30 Ekim 2011 Pazar

In The Bedroom (2001)


Yönetmen: Todd Field
Oyuncular: Tom Wilkinson, Sissy Spacek, Marisa Tomei, Nick Stahl, William Mapother, William Wise, Celia Weston
Senaryo: Robert Festinger, Todd Field, Andre Dubus
Müzik: Thomas Newman

Küçük bir balıkçı kasabasında doktorluk yapan Matt (Tom Wilkinson) ve okul korosunu çalıştıran karısı Ruth'un (Sissy Spacek) üniversite öğrencisi oğulları Frank (Nick Stahl) ile birlikte sürdürdükleri mutlu bir yaşamları vardır. Frank kasabada yaşayan iki çocuklu, dul Natalie (Marisa Tomei) ile aşk yaşamaya başlar. Önceleri bunun geçici bir heves olduğunu düşünen Matt ve Ruth, oğullarının Natalie yüzünden okulunu bırakma kararı alması üzerine Frank'i engellemeye çalışırlar. Ancak Frank bu konudaki kararını değiştirmemekte ısrarlıdır. Natalie'nin sorunlu biçimde ayrıldığı eski kocası Richard, Frank'i kendi evinde Natalie'yle birlikte bulduğunda öfkelenip saldırganlaşır ve Frank'i yaralar.

Oyunculuk kariyeriyle yazar ve yönetmenlik kariyerini bir arada götüren Todd Field, yönetmen olarak ilk ses getiren çıkışını yaptığı In The Bedroom ile 2002 Oscar’larında En İyi Film ve Senaryo başta olmak üzere, üç önemli oyuncu ödülüne de aday olmuştu. Yetişkin bir evlada sahip Fowler çiftinin mutlu yaşantısı, trajik bir kırılma noktasıyla yerle bir olunca yaşananların gerilimi yükseltmesi, üstelik filmin bu gerilimi genel anlamda sakin bir kalıp içinde ele alması tam bir anlatım başarısı taşımakta. Bir yanıyla naif bir aile dramı gibi ilerlerken, bir yanıyla da kabına sığmaz intikam duygusunu bir kaba koyma ihtiyacının yarattığı ikilemleri seyirciye geçirmekte zorlanmıyor.


In The Bedroom, görünenin ötesine geçmeden kötülük ve onun ne şekilde cezalandırılması gereğine kafa yoruyor. Bu suç ve ceza pratiğine bakışında vardığı illegal sonuçlar, kişiyi bir dişe diş basitliğinden öteye, vicdan ve adalet duygusunun kendine has yasalarına sahip olma zorunluluğuna kadar götürebiliyor. Belki de kağıt üzerinde hiç yasalaşmayacak bu kendine has yasaların doğa kanunlarına olan yakınlığı, bir balık tuzağı olan “bedroom”un işleyişinin filmin adalet anlayışına ilham vermesini anlamlı kılıyor. Evlat acısı gibi insanlar için dayanılmaz trajedileri belki de hergün yaşayan doğanın tepkisizliğini, huzuru bulmak adına o doğanın kurallarıyla oynamaya karar veren insanoğlunun tepkisiyle iç içe geçirmeyi başarmış filmlerden birisi In The Bedroom. Doğanın kontrol edilemez ama tuzakların kontrol edilebilirliğinin farkındaki insanın, her şeyi kontrol altında tutma isteği de öne çıkıyor filmde. Aşırı kontrolcü ebeveyn davranışlarının ileride çocuğun vereceği hayati kararlara ve sorumluluk bilincine vereceği hasarları da satırları arasına ekliyor.

Filmin Oscar adayı da olan üç oyuncusu Tom Wilkinson, Sissy Spacek ve Marisa Tomei, ölçülü olduğu kadar dizginlenmesi güç karakter plânlarını başarıyla uyguluyorlar. Özellikle Wilkinson ve Spacek’in karşılıklı sahneleri oyunculuğa yeni başlayanlar için olduğu kadar, performans sanatına değer veren seyirciler için de müthiş anlar. Hiç konuşmadıkları ya da birbirlerine bağırdıkları anlarda bile aynı etkiye sahipler. Böyle oyuncularla çalışmak sadece Todd Field’a değil, olabilecek en usta yönetmene bile büyük kolaylıklar sağlar. Ama In The Bedroom’dan sonra 2006’da Little Children ile de Oscar’a ve daha birçok ödüle aday olması, oyunculuk kariyeri daha baskın olan Todd Field’ı güvenilir yönetmenler statüsüne taşıdı.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Until The Light Takes Us (2008)


Yönetmenler: Aaron Aites, Audrey Ewell

Aaron Aites ve Audrey Ewell ikilisinin iki yıl boyunca Norveç’te ikâmet ederek çektikleri Until The Light Takes Us, Norveç Black Metal sahnesinin kilit isimleri etrafında şekillendirilen etkileyici bir belgesel. Burzum ve Mayhem gibi iki gruba öncülük etmiş Varg "Count Grishnackh" Vikernes ile, Darkthrone grubunun lideri Gylve "Fenriz" Nagell’a yoğunlaşan film, sadece bu ayrıksı müziğin değil, onun sosyal ve kültürel etkilerinden ve tuhaf biçimde giderek popülerleşmesinden bahsediyor. Black Metal’in kuruluş ve gelişim aşamasında çok etkin rol oynamış ve halen yaşayan bu iki ismin yanında, artık birer alt kültür efsanesi olmuş başka ilginç figürlerin ürkütücü hikâyelerini de ayrıntılarıyla öğrenme fırsatı sağlıyor. 90’lı yılların başında kilise kundaklamaktan cinayete kadar uzanan bir arka plâna sahip Norveç Black Metal’in bu bayrak olmuş isimleri önderliğinde, kapsamlı bir Black Metal belgeseli izleyeceğimizi düşünürken, daha spesifik olaylarla farklı bir bakış açısı benimsemiş, bu yüzden çerçevesini biraz daraltmış bir filmle karşılaşmak hayal kırıklığı yaratabilir. Yine de Varg Vikernes ve Gylve Nagell’ın kaybedecek hiçbirşeyi olmayan bir ruh haliyle yaptıkları yorumlar, filmin belgesel değerini zedelemiyor.

1993’te bir tartışma sonucu Mayhem’de gitar çalan grup arkadaşı Øystein "Euronymous" Aarseth’i bıçaklayarak öldürme ve üç kilise yakma suçlarından 21 yıl hapis cezasına çarptırılan Vikernes ile hapisanede yapılan çekimlerin önemli bir parçasını oluşturduğu belgeselin esas amacının da bir Black Metal tarihi anlatmak olmadığı anlaşılıyor. Vikernes ile hapiste, Nagell ile Oslo ve Bergen’de yapılan çekimlerin paralel kurgusunun arşiv görüntüleriyle zenginleştirildiği klâsik anlatım, Euronymous cinayetine ve kilise yangınlarına zemin hazırlayan Norveç Black Metal ortamının 90’lara uzanan sürecini bu ikili ve onların küçük çevresi dışına çıkmayan şekilde ele alıyor. Hapiste bulunan Vikernes’in yaptıklarının arkasında duran “normal” tavrı, halen aktif müzik hayatını sürdüren Nagell’ın tedirgin, güvensiz ve entelektüel kaygılar taşıyan kafası güzel samimiyetsizliği kameralara aynen yansıyor.


Hapiste yapılan çekimlerde kapitalist düzen, din ve müzik konusundaki fikirlerini dinlediğimiz Varg Vikernes, McDonalds’ın camlarını kırmaktan kilise kundaklamaya varan anarşist duruşunu gururla ifade ederken, Norveç’in kendine ait dinlerinin, Yahudiliğin bir uzantısı olarak gördüğü Hıristiyanlığın gelmesiyle birlikte yok edildiğini, hatta modern dünyamızda bütün problemlerin kaynağının Hıristiyanlık olduğunu dile getiriyor. Bunları dile getirirken soğukkanlı, pozitif ve yaptıklarından pişmanlık duymayan bir tavır içerisinde bulunması, Euronymous’u öldürdüğü anları anlatırken de bunlara ek olarak biraz heyecanlanması gözlerden kaçmıyor. Her şeye rağmen duraksamadan anlattığı o dehşet anlarını kafasında tekrar yaşaması ve “böyle olsun istememiştim ama oldu bir kere” ifadesi de yakalanabilir. Bilinen ilk Black Metal gitar riffini bulan, kilise yakma olayları patlak verdikten sonra bu olaylarda fiilen yer almaktansa yeni yetmeleri azmettiren, Mayhem’in 88-91 arasında vokalini üstlenen Per Yngve "Dead" Ohlin’in intiharından sonra cesedi ilk gören olarak polisi aramak yerine önce dağılmış beyin fotoğrafını çeken, sonra da o fotoğrafı albüm kapağı olarak kullanan Euronymous, belgeselin çoğu bölümüne ürkütücü bir gizem katıyor.

Belgeselle ilgili bir diğer nokta da, görüntü sanatçısı Bjarne Melgaard’ın Black Metal ve türevlerinin görsel çekiciliklerine dikkat çekmesi. Zaten pek çok insan için işin müzik yönünden önce bu şov yanı ve çeşitli referansları bulunan korku-gerilim-vampir-kurtadam vs. ürkütücülüğünün yarattığı çekicilik ve sanatsal doku önce geliyordu. Melgaard’ın Norveçli ekspresyonist ressam Edward Munch’ün meşhur tablosu Çığlık ile bu grupların albüm kapakları için belirledikleri imgelerin akrabalığına vurgu yapması da önemli. Onun Black Metal fotoğraf ve pop-art sergisi olarak başlayan, ortalığın yangın yerine döndüğü bir performans gösterisiyle biten şovu da bu çekici görsellikten nemalanan türde. Ama Black Metal’i asıl ticari yapan unsur ise, 90’ların başındaki kilise yangınlarının ardından medyada yükselen “satanist” tanımlarıydı. Reklâmın kötüsünün de reklâm olduğu gerçeği, aslında Varg, Gylve veya Euronymous’dan hiçbirinin satanist olmadığı, ama özellikle Euronymous’un gaza getirdiği kilise kundaklayan yeniyetmeler sayesinde ihalenin Varg’a kaldığı gerçeğinden çok daha güçlüydü.


Aaron Aites ve Audrey Ewell, ülkelerindeki Helvete adındaki köhne bir müzik dükkânından çıkıp bir fenomene, büyük paraların döndüğü bir pazara dönüşen Black Metal olgusunun hem yakın tarihine bakıyor, hem de bu fenomenin baş aktörlerinin bireysel hesaplaşmalarından ve toplumsal reddedişlerinden doğan bir dizi polisiye olayın izini başarıyla sürüyor. Tüm bunların yanında bu aktörlerin özel olarak satanizm diye bir şey yaratmak için çabalamadıklarını, ama medya sayesinde afili bir kimliğe bürünen ve aşırıcılığa hevesli gençler tarafından kendi modasını meydana getiren satanizmin Black Metal’e dönüştüğünün altını çizerek sessiz fakat güçlü bir yazılı ve görsel basın eleştirisi de içeriyor. Bazı şeyler ne kadar gizli kapaklı kalırsa o kadar zararsız olur. Buna Varg ve Gylve’nin birgün Helvete’de mısır gevreği üzerine sohbet ederlerken içeri heavy metalci gençlerin girmeleri üzerine susmaları güzel bir örnek olabilir. Belki de herşey orada, mısır gevreğinde kalmalıydı.

23 Ekim 2011 Pazar

Dom zly (2009)


Yönetmen: Wojciech Smarzowski
Oyuncular: Arkadiusz Jakubik, Marian Dziedziel, Kinga Preis, Bartlomiej Topa, Robert Wabich, Robert Wieckiewicz, Krzysztof Czeczot, Eryk Lubos, Lech Dyblik, Marcin Juchniewicz, Grzegorz Wojdon
Senaryo: Wojciech Smarzowski, Lukasz Kosmicki
Müzik: Mikolaj Trzaska

1982 kışında Polonya’nın ücra bir kasabasında bir grup polis, bir savcı, iki sivil ve bir suçludan oluşan ekip, dört yıl önce Dziabas ailesinin vahşice katledilmesinin ardındaki esrarı aydınlatmak için tatbikat yapmak üzere onların çiftlik evine giderler. 1978 sonbaharında karısının ölümünden iki yıl sonra Devlet Çiftliği’nde zooteknisyen olarak işe başlamak üzere yola çıkan Edward Srodon, dağlık bir bölgede otobüsün arızalanmasıyla yola yayan devam ederken yağmura yakalanır ve en yakın çiftlik evine sığınır. Katil zanlısı Srodon, burada çiftçi Zdzislaw ve ondan biraz daha genç karısı Bozena ile yaşamaktadır. Filmin ilk ayağı, bu uzun geceyi, ikinci ayağı ise dört yıl sonrasında olay yerinde Srodon’a yaptırılan tatbikat esnasında yaşananları anlatmakta. Bu sayede dört yıl arayla birbirine trajik biçimde bağlanacak iki hikâyeyi iç içe geçmiş bir kurguyla izlemeye başlarız.

Senaryosunu Wojciech Smarzowski ve Lukasz Kosmicki’nin yazdığı, Smarzowski’nin yönettiği Dom zly, karanlık atmosferi ve özellikle ikinci yarısıyla hareketlenen temposuyla sağlam bir kara film örneği. Yarattığı salaş gerçeklik, 1982 Polonya’sının siyasi çalkantılarının devlet kurumları, onları temsil edenler ve sivil halk üzerinde yarattığı baskının neden olduğu türlü yozlaşmalarla kendini göstermekte. 1978 yılına ait bir cinayet davasının izini 1982’de sürmeye çalışan polis ekibinin, olayın geçtiği çiftlikte yürüttüğü tatbikatı ve olay gecesinin ayrıntılarını ustaca karıştıran kurgu, filmin ilk yarısında temposunun ağırlığıyla fazla dikkat çekmiyor. Aslında diyalog yönünden oldukça zengin bu tempo, hem lokal sohbetler, hem de dönemin boğucu sosyo-ekonomik ikliminin yarattığı kamusal çürümüşlüklere yapılan vurgular yüzünden asıl konusundan uzaklaşır görünüyor. Durup dinlenmeden votka içen karakterlerin sarhoş muhabbetleri de buna bir nebze çanak tutuyor.


Fakat film, o dönemin Polonya’sında alıp yürüyen yolsuzluklara, ekonomik ve sosyal çürümüşlüklere kendi mütevaziliğiyle ayna tutar nitelikte. Birbirinin kuyusunu kazan, üstlerine ispiyonlayan polisler, şantaj yoluyla davaların üstünü örtmeye çalışan, birbirlerini köşeye sıkıştırmaya çalışan emniyet yetkilileri, bir viraja mâledilen şüpheli ölümler, ahlâki çöküntünün neden olduğu şehvet suçları, kaçak içkiler, karaborsa, kuyruklar, filmin polisiye hamuru içine katılmış, hatta o hamuru şekillendiren niteliklere sahip. Polonya ve Varşova film festivallerinde önemli ödüller kazanan film, ilk yarıdaki temposunu giderek arttırarak sabırlı seyirciyi etkisi altına alabiliyor. O seyirciyi ise bana göre olağanüstü bir son 20 dakika bekliyor. Sözünü ettiğimiz birbirine ustaca karıştırılan 78 ve 82 yıllarında yaşananlar arasındaki geçiş süreleri kısalıyor, gerilim artıyor. Ölüm ve doğum, iyi ve kötü, doğru ve yanlış birbirine karışıyor.

Filmin son sahnesinde kamera yerden tepeye doğru yükselmeye başlayınca bembeyaz karlar üzerinde siyah lekeler gibi kalan insanların, kurumuş ağaçların ve “Şer Evi”nin görüntüsü çok çarpıcı bir görüntü yaratıyor. Wojciech Smarzowski, yaptığı siyasi eleştirileri ve anlattığı trajik polisiyeyi kağıt üzerindeki senaryodan, kasvetli film şeritlerine başarıyla aktarıyor. Soğuk, bıkkın ve bunalımlı bir atmosferde bile çok iyi bir iş çıkarıyor. Smarzowski’nin hem senaryo, hem de yönetmenlik açısından esnek bir oyun alanı yarattığı, oyuncuların doğal duruş ve konuşmalarından, iniş-çıkışlarından kolaylıkla hissedilebiliyor. Dom zly, sinema sanatına ihanet etmeyen, hatta henüz ikinci uzun metrajında bazı ustaların ayak izlerini başarıyla takip eden bir yönetmenin filmi.

18 Ekim 2011 Salı

Reservation Road (2007)



Yönetmen: Terry George
Oyuncular: Joaquin Phoenix, Jennifer Connelly, Mark Ruffalo, Mira Sorvino, Sean Curley, Elle Fanning
Senaryo: John Burnham Schwartz, Terry George
Müzik: Mark Isham

Üniversite profesörü Ethan Learner (Joaquin Phoenix), eşi Grace (Jennifer Connelly) küçük kızları Emma ile gece geç vakitte 10 yaşındaki oğulları Josh’ın çello resitalinden dönerlerken aynı saatlerde avukat Dwight (Mark Ruffalo) da oğlu Lucas ile beyzbol maçından çıkmıştır. Bir benzin istasyonunda duran Ethan ve ailesi, arabadan inen Josh’a hızla bir aracın çarpması ile büyük bir şok yaşar. Josh olay yerinde hayatını kaybeder. Ona çarpan ise, oğlunu boşandığı eşine götürmek için acele eden Dwight’dır. Kısa bir tereddüt geçiren Dwight kaçmayı seçer. Oğlunu acı içinde defneden Ethan’ın bu olayın peşini bırakmaya niyeti yoktur. Tesadüf eseri Ethan’ın hakkını aramak üzere başvurduğu avukatlık bürosunda olayı araştırma görevi, yaşadığı olayın şokunu atlatamamış olan Dwight’a verilmiştir.

In The Name Of The Father, The Boxer filmlerinin senaristi, Hotel Rwanda’nın yazar/yönetmeni Terry George filmi Reservation Road, kenarda kalmış ama önemli sosyal meselelerden biri olan vur-kaç kazalara dikkat çekmeye çalışan, trajik bir kaza sonrası huzuru kaçan ailelerin psikolojik durumu kadar, kazanın sorumlusuna da yakından bakan bir dram. Her iki tarafın da yaşadığı zorlukları ele almasına rağmen, neticede tuttuğumuz tarafı değiştirmeye çalışmıyor. Zaten bunu yapmaya ne hakkı, ne de gücü var. Kendi içinde bir yoğunluğu olmasına karşın, bittikten sonra filmin geneli üzerine düşünüldüğünde geriye pek bir şey bıraktığı söylenemez. Tabi Phoenix, Connelly ve Ruffalo’nun samimiyetleri yadsınamaz. Filmi güçlü kılan da, nereye gideceği az çok belli bir adalet-vicdan hesaplaşmasını orta düzey bir dram içinde anlatan örgüsünden ziyade, bu oyuncuların ışıkları oluyor. Yer yer In The Bedroom’u anımsatsa da, onun kalitesinden uzakta bir film.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Source Code (2011)


Yönetmen: Duncan Jones
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Michelle Monaghan, Vera Farmiga, Jeffrey Wright, Michael Arden
Senaryo: Ben Ripley
Müzik: Chris Bacon

Colter Stevens (Jake Gyllenhaal) bir hız treninde uyanır ve oraya nasıl geldiğine dair hiçbir fikri yoktur. Karşısında Christina (Michelle Monaghan) adlı tanımadığı ama belli ki kadının kendini tanıdığı birisi oturmaktadır. Tuvalette kendine sığınacak yer ararken aynada kendi yerine başkasının yansımasını görmesiyle şok olur ve cüzdanında da bir öğretmen olan Sean Fentress'ın kimliği vardır. Aniden trenin içinde büyük bir patlama meydana gelir. Hemen ardından Colter yüksek teknolojili bir tecrit birimine gönderilir ve üniformalılardan Goodwin (Vera Farmiga) onun gördüğü herşeyden haberdardır. Colter Chicago'da bir treni havaya uçuran ve daha binlercesini de öldürmeyi planlayan bombacıyı saatler öncesinden tarif edebilmek için yüksek-önemlikli bir göreve atanır. Çok gizli bir program olan "yaşam şifresi" sayesinde Colter paralel bir gerçeklikte Sean olarak davranabilmektedir. Trene her dönüşünde Colter'ın bombacının kimliğini tanımlayabilmesi için sekiz dakikası vardır. Bombacının ikinci bir büyük eyleminden önce onu yakalamak ancak bu sayede mümkün olacaktır.

2009’da hikâyesini yazdığı ve çektiği Moon ile ilk uzun metrajını izlediğimiz İngiliz Duncan Jones, iki yıl sonra bu kez Source Code ile yavaş yavaş bir tarz oturtma peşinde olduğu sinyallerini veriyor. Gerçi fantastik öğelerle donatılmış senaryosunun filme aktarımı Hollywood’un pek de yabancı olmadığı aksiyon dramlara uzak sayılmaz. Bu açıdan bir öncü değil. Ancak yine benzerlerini gördüğümüz birtakım ayrıksı yapımların izinden giderek gayet ilginç senaryosunun altından büyük ölçüde kalkmasını biliyor. Matrix, Groundhog Day, Minority Report, Deja Vu, Triangle gibi örneklerin uzayıp gideceği, zamanda, paralel evrende, geçmişte, kısır döngünde yolculuk temalı usta yapımları hatırlatan Source Code, baştan sona heyecan yüklü bir izlence yaratmayı başarıyor.


Sürekli aynı yolculuğu, aynı günü, aynı 8 dakikayı yaşayarak bir şeyleri değiştirmeye çalışmanın ilgili filmin sahip olduğu amaçtan farklı olarak ortak bir mantığı var: Zamanın değiştirilemez gücü ve buna bağlı olarak kıymeti bilinmesi gereken bir olgu olduğu. Kahramanlar, ancak içinde kapalı kaldıkları döngü içinde hep aynı rutinleri yaşadıktan sonra bunun farkına varacak kadar bu olguyu umursamazlık içindedirler. Bu durumu bir avantaja çevirip bir kadını kendine aşık etmek veya bir teröristi ele geçirmek mümkündür. Ama bazı şeylerin güzelliği, yalnız bir kere yaşandığında anlamlıdır. Sevdiğimiz birinden özür dileme, onu sevdiğimizi söyleme fırsatını kaçırdığımızda buna geri dönüşümüz olmayabilir ki Source Code, Colter’ın babasıyla yaptığı dokunaklı telefon konuşmasında elde edilmiş bu fırsatı insanî vicdanı doğrultusunda farklı bir biçimde kullanıyor. Tüm o mekanik aksiyon gerilim yapısının temelinde yatanlardan biri de bu insanî mesaj çabası.

Zaten Colter, içine düştüğü tuhaf durum sebebiyle açıklama istediğinde Dr. RutledgeKaynak Kod kuantum mekaniği, parabolik hesaplar içeren karmaşık bir şey. Ölümden sonra aktif kalan yaklaşık 8 dakikalık bir yol. 8 dakikanın dışında Kaynak Kod'da var olamazsın. Zamanda yolculuk sağlamaz, zamanı değiştirir. Paralel bir gerçekliğe erişimimizi sağlar. Oradaki gerçekliğin sürekliliğine müdahale edemezsin” açıklamalarında bulunuyor. Detaya inmiyor hatta “sen anlamazsın” ya da “üzerinde bu kadar düşünme, sadece amacına odaklan” demeye getiriyor ki, aslında filmin kendisi de bize bunu söylüyor. İşte Duncan Jones, sanki özellikle böyle düşünmemizi isteyen senaryolara ilgi duyuyor gibi. Zira Moon’da da benzer bir durumun, yani kocaman bilimsel açıklamalar yapılabilecek fantastik bir öykü bünyesindeki güncel insanî zayıflıkların, çaresizliklerin, hataların izini sürüyordu. Teknik detayların dışında, bilim kurgunun şimdiki zamandan farklı ele alınmayabileceği fikrinin arkasında duruyor. Bilim kurguyu şimdiki zamana hizmet etmesi için kullanıyor adeta. Diğer türlü anlamsızca mantık yanlışlarının peşinde koşmaktan filmin asıl duygusunu kaçırmamız her şeyden önce Duncan Jones gibi tutkulu bir yönetmene haksızlık.


Önce Moon, şimdi de Source Code ile Duncan Jones’un bilim kurgu dram kombinasyonuna olan ilgisi, genel anlamda hiç de acemice değil. Olsa olsa senaryoya ve onun odaklandığı tek bir kahramana olan inancı. Birkaç video filmi dışında ilk ciddi senaryosunda Ben Ripley’nin tasarladığı bu kahraman ve olay örgüsü de Jones’un bu duruşuna uzak değil. Artık belli bir ağırlığı olan yan roller dışında da tek başına bir filmi taşıyabileceğini kanıtlamış Jake Gyllenhaal’ın canlandırdığı Colter Stevens’ın, Moon’daki Sam Bell ile ortak yanlarını fark etmek o kadar da zor değil. Her ikisi de çok zor bir konumda filizlenmiş, çok zor görevler üstlenmiş ve çok zor ikilemlere sürüklenmiş (anti) kahramanlar. Ama belki de Jones’un bu karakterlerin sonları hakkında daha (anti) kaygılı davranması gerekiyor sanki. Çünkü kahramanın olası misyonunu tamamladıktan sonra ulaşacağı sonun ne derece mutlu veya mutsuz olacağı konusunda (yaratılan ve olay örgüsüyle çevrilen karakterin yer aldığı konum da göz önüne alınarak) ticari dürtülerin ötesine geçmeyi başaramayan birtakım sabit fikirleri olduğu söylenebilir. Yine de bu durum, Duncan Jones’un artık “David Bowie’nin oğlu” olarak değil, “Moon ve Source Code’un yönetmeni” olarak anılmayı hak etmesinin önüne geçecek kadar endişe verici sayılmaz şimdilik.

13 Ekim 2011 Perşembe

An Evening with Danny Kaye and The New York Philharmonic (1981)


Şef: Danny Kaye
Müzik Direktörü: Zubin Mehta

Pazar günleri. Sunday demiş gavur. Hep de güneşli olurlar. Geç kalkılır, kahvaltı yapılır, pijamalarla gazete okunur, pikniğe gidilir. Bazı çevrelerce tamir ve temizlik günü olarak da bilinir. Eskiden uyandığımızda Pazar sabahı westernleri veya çocuk komedileri olurdu. Bazıları Danny Kaye komedileriydi. Filmden sonra dışarı çıkar, maç için kim var kim yok dökülmelerini beklerdik. İşin ilginç yanı dökülürlerdi! Cep telefonu, MSN bilmem ne olmadan, sanki filmden sonra sözleşmiş gibi mahalleye düşer, filmin kısa bir yorumundan sonra bir çırpıda eşleşir, kan ter içinde sonuçlanacak maçımızı yapardık. Eve geldiğimizde Cenk Koray ve Güneş Tecelli’nin sunduğu o muhteşem Pazar programlarını izlerdik. Pazar günü banyo günüdür. Ertesi gün okula gidilecektir. Okulun o can sıkıcı atmosferinden bir gün öncesi yaşadığımız, izlediğimiz her şeyin acıklı bir yanı da vardır elbette. Anamızın keselemesiyle temiz temiz son ödev kontrolleri yapıldıktan sonra tek kanalımızda günün maçları ve günün filminden sonra yatağa Cuma günü girdiğimizden farklı bir ruh haliyle gireriz.

Şimdi bandı geri saralım. Şu Pazar westernleri ve komedilerden sonrasına. TRT’de sırada Pazar Konseri ya da o zamanın espirisiyle Pazar Kanseri olurdu. Babama göre çok ısınmasından dolayı TV’nin dinlenme saati, bana ve mahalle arkadaşlarıma göre maç ve bisiklet saati. Hikmet Şimşek üstadın uzun sunumundan sonra, özellikle dışarı çıkılamayan yağmurlu, karlı günlerde bir ömür sürercesine bitmek bilmeyen programa, bir çoğumuza ödev yapma vakti verdiği için minnettar olmalıyız. Ne yapalım, o kültürü alamadık ki! Piyano derslerimiz, adam gibi bir müzik öğretmenimiz, Beethoven, Tchaykowski repertuarlarına erişebilecek teknolojik donanımımız olmadı.


Bu durumu değiştirmeyi denemeye cesaret eden tek kişi, komedyenlerin piri Danny Kaye oldu. Onun klasik müziği çocuklara ve gençlere sevdirme gayreti, özellikle yaptığı muhteşem ötesi The CBS Festival of Lively Arts for Young People şovuyla amacına da ulaştı. Gösterisi hınca hınç doldu. Onun sayesinde bu müziği seven, hatta meslek edinen, kariyer yapan günümüz yetişkinleri var artık. Bu durumu kıskanan yetişkinler de o dönem benzer gösterilerin kendilerine de yapılmasını istiyorlar. Ve bunlardan biri olan An Evening with Danny Kaye and the New York Philharmonic adlı TV programından DVD’leştirilmiş 2,5 saatlik gösteri tam bir klasik müzik-komedi şöleni. Tüm zamanların en eğlenceli klasik müzik tecrübesi, tüm zamanların en matrak orkestra şefi. Su gibi akıp giden 2,5 saat. Espriler, kahkahalar ve çaktırmadan beyinlere kazınan klasik eserler. Çocuklardan sonra büyükleri de tavlayan bir performans. En çok da farklı orkestra şeflerini taklit ettiği, seyircileri de dahil ettiği, orkestrayı yönetirken yaptığı türlü şaklabanlıklar tam seyirlik.

Danny Kaye, Charlie Chaplin ve Buster Keaton’ın sessiz döneminden sonra, komediye yeni standartlar eklemiş bir öncü. Ama bu filmlerin hepsinde hep gözalıcı Kaye kompozisyonları izlemişimdir. Bazı günümüz komedilerinde bana her şey onu hatırlatır. El çabukluğu marifet sakarlıklar, mimikler, danslar, sesli sinemanın komedi klasikleri arasında yer alır. Hep filmlerinden bahsediyoruz ama şöhretini ve Danny Kaye’liğini zirvelerden uzaya taşıyan bir o kadar görkemli TV şovlarını izleyemedik maalesef. Onlar ki gelmiş geçmiş en iyi TV olayları arasında sayılır. Bazı filmleri haricinde onu eskilerden TV’de yakalamışlığım da var. Mesela konuk olduğu Muppet Show ve The Cosby Show hayal meyal da olsa ara sıra zihnimde canlanır. İzlemeyenlere göre kendimi şanslı sayarım. 74 yaşında hayata gözlerini yuman bu adam benim ergenliğimin kahramanlarından biriydi. Eski filmlerine nadiren de olsa rastladığımda bu düşüncemin hiç mi hiç değişmediğini görüyorum. Zamansız bir aktör, zamansız bir insan olmak böyle birşey.

6 Ekim 2011 Perşembe

Les 7 jours du talion (2010)


Yönetmen: Daniel Grou
Oyuncular: Claude Legault, Rémy Girard, Martin Dubreuil, Fanny Mallette, Rose-Marie Coallier, Alexandre Goyette, Dominique Quesnel
Senaryo: Patrick Senécal
Müzik: Nicolas Maranda

Doğum gününe az bir zaman kala kaçırılarak ormanda tecavüz edilip vahşice öldürülen 9 yaşındaki Jasmine’in katili kısa bir süre sonra yakalanır. Doktor olan baba Bruno Hamel ise acısına ve suçluluk duygusuna söz geçiremez. Nakil esnasında plânlı bir şekilde katili kaçırarak onu ormanda bir evin bodrumuna hapseder. Polis ve medyanın bu adamı kendisinin kaçırdığını bilmesini istemektedir. Yaptığı açıklamada ona 7 gün boyunca işkence edecek, son gün ise öldürüp teslim olacaktır. Halk merakla olacakları beklerken, başlarında dedektif Mercure’ün bulunduğu ekip biraz isteksizce de olsa Hamel’i bulup tecavüzcüyü kurtarmak için zamana karşı yarışa girerler.

Teması tecavüz ve işkence olan yapımlar, baktıkları açılara göre çok tartışılmaya gebe örnekler barındırırlar. Kanada yapımı Les 7 jours du talion (7 Days) da hem söyledikleri, hem gösterdikleri ve bunların düşündürdükleriyle mutlaka izlenmesi gereken bir film. Özellikle ülkemiz medyasında ve gündeminde bir dönem “benim tecavüzüm seninkini döver” polemiklerinin yapıldığı, organize tecavüz suçlularının serbest bırakıldığı, özürlü bir kıza toplu tecavüz edildiği haberlerinin çıktığı bir ortama sessiz sakin düşen film, Patrick Senécal romanından TV kökenli Daniel Grou tarafından çekilmiş. Senécal, söylemek istediği şeyi en çarpıcı biçimde söylemiş, tecavüzün intikamını işkenceyle almak suretiyle bu iki insanlık suçunu çarpıştırmayı kendi hikâyesi içinde başarmış. Grou da bu iki tarafı keskin bıçağı sert olduğu kadar kalburüstü bir anlatımla dramatize etmiş.


Bruno Hamel’in tarifsiz acısıyla tarafımızı belirlemekte güçlük çekmeyeceğimiz film, onun tecavüzcüyü kaçırıp gözden ırak bir orman evinin bodrumunda işkence ettiği sahneleri kör bir öfkenin sistematik bilinçliliğiyle karıştırarak aktarıyor. İşkence edenin doktor, işkence edilenin ise o doktorun küçük kızının katili olması, bu sahneleri soğutulmuş yüreklerle izlemeye yarıyor mutlaka. Öte yandan işkence seanslarının doktor kontrolünde oluşunun ve hangi boyutlarda, nerelere varacağının yarattığı bilinmezlik, çok iyi çekilmiş sahnelerle gerilimin dozunu arttırıyor, tüyler ürpertiyor, nefes kesiyor. Ama film, Hamel’in ara sıra evden dışarı çıkıp ormanda gezindiği sahnelerle şaşırtıcı bir naiflik elde ederek kasvetli atmosferini dengelemeye çalışıyor. Kartpostal tadında doğa görüntüleri ile yaratmaya çalıştığı bu tezatlığı yine kendisi anlamlandırıyor. Hamel’in ormanda rastladığı parçalanmış geyik ölüsüyle kurduğu sessiz bağın spiritüel tınısı, şehir ile doğanın yoğrulduğu şiddet kuramında tezatlıktan paralelliğe uzanıyor.

Hamel’in bu eylemini engellemeye çalışan dedektif Mercure’ün de Hamel ile ortak yanlarının bulunması filmin bir başka çıkmazını oluşturuyor. Bir silahlı soygun sırasında marketteki karısının soyguncu tarafından öldürülüşünün güvenlik kamerası kaydını izleyip durmasından anladığımız kadarıyla, Mercure’ün yakalanan suçlunun adalete teslim edilmiş olmasındaki tatminsizliğini fark edebiliyoruz. Trajik biçimde sevdiği insanı kaybederek dul kalmış bir koca olarak Hamel’in yapmaya çalıştığını anlamasına rağmen, bir kanun adamı olarak onu durdurup suçluyu ait olduğu yer (!) olan hapse göndermeye çalışmasındaki ikilemi de kıvamında işleyen Les 7 jours du talion, adalet ve intikam çatışmasına tek bir pencereden bakmayan bir yapım. Suçun boyutu ne olursa olsun, işkence süresi uzadıkça bu intikam tarzını en acımasız seyirci profiline bile sorgulatmaya oynayan bir yanı var. Bunda ne ölçüde başarılı olur bilemeyiz. Filmin başından beri tarafını tuttuğumuz Hamel’i canlandıran Claude Legault’un başarılı performansının bu sorgulatmadaki etkisi de çok önemli. Ama Patrick Senécal’in tasarladığı final, taşların ait olduğu yerin (!) içinden çıkılmazlığına kendini bırakıveriyor.

1 Ekim 2011 Cumartesi

The Beaver (2011)


Yönetmen: Jodie Foster
Oyuncular: Mel Gibson, Jodie Foster, Anton Yelchin, Jennifer Lawrence, Cherry Jones, Riley Thomas Stewart
Senaryo: Kyle Killen
Müzik: Marcelo Zarvos

İki Oscar ödüllü usta oyuncu Jodie Foster’ın yönettiği üçüncü filmi The Beaver, bir zamanlar başarılı bir oyuncak üreticisi ve iyi bir aile babası olan, şimdilerdeyse depresyonla boğuşan bir adam olan, her yolu denese de eski haline dönemeyen Walter Black’in ilginç öyküsünü anlatan bir aile dramı. Filmin başlarında konuşan anlatıcının da tanımladığı üzere Walter sanki ölmüş gibi ama vücudunu geride bırakmış bir adam. Onun depresyonu dokunduğu her şeye bulaşan bir mürekkep, yaklaşan herkesi içine çeken bir kara delik gibi. Tecrübesiz senarist Kyle Killen’ın üst üste bindirdiği bu teşbihler, her ne kadar Walter’ın içinde bulunduğu durumu iyi ifade etse de, fazlası göze batmıyor da değil. Evden ayrılmak zorunda kaldığı bir gece otele giderken çöp konteynerinde bulduğu kukla sayesinde bambaşka bir Walter’a dönüşümünün yarattığı önce pozitif, sonra negatif etkileri dramatize eden film, sorun yaratmayı bilen, ama çözümlerinde kararsız bir tutum sergileyen yapıda.

Özellikle Beaver’dan önceki Walter ile Beaver’dan sonraki Walter arasındaki kimlik uçurumunu iyi betimleyen senaryo, Walter’ın sahip olduğu oyuncak firmasının başarı stratejisi ve yine Walter’ın ilgisiz kalmış aile fertleri gibi üzerine katlar çıkılabilecek başarılı zeminler hazırlıyor. Buna para karşılığı okulunda başkaları için ödevler ve sunumlar hazırlayan büyük oğul Porter’ın okulun güzel kızı Norah ile ilişkisi gibi bir yan öykü eklenince filmin sorumlulukları artıyor. Ancak Kyle Killen senaryosu hedeflerini belirlemede iyi bir giriş yapmasına, gelişme bölümünü de kısmen iyi tasarlayıp final beklentilerini yükseltmesine rağmen, belki de koruması gereken sevimli ve naif dramatik bileşenlerini yavaş yavaş çözüme giden yola sokmakta sıkıntılar yaşıyor bana göre.


Kendi adıma Walter’ın sol eline geçirdiği İngiliz aksanlı, girişken, esprili ve zeki (bu haliyle sevimli) kunduz kuklasının Walter’ın bilinçaltının bir yansıması olduğunu düşünürken, aslında içine oportünist bir şirket CEO’su kaçmış Chucky çakması (bu haliyle sevimsiz) bir kunduz kuklası olduğunu görmek hayalkırıklığı yarattı. Haliyle bağımsız karakterde çevre düzenini iyi kurgulamış bir filmin, o kritik kırılma noktasıyla birlikte ağır bir drama dönüşmesi tatsız kaçtı. Oysa Walter ve kuklası fikrinin, bunalımdaki Walter karakterini bu derece pasifleştirmesi, ruhsuzlaştırması yerine, insanın hayatta hiç beklenmedik unsurlar sayesinde kendi içine dönüş mücadelesiyle kazandıklarının çok ilginç bir numunesi olması daha uygun düşerdi. Beaver ve Walter ayrı birer kişilik olarak kalmamalı, zaten hazır bekleyen bağlarla bir şekilde birbirlerine bağlanmalıydı. Çünkü Alaaddin’in Sihirli Lâmbası’nı izlemiyoruz ya da film bizi tamamen o moda sokmadı. Onun bile lâmba cinini kendi kişiliğine adapte edebilen bir yanı vardı üstelik.

Filmin yan öyküsü olan Porter ve Norah arasındaki mezuniyet konuşması hazırlama çıkışlı ilişkisi ise, belli bir iç dinamiğine sahip olsa da, dönüp dolaşıp “hayatta her şey her zaman yolunda gitmeyebilir, sevdiklerimiz hâlâ yanımızdayken kıymetlerini bilelim” kolaycılığına sığınarak ana eksene yamanıyor. Zaten böyle ucu açık ve yuvarlatılmış bir kıssadan hisseyi herhangi bir hikâyeye bile yamayabilirsiniz. Eline kuklayı taktıktan sonra işinde, evinde ve yatak odasında ideal erkeğe dönüşen Walter’ın böyle bir aracı olmadan da depresyonuna karşı durması gerekliliğinin, başkalarının sorumluluklarını para karşılığı üstlenen, biraz da o kukla gibi bir aracı haline gelen Porter’ın hikâyesi ile olan paralelliği tam kavranamamış sanki. Ama işte senaryonun bu tutumu, o kavranmamışlığın üzerini iyi örtüyor. Üzerinde çalışılması gerektiğini belli eden bir senaryoyu bu haliyle dolaşıma sokmak da bir tercihtir. Ancak filmin başlarda bir izleyen olarak bana vaat ettiklerini yerine getirmediğin düşünmek üzüntü vericiydi.


Herşeye rağmen Walter Black rolü çeşitli yönlerden zor ve aynı zamanda oyuncuları iştahlandıran türden. Bu tip roller, komedi ve drama olan hâkimiyetlerini ispatlamış Jim Carrey ve Steve Carrell’in kalemine daha uygun görünebilir. Ama Mel Gibson’ın aynı bedende iki farklı kişiliği taşımanın zorluğunu tecrübesi ile çok rahat aştığı söylenebilir. 1994’teki Maverick’te de birlikte oynamış Mel Gibson ve Jodie Foster’ın sıkı dost oldukları biliniyor. İkilinin kimyalarının uyumu da büyük ölçüde buradan geliyor. Foster’ın yönetmenliğinde de genel anlamda sorun yok. Ama zaten yönetmen olarak yeterince ağırlığı varken, senaryonun Meredith Black’i (güçlü işkadını ve anne imajına rağmen) geride bırakmasını fazla takmamış olsa gerek. Bence bu film başka bir yönetmenle ve Mel Gibson olmadan çekilseydi Foster bu filmde oynar mıydı şüpheliyim. The Beaver’ın en kötü yanının senaryosu olduğu fikrimin altını yeterince çizdim belki ama bir film için bu hayati bir öneme sahiptir. Bu yüzden The Beaver, en başta oyuncu kadrosu ve onların sağladığı dram enerjisine rağmen elindeki malzemenin hakkını tam olarak verememiş bir filmdir benim için.