24 Mart 2011 Perşembe

The Social Network (2010)


Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Jesse Eisenberg, Andrew Garfield, Justin Timberlake, Armie Hammer, Max Minghella, Rooney Mara
Senaryo: Ben Mezrich, Aaron Sorkin
Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross

Facebook nasıl ortaya çıktı? Evet, David Fincher’ın yeni filminin konusu tek cümleyle bu. Birçok filmin konusunu tek cümleyle anlatabilirsiniz. Fakat sözkonusu Fincher gibi yakın tarihimize adını değerli mücevheratlarla yazdırmış yönetmenlerden biri ise, filmin sadece konusu da olsa tek cümleyle işin içinden kolayca çıkılmamalı. Ne var ki artık sözkonusu Fincher olunca çıkılabiliyor. En son Zodiac ile kendisine olan hayranlığımı kelimelere sığdırmaya yeltenip sonra vazgeçtiğim Fincher, benim için Zodiac’ta kaldı galiba. Önce The Curious Case Of Benjamin Button, şimdi de The Social Network bana hiçbir yönüyle alıştığım Fincher filmleri gibi gelmedi. Adam hep insanoğlunun ve yaşadığı çevrenin karanlık taraflarından filmler çıkaracak diye bir kalıba hapsetmek doğru olmasa da, gün geçtikçe daha hazırcı, kolaycı ve şabloncu bir yönetmen olmaya başladığını düşünüyorum. Çünkü Se7en’ın, Fight Club’ın, Zodiac’ın, hatta The Game ve Panic Room’un yanında bu son iki filminin kopardığı gürültüyü Fincher’ın sanatına uygun görmüyorum. Bu son ikili, kötü olmayan, ne var ki Fincher adını önüne, yanına, arkasına koyduğumuzda gözümde bana pis pis sırıtan imajlar yaratan filmler olarak görünüyor. Aslında bu filmlerin herhangi bir yanına Fincher adının konması, bu filmlerin bana vasat gelmeleri gerçeğini değiştirmeye yetmiyor.

Yani işin özü, olaya Fincher olarak bakmadığımda iyi, baktığımda ise vasat bir film The Social Network… Bu kadar kolayca işin içinden çıkılıyorsa bile filmi fazla abartmamak gerekir sanırım. Ama filmin sırtını dayadığı Facebook gibi bir konu olunca abartılması gayet doğal. Benim için doğal olmayan, Fincher’ın bu kuruluş hikâyesine gerçekten inanarak perdeye aktarmak istemesi mi, yoksa bu sitenin yarattığı popüler rüzgârlardan prim elde etmek istemesi mi kararsızlığına düşmem. En son Zodiac bitip de yazıları akmaya başladığı anda, günün birinde böyle bir kararsızlığa kapılacağım söylense güler geçerdim herhalde. Çünkü fantastik sınırlar içinde hiçbir neden-sonuç aramak zorunda bırakılmadığımız “bir adamın yaşlanacağına gençleşmesi” veya “insanları internet ortamında sosyalleştiren parlak bir buluşun ortaya çıkış hikâyesi” gibi meseleleri Fincher’ın kalemi olarak göremiyorum. Birisi tamamen Oscar’a oynayan ve sırf bu sebepten olmasa da sıklıkla yönetmenin zanaatından tavizler vermesini isteyen bir “big movie”, diğeri de milyonlarca Facebook kullanıcısına oynayan daha mütevazi (Fincher markasına göre sıradan bile sayılabilir) iki film. Marka, büyük yönetmenlere her zaman büyük filmler çekmeyi dayatmaz, dayatmamalı. Fincher da indie filmler çekebilir. Ama tarzına bu kadar alıştırdıktan sonra Facebook gibi hiç ilgimi çekmeyen bir konu hakkında film çekmesini beklemiyor olmam, ona olan hayranlığımı sorgulatıyor. Mesele sadece ilgimi çekmeyen bir konu da değil. Böyle (bana göre) sığ konulardan uzun metraj üretmeye kalkınca, marka ne olursa olsun, zanaat da budanmaya başlıyor.


Fincher demirbaşlarında veya benim Zodiac ve öncesi diye gruplandırdığım tüm filmlerde en az 4-5 sahnede bu zanaatın izlerini görebiliriz. Yağmur altında kafaya dayanan bir silah, tabutta bilinmezliğe uyanış, bodrumda bir şüpheliyle yakınlaşma, eşyaların sahip olduğu bireyin kendini yumruklaması artık Fincher filmlerinin sanatsal nostaljileri halini aldı. 2002 yılında onun kamerası bir fincan kulbunun içinden geçiyordu, şimdi konuşan züppe kafaları çekiyor. Ben Mezrich’in The Accidental Billionaires kitabını A Few Good Men’in de senaryosunu yazmış olan Aaron Sorkin’in elden geçirmesi sonucu ortaya çıkan geveze ötesi (ki başka sunacak bir şeyi yok) senaryoyu birinci sınıf kabul ettiğimiz herhangi bir yönetmen de pekâlâ filme çekebilirdi ve iddia ediyorum, şu haliyle Fincher’ın çektiğinden hiçbir farkı olmazdı. Madem yönetmenlik becerisini tekrardan konuşturmak gibi bir derdi yoktu, o zaman Mark Zuckerberg’de ve onun Facebook’unda boncuk bulmuş olmalıydı. Genç yaşta servet sahibi olmuş Harvard’lı geek konseptinden film yapmak teknik olarak Oliver Stone’un işi, David Fincher’ın değil. Stone da Zuckenberg’in Vietnam geçmişi olmadığı için hiç bulaşmaz böyle şeylere. Benim için gereksiz oluşunu bir kenara bırakırsak, ille de çekilme zorunluluğu hissediliyor olsa bile, bir kere hem Zuckerberg, hem de Facebook için çok erken bir film. Zaten doğal olarak yarım kalmış biçimde bitiyor. İkincisi dahi düşünülebilir gelecekte.

Filmle ilgili bir inceleme olmasına rağmen, filmle ilgili fazla şey söylemediğimin farkındayım. Benim için The Social Network incelemesi bir, bilemedin iki paragraf sürer. Anladığım kadarıyla kitap ve ondan çıkan bir uyarlama olarak filmin ana derdi, Zuckerberg’in Facebook’u kurma süreci esnasında yaşadıklarının, insanları belli zümrelerden bağımsız kılıp, daha sonra onlara istedikleri zümreye dahil olma, hatta kendi zümresini kurma fırsatı tanıyan bir anlayışa paralel gittiğini anlatmak. Hazmı zor bir dışlanmışlığa karşı geliştirilmiş karşı tepkinin büyük boyutlarda kabul görmesi ve çağın gereği büyük boyutlarda nakite dönüşmesi. Bunun sonucunda da Zuckerberg’in insani eksiklikleri yüzünden sosyal çevresiyle yaşadığı ikilemler. Harvard’da, Yale’de, ODTÜ’de, Boğaziçi’nde bazı kulüplere girememe hâlinin, bir kız tarafından terk edildikten sonra patlama noktasına gelip patlaması. Zuckerberg, eline bir tüfek alıp okulu basmaktansa, ilk kızgınlığıyla seksist ergen eğlencesi Facemash’i icat ediyor ve internette her kurulan şeyin gelişmesinin önüne geçilememesi sonucu işler adım adım Facebook’a doğru gidiyor. Peki nedir bu Facebook?


Elbette gündüz yolda giderken uluorta sümküren bir adamın, gece “sevgi içimizde” konulu videolar paylaştığı alelâde bir internet sitesinden çok daha farklı anlamları var. Bira şişesine işerken gördüğünüz eski bir arkadaşınızın yıllar sonra kelli felli, evli çocuklu bir adam haline geldiğini görmek hayli eğlenceli. Uzun süre kanlı canlı bulunduğu ortamlarda ilerleme kaydedemeyip, yıllar sonra Facebook sayesinde türlü gruplara davet alan insanlar da var. Geç de olsa sosyalleşmiş olmanın mutluluğu, zamanında dışlanmışlığın acısını hafifletebiliyor onlar için. Ama belki de böyle bir sosyalleşmeye, adını bile hatırlamadığım insanların düğün fotoğraflarına veya insanlara yapılan nostaljik geri dönüşlere hiç ihtiyaç duymadığım için Facebook benim için sadece alelâde bir site. Onun kuruluşu ve züğürtün çenesini yoracak bugünlere gelişinin hikâyesi de aynı ölçüde sıradan geldi bana.

The Social Network’ten, Facebook’tan hareketle, ama Facebook dışında başka çıkarımlarda bulunmak, onu biraz daha anlamlı yapıyor. O da filmin izin verdiği ölçülerde olursa. Dışlanmışlığa verilen anarşist bir tepki gibi laflar filme çok fazla. Fight Club izlemiyoruz neticede. Mark Zuckenberg nasıl zengin oldu, şu an ne kadar serveti var, yanlışlarının bedelini kaç parayla ödedi sorularının cevabını merak ettiğim için izlemedim filmi. David Fincher var dediler geldik. Kötü olmadı, epeyce kıvrak zekâ ürünü cümle duyduk, Victoria’s Secret’ın kuruluş öyküsünü öğrendik, bir zamanlar asrın buluşu olarak gördüğümüz Napster’ın mucidi Sean Parker’ın nasıl yozlaşmış bir piçe dönüşmüş olduğunu anladık. Ne var ki ne eksantrik bir Fincher mekânına, ne de sahnesine rastladık. İşin içinde bir gizem, karanlık, bilmece bulmaca olmadığı için Fincher sanatı da yara alıyor haliyle.


Daha söylenecek çok şey olmasına rağmen, diyalog ağırlıklı bir filmin merkezine oturan oyuncu kadrosu hakkında da bir şeyler yumurtlayarak veda edelim. Fincher belli ki son harikası Zodiac’taki Gyllenhaal-Ruffalo-Downey Jr. üçlüsünün yarattığı kimyevi dinamizme benzer bir havayı Eisenberg-Garfield-Timberlake üçlüsünden beklemiş. Yalnız Zodiac’ta bir türlü yakalanamayan seri katile üç farklı açıdan bakılırken, burada bence hiç de film niteliği olmayan üç karakterin ruhsuz bütünleşmesi yer almakta. Diyalog ağırlığı altından kalkabildikleri ölçüde bazı anlarda o dinamizmi de yakalamışlar. Ama bence bir tek Andrew Garfield o laf kalabalığını oyunculuk disiplinine dökebilmiş. Justin Timberlake’in iyi görünüyor olmasının en önemli sebebi de Sean Parker için yazılan sahnelerin bilgelik-yavşaklık arasında gelgit yapması. Ezberiniz iyiyse, kamera önünde rahatsanız ve yapınıza en uygun rolü oynuyorsanız Justin Timberlake de olsanız iyi bir oyun çıkarabiliyorsunuz. Ama Jesse Eisenberg ruhsuzluğunun adı iyi oyunculuk vesaire değil. Bu çocuk, aynı Timberlake’in bu filmde üzerine konduğu tüneğin bir benzerine The Squid and The Whale’de konmuştu. O zaman hiç yabancılık çekmiyor/çektirmiyorlar.

Eisenberg son yıllarda özellikle ciddi veya komik olsun, Amerikan sinemasında esas oğlan kontenjanında doğan “nerd, geek, inek, ergen, zekâsı veya saflığı kaslarından önce gelen” tiplemeler için Michael Cera ile birlikte bir nimet haline geldi. Onların iletişimsizlikten muzdarip teknoloji çağında özdeşlik kurmanın çok daha kolay olduğu saf, boş bakışlı ve ezberci başrollerini daha çok görürüz. Benim asıl merak ettiğim, Benjamin Button tersine yaşlanıyordu, David Fincher ne yöne yaşlanıyor acaba? Şimdilerde 2009 tarihli Niels Arden Oplev filmi The Girl With The Dragon Tattoo’yu yeniden çekiyor. Zaten hazırda çok iyi bir çekilmişi varken, şu yakın tarihli yabancı filmleri Amerikanlaştırma gereksizliğine bulaşmış olması nedeniyle bu sorunun cevabı bende saklı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder