30 Mart 2015 Pazartesi

Ônibus 174 (2002)


Yönetmenler: José Padilha, Felipe Lacerda
Müzik: Sacha Amback, João Nabuco

José Padilha ve Felipe Lacerda tarafından yönetilen Ônibus 174, 12 Haziran 2000'de Rio de Janeiro'da yaşanan rehin alma krizini ele alan bir belgesel. Sandro adındaki silahlı bir gencin 174 numaralı otobüsü kaçırarak içindekileri rehin alması, haber değeri taşıyan, ancak 150 dakikalık bir belgeselde işlenişi sıkıntı yaratabilecek bir olay. Fakat yönetmenler üç yıl sonra bu olayı, en yakın tanıklarıyla ayrıntılı biçimde analiz ediyorlar. Psikolog, sosyal hizmetler görevlisi, olay sırasında otobüs çevresinde görevli birkaç polis, korkulu anları en yakından yaşamış rehinelerden birkaçı, Sandro'nun çok sevdiği teyzesi ve onun gibi sokaklarda yaşayan arkadaşları bu analizin haritasını çıkarmada etkin rol üstleniyorlar.

Sokak çocuklarının yürek burkan sözlerinin fonunda tepeden gördüğümüz Rio'nun gecekondu ve modern kent tezatlığı ile açılan film, zaten amacının özelden genele ulaşmak olduğunu belli ediyor. Filmde küçükken annesi gözleri önünde katledilen, babasını hiç tanımamış Sandro'nun sokaklara düşmesinden sonra yaşadıkları üzerinden genel bir profil çıkarılıyor. Zira onun yaşadıkları, yüzlerce, binlerce çocuğun yaşadıklarından farklı değil. Bu genel profilde ekonomik ve sosyal sıkıntılardan, yani kısaca yoksulluğun sebep olduğu çöküntünün altında kalmış bireylerden dört başı mamur bir toplum eleştirisine ulaşılıyor. Küçüklüklerinden beri dışlanmış, hor görülmüş, uyuşturucu, hırsızlık ve daha pek çok suçun kucağına düşmüş bu bireylerin bir numunesi olan Sandro'nun da asıl amacı insanları rehin alıp öldürmek değil, farkedilmek.

Tabii onun bu amacını gerçekleştirme yönteminin yanlışlığı kadar, Brezilya polisinin, adalet sisteminin, insanlık dışı muameleler sergilenen ıslahevleri ve hapishanelerin yanlışlıkları da filmin merkez noktasında duruyor. Bütün bunları harika bir kurguyla bütünleştirip hem bu polisiye olayın gerilimini, hem de sosyal altyapısını paralel götüren Ônibus 174, farklı kesimlerden Brezilya gerçeğinin röntgenini kurgusal senaryolarla çeken Elite Squad, Carandiru, City Of God gibi filmlerin gerçekçi anlatımlarına, gerçeğin kendisiyle cevap veriyor. Böylece bir belgesel olduğu kadar altyapısı sağlam kurulmuş gerilimli bir polisiye de oluyor. 2008'de Last Stop 174 adıyla filme de alınan bu olay, öncesi, şimdiki zamanı ve trajik sonuyla kendisinden uyarlanmışların değil, direk kendisinin görülmesi gereken şekliyle Ônibus 174'te vücut buluyor.

27 Mart 2015 Cuma

The Lunchbox (2013)


Yönetmen: Ritesh Batra
Oyuncular: Irrfan Khan, Nimrat Kaur, Nawazuddin Siddiqui, Lillete Dubey, Denzil Smith
Senaryo: Ritesh Batra
Müzik: Max Richter

Yaklaşık 20 milyon nüfuslu Mumbai'da her gün 160.000 sefertasının çeşitli evlerden alınıp işyerlerine dağıtıldığı, akşamüstleri de aynı şekilde toplandığı bir sistemle tanışıyoruz. Mutsuz ev kadını İla'nın, ilgisiz kocasını heyecanlandırmak için özenerek hazırladığı tarifleri koyduğu sefertası, yanlışlıkla emekliliğe az bir zaman kalmış dul Saajan'a ulaşıp da, İla ile Saajan birbirleriyle bu taslara koydukları mektuplarla iletişim kurmaya başlayınca ortaya hayranlık uyandırıcı bir hikaye çıkıyor. Yalnızlık temasının en iyi ve en yaratıcı biçimde işlendiği filmlerden biri olan Hindistan / Fransa / Almanya /ABD ortak yapımı The Lunchbox (Dabba), Ritesh Batra'nın yazıp yönettiği ilk uzun metraj olarak mütevaziliğiyle göz kamaştıran bir yapım.

Konusu gereği Sleepless In Seattle (1993) ve Il Mare (2000) gibi filmlerin hatırlanabileceği The Lunchbox, anlatım yönünden bu filmlerden çok daha güçlü, gerçekçi ve dokunaklı. Geleneksel sistemlerin kendi içinde biçimlenen ve günümüz teknolojisine atıfta bulunabilecek şekilde ilham verici bir sosyal ağını, bireyin yalnızlığını keskinleştirmek için kullanma fikri, Ritesh Batra sayesinde ete, kemiğe, duyguya bürünüyor. Ana server'a benzetebileceğimiz bu yemek sisteminde, bir mesajlaşma programı çağrışımı yapan bu sefertasları, 20 milyonluk devasa bir şehirde yalnız kalmış bireylerin toplumsal konumlarını özümseyiş biçimimizi çok daha insancıl bir zemine oturtabiliyor. Film, evli ya da dul, çalışan ya da işsiz, yalnızlığın belli bir yeri yurdu olmadığını, insanların bazen yalnız kalmamak uğruna en ufak bir ümide bile masumca teslim olabileceklerini hem İla, hem de Saajan özelinden incelikle ele alıyor.


Bazen tuzu, bazen baharatı fazla kaçan farklı yemekleri, bazen de hergün aynı yemeği taşıyan bu sefertaslarının aracılık ettiği İla ve Saajan ilişkisi, tıpkı bu ikilinin bireysel karakter gelişimlerinde olduğu üzere dantel gibi işleniyor. Üstelik Batra bu ilişkiye paralel olarak yan karakterler ile yalnızlık olgusunu daha da güçlendiriyor. İla'nın yatalak hasta babasına bakarken kendi hayatında yalnızlığa mahkum olan annesi ve Saajan emekli olduktan sonra yerine geçecek genç Shaikh filme tam kıvamında takviyeler. Özellikle bir yetim olarak büyüyen, ailesinin rızası olmadan severek evlendiği eşiyle mutlu bir yaşam süren Shaikh de bu düşünceli senaryodan payını alıyor. Mesela eşinin ailesinin onay vermesi üzerine yapılan düğün öncesinde, ailelerin yer alacağı düğün fotoğrafı sahnesi çok şey anlatıyor. İla'nın babası öldükten sonra annesinin verdiği tepki de öyle. Hatta sadece sesini duyduğumuz İla'nın üst katındaki teyze bile bir şekilde karakter olabiliyor filmde.

Filmin yapımcıları arasında da yer alan Hint sinemasının uluslararası üne sahip tecrübeli aktörü Irrfan Khan ve çekiciliğini sade bir performansla bütünleştiren Nimrat Kaur'un farklı sahnelerine rağmen karşılıklı oynuyormuşçasına ortaya koydukları uyum Ritesh Batra'nın işini hem daha kolaylaştırıyor, hem daha güzelleştiriyor. Bollywood'un bu filme hiç gitmeyecek şarkılı danslı ciddiyetsizliğinin yerine, bu filme çok iyi giden biçimde, yalnızlığın en fazla hissedildiği toplu taşıma araçlarında seyahat eden emekçilerin, satıcı çocukların söyledikleri yerel türküler var. 104 dakikalık süresiyle de istenirse daha kısa sürede daha fazla şey söylenebileceğinin kanıtı bir Hint filmi aynı zamanda. Sadece mektuplar bile o kadar çok şey anlatıyor ki, kalbe giden yollardan birinin yalnızlığı paylaşmaktam geçtiğine bir kez daha uyanıyoruz. Belki tam da olması gereken bir finale sahip The Lunchbox, buram buram sinema kokan, içinden ne çıkacağı merak edilen bir sefertasında sunulan lezzetli bir Hint yemeği, yaşam sevincini ve hüznünü simgeleyen renkleriyle şık bir Hint kumaşı.

22 Mart 2015 Pazar

Pek Yakında (2014)


Yönetmen: Cem Yılmaz
Oyuncular: Cem Yılmaz, Tülin Özen, Özkan Uğur, Ozan Güven, Zafer Algöz, Çağlar Çorumlu, Cengiz Bozkurt, Hare Sürel, Zerrin Tekindor, Aysen Gruda, Tuğrul Tülek
Senaryo: Cem Yılmaz
Müzik: Ahmet Kenan Bilgiç

Korsan DVD işindeki Zafer'in bu tehlikeli işten kurtulup boşanmak isteyen karısını ve oğlunu yeniden kazanmaya çalışması, bunun için de tesadüf sonucu senaryosu yıllar önce yazılmış bir bilimkurgu (!) filmine yapımcı olmasını anlatan Cem Yılmaz filmi Pek Yakında, kendini ciddiye almakla almamak arasında seyreden, bu haliyle de G.O.R.A.'nın skeçlere dayalı yapısıyla, Hokkabaz'ın sevimli naifliğini aynı bedende buluşturmayı hedefleyen bir yapım. Bu hedefini de tutturmuşa benziyor. Ama bir Cem Yılmaz filminin atmosferi sinema sektöründe şekilleniyorsa, bir stand up ustası olan Yılmaz'ın gözlem ve tecrübelerine dayalı göndermeleriyle dolu olacağını tahmin etmek güç olmuyor. Film de kimi zekice, kimi kör göze parmak yapılan göndermelerden, cameolardan, onların neden olduğu başka filmlere / artistlere yapılan saygıyla anmalardan geçilmiyor. Filmin absürt yüzüyle dramatik gerçekliğinin iç içe geçmişliği damaklarda sadece "sevimli" bir tat bırakıyor.

Zaten bir sinema aşığı olduğunu bildiğimiz Cem Yılmaz'ın istediği de bundan fazlası değil. Yılmaz'ın Sadri Alışık'a, Eşkiya'ya, Süt Kardeşler'deki gulyabani sahnesine, Yeşilçam klişelerine, Tansu Biçer'li festival filmleri furyasına, modern film hilelerine, korsan film sektörüne yapılan irili ufaklı temasları, Zafer'in ailesini geri kazanma çabalarıyla paralel gidiyor. Bu temaslar, Şahikalar adını taşıyan filmin çekim sürecinde yaşanan komik olayların kenar süsü gibi dursa da kimi zaman eğlenceli anlar içeriyor ve bazı bölümlere çok iyi yediriliyor. (Film ekibinin kaza geçiren başrol adayı Boğaç Boray yerine kimin geçebileceğini tartıştıkları hastane odasındaki sahne örneğindeki gibi.) Tabii bu cameo, gönderme, saygı duruşu işi abartılıp Sunay Akın'lı, Mazhar Alanson'lu, Ayşen Gruda'lı, Enis Fosforoğlu'lu gülümseten ama filme katkı sağlamayan kalabalıklara da sebep oluyor. Gerçi bu ünlü yüzler filme katkı sağlasın diye yer tutmuyorlar. Zaten Cem Yılmaz'ın babasının ve ağabeyinin bile figürasyonda yer aldığı filmde ünlü isimler aracılığıyla zekice senaryoya hizmet edileceği vaadinde bulunulmuyor.


Zafer'in Şahikalar filminde başrol oynayan eşi Arzu'nun karşısında mecburiyetten maskeli bir dublör olarak oynamasıyla, ekibin birbirleriyle girdikleri inişli çıkışlı diyaloglarla ve Zafer'in Avatar 2 korsan DVD'si yüzünden mafya tarafından sıkıştırılmasıyla renklenen eğlenceli sahneler, üstün bir yönetmenlik başarısı taşımayan tipik "kendini iyi hisset" filminin parçaları olarak uzun metraj mantığına uygun skeçler toplamına dönüşüyor. Ama bu toplam seyirciyi irrite etmiyor, amacına uygun biçimde iyi hissettiriyor. Renkli karikatürlerden fırlamış ve daha gerçek görünen karakterleri iç içe geçirerek durum komedisinin kapılarını hep açık tutuyor. Bu kapıları kullanmakla kullanmamak arasındaki tercihleri tam kestirilemiyor. Aslında şu son iki cümleyi, çok uğraşıp bir türlü ısınamadığım Wes Anderson sineması için de kullanabilirdim. Ağdalı görsellik ve şiirsellik bombardımanı arasında bir duygu, bir ruh aradığım Anderson'da bulamadığım şeyi, taşı gediğine koymuş bir küfürde veya özel efekt maskesi içinde gizlice patates, kıyma, pirinç sipariş eden bir karakterin açmazlarında bulabiliyorum.

Set içinde set çekmenin getirdiği karmaşıklığı basitleştirerek görsel veya şiirsel anlatım endişeleri taşımayan Cem Yılmaz, senaryosunu da yazdığı reklam filmlerindeki hızlı tempo ve bu tempoya monte edilen esprili detaylarla, Boğaç Boray'a çarpan otobüsün üzerindeki dizi reklamı gibi "vur kaç" yapmayı seven üslubunu sürdürüyor. Pek Yakında'nın nostalji bağımlılığı, güncel göndermelerle kol kola ilerlerken Yılmaz'ın senaryo şemasının da değişmediği görülüyor. Hokkabaz'ın veya Her Şey Çok Güzel Olacak'ın dışarda kaldığı bu şema, uzayda, taş devrinde, vahşi batıda, şimdi de sinema sektöründe yer alan tür klişelerini yerel esprilerle, güncel göndermelerle, o yıllarda çocuk olmanın bıraktığı izlerle harmanlayıp ana gövdeye monte etmeyi kapsıyor. Cem Yılmaz filmlerinin çekirdek oyuncu kadrosuna yapılan Tülin Özen, Çağlar Çorumlu ve Cengiz Bozkurt takviyesi olumlu sonuçlar verse de filmin parlayan yıldızı, yıllarca elindeki senaryoyu filme çekememiş "loser" yönetmen Ahben Sonel rolüyle Zafer Algöz bana göre. Gerçi bir kaybeden olduğunu çok fazla hissettirmeyecek derecede renkli, hatta dünya çapında bir senaryo içinde hayal edilecek kadar gözde bir karakter. Filmin sonunda izlediğimiz Şahikalar fragmanı ise, sosyal medyada yarattığı heyecana kapılmadan sadece fragman olarak kalması gereken hoşlukta.

19 Mart 2015 Perşembe

7 cajas (2012)


Yönetmen: Juan Carlos Maneglia, Tana Schembori
Oyuncular: Celso Franco, Lali Gonzalez, Víctor Sosa, Nico García, Paletita, Manu Portillo, Mario Toñanez, Nelly Davalos, Roberto Cardozo, Jin Hyuk Johnny Kim, Luis Gutiérrez
Senaryo: Tito Chamorro, Juan Carlos Maneglia, Tana Schembori
Müzik: Fran Villalba

Pazar yerinde çekçekçilik yapan 17 yaşındaki Victor, bir başka hamal olan Nelson'un taşıması için anlaştığı kasaları almaya gitmemesi yüzünden tesadüfen bu görevi alır. Hayalindeki kameralı cep telefonunu almak için içinde ne olduğunu bilmediği 7 kasayı kendisine bildirilecek adrese götürmeyi kabul eder. Ama değişen planlar neticesinde kasaların sahipleri polise yakalanmadan Victor'u bulmak zorundadırlar. Hasta oğlunu tedavi ettirmek için paraya ihtiyacı olan Nelson da tehlikeli bir çete kurarak kasaların peşine düşer. Ne olursa olsun kasaları koruma talimatı alan Victor ve ona yardımcı olan arkadaşı Liz kendilerini zorlu bir macera içinde bulurlar.

Juan Carlos Maneglia ve Tana Schembori ikilisinin Tito Chamorro ile birlikte senaryosunu yazıp yönettikleri Paraguay yapımı 7 cajas, Toronto, Miami, San Sebastián, Seattle, Palm Springs gibi festivallerden ödül ve adaylıklar kazanmış bir yapım. Çok iyi ayarlanmış temposu içinde eğlenceli, dramatik ve gerilimli anlar barındıran film, kasalarda saklanan şeyin perde arkasıyla, Victor'un kasaları teslim etme sürecinde yaşadıklarının paralel götürüldüğü kurgusuyla kendini ifade ediyor. Bu dengeli tempo / kurgu düzeni içinde Paraguay'ın ayakta durmaya çalışan yoksul kesiminden suretlerle karşılaşıyoruz. Geçim derdindeki çalışanlar, polis, mafya, kendi küçük çetelerini oluşturan dışlanmış sistem bireyleri ve teknolojik gelişmelerle ilkel yaşam şartlarının iç içe geçmişliği filmin harcında kendine yer buluyor.

Kameralı cep telefonlarının popülerleşmeye başladığı bir dönemin ekonomik sıkıntılar içindeki işçi sınıfını yansıtırken gereksiz istismarlara sapmayan yönetmenler, bu yansımayı filmin hikaye örgüsüne monte etmeyi başarıyorlar. Victor ve Liz arasındaki sevimli ilişkinin bu hengame arasında varlığını hissettirmesi de gayet yerinde. Gittikçe yükselen tansiyonun finalde yol açtığı karmaşa, filmin kara mizah tonunu biraz daha koyultsa da, 7 cajas sırf finali yüzünden kendini inkar eden filmlerden değil. Genç oyuncular Celso Franco ve Lali Gonzalez, bazen amatör ve karikatürize kalan diğer oyunculuklara nazaran sürükleyici becerileriyle filmi sırtlıyorlar. 7 cajas, düşük bütçesine rağmen kazandığı uluslararası başarıyla (o uluslararası normlardan da beslenerek) Paraguay sinemasına dikkat çeken iyi bir yapım.

13 Mart 2015 Cuma

'71 (2014)


Yönetmen: Yann Demange
Oyuncular: Jack O'Connell, Sam Reid, Sean Harris, Richard Dormer, Paul Anderson, Charlie Murphy, David Wilmot, Killian Scott, Martin McCann, Barry Keoghan, Babou Ceesay, Jack Lowden
Senaryo: Gregory Burke
Müzik: David Holmes

Kuzey İrlanda sorununun sürdüğü 1971 yılında kaynayan bir kazan durumundaki Belfast, cinayet, bombalama ve ayaklanmalarla çalkalanmaktadır. Aldığı istihbarat sonucu bir ev baskını yaparak bölgedeki IRA sorumlularının silahlarını ele geçirmek isteyen İngiliz ordusuna ait bir birlik, kontrolden çıkan bir sivil ayaklanmayla karşılaşır. Bu birlikte görev yapan iki asker, çıkan karışıklıkta geri çekilmek zorunda kalan birlik tarafından unutularak öfkeli halkın arasında kalır. Askerlerden biri militanlarca öldürülür. Genç asker Gary Hook ise kaçmayı başarır. Bu tehlikeli ortamda tek başına kalıp kaçak durumuna düşen Gary, hem IRA militanları, hem İngiliz kuvvetleri tarafından acilen bulunması gereken bir hedef haline gelmiştir.

Gregory Burke'ün senaryosunu yazıp Yann Demange'ın yönettiği '71, Kanlı Pazar'dan bir yıl öncesinde, 1971 sonbaharında geçen bir film. 2002 tarihli Bloody Sunday'in aksine kurmaca bir senaryo da olsa, tanıklar ve belgelerle kanıtlanmış IRA ve İngiliz sivil ordu yetkililerinden oluşan Military Reaction Force (MRF) arasındaki karmaşık ilişkileri cesurca yansıtmasından ve bunu gerçekçi bir dille işlemesinden ötürü değerli bir film. Gerçekten buna benzer bir kaybolan asker hikayesi yaşanmış mıdır bilmiyoruz. Ancak bu hikayeyi düşman taraflar arasındaki karanlık ilişkileri gözler önüne sermek için çıkış noktası haline getirme fikri çok zengin bir politik gerilim malzemesi barındırıyor. Bu gerilim, sahada kaybolmuş bir asker üzerinden okununca aksiyon da kaçınılmaz hale geliyor. Ama bu aksiyonu abartısız bir kedi fare oyunu şeklinde, en önemlisi de her iki tarafın da kaybetmeye mahkum olduğunu dile getirir sertlikte yansıtmak filmin ciddiyetini keskinleştiriyor.


Yetimhanedeki küçük kardeşiyle ilgilenmesi dışında Gary Hook hakkında fazla birşey bilmememiz bizi ona yabancılaştırmıyor. Tam tersi, bu sayede baştan kurulan sempati ve kargaşa sonrası kaçak durumuna düşmesinin yarattığı empati ile Gary'yi benimsemek hiç zor olmuyor. Az konuşan, ne istenirse sorgulamadan yapan, şansı ve şanssızlığı birarada yaşayan Gary'nin bu sıradanlığından insani kaygılara ulaşmak onu baskıcı sistemin dışında bir birey haline getiriyor. Filmin zaten Kuzey İrlanda sorununun haritasını çıkarmak gibi bir niyeti olmadığından, elindeki bu bireysel hayatta kalma mücadelesini IRA - MRF arasındaki düşmanlığın perde arkasını yansıtmak yönünde kullanması, özel çaba gerektirmeyecek kadar zekice. Militanların elinden kaçtığı için IRA'nın, görmemesi gereken bir şeye tanık olduğu için de MRF'in hedefi haline gelen Gary'nin yırtıcı hayvanlarla dolu bu ormandan kurtulabilmesi için ihtiyacı olan şansı da senarist Gregory Burke sağlıyor. Bu şans, bir türlü mermisi bitmeyen silahtan kaçarken veya etkileyici patlama sahnesi dışında çok fazla göze batmıyor.
 
This Is England, Eden Lake, Harry Brown gibi filmlerle başarılı ısınma turları atan genç oyuncu Jack O'Connell, Starred Up ve Unbroken ile birlikte yine zorlayıcı bir başrolün altından başarıyla kalkıyor. Fiziksel olduğu kadar zihinsel anlamda da büyük bir efor gerektiren bu üç performans arasında belli bir kıyas yapmak doğru olmasa da, film olarak '71 diğerlerine nazaran daha gergin ve ayakları yere sağlam basan bir ton tutturmuş denebilir. Tabii farklı yorumlar olacaktır. Oscar kurnazı Unbroken ve çarpıcı bir baba - oğul hikayesini hapishane klişeleriyle birleştiren Starred Up kendi popüler kulvarlarının temsilcilerinden. Oysa '71, In The Name Of The Father (1993) ve Bloody Sunday (2002) gibi güçlü yapımların ortak coğrafyasında unutulmaması gereken politik bir geçmişin örselediği bireylere odaklanan özel bir kulvara dahil.

8 Mart 2015 Pazar

Begin Again (2013)


Yönetmen: John Carney
Oyuncular: Keira Knightley, Mark Ruffalo, Hailee Steinfeld, Catherine Keener, Adam Levine, James Corden, Yasiin Bey, CeeLo Green
Senaryo: John Carney
Müzik: Gregg Alexander

2006 yılında yazıp yönettiği Once ile harika bir bağımsız müzikal drama imza atan İrlandalı John Carney, aradaki 1-2 önemsiz işi saymazsak Begin Again ile uzun bir ara sonrasında müzik temalı muğlak romantizm esintilerine geri dönüyor. Yıllarını verdiği müzik sektöründe yapımcı ortağı Saul ile anlaşmazlığa düşerek kurdukları şirketten ayrılan Dan ve popüler müzisyen sevgilisi tarafından aldatılan, kendisi de amatör ruhlu bir müzisyen olan Gretta'nın yollarının kesişme hikayesi olan Begin Again, Once ile fiziksel görünümleri ve bazı huyları farklı iki kardeş gibiler. Zor da olsa Begin Again ile ilgili bir yazının Once'ın  gölgesinden kurtulması gerek. Aksi taktirde bazı noktalarda ister istemez puanı kırılacaktır.

John Carney, bu kez daha bütçeli, daha yıldızlı, daha hareketli ve Amerikalı bir filmle karşımızda. Bunu bilerek yeni bir Once beklemek yersiz. Kaldı ki Begin Again'in kendi kendine iyi bir film olduğunu anlamak için ana akım sinema modunda izlenmesi uygun olur. Bu sayede o türün üzerine çıktığı anların tadına varmak daha da kolaylaşacaktır. İş ve özel hayatları sorunlu (ki bu sorunlu ifadesi Amerikan filmlerinde bazen içi boşaltıldığı için "keşke biz de böyle sorunlu olabilsek" dedirtebilir) iki müzisyenin müzik sayesinde hayata tutunma, hayattan keyif alma gayretleri Carney'nin sevdiği bir konu. Ama burada Once'tan farklı olarak, müziğin amaçlara ulaşabilmek için bir araç muamelesi gördüğü anlar daha belirgin. Yine de Gretta'ya albüm yapma amacı etrafında toplanmış bir grup müzisyenin gerilla yöntemlerle New York'un tanınmış mekanlarında kayıtlar yapması fikrinin orijinalliği (gerçi bunu daha önce yapmış gerçek müzisyenler de var), bu araç olma sevimsizliğini ortadan kaldırıyor.


John Carney, bu müzikal ve dramatik çevre düzenini kurarken "bir yıldız doğuyor" hikayesini özgürlük anlamında "bir birey doğuyor" ile dengelemekte çok başarılı. İyi anlaşmalarına rağmen ünlü erkek arkadaşının gölgesinde kalan, sonra da aldatılan Gretta'nın batmak üzere olan yapımcı Dan ile kayıtlar yapma süreci filmin en eğlenceli anlarını oluşturuyor. Bu sürece adı bir türlü konamayan romantik bir boyut katmak da filmi o kanalda zinde tutmayı başarıyor. Mesela Dan ve Gretta'nın çift çıkış sağlayan bir kablo yardımıyla telefonlarındaki şarkı arşivini New York sokaklarında paylaştıkları sahneler, filmin duygusal yapısında müziği önemli bir konuma koyan orijinallikte. Gretta'yı ilk kez sahnede şarkı söylerken gören Dan'in onun performansını diğer enstrümanlarla hayal ettiği sahne de öyle. Fakat çoğunlukla dramatik yapılanmada beliren bazı unsurlar, yer yer filmi dağınıklaştırıyor. Örnek olarak, Dan'in sözde asi kızı Violet ve boşandığı eşi Miriam, sırf Dan dul bir baba gibi görünsün, öyle davransın diye var olan özelliksiz karton karakterler. Gretta cephesinde ise oyuncu olmayan Adam Levine'ın yarattığı ikna sıkıntısı ve Keira Knightly ile kimya uyuşmazlığı göze batıyor.

Her ne kadar Once ile karşılaştırmak istemesek de, müzik kalitesi yönünden Begin Again, Once'ın çok gerisinde diyebiliriz. Knightly'nin seslendirdiği iki şarkı haricinde, Once'ın yağmur bulutları yüklenmiş o İrlanda folk rock ruhunun filme doğrudan sirayet eden hüznü / coşkusu / tutkusu Begin Again'de yok. Müzik odaklı bir John Carney filminin soundtrack'i için vasat Amerikan pop rock şarkıları yazılması da tam bir hayalkırıklığı. Oyunculuk yönünden de nasıl biliyorsanız öyle olan birer Mark Ruffalo ve Keira Knightly mevcut. Bu tip göreceli pozitif ve negatif özelliklerine karşın özellikle müzikal anlarıyla keyifli (ama bence kalıcı olmayan) bölümler sunan, ayrıca basmakalıp bir Hollywood finaline yüz vermeyen Begin Again, görülmesi zaman kaybı sayılmayacak bir film.

3 Mart 2015 Salı

It Might Get Loud (2008)


Yönetmen: Davis Guggenheim

An Inconvenient Truth ile 2006 yılında En İyi Belgesel Oscar’ı kazanan Davis Guggenheim, bazı dizi bölümleri ve birkaç ses getirmeyen film dışında pek bilinen bir isim değil. Hatta An Inconvenient Truth’dan önce oyuncu Elisabeth Shue’nun eşi olarak daha fazla tanınıyordu. 23 Ocak 2008 tarihinde The Edge (U2), Jimmy Page (Led Zeppelin) ve Jack White (The White Stripes) üçlüsü, ustası oldukları gitar üzerine hem iki lafın belini kırmak, hem de beraberce bir şeyler tıngırdatmak üzere bir araya geliyorlar. Davis Guggenheim da bu üçlü için tarihi değer taşıyan buluşmayı filme alıyor. Aslında sırf bu buluşma spontane biçimde filme alınsa, o bile çok değerli olurdu benim için. Fakat Guggenheim, üç farklı kuşağı temsil eden üç gitarist ile çok daha fazlasını hedeflediğini belli ediyor. Arşiv görüntüleri, solgun fotoğraflar, müzikal kökler, tarihi gerçekler, samimi itiraflar, dönüm noktaları ve nefes kesen müzikal anlardan derlenen harika bir kurguyla müzik tarihinde kısa (zaten uzunu filmlere sığmaz!) ama etkileyici bir yolculuk sunuyor.

İlk başta tamamen gitar odaklı bir belgesel imajı yaratılsa da, aslında bu üç insanı geçmişlerinden bugünlerine müzikal bir fenomen olarak izleyen bir yapım It Might Get Loud. Onların bir zamanlar ne kadar sıradan insanlar olduklarına, fakat içlerindeki müzik (gitar) tutkusunun önüne geçilemez gücü sayesinde nasıl birer ikona dönüştüklerine dair, hem müzikal, hem de dramatik yönü çok kuvvetli bir anlatım yolu izliyor. Bunu yaparken “içinizdeki azmi keşfedin, ışığı kaybetmeyin, uyuşturucudan uzak durun, çok çalışın” gibi binlerce öğreten adam mesajından uzak durup, yalnızca bu üç hayatın günümüze gelişi ile alâkadar oluyor. Zaten gereken mesajlar, onların hikâyelerinin içinde öylece duruyorlar. Üstelik hiç de sömürü sayılmayacak yoğun bir duygusallıkla. Bu duygusallık, onların star duruşlarının ardında yatan gerçek kişiliği ortaya çıkarırken, gitar tutkusu ve müzik yapma arzusunun hayatlarının hiçbir döneminde solmadığının altını çiziyor. Böylece ideali veya mesleği ne olursa olsun, tevazusundan ödün vermeyen, tutkuyla bağlı olduğu uğraşını ticari bir kazanç kapısı değil, hayatının kopmaz bir parçası olarak gören, nereden geldiğini unutmayan bir insan olmanın önemi daha da belirginleşiyor.


It Might Get Loud, 1975 doğumlu John Anthony Gillis, yani bildiğimiz adıyla Jack White'ın bir tahta parçası üzerine birkaç çivi çakıp, bir kola şişesi üzerine bir tel gererek gitar yapmasıyla başlıyor. Bu aynı zamanda White'ın belgesel genelinde görülen sadeliği ve gerçekliği savunan duruşunun yansıması. Teknolojinin duygu ve gerçekliği öldürdüğünü söyleyen White, hangi meslekte olursa olsun kullanım kolaylığının önemini dile getirerek, herkesi gitar yapabileceğini, herkesin gitar çalabileceğini anlatmaya çalışıyor. Jack White, 10 kardeşten en ufağı ve Detroit'in ekonomik sıkıntılar içinde ayakta durmaya çalışan kalabalık ailesi içinde kendi başına birşeyler başarmak adına çalışmak zorunda kalmış. 1930'lu yıllar blues müziğinin karanlık zamanlarıyla ruhani bir bağ geliştirmiş, Willie Johnson, Son House gibi efsanelerden hiç kopmamış bir adam. Hiçbir zaman gitar çalmak istemediği halde, bir döşemecide yanında çalıştığı Brian Muldoon ile birlikte işten sonra müzik yapmaya başlıyor. Hatta birlikte The Upholsterers adıyla üç şarkılık bir EP yapıyorlar. İki kişilik Flat Duo Jets grubunun üzerinde bıraktığı etkinin müzikal kariyer edinme yönünde hayatının dönüm noktası olduğunu öğreniyoruz. Tüm bu gerçek hayat kesitleri, daha başka samimi itiraflarla bütünleşerek Jack White gibi usta bir müzisyenin ve (hiç öyle görünmek istemese de) bir rock'n roll yıldızının aslında içimizden biri oluşundaki normalliği yansıtıyor.

1961'de doğan David Howell Evans ya da U2'nun Bono'dan sonraki fenomen ismi The Edge de belgeselde kendi müzikal yolculuğunu kısa pasajlarla anlatıyor. Jack White henüz 1 yaşındayken kurulan U2 bünyesinde hala lise arkadaşlarıyla müzik yapan The Edge sayesinde 70'lerin ortalarında ağır ekonomik bunalımlarla, daha sonra büyük yıkıma sebep olan terörle kuşatılan Dublin'e uzanıyoruz. Gençken ümidini hiç yitirmeyen, sahip olduğu gitar çalma yeteneğine sarılan ve başarıya uzanan bir birey olarak onun hikayesi de çok farklı değil aslında. Fakat Jack White'ın aksine gitardan farklı sesler elde etmek için ses üniteleri, yazılımlar ve teknolojik yenilikler kullanmayı seviyor. Şu sıralar hali bana göre içler acısı olan U2'nun 80-90 arası en verimli olduğu 10 yıllık dönemdeki müziğini karakterize eden en önemli unsur The Edge'in gitarıydı. Zamanla yeni teknolojik arayışlara ve oyuncaklara yönelen The Edge, ne yazık ki The Joshua Tree dönemine bir daha asla dönemedi. Ama geçmişine olan duygusal bağları ve mütevazi çalış tekniğiyle geçen yıllara, devasa şan ve şöhrete rağmen onun da ekrana yansıyan samimiyetinden en ufak bir kuşku duyulmuyor.


Ve 1944 yılında dünyaya gelen James Patrick Page, yani yaşayan gitar efsanelerinden Jimmy Page...  The Edge henüz 5 yaşındayken kurulan tüm zamanların en iyi rock grubu Led Zeppelin'in gitaristi, Stairway To Heaven, The Immigrant Song, The Battle Of Evermore, Achilles Last Stand ve daha nicesini besteleyen adam. Geçmişi ve tecrübesi hepsinden daha yoğun olan Page'in müzikal yolculuğundan rahatlıkla ayrı bir belgesel çıkabilirdi. Karizmatik ak saçlarıyla eşsiz bir gitar bilgesi olmasına rağmen, bu belgesel onu da tüm tevazusuyla perdeye yansıtıyor ki, en anlamlı yansıma onunki oluyor kanımca. Genç yaşlarında bir folk müzik formu olan skiffle çalarken ilk ekranda göründüğü TV programında "gelecekte biyolojik araştırmalar yapmak istiyorum" diyen, ama sonrasında bir türlü müzik yapmaktan kopamayan, birkaç lokal müzik grubu ve stüdyo müzisyenliğiyle kendini iyice pişiren Page, bu belgeseli daha da anlamlı kılan en önemli unsur kesinlikle. Stüdyo müzisyeni iken film müziğinden reklam jingle'ına ne varsa çalsa da, sonra yağlı boya tekniklerine, figür çizimlerine, grafik tasarımına, heykeltraşlığa yönelse de bir noktadan sonra artık kendi müziğini yapmak istiyor ve 1963'te Yardbirds ile yola çıkıyor. Ama asıl 5 yıl sonra başlayan Led Zeppelin macerası rock tarihinin en mühim kırılma noktalarından birini oluşturuyor. Page'in Zeppelin dönemine ait çok detaylı olmasa da içtenlikle yaklaşımlarının da yer aldığı belgesel, asıl konusundan çok da uzaklaşmadan daha çok onun gitara gitar merkezli müzikal dönemeçlerine odaklanıyor.

Bu üç müzisyenin Detroit, Dublin, Londra üçgeninde şekillenen sosyal köklerini, dinamik mızıka mikrofonu (Jack White), özel yazılımlar ve pedallar (The Edge), iki boyunlu gitar (Jimmy Page) gibi farklı arayışlarını ve beslendikleri kaynaklara olan sadakatlerini aynı belgesel içinde görebiliyoruz. Bu sadakati, bu bitmeyen öğrenme hevesini Jack White'ın eski bir folk şarkısı olan Froggy Went a-Courting'i diğer iki gitariste dinletirken ya da Jimmy Page'in Link Wray bestesi Rumble çalarken verdiği heyecanlı tepkilerden anlamak çok kolay. Aynı şekilde Page'in Whole Lotta Love girişini çaldığı sırada White ve The Edge'in ona bakışlarındaki hayranlıktan da anlamak mümkün. Gitaristlerin şiirsel ifadelerini, şık benzetmelerini estetik görüntülerle birleştiren Davis Guggenheim, üçlünün keşke daha uzun sürseydi dediğimiz sohbetleri ve canlı performanslarıyla derlediği belgeseli tadında bırakarak artık bu insanlara biraz daha farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor. Ayrıca Jimmy Page'in "6 tel var ama herkes farklı çalıyor" şeklinde özetlediği, aşka ve orgazma uzanan benzetmelerin yapıldığı gitar enstrümanına bu farklılıkların ve sınırsız benzetmelerin sembolize hali olarak bakmak da kolaylaşıyor. Bas gitar ve davul için de buna benzer belgeseller çekilse ne güzel olur diye düşündürüyor.