26 Ekim 2011 Çarşamba

Until The Light Takes Us (2008)


Yönetmenler: Aaron Aites, Audrey Ewell

Aaron Aites ve Audrey Ewell ikilisinin iki yıl boyunca Norveç’te ikâmet ederek çektikleri Until The Light Takes Us, Norveç Black Metal sahnesinin kilit isimleri etrafında şekillendirilen etkileyici bir belgesel. Burzum ve Mayhem gibi iki gruba öncülük etmiş Varg "Count Grishnackh" Vikernes ile, Darkthrone grubunun lideri Gylve "Fenriz" Nagell’a yoğunlaşan film, sadece bu ayrıksı müziğin değil, onun sosyal ve kültürel etkilerinden ve tuhaf biçimde giderek popülerleşmesinden bahsediyor. Black Metal’in kuruluş ve gelişim aşamasında çok etkin rol oynamış ve halen yaşayan bu iki ismin yanında, artık birer alt kültür efsanesi olmuş başka ilginç figürlerin ürkütücü hikâyelerini de ayrıntılarıyla öğrenme fırsatı sağlıyor. 90’lı yılların başında kilise kundaklamaktan cinayete kadar uzanan bir arka plâna sahip Norveç Black Metal’in bu bayrak olmuş isimleri önderliğinde, kapsamlı bir Black Metal belgeseli izleyeceğimizi düşünürken, daha spesifik olaylarla farklı bir bakış açısı benimsemiş, bu yüzden çerçevesini biraz daraltmış bir filmle karşılaşmak hayal kırıklığı yaratabilir. Yine de Varg Vikernes ve Gylve Nagell’ın kaybedecek hiçbirşeyi olmayan bir ruh haliyle yaptıkları yorumlar, filmin belgesel değerini zedelemiyor.

1993’te bir tartışma sonucu Mayhem’de gitar çalan grup arkadaşı Øystein "Euronymous" Aarseth’i bıçaklayarak öldürme ve üç kilise yakma suçlarından 21 yıl hapis cezasına çarptırılan Vikernes ile hapisanede yapılan çekimlerin önemli bir parçasını oluşturduğu belgeselin esas amacının da bir Black Metal tarihi anlatmak olmadığı anlaşılıyor. Vikernes ile hapiste, Nagell ile Oslo ve Bergen’de yapılan çekimlerin paralel kurgusunun arşiv görüntüleriyle zenginleştirildiği klâsik anlatım, Euronymous cinayetine ve kilise yangınlarına zemin hazırlayan Norveç Black Metal ortamının 90’lara uzanan sürecini bu ikili ve onların küçük çevresi dışına çıkmayan şekilde ele alıyor. Hapiste bulunan Vikernes’in yaptıklarının arkasında duran “normal” tavrı, halen aktif müzik hayatını sürdüren Nagell’ın tedirgin, güvensiz ve entelektüel kaygılar taşıyan kafası güzel samimiyetsizliği kameralara aynen yansıyor.


Hapiste yapılan çekimlerde kapitalist düzen, din ve müzik konusundaki fikirlerini dinlediğimiz Varg Vikernes, McDonalds’ın camlarını kırmaktan kilise kundaklamaya varan anarşist duruşunu gururla ifade ederken, Norveç’in kendine ait dinlerinin, Yahudiliğin bir uzantısı olarak gördüğü Hıristiyanlığın gelmesiyle birlikte yok edildiğini, hatta modern dünyamızda bütün problemlerin kaynağının Hıristiyanlık olduğunu dile getiriyor. Bunları dile getirirken soğukkanlı, pozitif ve yaptıklarından pişmanlık duymayan bir tavır içerisinde bulunması, Euronymous’u öldürdüğü anları anlatırken de bunlara ek olarak biraz heyecanlanması gözlerden kaçmıyor. Her şeye rağmen duraksamadan anlattığı o dehşet anlarını kafasında tekrar yaşaması ve “böyle olsun istememiştim ama oldu bir kere” ifadesi de yakalanabilir. Bilinen ilk Black Metal gitar riffini bulan, kilise yakma olayları patlak verdikten sonra bu olaylarda fiilen yer almaktansa yeni yetmeleri azmettiren, Mayhem’in 88-91 arasında vokalini üstlenen Per Yngve "Dead" Ohlin’in intiharından sonra cesedi ilk gören olarak polisi aramak yerine önce dağılmış beyin fotoğrafını çeken, sonra da o fotoğrafı albüm kapağı olarak kullanan Euronymous, belgeselin çoğu bölümüne ürkütücü bir gizem katıyor.

Belgeselle ilgili bir diğer nokta da, görüntü sanatçısı Bjarne Melgaard’ın Black Metal ve türevlerinin görsel çekiciliklerine dikkat çekmesi. Zaten pek çok insan için işin müzik yönünden önce bu şov yanı ve çeşitli referansları bulunan korku-gerilim-vampir-kurtadam vs. ürkütücülüğünün yarattığı çekicilik ve sanatsal doku önce geliyordu. Melgaard’ın Norveçli ekspresyonist ressam Edward Munch’ün meşhur tablosu Çığlık ile bu grupların albüm kapakları için belirledikleri imgelerin akrabalığına vurgu yapması da önemli. Onun Black Metal fotoğraf ve pop-art sergisi olarak başlayan, ortalığın yangın yerine döndüğü bir performans gösterisiyle biten şovu da bu çekici görsellikten nemalanan türde. Ama Black Metal’i asıl ticari yapan unsur ise, 90’ların başındaki kilise yangınlarının ardından medyada yükselen “satanist” tanımlarıydı. Reklâmın kötüsünün de reklâm olduğu gerçeği, aslında Varg, Gylve veya Euronymous’dan hiçbirinin satanist olmadığı, ama özellikle Euronymous’un gaza getirdiği kilise kundaklayan yeniyetmeler sayesinde ihalenin Varg’a kaldığı gerçeğinden çok daha güçlüydü.


Aaron Aites ve Audrey Ewell, ülkelerindeki Helvete adındaki köhne bir müzik dükkânından çıkıp bir fenomene, büyük paraların döndüğü bir pazara dönüşen Black Metal olgusunun hem yakın tarihine bakıyor, hem de bu fenomenin baş aktörlerinin bireysel hesaplaşmalarından ve toplumsal reddedişlerinden doğan bir dizi polisiye olayın izini başarıyla sürüyor. Tüm bunların yanında bu aktörlerin özel olarak satanizm diye bir şey yaratmak için çabalamadıklarını, ama medya sayesinde afili bir kimliğe bürünen ve aşırıcılığa hevesli gençler tarafından kendi modasını meydana getiren satanizmin Black Metal’e dönüştüğünün altını çizerek sessiz fakat güçlü bir yazılı ve görsel basın eleştirisi de içeriyor. Bazı şeyler ne kadar gizli kapaklı kalırsa o kadar zararsız olur. Buna Varg ve Gylve’nin birgün Helvete’de mısır gevreği üzerine sohbet ederlerken içeri heavy metalci gençlerin girmeleri üzerine susmaları güzel bir örnek olabilir. Belki de herşey orada, mısır gevreğinde kalmalıydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder