29 Şubat 2020 Cumartesi

Uncut Gems (2019)


Yönetmen: Benny Safdie, Josh Safdie
Oyuncular: Adam Sandler, Julia Fox, Idina Menzel, Kevin Garnett, LaKeith Stanfield, Eric Bogosian, Judd Hirsch, Keith Williams Richards, Tommy Kominik, The Weeknd
Senaryo: Benny Safdie, Josh Safdie, Ronald Bronstein
Müzik: Daniel Lopatin

Ben Safdie ve Josh Safdie kardeşlerin yazıp yönettikleri yeni filmleri Uncut Gems, Howard Ratner adlı bir mücevher satıcısını izliyor. Ayrıca riskli basketbol bahislerine de giren Howard, bazı bağlantıları sayesinde Etiyopya'daki madenlerin birinden içinde rengarenk taşların bulunduğu kesilmemiş bir opal elde etmiştir. Amacı bu taşı kestirerek açık arttırmada 1 milyon dolar civarında satmaktır. Böylece piyasaya ve peşindeki mafyaya olan borçlarını kapatabilecektir. Ama başı bir türlü aksiliklerden kurtulmaz. Safdielerin bir önceki filmleri Good Time'da da başarısız bir soygun girişimi sonrasında tutuklanan zihinsel engelli kardeşini kurtarabilmek için zamana karşı mücadele eden Connie'yi izliyorduk. Ana karakterinin çevresinde sorunlar yumağı oluşturan, onun bu yumağın içinden çıkamaması için başka sorunlar üreten delişmen tarzları Uncut Gems'de daha katmanlı ve kendi ajandasına sadık bir şekilde kendini göstermekte. Tabii bu ajanda Good Time'da Connie'nin hedefe kitlenmiş görüntüsünü yansıtırken kendini fazla geliştiremeyen, geliştirmeye çalıştığı anları fazla sarkıtarak ve oldu bittiye getirerek kendine bir yol çiziyordu. Uncut Gems'in bu bağlamda daha derli toplu, Howard'ın girdiği krizleri daha iyi yöneten bir yapısı var. Hem de bu krizleri bitirmeden yenisini yaratan yaklaşımıyla.

Howard'ın etrafı insanlar ve onların türlü sıkıntılarıyla dolu. Eşi, çocukları, aynı zamanda dükkanında çalışan metresi Julia, ünlü müşteriler tedarik eden Demany, onun dükkana getirdiği ünlü basketbolcu Kevin Garnett, alacaklarının peşindeki gangsterler derken ortalık yangın yeri gibi. Safdieler, Good Time'daki gibi zamana karşı hızlı bir yapım izleğinden giderlerken, seyirciyi peşine taktıkları Howard'ın temposuna uydurmak için sahip oldukları ne varsa ortaya koyuyorlar. Opali istemeden de olsa bir defalığına Garnett'e veren, sonra geri almaya çabalayan Howard, kızının gösterisi gecesinde başına gelmedik kalamayan Howard, şarkıcı The Weeknd'in kulüpteki konserini birbirine katan Howard, dükkanının sıkışan güvenlik kapısını bir türlü açamayan Howard diye uzayıp giden olaylar dizisi, filmi adeta yaşayan bir organizmaya çeviriyor. Seyirciye rahat yüzü göstermeyen senaryo, sanki bir senaryo değil de, ensesinde boza pişirilen Manhattan'daki Diamond District esnafı Howard Ratner'ın peşine takılmış bir kameranın çektiklerinin kurgulanmış halinden oluşuyor. Aslında filmin ve aynı zamanda Safdie tarzının cazibe noktası da bu sersemletici kurgunun içinde varolan telaşın yansıtılma şekli.

Sıfır klişeyle, nasıl gelişeceği ve sonlanacağı kestirilemeyen sahnelerle adeta kendi suç evrenlerini yaratan Ben ve Josh Safdie kardeşler, bazen planlı programlı, bazen de emprovize geliştiği düşünülen sahneleri o kadar diri resmediyorlar ki, seyircinin o açılmayan kapıya veya açık arttırma sahnesine vereceği tepkiyi ölçecek bir "gerilimmetre" olsa kritik dereceler gösterebilirdi. Aslında bunu yaparak belli bir süre sonra neresinde bitse kabul edebileceğimiz bir yola girmiş gözükseler de, usta manevralarla Howard'ın iflah olmaz bahis tutkusu üzerinden müthiş bir final bloğu inşa ediyorlar. Hem Julia'nın para dolu çantasıyla başka bir mekana taşınan, hem de mücevher dükkanındaki gangsterler ve TV'deki basket maçıyla tek mekana indirgenen tansiyonu paralel olarak yükselten Safdieler, film boyunca korudukları tarzlarını bu blokta vurucu bir finalle noktalıyorlar. Aslında beklenen ve tahmin edilebilir türlü final seçenekleri arasında yer alan bu tercih, yarattığı şok etkisiyle Safdie tekinsizliğini zirveye taşıyor. Hatta film boyunca yarattıkları kara mizahı taçlandıran kötü bir şaka misali devleşiyor. Etkisi uzun süre geçmiyor.


Hafif komedilerin marka ismi Adam Sandler, Punch-Drunk Love, Reign Over Me, The Meyerowitz Stories gibi az sayıda ciddi yapımda oyunculuğunun farklı köşelerini sergilemiş bir aktör. Bazı roller için başka oyuncuların nasıl bir performans gösterebileceklerine dair merak duyabiliriz. Ama Sandler'ın Howard Ratner performansı, başka bir oyuncuyu akıllara getirmeyecek kadar alışkanlık yapıcı etkiye sahip. Hatta sırf Sandler düşünülerek yazılmış olduğu bile söyleniyor. Baştan sona telaşlı, tedirgin, aynı zamanda gamsız, sık sık öfkeli, inatçı, bazen neşeli olan ve tüm bunları kara komediye uygun bir duruşla elden geçiren Sandler, bu duyguları o kadar rahat biçimde veriyor ki, kariyerinin zirvesi desek abartmış olmayız. Howard'ın hem sempati duyulacak, hem de kızılacak çok boyutlu bir karakter olmasını kesinlikle kağıt üstünde bırakmıyor. Yan karakterlerin tamamlayıcı özelliklerini de ihmal etmeyen senaryo, hepsine irili ufaklı, sempatik/sinir bozucu nüanslar eklemiş. Konuk isim olarak yer aldığı sanılabilecek ünlü NBA oyuncusu Kevin Garnett bile, her ne kadar kendini oynasa da gayet başarılı bir yardımcı oyuncu performansı gösteriyor. Her şey ve herkes Howard gibi parlak bir karakterin etrafında döndüğü için, bu oyuncular da ondan aldıkları ışık kadar parlıyorlar.

Yapımcılar arasında Martin Scorsese'nin de yer aldığı Uncut Gems, bazı tempolu Scorsese sahnelerinden teknik izler ve beceriler barındıran bir film. Daha önce Jean-Pierre Jeunet (Delicatessen ve La cité des enfants perdus), David Fincher (Se7en ve Panic Room), Danny Boyle (The Beach), Wong Kar-Wai (My Blueberry Nights), Michael Haneke (Funny Games 2007 ve Amour), Woody Allen (Midnight In Paris ve Magic In The Moonlight), Bong Joon Ho (Okja) gibi yönetmenlerle çalışmış İranlı görüntü yönetmeni Darius Khondji'nin de katkılarıyla Safdie kardeşler, A24 kanatları altında başta Film Independent Spirit Ödülleri olmak üzere birçok festivalden ödül ve adaylık alarak Good Time'ın ardından büyük bir sıçrama gerçekleştiriyorlar. Özellikle Diamond District gözlemlerinin yansımalarını yoğun olarak kullanan Safdieler, yaşayan bir şehirde, yaşayan bir muhitte, yaşayan bir film çekerek yeni nesil yönetmenler arasında kendilerine özgün bir yer açmayı başarıyorlar. İleride onlar için "tırnaklarıyla kazıyarak buralara geldiler" diyeceksek, Uncut Gems o kazıların en önemlilerinden biri olarak anılacaktır.

19 Şubat 2020 Çarşamba

Marriage Story (2019)


Yönetmen: Noah Baumbach
Oyuncular: Adam Driver, Scarlett Johansson, Laura Dern, Ray Liotta, Alan Alda, Merritt Wever, Julie Hagerty, Azhy Robertson
Senaryo: Noah Baumbach
Müzik: Randy Newman

90'ların ortalarında başlayıp günümüze kadar uzanmış Noah Baumbach kariyeri, iniş çıkışlarıyla, ama hep bağımsız bir ruhla hareket etmiş tarzıyla Marriage Story'de zirvelerinden birini daha yaşıyor. Bu kariyer daha önce The Squid and the Whale (2005) ve Frances Ha (2012) ile yine kendi zirvesini görmüştü. Marriage Story, tiyatro sektöründeki Nicole ve Charlie çiftinin New York'tan Los Angeles'a uzanan boşanma sürecini anlatan bir dram. Tabii her zamanki gibi Baumbach'ın ince mizahından, dinamik kurgusundan, duygudan duyguya sürükleyen akıcı diyaloglarından nasibini almış bir film. Adı bir evlilik hikayesi olmasına rağmen, evliliğin artık sürdürülemeyecek bir hal almasıyla daha çok boşanma sürecinin sancılarından bahseden Marriage Story, bir kadın ve bir erkeğin merkezinde yer aldığı, onların da merkeze çocuklarını koyduğu, boşanma avukatlarıyla da üzerine tüy diktikleri bu süreci tüm boyutlarıyla ele alabilmiş bir film. Kişisel ve hukuki aşamalarıyla tam bir cehenneme dönen bu evreyi, duygu sömürüsü tuzakları arasında sıkılmayı pek umursamayan, mizahi tonlarla savuşturabilen bir ustalıkla dile getiren Baumbach, yükselmeleri, küfürleri, gözyaşlarını ve öfkeyi nerede nasıl kullanacağını kendi tarzıyla yansıtıyor. Duygular sömürülmüyor belki ama yıpratıcı olmadan da böyle bir hikaye anlatmak kolay olmuyor.

Film daha en baştan şahane bir kurguyla önce Nicole'un Charlie, sonra da Charlie'nin Nicole için yazdığı, birbirlerinin iyi yönlerini okudukları yazıların dış sesleriyle başlıyor. Bu fikir onları hiç vakit kaybetmeden benimsettiği gibi, geri dönüşlerle filmi hantallaştırmaktan da kurtarıyor. Üstelik film boyunca ikisi hakkında inşa edeceğimiz çeşitli düşüncelerimizin, şahsi hükümlerimizin şekillenişini (aynı zamanda dönüşme esnekliğini) kolaylaştırıyor. Zaten Nicole, boşanma avukatı Nora Fanshaw'a bu evliliği başlayışından bitişine özetlerken olayları rahatça kafamızda canlandırabiliyoruz. Filme Nicole'un boşanma fikrini kafasına koyduğu bir evrede dahil oluşumuz da gereksiz yüklerden arınmamızı sağlıyor. Bir tiyatro yazarı/yönetmeni olan Charlie ve oyuncu olan eşi Nicole arasında imrendirici bir ilişki olmasına rağmen, bu evlilikte yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu yavaş yavaş hissettiriliyor. Charlie'nin işine düşkünlüğü sonucu Nicole'u sahnede yönetiyor olmanın verdiği rahatlıkla evlilikte de her şeyin iyi gittiği yönündeki algısı, Nicole'un kendisine farklı bir yol çizme ihtiyacını körüklüyor. Charlie için Los Angeles'taki hayatını bırakıp New York'a yerleşen, işinde ve evliliklerinde hep ona destek olan Nicole'un bu yol ayrımına girişi de hiç anlamsız sayılmaz. Mesleki açıdan özgür olamayışının üzerine bir de Charlie'nin onun tercihlerine olan ilgisizliği artık bir noktadan sonra Nicole için katlanması zor bir hal alıyor. Hatta bu durum Nicole için o kadar önemli ki, başka bir kadınla aldatıldığını bilmesine rağmen bunu ayrılmak istemesinin birinci nedeni olarak bile saymıyor.


Noah Baumbach, objektif olmak gibi bir kaygı taşımadığı gibi, objektiflik algısını seyircinin kafasında bir oyun hamuruna dönüştürmesini de biliyor. Yani bu ilişkide erkeklerin Charlie'yi, kadınların Nicole'u haklı bulduğu noktalar yanında, her ikisinin de kendine (ve bize) göre haklı oldukları kalemler, iyi bir dramın ihtiyacı olan güçlü çatışmalar yaratıyor. Charlie'nin Nicole'a göre bu süreçten daha fazla etkilenmesi, yalnızlığı, dinginliği ve melankolisiyle filmin hüzünlü tonunda daha ön plana çıkması, bir erkek olarak Baumbach'ın yaşanmışlıklarına daha yakın durmasının doğal sonucu olarak görülebilir. 2003-2015 yılları arasında evli kaldığı, bir erkek çocuk sahibi olduğu, Greenberg ve Margot At The Wedding filmlerinde çalıştığı oyuncu eski eşi Jennifer Jason Leigh ile yaşadıklarının Marriage Story'yi ne ölçüde beslediğini bilemiyoruz. Greenberg, Frances Ha ve Mistress America'da yönettiği şimdiki partnerinin Greta Gerwig olduğu düşünülürse bu senaryoda Baumbach'ın Charlie aracılığıyla kendi kontrolcü kişiliğinin özeleştirisini yaptığı da iddia edilebilir. Cadılar Bayramında Görünmez Adam, kostüm partisinde ise çarşaflı hayalet kılığına giren Charlie'ye bu boşanma sürecinde reva görülen dışlanma da bu özeleştirinin bir yansıması olabilir. Öte yandan Baumbach birçok detay sayesinde Nicole'un ne kadar iyi bir eş ve anne olduğunu, dava açmadaki haklılığını asla ıskalamıyor. Her şeye rağmen eski alışkanlıkları hiçe saymadan, küskünlük yapmadan Charlie'nin saçını kesiyor, ayakkabısını bağlıyor, başkalarına onu kötülemiyor, avukatlarla yapılan toplantının yemek arasında onun ne yiyecebileceğini düşünüp sipariş ediyor. Böylelikle Baumbach, taraf tutma ihtimallerimize de sık sık kritik müdahalelerde bulunuyor.

Boşanma durumunda avukat tutmayacaklarına dair birbirlerine söz veren Nicole ve Charlie, Nicole'un ünlü boşanma avukatı Nora Fanshaw (Laura Dern) ile anlaşmasıyla ayrılığın bambaşka bir boyutuna geçiyorlar. Charlie'nin de bir avukat tutma ihtiyacı doğunca o da önce sert oynamasıyla ünlü Jay Marotta'ya (Ray Liotta) gidiyor. Fiyat pahalı gelince daha ılımlı ve müşterilerini "insan" olarak gören Bert Spitz (Alan Alda) ile görüşüyor. Zira özellikle L.A'deki boşanma davalarında işler çirkinleşiyor, şartlar ağırlaşıyor, avukatların gözünde taraflar birer insan değil, kazanılması gereken birer madalya veya kupa olarak görülüyor. Onların ne hissettiklerinden önce, karşı tarafın en küçük açıklarından bile çıkar elde etmeye çalışıyorlar. Bu üç avukat da çok zeki, çıkarcı ve işlerin nasıl yürüdüğünü bilen insanlar. Ama sert olmak gerektiğini fark eden Charlie, Jay Marotta ile anlaşınca ifşa edilen sırlar, o an hiç umursanmayan küçük hatalar, mahkemeye geleceği bile öngörülemeyecek ayrıntılar, Nicole ve Charlie'nin ağzından konuşan yabancı kişiler tarafından hakime anlatılıyor. Böylece filmdeki "kafes dövüşü" benzetmesi tam yerine oturuyor. Boşanma aşamasında hukuk sisteminin, yargıçların, avukatların kadın ve erkeğe bakışlarındaki tutuculuk, ikiyüzlülük, çıkarcılık, cinsiyetçilik sayesinde boşanma denilen şey Nicole ve Charlie'nin bile beklemedikleri şekilde kontrolden çıkıp büyüyen bir eziyete dönüşüyor.


Çok iyi oyunculuk ve yazım barındıran, kendi içinde giriş, gelişme, sonucu olan, inanılmaz bir ritme sahip Nicole ve Charlie'nin yüzleştikleri 10 dakikalık sahnede olduğu gibi kendi ağızlarından konuştuklarında ortaya çıkan enerji, boşanma sorunu olsun olmasın, insana hiç uzak gelmeyen sarsıcı bir öfke patlaması, hüzünlü bir arınma yaratıyor. İlgisizlik, anlayışızlık, bencillik, ihanet, kısacası boşanma hukukunda şiddetli geçimsizlik adı altında toplanan türlü sorunları kalem kalem Nicole - Charlie çiftinin kurgusal birlikteliği ve ayrılığı üzerinden okuyan Marriage Story, Noah Baumbach'ın bir hikaye anlatıcısı olmanın ötesinde, müthiş bir diyalog gözlemcisi/yaratıcısı olduğu gerçeğini yeniden önümüze koyuyor. Scarlett Johansson - Adam Driver ikilisinin olağanüstü performanslarından doya doya beslenen, onları olduğu kadar yan karakterleri de besleyen Baumbach senaryosu, bu karşılıklı birbirini besleme ustalığıyla adeta yaşayan bir organizma gibi ortalıkta dolaşıyor, ne zaman ne söyleyeceği belli olmuyor, içinden yaratıcı fikirler, orijinal cümleler taşırıyor. Charlie - Nicole diyaloglarının yanısıra, özellikle Nora - Nicole ve Charlie - Ben Spitz diyalogları da kendi içlerinde bu yaratıcılığın, bu orijinalliğin farklı versiyonları olarak ilham verici. Karakterlerin hem kendilerini, hem de karşısındakileri çok iyi analiz eden (bazen de ettiğini sanan) konuşmaları, hazırcevaplılıkları, birikmişlikleri, öfke patlamaları, filmi hep yüksekte tutuyor. Aslında kariyerinde adım adım güçlenen bir auteur olarak Noah Baumbach, her filminde bunları türlü şekillerde yapıyordu. Ama Marriage Story belki de onun en kişisel filmi olduğunu hissettiren, özellikle biten bir ilişkinin geniş çaplı anatomisini sunarak birçok kırık kalbi yakalayabildiği için özel bir yapım.

8 Şubat 2020 Cumartesi

American Factory (2019)


Yönetmen: Steven Bognar, Julia Reichert
Müzik: Chad Cannon

Aralık 2008'de Dayton, Ohio'da bulunan General Motors fabrikası kapanır ve 10.000 işçi işten çıkarılır. 2010 yılında dünyanın en büyük otomobil camı üreticilerinden Fuyao Grubu'nun kurucusu ve CEO'su Çinli milyarder iş adamı Tak Wong Cho bu fabrikayı Fuyao adına satın alıp, kendi çalışanlarının yanında 2000 Amerikalıyı da işe alır. İki kültürün kaynaşması ve böylece verimin artmasını hedeflemektedir. Başlangıçta Çinli ve Amerikalı işçiler yardımlaşma ve uyum içinde çalışsalar da, gittikçe kültür farkı ve iş disiplini anlayışları çatışmaya başlar. Steven Bognar ve Julia Reichert'in yönettikleri American Factory, direkt fabrikanın mesai saatlerinde ve mesai dışında yapılan çekimlerle bu çatışmaları tüm yönleriyle yakalayan bir belgesel. Uzun çalışma saatlerine alışık, yüksek teknoloji uyumlu genç Çinli işçilerle, belli bir yaşın üzerine çıkmış işçi sınıfı Amerikan işçileri arasındaki farkı anlamanın hiç zor olmadığı bu büyük tesislerde yaşananlara sanki oradaymış gibi tanık olmamız, başta sevimli, giderek gergin ve üzüntülü anlar yaşanmasına neden oluyor. Bognar ve Reichert'in çekim için sağladıkları erişim sayesinde en tepedeki Tak Wong Cho'dan, normal bir emekçiye kadar herkese farklı yansıyan bu uyum sürecinin evrelerini izlerken, işçi-işveren, genç-yaşlı, Amerikalı-Çinli zıtlıklarının bir anda çözülmeyeceğini, bazı sancılar yaşanacağını hissediyoruz.

Tak Wong Cho, iyi niyetlerle iki ülke çalışanlarını kaynaştırmak için elinden geleni yapsa da, her işi insanı gibi kar etme, büyüme, gelişme, yaptığı yatırımların karşılığını alma peşinde bir adam. Amerikalı ve Çinli kurmaylarına çalışanlar arasındaki birliğin bozulmaması yönünde talimatlar veriyor. Mesela fabrikanın her bir bölümünde bir Amerikalı ve bir Çinli beraber çalışıyor. En önemlisi de sendikal faaliyetlere meydan bırakmamak istiyor. Zira sendika demek, işlerin aksaması, verimin düşmesi, zarar edilmesi, aynı zamanda iki ırk çalışanlarının birbirlerine yabancılaşması, düşmanlaşmaya başlaması demek. Ne var ki, farklı çalışma disiplinlerine sahip iki millet insanları arasında sorunlar çıkması kaçınılmaz. Çin'deki askeri ciddiyetteki yoğun ve tam tabiriyle acımasız çalışma temposunu Ohio'da uygulamaya çalışmanın ortaya çıkaracağı sorunlar bunlar. İstenilen verim alınamadıkça devreye giren daha yoğun yöntemler, özlük meseleleri, iş güvenliği problemleri derken yavaş yavaş işten çıkarmalar başlıyor. Bu da çalışanların haklarını savunacak bir sendika ihtiyacı doğuruyor. Böylece Fuyao bünyesinde sendika isteyenler ve istemeyenler olarak başka bir kutuplaşma baş gösteriyor.

Bognar ve Reichert, bu sessiz hengame arasında seçtikleri bazı Çinli ve Amerikalı fabrika çalışanlarının aile ve özel yaşamlarına da kısa dokunuşlar yaparak belgeselin fazlasıyla mekanik işleyişini dramatize etme sorumluluğu da hissediyorlar. İşin bu yönü, endüstrileşmenin bireyler üzerindeki ezici baskısını yansıtmak yönünde çok iyi işliyor. İşçi sınıfının yaşadığı ekonomik sıkıntıların üstüne bir de farklı endüstriyel bir model neticesinde özlük haklarının dikkate alınmayıp işten çıkarmanın kolaylaştırılması suretiyle global bir baskı politikasının eleştirisi yapılıyor. Çalışanlarının mutluluğu ve refahı yerine şirket kar ve çıkarlarının birinci planda olmasının doğurduğu baskıcı ekonomik politikaların bir numunesi olan Fuyao, bir noktaya kadar çalışanlarının maddi ihtiyaçlarını karşılıyor görünse de, birtakım keyfi uygulamalarla, zorlu iş yüküne uyum sağlayamayan işçileri bünyesinden ayıklamaya kadar giden yönetim zaaflarıyla kapitalist düzenin sömürücü ve sindirici bir parçası olduğunu gösteriyor. General Motors'un satın alınıp Fuyao'ya dönüştürülmesine benzer faaliyetlerin Çin'in küresel stratejisinin uzantılarından biri olduğu sır değil. Küçüklüğündeki fakir Çin'in çiçeğini böceğini özlediğini, büyüyüp birçok fabrika kurduktan sonra insanlara ve çevreye iyilik mi yaptığını, yoksa zarar mı verdiğini sorgulayan Tak Wong Cho'nun, "hayatının anlamı çalışmaktır" demesi, bu uğurda ne fedakarlıklarda bulunabileceğine, bir o kadar da neleri gözden çıkarabileceğine işaret ediyor.