31 Temmuz 2016 Pazar

Fúsi (Virgin Mountain) (2015)


Yönetmen: Dagur Kári
Oyuncular: Gunnar Jónsson, Ilmur Kristjánsdóttir, Sigurjón Kjartansson, Margrét Helga Jóhannsdóttir, Arnar Jónsson, Franziska Una Dagsdóttir, Thorir Sæmundsson
Senaryo: Dagur Kári
Müzik: Karsten Fundal

43 yaşındaki Fúsi, İzlanda havaalanı yer hizmetlerinin bagaj taşıma bölümünde çalışan, hala annesiyle yaşayan, iri cüssesine rağmen kedi gibi uysal, az konuşan, iş çıkışı köhne bir Uzakdoğu lokantasında hep aynı yemeği yiyen, radyodaki DJ arkadaşının çaldığı rock şarkılarını dinleyen, boş vakitlerinde evli ve iki çocuklu arkadaşı Mörður ile II. Dünya Savaşı temalı strateji oyuncaklarıyla oynayan bir adam. Bu sakin rutine farklı denklemler eklenmeye başlayınca Fúsi'nin sancılı uyum sağlama süreci de başlıyor. Annesinin sevgilisi Ralf, binaya yeni taşınan ailenin 10 yaşındaki kızı Hera, iş yerinde sürekli kendisiyle dalga geçen iş arkadaşları, en önemlisi de Ralf'in doğum günü için Fúsi'ye hediye ettiği western dans kursunda tanıştığı Sjöfn, Fúsi'nin hayatında olmasını hiç istemediği sıkıntılar taşımaktadırlar. Nói albinói, Voksne mennesker, The Good Heart gibi naif filmleri yazıp yöneten Paris doğumlu İzlandalı yönetmen Dagur Kári'nin 2015 tarihli filmi Fúsi yine kırılgan, yine sevimli, yine hüzünlü.

Fúsi ile hayranlık uyandıran saflıkta ve temizlikte bir karakter yaratan Dagur Kári, 43 yaşına rağmen tam olarak yetişkinlerin dünyasına girememiş bir adamın, teorik olarak bu dünyada nasıl davranılacağını bilmesine karşın, pratikte yaşadığı sıkıntıları çok makul biçimde ele aldığı söylenebilir. Kendisine yapılan emrivakiler, iş yerindeki birkaç serserinin onunla alay etmeleri veya canı sıkılan küçük Hera'nın istekleri karşısında hiç tepki vermeyen, bu yüzden kimi zaman seyirciyi zorlayabilen Fúsi, aslında tam da bu sebepten çok doğal ve gerçek bir karakter. Oyuncaklarla oynayınca çocuk olarak görüleceğini, Hera'yı gezmeye çıkarınca sapık olarak suçlanacağını, striptizci bir kızla ilgilenmeyince alay malzemesi olacağını aklının ucuna getirmeyecek kadar iyi niyetli bir insan. Duygusal açıdan sömürmek için mükemmel bir örnek. Bu bağlamda filmin İngilizce olarak Virgin Mountain şeklinde anlamsızca adlandırılmasını sadece cinsel bir bekaretten ziyade, yetişkinliğe dair bazı davranışlara olan yabancılığı üzerinden değerlendirmek gerekebilir. Yine de Virgin Mountain, bu film için çok kötü bir isim. Çünkü Fúsi, yetişkinliğe dair bazı davranışlara yabancı olsa da, iyi kalpli, iyi niyetli bir insan olarak çok donanımlı.

Fúsi'nin özellikle sorunlu bir kişilik olan Sjöfn (ki bu sorunun adının konmamış olması da bir eksiklik hissettirmiyor değil) ile ilişkisinde gösterdiği kararlı ve fedakar tutum, onun saflığı ve temizliği içinde kesinlikle kaybolmuyor. Duygusal olarak değer verdiği bir insan karşısında nasıl davranacağını merak ettiğimiz Fúsi, bu merakımızı giderirken hiç de mantıksız bir görüntü vermiyor. O saf ve temizlik içinde barındırdığı olgunluğun yüzünü de görmemizi sağlayarak hiç sakil durmayan bir kişilik dengesi oluşturuyor. Belki "ben olsam Sjöfn'e farklı davranırdım" ya da "bu kadın Fúsi'yi hak etmiyor" diyen çok olacaktır. Ancak yüreği de kendi gibi kocaman olan bu adam, bu kadın sayesinde bencillikten uzak tertemiz duygularını gösterebileceği uygun bir ortam buluyor. Her gün yurtdışına giden insanların bagajlarını taşımasına rağmen kendisi hiç İzlanda dışına çıkmadığı için, ona kendi içinde bir keşif yolculuğu şansı veriyor belki. Hüznü ve mutluluğu aynı anda yudumlatan final de bu güzel insanın duygularını pratiğe döküşündeki basitliği anlamlandırıyor. Achy Breaky Heart eşliğinde dans ederken bile o çocuksu saflığını muhafaza eden Gunnar Jónsson'ın gerçekten Fúsi olabileceğine inanmak isteyecek kadar saf yönlerimizi ortaya çıkaran çok güzel bir film.

28 Temmuz 2016 Perşembe

Green Room (2015)


Yönetmen: Jeremy Saulnier
Oyuncular: Anton Yelchin, Imogen Poots, Patrick Stewart, Joe Cole, Alia Shawkat, Callum Turner, Macon Blair, Mark Webber, David W. Thompson, Eric Edelstein, Brent Werzner, Kai Lennox
Senaryo: Jeremy Saulnier
Müzik: Brooke Blair, Will Blair

The Ain’t Rights adlı bir kız, üç erkekten oluşan bir punk rock grubu, başarısız turnelerinin sonunda, radyo DJ'i Tad'ın son dakikada ayarladığı bir konser anlaşması sonrasında Oregon civarında neo-nazilerle dolu izbe bir mekana giderler. Konser sonrası kuliste bıçaklanmış bir kız ve etrafında bir grup neo-nazi görürler. Bir şekilde kuliste kendilerini güvenceye alsalar da, ardında görgü tanığı bırakmak istemeyen çete, bulundukları mülkün sahibi olan Darcy liderliğinde dışarıda onları öldürmek için beklemektedir. 2013 yılında yazıp yönettiği Blue Ruin ile başarılı bir bağımsız suç filmine imza atan Jeremy Saulnier'in üçüncü uzun metrajı Green Room, Blue Ruin'deki tekinsiz suç atmosferinden memnun kalanların izlemesi tavsiye olunacak bir film. Ama Blue Ruin'in tekinsizliğine katık edilen dramatik unsurlar Green Room'da yok ne yazık ki. "İnsan ruhunun karanlık köşeleri..." diye başlayan derinlikli yorumların filme fazla geldiğini anlıyoruz. Sadece bir cinayete tanık olup kuliste hapis kalmış bir grup gencin hayatta kalma mücadelesini izlemek pek bir derinlik yaratmıyor. Bu da filmi bağımsız tondaki bir slasher'dan öteye götürmüyor.

Konsere Dead Kennedys coverı Nazi Punks Fuck Off ile başlayan The Ain’t Rights'ın başının önce bu şarkı yüzünden belaya gireceğini sanıyoruz. Bu manada oluşacak eleştirel ırkçı bakış açısını pas geçip, doğrudan cinayet tanıklığı üzerinden bir bela belirleyen Jeremy Saulnier, sevimli grup üyelerini bir anda canının derdine düşmüş gençler haline getirerek ve onları dışarıda bekleyen tehlikeye birer birer kurban ederek filmini bir slasher kalıbına sokuyor. Hatta bu dört kişiye, arkadaşının öldürülme anında odada bulunan Amber'ı da katarak, hatta çok önemli bir konuma koyarak fark oluşturmak istiyor. Ancak ne gençlerin çete tarafından teker teker harcanmasına, ne de kalanların intikam duygularına tam manasıyla ortak olmak mümkün olmuyor. Yarım yamalak ortak olmamızın sebebi ise, Saulnier'in Blue Ruin'de de gösterdiği doğal şiddet anlayışının yansıdığı birtakım sahneler ve genç oyuncular Anton Yelchin ve Imogen Poots'un az da olsa sivrilen performansları. Özellikle 19 Haziran'da 27 yaşında kaza sonucu hayata veda eden Anton Yelchin'i izlemek hüzün vericiydi. Bunun yanında tecrübeli aktör Patrick Stewart ve Blue Ruin'deki başrol performansıyla hatırlanan Macon Blair'i de görmek filmi cast yönünden belli bir çıtanın üstünde tutuyor. Herşeye rağmen Jeremy Saulnier takip edilesi indie sinemacılar arasındaki yerini koruyor. Tabii ki çok daha iyi olabilirdi. Fakat Toronto Film Festivali'nin Midnight Madness kuşağında üçüncülük ödülü alması bile birşeydir denerek izlenebilir. Bir de Yelchin'in canlandırdığı Pat'in ıssız ada grubunu öğrenemedik, ona üzüldüm. Benim tahminim Creedence Clearwater Revival olduğu yönünde.

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Baskın: Karabasan (2015)


Yönetmen: Can Evrenol
Oyuncular: Görkem Kasal, Ergun Kuyucu, Muharrem Bayrak, Sabahattin Yakut, Fatih Dokgöz, Mehmet Cerrahoğlu, Seyithan Özdemir, Serhat Kılıç
Senaryo: Can Evrenol, Oğulcan Eren Akay, Cem Özüduru, Erçin Sadıkoğlu
Müzik: Ulaş Pakkan

Korku gerilim tarzında kısa filmler çeken, film eleştirileri ve inceleme yazıları yazan Can Evrenol'un merakla beklenen ilk uzun metraj filmi Baskın: Karabasan, seyirciyi ikiye bölse de genele vurursak önemli bir çoğunluğu memnun etmiş bir film. Memnun olmayan kesimden bir izleyici olarak özetle film hakkında bir bardak suda fırtınalar koparılmış olduğunu düşünüyorum. Fantastic Fest'te en iyi yönetmen, Morbido Fest'te ise en iyi film ödülleri almış, buna benzer çeşitli festivallerde de ilgi ve övgü görmüş Baskın'ın, teknik yönden yabancı destekli yerel yapımların yurtdışına otantik bir tat vermesinden ötürü bu kadar beğenilmesi yeni sayılmaz. Bazen Tayland, Endonezya veya Şili gibi ülkelerden çıkan tek tük baharatlı korku gerilim filmleri de bu otantik tat sayesinde sınırlı kitleye hitap eden bağımsız festivallerde övgüler ve ödüller kazanarak uluslararası arenada sesini duyurabiliyor. Eminim onlarda da bizde olduğu gibi "bütün dünyanın bayıldığı film", "sonuna kadar izlemek cesaret ister" gibi pazarlama cümleleri kurulmuş, bunun sonucu Amerika'yı yeniden keşfetmiş gibi bir duyguya kapılmışlardır. Bana göre artılardan çok eksilere sahip bir film olduğu gibi, yapılan pr çalışması sonucu iki festivalden ödül aldı diye Türk korku sinemasında neredeyse bir devrim olduğu iddiasına kanılmaması gereken bir film.

Can Evrenol, kısa filmleriyle edindiği hayran kitlesini, yazdığı eleştiri ve incelemeler sayesinde edindikleriyle birleştirip genişlettikçe kendisine dair beklentileri de katlamış bir insan. Kendi adıma özellikle Öteki Sinema sitesindeki korku festivalleri izlenimlerini ve "Yeni Fransız Dehşet Sineması" konulu incelemesini çok beğendiğim için, onun çekeceği bir korku / gerilim / gore / giallo vesaireye dahil beklentilerim de tavan yapmıştı. Hatta kendisinden tam olarak ne beklediğimi bile biliyordum. Bol kanlı, bol göndermeli, ama altyapı harcında dramatik unsurlar da bulunan, derdi ve ruhu olan bir senaryo, kilit sahneleriyle kült olacak bir film. Ama önce senaryo. Çünkü işin teknik kısmı herşeyi mümkün kılan günümüz şartlarında zaten sorun olmuyor. Kaldı ki, "gece devriyesindeki beş polisin bir gece gelen yardım çağrısı üzerine destek için gittikleri eski bir Osmanlı karakolu harabesinde başlarına gelen dehşet dolu anlar" plotu daha en başından özenli bir korku senaryosunu hak ediyor. Çünkü bu plottan o kadar çok var ki, senaryonun bu plotu detaylandırırken daha orijinal müdahaleler tasarlaması veya Evrenol'un da farkettiği üzere bazı yerellikler serpiştirmesi gerekiyordu. Oysa Evrenol'un tüm o eleştirel enerjisi, elin Fransızı'nın korku parametrelerini bile çözen sinefil zekası, kendi yerelliğini anlamsızca basite indirgeyip peliküle yansıtamamış bana göre.

Aslında filmin eksilerini baştan sona detaylı bir şekilde, sahne sahne ele alabiliriz. Ama o enerjiye ve zamana değip değmeyeceği tartışılır. Daha açılıştaki rüya sahnesinin sıradanlığı bile vasatlığın ayak seslerini duyuruyor gibi. Köhne restoranda rakı sofrasında muhabbet eden polisler, oraya bir kovayla et getiren gizemli kişi, etlere yakın giren çekimler, polislerden birinin tuvalette bir kurbağa görüp delirmesi, yine polislerden Yavuz ile garson çocuk arasında çıkan suni kavga. Hepsinin ilerleyen dakikalarda bir yerlere bağlanacağını düşünerek izliyoruz. Bir yere bağlanmayacağından emin olduğumuz tek şey Yavuz'un sofrada anlattığı ve yıl olmuş 2016, hala bunlar senaryoya konuyor mu dediğimiz travesti hikayesi. Filmleriyle bir bütün olarak olmasa da, bazı sahneleriyle, o sahnelerde anlattıkları hikayelerle iz bırakmayı başaran senarist / yönetmenler için kaçırılan ilk önemli fırsat. Yavuz'un Goodfellas özentisi kavga sahnesini fırsat olarak bile nitelemek yanlış. Ana mevzudan önce ekibin ihbar sonrası yolda giderken "Dere boyu kavaklar" türküsü eşliğinde neşelenmeleri (ki bu sahneye bile hiç bilinmeyen başka bir yerli şarkıyla iz bırakmak mümkündü) ve gece ıssız yolda birine çarpıp kaza yapma klişesi filmi adım adım orijinallikten koparıyor. Seyirci (ben) ise ana mevzudan hala ümitli şekilde tüm bu banallikleri sineye çekiyor. Bir an önce sadede gelmek istiyor.


Sadede gelindiği, yani eski karakol binasına girildiği bölüm başarılı ama sanki gereğinden biraz uzun. Ne ile karşılaşılacağı belli olmayan karanlık ve ürkütücü atmosfer, sonra orada yardım çağrısında bulunan polislerden birine rastlanması (ki bu kısım açıklanmayıp, nasıl oldu kendin bul denmiş), bu polisin tuhaf halleri, nihayet acayipliklere start verilmesi ve ekibin bir şekilde yeraltına inişi genel olarak başarılı bir girizgah olarak görülebilir. Hatta devamında ipin koparıldığı panik ve kaos ortamı da bu girizgahı tamamlar nitelikte. Ancak bir korku filmi için maden niteliğinde olan bu bölümün kısa kesilip, alelacele "gözlerini açınca bir de ne görsünler" evresine girmesi filmin kendi ayağına sıktığı bir başka önemli an. Ondan sonra gelen ve büyük ihtimalle Evrenol'un bir an önce ulaşmak için acele ettiği ve asıl bel bağladığı uzun bölümle ilgili çeşitli yazılarda izlemediğim bazı filmlere yönelik referansları -hep yaptığım gibi- umursamadım. Benim için ne gördüğüm önemliydi. Bu bölüm için, iyi malzemeyle yapılmış kötü yemek benzetmesini yapabilirim. Çünkü Evrenol, tasarladığı bu yeraltı evrenine yeni birşeyler katmak (hadi söyleyelim: özgün olmak) yerine, muhtelif filmlerde gördüğü suyunun suyunun suyu klişelere kendi metaforlarını üstünkörü monte ederek özgün rolü yapıyor. Kusura bakmasın da, birinin ağzından böcek çıkarmak veya kafasına anahtar sokmak gibi açıklaması seyircinin kucağına bırakılmış imgesellikler bildiğin tembel işi hareketler.

Bu "kucağa bırakma" olayı, filmin sözde kilit karakteri Arda'nın umutsuzca bir yerlere varmasını beklediğimiz (ama varmayan) çocukluk rüyaları ve Remzi abisiyle salaş lokantada karşılıklı oturup konuştuğu yetişkin halüsinasyonları ile seyirciye imge, simge, metafor vs. dayatılmaya çalışılmasından ibaret. Hani neredeyse bu sahneler çıkarılsa filmden hiçbir şey eksilmeyecekmiş gibi bir hava var. Ne var ki Can Evrenol, bu dayatmayı tüm filme yaymak ve hiçbirine kendi açısından bir açıklama getirmemek suretiyle içinden çıkılması zor bir anlamsızlıklar silsilesi yaratıyor. O kadar çok soru var ki, Evrenol'un sosyal medyadaki bazı dostları (objektif davrananları tenzih ederim) filmi yere göğe sığdıramayıp bu sorulara cevap vermek için adeta şekilden şekile girmişler. Madem öyle, direk bu yazıları kullanma kılavuzu niyetine okusaydık. (O vakit kullanmaktan vazgeçebilirdik belki.) Evrenol, o çok iyi analiz ettiği Fransız korku furyasından ders çıkarıp, abuk sabuk (hatta iddia ediyorum, cevabını tam olarak kendisini dahi bilmediği) bir sürü soruyu bu şekilde kucaklara bırakmak yerine, apar topar zincirleyip bir an önce deşmeyi tercih ettiği karakterlerini Frontière(s), A l'intérieur, Haute Tension, hatta İngiltere'den The Descent filmlerindeki gibi bir hayatta kalma mücadelesine sokup öyle deşebilirdi. Belki bu sayede fikirler başka fikirleri çağırır, ortaya çok daha özgün sahneler, unutulmaz anlar çıkardı.


Can Evrenol'un bu tercihini politik olarak yorumlamak daha kolay bir çıkış yolu olarak görünüyor. Zira filmin kurbanı konumundakiler, toplumda huzur ve güven algısı yaratması gerektiği halde uzun yıllar tüm eleştirilerin odağına geçerek tam tersini yaratan polisler. Onları birer "survival" pozisyonuna yerleştirip kahramanlaştırmak yerine bağlı halde işkence ederek kesip biçmek Evrenol için daha adil bir çözüm olmuş. Bilinçli mi, yoksa bilinçsiz mi yapılmış bilemiyorum ama zaten hiçbir karakter üç boyutlu hale getirilmemiş. O yüzden bu polislerin oluk oluk kanatılmasına ne sevinmek, ne de üzülmek mümkün oldu benim için. Arda, Remzi'ye emanet edilmiş genç bir polis, Remzi de ona korumacı yaklaşıyor. Beş polis arasındaki en dramatik kurgu bu. Yeraltındakiler için ise seyirciden bol bol teori kasması beklenmiş. O kadar ucu açık ve klişeler bütünü bir "tarikat" durumu var ki, hangi politik argümana veya hangi gore eğilimli korku filmine yüzünü dönse referans niyetine birşeyler çıkarılabilir. Aslen bir otopark görevlisi olan Baba rolündeki Mehmet Cerrahoğlu'nun bu tiplemesi, şayet daha farklı işlenseydi kült bile olabilirdi. Bu haliyle de olur mu, onu zaman gösterir. Ama böyle bir karakterin gizemini "yavrum, evladım" muhabbetiyle baltalarsanız, ona böyle bir sonu (hatta herhangi bir sonu) reva görürseniz kimse onun geçmişini merak edip teori üretmez. Şayet Evrenol, bu film için bir prequel çekmeyi planlamıyorsa, elindeki bütün malzemeyle ölü yatırım yapmış.

Eleştiri yazan çoğu kişi, mesela son dönem Türk sinemasındaki "dakikalarca uzaklara bakan adam" resmini "o aslında adamın içsel yolculuğunun betimlenmesi" şeklinde yorumlama eşiğinden geçmiştir. Tabii buradaki "Türk Sineması", belli bir çıtanın üzerindeki adam yerine konası örneklerden ibaret. Baskın için de "Türk sineması standartları düşünüldüğünde..." diye başlayan övgü cümleleri aslında filmin sikletini ortaya koyuyor. En kötüsü de artık furyaya dönüşmüş cin filmlerinden mülhem korku sinemamıza bir çıta oluşturma çabasına alet edilmesi. Yani döne dolaşa bu filmi ancak Hasan Karacadağ ekolüyle kıyaslamak durumunda kalıyoruz ne yazık ki. Evrenol'un bunu hedeflediğini sanmıyorum. Ama kendisinin de övdüğü Fransız korku dalgasının, somut şiddeti soyut olanla aynı potada eritip gizemli de olsa belli bir (veya birkaç) amaca yönlendirme becerisini kendi filmine nakşedememiş. Aslen bunu mu hedefliyordu bilinmez. Her iki ucu da açık bu senaryonun "isteyen istediği yere çeksin" tutumu, ortaya kontrol yerine tam tersi bir kontrolsüzlük, devamında da bolca "esinlenme" çıkarıyor. Sonuç olarak, özellikle elle tutulur bir senaryosu olmayan, şiddete abanarak prim yapmayı seçmiş, bir "ilk" olmak ile onlarca benzeri olan sıradan bir film olmak arasında ince bir çizgi dahi çizememiş bir yapım Baskın: Karabasan.

17 Temmuz 2016 Pazar

Shutter (2004)

 
Yönetmen: Banjong Pisanthanakun
Oyuncular: Ananda Everingham, Natthaweeranuch Thongmee, Achita Sikamana, Unnop Chanpaibool
Senaryo: Banjong Pisanthanakun, Sopon Sukdapisit, Parkpoom Wongpoom
Müzik: Chartchai Pongprapapan

Genç fotoğrafçı Tun ve kız arkadaşı Jane bir gece arkadaş toplantısından dönerken kazara birine çarparlar. Panikleyen çift, olay yerinden hemen uzaklaşmayı tercih ederler. İlerleyen günlerde Tun’ın çektiği fotoğraflarda gizemli gölgeler fark etmeye başlamalarıyla sakin yaşamları yavaş yavaş kabusa dönmeye başlar.

Bir Tayland filmi olan Shutter, son dönem Uzakdoğu sinemasının açtığı yolda başarıyla ilerleyen bir korku-gerilim.. Özellikle bu alanda yapılmış filmlere baktığımızda The Ring, Dark Water, Ju On gibi referans filmlerinin Shutter üzerindeki etkisini fark etmemek mümkün değil. Yönetmenler Banjong Pisanthanakun ve Parkpoom Wongpoom, ilk ve tek hedef olarak korkutmayı seçmişler ve bu hedefi kusursuz olarak yerine getiriyorlar.

Ancak bu tip filmler, referanslarının gölgesinden kurtulma yolunda sıkıntı çekmekten de kurtulamazlar. Shutter'ın sıkıntısı da burada başlıyor. İlk başlarda özgün ve güçlü olan bu filmler zamanla referanslarını tekrar ederek klişeleşmeye aday oluyorlar. Shutter'ın özgünlüğü, çekilen fotoğraflarda zaman zaman bizim bile rastlayabileceğimiz tuhaf gölgelerle, silüetlerle ilgilenmesi diye düşünülebilir. Ne de olsa bu tarz fazla film yapılmadı. Böyle bir konunun işlenme fikri bile daha filmi görmeden seyirciyi etkileyebilir. Shutter konuyu işlerken başarılı bir şekilde gizem halesi oluşturuyor, bir sonraki hamlesini nerede yapacağını, bir sonraki darbesini nerede vuracağını saklıyor. Buraya kadar prosedürü takip ediyor ama hamle ve darbe bazen o kadar zorlama ve klişe olabiliyor ki, “rahatsız” etmesi gerekirken “rahatsız” ediyor! Tabiî ki o zorlama yola bir kez girildiğinde mantık hataları da beraberinde gelebiliyor. Aslında fantastik bir öyküde mantık hatası aramak doğru değil ancak yukarıda adı geçen fantastik korku klasiklerindeki fantastik mantık tıkır tıkır işlerken, Shutter’da akrep ve yelkovan, konumunu ve hareketini şaşırabiliyor. Öyle ki, film artık bir noktadan sonra izleyiciye rahat yüzü göstermiyor. Takip sahnesi ile, film ipini koparmış bir hal alıyor.


Son dakikalarda aydınlığa kavuşan bazı gerçekler, sanıldığının aksi bir görünümü perdeye yansıtma başarısını sağlıyor ancak hatırı sayılır sayıda film izlemiş olanlarda deja-vu etkisi yaratmıyor değil.. Ama kimi sahnelerdeki gerilim dozu her ne kadar benzerlerini çağrıştırsa da, ürkütücü ani nota vuruşlarının desteğini de arkasına alarak kalp atışlarını hızlandırıyor. Bir gerilimden beklenen de bu değil midir zaten? Görüntü olarak her şey kitabına uygun ve eksiksiz..Özellikle kapı camından yansıyan filmin son karesi ise gerçekten tüyler ürpertici.. Shutter'ı kısaca gerilim eksperleri için orta karar, gerilim severler için çok başarılı şeklinde özetlemek de mümkün.

Genç oyuncular Ananda Everingham ve Natthaweeranuch Thongmee toplamda yakışıklı ve güzel olmanın dışında çok fazla beklentiye cevap verecek durumda değiller. Ama Natre rolündeki Achita Sikamana’nın o kadar ürkütücü bir yüz ifadesi var ki, neredeyse rol yapmasına bile gerek yok denebilir. Eğer amacınız bir gerilim filmi izlemekse kaçırmayın. Ancak izlediğiniz filmde tarzdan başka şeyler de arayanlardan iseniz, hevesin kursak ile olan bağlantısı tatmin edici olmayabilir. Hala izlemediyseniz orjinalleri olmak şartıyla önce The Ring, Ju On, Dark Water gibi klasikleri görmüş olacaksınız ki bu filmi daha sağlıklı eleştirmeyi başarın. Her şeye rağmen, seyredildiğinde kesinlikle vakit kaybı olarak tanımlanmayacak bir film ile karşı karşıyasınız.

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Saul fia (2015)


Yönetmen: László Nemes
Oyuncular: Géza Röhrig, Levente Molnár, Urs Rechn, Jerzy Walczak, Sándor Zsótér, Todd Charmont, Uwe Lauer, Christian Harting, Márton Ágh, Juli Jakab
Senaryo: László Nemes, Clara Royer
Müzik: László Melis

Aralarında Cannes büyük ödülü, En İyi Yabancı Film Oscar'ı ve Altın Küre'si de olmak üzere pekçok festivalden ödül kazanmış Saul fia (Son Of Saul), 1944 yılında Auschwitz imha kampındaki Sonderkommando’lardan (Nazilerle işbirliği yapmaya zorlanan Yahudi tutsaklara verilen ad) biri olan Saul Ausländer’in iki gününü anlatan bir film. Saul bir gün, temizlediği imha fırınında bir oğlan çocuğunun cesedini görüp onu saklayarak bir haham eşliğinde Yahudi usüllerine uygun olarak gömmek gibi akıl dışı bir misyon üstleniyor. Bu sayede içinde bulunduğu, hatta bir parçası olduğu kaosu biraz olsun anlamlandırmak isteyen Saul, zaten her dakikası hayati tehlike içeren bu ölüm kampında her türlü riski alarak kendi kendine yüklediği bu görevi gerçekleştirmek için çabalıyor. Normal şartlar altında ve standart bir anlatımla ilginç konusuna rağmen onlarca holokost yapımı arasında silinip gidebilecek bir film iken, bu türün unutulmazları arasına girmesinin yegane sebebi, birkaç kısa filmin ardından ilk uzun metrajını çeken László Nemes'in benzersiz anlatım tarzı.

Sabit ve flu bir görüntüyle açılan film, birden ortaya çıkan Saul'un ekrana iyice yaklaşıp netleşmesiyle, ama arka planın hala flu kalmasıyla sürüyor. O andan itibaren birkaç plan haricinde filmin büyük çoğunluğu bu alan derinliği yöntemiyle ilerliyor. Yine o andan itibaren Nemes 40mm lens ile bizi omuz hizasından Saul'un önüne ve arkasına adeta kelepçeleyerek oradan oraya sürüklüyor. Hem Nemes için, hem de Saul'u canlandıran Géza Röhrig için büyük bir meydan okuma. Biz önden veya arkadan Saul'u bu şekilde izlerken onun etrafındaki telaşı, kaosu, vahşeti flu bir fon olarak görüyoruz. Hatta çoğu zaman gözümüz o fona kayıyor. Sesler zaten hiç susmuyor ve net olmayan o görüntüleri ürkütücü biçimde tamamlıyor. Sesler sayesinde göremediklerimiz de kaosa katkı sağlıyor. Nemes'in o fonu bilinçli olarak flu bırakmasının nedenlerinden biri, Saul'un fanustaki balık misali ifadesiz çehresine seyirciyi daha doğrudan dahil etmek istemesi. Yani seyirciyi de o fanusun içine koyması. Böylece biz de Saul gibi tek amaca odaklanıp, önce ölü çocuğun bedenini güvence altına alacak, öldürülmek için kampa getirilen yüzlerce kişi arasından bir haham bulacak, uygun bir nokta bulup çocuğu dualar eşliğinde gömeceğiz. Tüm bunları en hararetli zamanında Auschwitz'de yapacağız.


Bu kutsal ve absürt amaca ulaşma yolunda adeta ruhsuz bir robota dönmüş Saul'un bu kayıtsızlığı, insanlığın unutulduğu bu kampın genel ruh halini de ürkütücü bir umursamazlığa büründürüyor. Yani pek sık rastlanmayan biçimde bir film, genel atmosferini büyük oranda kadrajına hapsettiği baş karakterine dayanarak kuruyor. Bu alışılmadık tarz, ana akım seyirciyi dışlayıp deneysel sevenleri bağrına basıyor gözükse de, Yahudi soykırımı filmlerinde yeterince tanık olduğumuz vahşet sahnelerine yenilerini eklemek gibi bir derdi olamayan Nemes, seyirci olarak bu filmlerden öğrendiklerimizi o flu fonda bırakıp bir birey olarak Saul'un deli işi misyonuna alan derinliği kazandırmaya uğraşıyor. Ana akım beklentisi, genel olarak Roman Polanski'nin The Pianist filminde Szpilman'ın hayatta kalma mücadelesi yönünde olduğu için, Saul'un farklı konum ve tarzda şekillenen mücadelesi, bir nebze kendini tekrardan uzaklaştırarak fark yaratıyor. Tıpkı Szpilman gibi Saul'un da şans eseri hayatta kaldığı pekçok sahne, ölümün de, yaşamın da artık şansa bağlı olduğunu yineler nitelikte. Önemli olan bu şans faktörünün mücadeleci ruhu yükseltici yönde seyretmesi. Kaldı ki, Szpilman'ın birinci amacı hayatta kalmak iken, Saul, oğlu yerine koyduğu çocuğu doğru biçimde gömmek için hayatta kalmayı birinci amacı haline getirmiş bir karakter.

Auschwitz'in cehennem atmosferinin ortasında Saul'un bu çabasına, bir de önceleri pek anlamlandıramadığımız, fakat yavaş yavaş çaresizce yeşermeye çalıştığını anladığımız direniş telaşı ekleniyor. Ne var ki bu bile Saul'u geri plana itemiyor. Zaten öyle bir gayret de yok. Nemes bu durumu kaos atmosferini biraz daha boyutlandırabilmek, deyim yerindeyse ortalığı biraz daha karıştırmak, finali de bu boyuta ve karışıklığa entegre etmek için kullanıyor. Bunca karışıklığın tek öznesi olan Saul'u gerek çekim tekniği, gerekse hikaye önceliği yönünden benimsemek gayet doğal. Ama Saul'a rağmen Saul'a yabancı olmak da pekala mümkün. Öyle ki, 1989 tarihli bir Macar dizisinin iki bölümünü saymazsak bu filme kadar hiç oyunculuk tecrübesi olmayan Géza Röhrig'in Saul'a cuk oturan ifade ve performans donukluğu / doğallığı, belki de olması gerektiği gibi insani özellikleri geçmişinde bırakmış, kendi olmaktan çıkmış, göreve odaklı olmanın ruhsuzlaştırdığı bir adamın perdeye yansıması. Bu yüzden rutini bozan defin kararı onun kendini bir insan olarak hatırlamasını sağladığı için çok önemli. Yine bu yüzden Adrien Brody'nin tutkulu ve özverili performansını Géza Röhrig'de aramak yersiz. Yine bu ve bahsettiğimiz diğer tüm sebepler yüzünden Saul fia, hikaye, senaryo ve performanstan önce biçimin önemli olduğu çok güçlü bir yapım.

4 Temmuz 2016 Pazartesi

El Club (2015)


Yönetmen: Pablo Larraín
Oyuncular: Alfredo Castro, Marcelo Alonso, Antonia Zegers, Jaime Vadell, Alejandro Goic, Alejandro Sieveking, Roberto Farías, José Soza, Francisco Reyes
Senaryo: Guillermo Calderón, Pablo Larraín, Daniel Villalobos
Müzik: Carlos Cabezas

Tony Manero, Post Mortem, No gibi ödüllü festival filmlerinin yönetmeni Pablo Larraín'in aralarında Berlin Film Festivali'nde büyük jüri ödülünün de bulunduğu çeşitli organizasyonlarından ödüller ve adaylıklar kazanan filmi El Club, Şili'de bir sahil kasabasında aynı evi paylaşan dört eski rahibin ve onların dış dünyayla olan ihtiyaçlarını karşılayıp rutinlerini kontrol eden bir rahibenin yaşadıklarını konu ediniyor. Ama bu rahiplerin o eve üstleri tarafından gözden uzak tutulmaları için konulduklarını kısa sürede anlıyoruz. Zira her birinin karanlık bir geçmişi var ve artık kiliseye hizmet etmeleri mümkün değil. Aralarına katılan beşinci bir rahip ve onun başına gelen olayın ardından, hem o rahibe musallat olan Sandokan adında bir adam, hem de olayı soruşturmak için Vatikan'dan gönderilen müfettiş rahip García'nın devreye girmesiyle geçmişe dair sırlar aydınlanmaya, bu rahiplerin huzur dolu izole yaşamı tehlikeye girmeye başlıyor.

Pablo Larraín, senaryosunu Guillermo Calderón ve Daniel Villalobos ile beraber yazdığı filminin bu zengin çevre düzenini o alışıldık mütevazi üslubuyla işlerken, bu defa gerilim dengelerini cesurca Katolik kilisesi üzerinden kurma yoluna gidiyor. Bunu yaparken kilisenin gözden çıktığı bir grup arızalı din adamını merkeze alıyor. Böylece özelden genele ustalıkla sinyaller gönderecek uygun ortamlar yakalıyor. Pedofil, eşcinsel, gayrimeşru bebekleri çocuksuz ailelere satmak için kaçıran, kanlı Pinochet döneminin kara kutusu konumunda sefa sürmüş farklı kesimlerden farklı rahip profillerinin toplandığı bu günah evi, eleştiri oklarını hedeflerine özgürce fırlatmak isteyen bir sinemacı için kusursuz bir mekan. Larraín de bu fırsatı kaçırmayıp amaçladıklarını bir bir devreye sokuyor. Din olgusunun kanatlarının karanlığında, kötülük kavramının geçmişini, sözde ıslahını ve tasmasına nasıl sığmadığını da bu adamların yaşamı gibi izole bir gerilimle yorumluyor. (Tasma benzetmesini de filmin köpeklerine gönderme sayalım.) Geçmişte onca yaptıkları yanlarına kar kalmış, bir de üstüne münzevi bir yaşamla nerdeyse ödüllendirilmiş gibi duran bu yozlaşmış rahiplerin, sahip oldukları bu yeni emekli hayatın tehdit altına girmesiyle potansiyellerini tekrar ortaya çıkarmaya başlamaları Larraín'in en temel amaçlarından biri. İnsanlardan uzaklaştırılmış olsalar bile, zehirlerini akıtacak başka canlılar bulmakta zorlanmamaları, bu potansiyelin genişliğine işaret etmekte.

Filmin elini zayıflatan unsurlar da yok değil. En önemlisi, Sandokan gibi kilit bir karaktere çok fazla bel bağlanması, hatta neredeyse bu rahiplerin kötücül yanlarını ortaya serme işlevini tek başına üstlenmesi. Bu da yetmiyormuş gibi son derece kötü bir oyunculukla işlenmesi. Oysa türlü sebeplerden dolayı o eve hapsedilmiş rahiplerin kirli portföylerine başka açılardan, azar azar da olsa değinilmesi müthiş olurdu. Tabii o vakit filmin sınırları da bir miktar genişleyebilirdi. Pablo Larraín buna çözüm bulamayacak bir yönetmen değil. Filmin sadece García'nın sorgusunda kalan bu karanlık yönleri (başka bir tabirle havada kalan yönleri) ve sırf Sandokan'a kilitlenmiş hali, gereksiz (Sandokan'ın cinsel hayatı) ve uzatılmış (Sandokan'ın eşcinsel peder Vidal ile konuşması) sahnelere yol açıyor. Çocukken rahiplerin tacizine uğramış çocukların yetişkinliklerinde yaşadığı sıkıntıların klişelerini sıralamak yerine diğer rahiplerin arızalarını da kaşıması filmi daha da yükseltebilirdi. Haliyle final için de bağımlı olunan bu karakter üzerinden bir sonuca ulaşma gereksinimi duyuluyor. Katolik kilisesini ve ona inananları, savunanları ve kendi içinde sorgulayanları çok farklı bir konumdan gözlemlediği ve bunun üzerinden bir kötülük tanımı oluşturduğu için görülmesi gereken bir film El Club.