, temiz, dokunaklı ve yer yer tebessüm ettiren bir sıcaklıkla aktarılıyor. Yine kendi yaptığı müziklerin filmin hücrelerine sızışı da olağanüstü. Yağmurun, otel nostaljisinin, o otel odalarına sızan yanıp sönmekteki tabela ışıklarının, rüzgâr-gölge ilişkisinin estetik görkemi yanında, bir tencere çorbayı paylaşmanın, sihirbazın şapkasında yaşamaya alışmış bir tavşanı doğaya salmanın, değer verdiğiniz birine hediye sunmanın, ama bazen ona verilecek en anlamlı hediyenin onun hayatından çıkmak olabileceğinin hüznünü taşıyan bir film L'illusionniste. Zaten neresinden tutarsanız tutun, elinizde bir tek o hüznün kalacağı güzellikte.

3 Mart 2011 Perşembe

Unstoppable (2010)


Yönetmen: Tony Scott
Oyuncular: Denzel Washington, Chris Pine, Rosario Dawson, Kevin Dunn, Ethan Suplee, Lew Temple, Kevin Corrigan, Jessy Schram
Senaryo: Mark Bomback
Müzik: Harry Gregson-Williams

Tony Scott - Denzel Washington işbirliği tam gaz sürüyor. İkilinin birlikte çalıştığı beşinci film olma özelliğini taşıyan Unstoppable, gerçek olaylara dayanan, ama dayandıklarını Hollywood standartlarına çekebilmek için hem dramatik, hem de aksiyon yönünü iyice cilâlamış bir film. Bu filmden bir yıl öncesinde çektiği remake The Taking Of Pelham 1 2 3 dışında başta Man On Fire olmak üzere diğer üç filmiyle aram oldukça iyidir. Unstoppable’ı ise nereye koyacağımı bilemedim açıkçası. “Real American Hero” temasına fazlaca abanmış olmasından dolayı soğukluk, yarattığı kötü adamsız heyecanı filmin sonuna kadar sürdürebilmesinden dolayı da biraz yakınlık duydum diyebilirim. Kimyasal madde taşıyan kontrolden çıkmış insansız tren fikri zaten yeterince heyecan vericiyken bir de bu trenin karşısına çocuklarla dolu bir başka trenin çıkarılması, kritik bir virajın tam dibinde başka patlayıcı gümleyici konuşlanmalar icat edilmesi fazlaca zorlama durmakta.

Öte yandan, trenin son noktada içine dalmak üzere olduğu yerleşim birimine ulaşmadan durdurma kahramanlığına soyunan Frank ile Will’in kariyer ve ailevi pozisyonlarının tipik sorunlu tasarımını da gözlerimiz birkaç yerden ısırıyor. Kahraman yaratma misyonu üstlenen senaristler, hayatlarında her şeyin yolunda gittiği tiplerden ilgi çekecek kahramanlar üretemeyeceklerini bildiklerinden, yarattıkları veya seçtikleri kişilerin aile ve kariyer durumlarını olabildiğince dibe batırmaya meyillidirler. Burada da tek başına iki kız yetiştirmek zorunda kalan, zorunlu erken emeklilik nedeniyle gözden çıkarılan Frank ile, karısına şiddet uygulama suçlamasıyla karşı karşıya kalan torpilli çaylak Will’in kahraman profiline uygunluğundan ekmek yeme beklentisi var.


Yaşanmış bir olayın ne kadarına sadık olduğu bilinmeyen senaryonun sahibi ise, yine türlü klişelerden devşirme filmler yazmış Mark Bomback. Bu tip adamları sinemadan uzak tutmak mümkün olsaydı keşke. Live Free or Die Hard’daki gibi bir savaş uçağıyla bir tırı kapıştırmak veya rehin alınan yakınını kurtarmak için bir ordu kötü adamı delik deşik etmek gibi fikirler gişe gediklileri için her zaman cazip olduğundan, bunların işsiz kalma gibi bir problemleri kalmıyor. Unstoppable, aksiyon denince akla gelen birkaç usta isimden biri olan Tony Scott’ın eline bu senaryoyla düşünce o da artık şablonlaştırdığı kriterlerinin üzerine bu senaryoyu koyarak filmler çekiyor. Alıcısı bol olan bu çeşit senaryolar, yine alıcısı bol olan Scott ile birleşince ortaya tamamen vakit geçirmek için izlenmek üzere plânlanmış filmler çıkarıyor. Ama bu filmlerin B sınıfına konmayarak doğrudan DVD’ye düşmeyip, sinemalarda iyi hasılat getirmesinin en belirgin nedeni de hep marka isimler oluyor. Buradaki en büyük marka Danzel Washington gibi gözükebilir. Oscarlı ve her zaman başrol için düşünülen kaliteli bir aktördür. Ne var ki, Nicolas Cage, Cuba Gooding Jr. gibi Oscar kazanmışların, bunun yanında bir zamanların en popüler aktörlerinden Val Kilmer’ın video piyasasına düşmüş durumları düşünüldüğünde markanın da erişemediği bir kalite çıtası beliriyor. İşte o noktada Tony Scott’ın kendisine aksiyon ustası sıfatı kazandıran teknik becerileri devreye giriyor.

Tony Scott da bir marka ama kendini DVD sofrasına düşmesi zor Denzel Washington markası ile sağlama aldığı kadar, bu teknik ustalığıyla da filmlerini izletmeyi biliyor. Unstoppable’ın klişelerini ve mantık hatalarını bir kenara koyarak, sonuna kadar izleyebildiğimiz ve belli bir seviyede sürükleyiciliğine kapıldığımız bir filmin en önemli artılarının yönetmen kaynaklı olduğu çoğu zaman göze çarpar. İşte Scott’ın bu ustalığı (ya da kimilerine göre kandırmacaları), çektiği filmlerin B sınıfına düşmemelerini sağlayan etkenlerden biri. İnsan hatasıyla insansız olarak tehlike saçan bir trene bu sayede bir “kötü adam” veya “yaramaz çocuk” karakteri yükleyebiliyor çoğu zaman. Mâlum virajın alındığı sahne gibi zaman zaman bilim kurgu sınırına bile dayansa, sanki mümkünmüş gibi (yoksa mümkün mü!) kendini izletiyor. Araya dramatik gerekçeler de serpiştirerek filmi tamamen ruhsuzlaştırmama kaygısı taşıyor. Fakat bu dramatik kaygılarını koyultmayı (Man On Fire) ya da ciddileştirmeyi (Spy Game, Crimson Tide) becerdiği ölçülerde aksiyon yetilerini sağlam zeminlere oturtabiliyor. Unstoppable gibi filmlerle değil. (Bu arada filme neden Unstoppable ismini lâyık görmüşler ki? Tren "unstoppable" değilmiş neticede. “777” çok daha sıkı bir isim olurmuş.) Tabiî şirketlerin küçülme politikalarından zarar gören işçi sınıfının veya esasen sıradan insanların arasından çıktığı savunulan gerçek kahramanların yarattığı dramatik hakikiliğin peşini de bırakmayarak ayaklarını yerden kesmemeye uğraşıyor.


Tony Scott’ın pek dikkate alınmayan başka bir becerisi de, bu tip gerilimli filmlerinde bazı kilit karakterlerini filmin büyük bir bölümü boyunca veya hiç yan yana getirmeden birbirleriyle ilişkilendirebilmesi. Sınırlı zamana oynayan cep ve sabit telefon trafiğiyle, bürokratik çekişmelerle, yetkisel üstünlük kurma çabalarıyla arka plânda ayrı bir aksiyon dinamizmi de yakalayabiliyor. Bu özelliği, Michael Frost Beckner’ın zeki senaryosunun da katkısıyla Spy Game’de tavan yapmıştı neredeyse. Aynı tavrı başka filmlerde de uygulamayı terk etmemesi Scott’ın bazı aksiyon hezeyanlarını biraz olsun dengeliyor. Mesela Galvin ile Connie arasındaki yetki dalaşının Frank ve Will’e yansıdığı anlar, filmin sadece aksiyona bel bağlamamış gerginliğini de yansıtmasını biliyor. Hatta bu filmde iki baş karakterin şu zorlama aile yapılarının kattığı drama kırıntılarından daha fazla iş görüyor bile denebilir. İpini koparmış trenin hoyratça şehre dalmak üzere ilerlemesi de ancak bu tip yan operasyonlarla daha somut biryerlere ilerleme çabasına giriyor. Bana göre ilerliyor da. Üstelik The Taking Of Pelham 1 2 3’de birkaç silahlı ve tehlikeli adamın raylar üzerinde yapamadığını, bu kez o rayların gerçek sahibi tren yapıyor.

Peki bunu yaparak nereye varıyor? Varmak istediği yer olan gişeye varıyor, fazlasında gözü olmayan filmler bunlar. Öbür türlü daha önce herkesin aklına geldiği halde finale kadar neden denenmediği sorgulanacak kurtarma operasyonlarını masanın dışına koyabilirlerdi. Gerçi başlarda koymuş gibilerdi fakat durdurulamaz olanı durdurabilme gücünü elinden geldiğince kahramanlaştırmak amacı bunların ciddiyetle tartışılmasını gerektirmiyor. Yine de teknik ve dramatik anlamdaki meziyetleriyle Tony Scott’tan Hunger, True Romance, Spy Game, Crimson Tide, Man On Fire ligine daha fazla yatırım yapmasını bekliyorum.