30 Nisan 2014 Çarşamba

Sis ve Gece (2007)


Yönetmen: Turgut Yasalar
Oyuncular: Uğur Polat, Selma Ergeç, Kemal Bekir, Tülay Günal, Mehmet Güleryüz, Yetkin Dikinciler, İlyas Salman, Oktay Kaynarca, Itır Esen, Sinan Albayrak, Tardu Flordun, Ayten Uncuoğlu, Devrim Nas
Senaryo: Ahmet Ümit, Turgut Yasalar

Ahmet Ümit, polisiye sürükleyiciliği edebi bir anlatımla çok iyi buluşturmuş bir yazar olarak lanse ediliyor. Tabi bu açıdan onun romanlarının sinemaya uyarlanıyor olması, yine ülkemiz sinemasında pek rağbet edilmeyen polisiye türüne yeni bir soluk getirir diye umuyoruz. Sinemamızın ne kadar soluk fakiri olduğunu düşününce bu tip roman uyarlamalarının değeri bir kat daha artıyor. Bir Ahmet Ümit kitabı olan Sis ve Gece bu pozitif beklenti içinde izlemeye başladığım bir film oldu. Genel olarak bazı ufak tefek kusurlarına rağmen olgun, seviyeli ve bir polisiyenin olmazsa olmazı gizem öğelerini yerli yerine koymayı başarmış çok iyi bir film olduğunu düşünüyorum. Son dönem Türk sinemasında alıp başını gitmekte olan ucuzluğun arasından doğal biçimde sivriliyor gözükmesinden değil. Gerçekten kendi ayakları üzerinde durabildiğinden ve ne gişeye, ne ülke semalarında seyreyleyen sanatçı sinema kasıntılarına yaranmaya çalışmamasından ötürü…

Evli ve iki çocuk babası gizli servis elemanı Sedat’ın komşusu olan resim bölümü öğrencisi genç Mine ile yaşadığı yasak ilişki, Mine’nin esrarengiz biçimde kaybolmasıyla sırlarla dolu bir polisiyeye yelken açıyor. Çalıştığı gizli serviste kendisine akıl hocalığı yapan Yıldırım’ın öldürülmesinden sonra o Yıldırım, Sedat’ın rüyalarına girerek yine kendine özgü tavsiyelerde bulunuyor. İşi, evi ve sevgilisi arasında sıkışan Sedat ise oyunu Mine’den ve onun bulunmasından yana kullanmayı seçince karmaşık bir ilişkiler yumağı da onu bekliyor. Kendi içinde sloganlaşmayan siyasi değiniler veya imalar, sade ama doğru kareler, kuru kalabalık etmeyen zengin bir kadro, doğru müziğin yanlış kullanımı ve güzel ekstraları olan bir film. Bu haliyle orta karar bir yabancı polisiye macera olabilecek iken, sağlamca bir yerli film olması da artık bizim sinemamızın ayıbı bir yerde. Tüm bu yerli-yabancı önyargılarından bağımsız biçimde izlenmesi gereken bir yapım olarak Sis ve Gece, son karesine kadar sırrını başarıyla gizlemiş ve o son sahneye gelene kadarki geniş gövdesini polisiye-dramdan başka kollara savurmadan, hikayesine çoğunlukla sadık şekilde ağır ağır yürüyen bir film olmuş.
 

Kitapla filmi karşılaştırmak durumunda değilim. Fakat kaba bir tahminle filmin yoğunlaşma eğiliminde olduğu Sedat’ın kendi iç çekişmlerini, tutku ve sorumluluk arasında kalmış ruh halini sıkıcı olmadan, lastik gibi sündürmeden yansıttığını tahmin ediyorum. Çünkü film Sedat’ın, kaybolan Mine’ye olan tutkusunu, polis doğasının getirdiği gerçeğe ulaşma içgüdüsüyle iç içe geçirme yönünde pek sorun yaşamıyor. Belki uyarlamanın getirdiği birtakım ekleme, çıkarma, formata uydurma operasyonlarından geçmiştir. Yine de kendi adıma yerli yapımlarda neredeyse hiç rastlamadığım ölçüde (son 10-20 yılda izlediğimiz yerli polisiye dramların azlığını da hesaba katarak) batı anlayışına yakın bir olay örgüsünün ele ayağa dolaştırmadan düzgünce sunulmasına tanık olduğumu söyleyebilirim. Tabi batı formatında olmasını bir marifetmiş gibi söylemiyorum. Ama gerek sinemada, gerek televizyonda o kadar çok töre, gelenek, görenek, teyze, amca, yenge filmi/dizisi olunca Sis ve Gece gibilerini batılı bulma ve bu sebeple ona sarılma bence gayet makul bir davranış. Son zamanlarda “böyle gelişecekse hiç gelişmesin daha iyi” dedirten yerli sinemayı geliştirecek olan şeyin lokal gişe olduğunu sanacak kadar sığ bir anlayışa sırtını vermeyi reddettiği ve klişe de olsa batı etkileşimli bir polisiyeyi kendi yerelliğine sırıtmadan kanalize edebildiği için önemli yerli yapımlardan biri Sis ve Gece

Ortalama bir polisiyenin içinden geçen kimi dramatik, kimi komik karakter dizisi haliyle beraberinde geniş bir hareket alanı, zengin bir anlatım biçimi de getiriyor. Ya da getirmesi gerekir. Bizim batı polisiye geleneğinden alıştığımız biraz da budur. Ana karakterin etrafını kuşatan bu çeşitlilik kendi içinde bir bütünü meydana getirecek parçalardan oluştuğu gibi, kendi başına ana hikayeden bağımsız bir hattan da konuşabilir. Sedat’a suikast girişiminde bulunan, İlyas Salman’ın canlandırdığı Cuma buna bir örnek. Sis ve Gece ile ilgili yapılan hemen her yorumda İlyas Salman’ın sorgu sahnesinden söz ediliyor. Hatta SİYAD ödüllerinde sırf bu sahneyle haklı olarak En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü bile aldı. Benim anlamadığım, kimi yorumlarda bu sahnenin filmin genel duruşu ile hiç alakası olmaması, eğreti, zorlama, yama bir sahne olduğu eleştirileriydi. Bir kere sahiden olağanüstü bir sahne. Hatta diyebilirim ki, Haluk Bilginer’in Masumiyet’teki eşsiz tiradından sonra bir son dönem Türk filminde izlediğim en iyi monolog diyebilirim. İlyas Salman’a odaklanan kamera, onun hapse girme nedenini anlattığı trajik hikayesini izleyenin kafasında canlandırmaya o kadar muktedir ki, adeta film içinde bir başka film çekiliyor. Üstelik oyuncu koyu bir ezber yerine mimikleri, vurguları, esleriyle doğaçlamanın da ötesi sakin bir doğallık içinde o hikayeye oturduğu yerden elleri bağlı olarak tüyler ürperten bir gerçeklik yüklüyor.

Filmin ana konusu ile Cuma’nın hapse düşme öyküsü arasında hiçbir yakınlık olmadığı doğrudur. Zaten Cuma’nın Sedat’a suikast etmesi için Yetkin Dikinciler’in canlandırdığı Fahri’ye yardım eden sıradan bir karakter olması, onu dolaylı da olsa ana yapıya bağlayan bir karakter yapıyor. Fakat Cuma’yı bu kadar öne çıkaran çok güçlü bir sahnesi olmasını hazmedemeyenler, hele de bu sahneyi fazlalık olarak görenler için söyleyecek söz bulamıyorum. Bugüne dek yerli-yabancı pek çok filmde fazla, gereksiz bulduğumuz sahne olmuştur. Mesela Quentin Tarantino’nun Death Proof senaryosunda dakikalarca film ile alakalı gözüken, lakin estetikten yoksun boş beleş diyaloglar o kadar göze batmaz, hatta bazı bazı el üstünde tutulurken, İlyas Salman’ın Sis ve Gece gibi batıya yakın polisiye örgüsüne yerel bir çeşni katan harika yorumuna “film ile bağlantısı yok” diye burun kıvırmak da çok saçma.
 
 
Genel olarak kaliteli bir kadroya sahip Sis ve Gece’de yine küçük fakat yerini bilen rollerde Mehmet Güleryüz, Yetkin Dikinciler, Tardu Flordun, Tülay Günal, Oktay Kaynarca, Itır Esen, Ümit Çırak da bulunmakta. TV’den aşina olunan yüzler, bir nebze kendilerini bulmuşlar. Mine rolüyle pek fazla görünmese de Selma Ergeç, soğuk ve gizemli bir polisiye roman kadını olarak kafi sayılır. Başrol Uğur Polat ise karizmasını oyunculuğu ile yan yana sunabileceği en müsait rollerden birini üstlenmekte. Sedat’ın bize gösterilen özellikleri yanında gösterilmeyenlerini de omuzlamış bir tecrübenin sunabileceklerini fiziki olgunluğuyla bütünlüyor. Eşi, çocukları, sevgilisi, iş arkadaşları, düşmanları, amirleri, akıl hocası, komşusu tarafından ortaya atılarak el ele tutuşup bir daire içine hapsedilmiş bir adam ne yapıyorsa onu yapıyor. Üstelik bunu neredeyse suratının yarısını kaplayan badana fırçası misali bıyıklarının arkasında yapıyor. Karaktere fazladan bir Osmanlı ağırlığı yükleyen o bıyıklar, çıplak kalındığında karikatürize bir hal de alabiliyor.

Sonuç olarak Sis ve Gece gelecek için ümit veren bir yapım. Ballandıra ballandıra anlattığımız İlyas Salman sahnesi yanında, Sedat ve Mine’nin gelgitli ilişkisini bize yansıtan yetersiz sayılabilecek flashback destekli bölümler (onların birinde Mine’nin dansettiği sahnede çalan şarkı Cassandra Wilson’a aitmiş), Sedat’a düzenlenen suikast sahnesindeki estetik yönetim, filmin geneline hakim ışık-renk uyumu ve bizi adım adım sürpriz (belki de değil) finale götüren başarılı kurgu, filmin teknik anlamda da özenli bir izleği olduğunu kanıtlıyor. Romanı senaryolaştıran ve filmi yöneten Turgut Yasalar her ne kadar bunu duymasa da kendisini tebrik ediyorum. Tekrar etmekte fayda var: Bana göre Sis ve Gece çirkinleşmeyi gelişim sayma eğilimindeki ve parasal açıdan rahatlama sürecindeki yerli film kalabalığı içinde kötünün iyisi bir film değil. Kendi kendine iyi bir film…

26 Nisan 2014 Cumartesi

Pearl Jam Twenty (2011)


Yönetmen: Cameron Crowe
Müzik: Pearl Jam

90’ların en önemli rock gruplarından Pearl Jam’in 20. sanat yılı şerefine çekilen Pearl Jam Twenty belgeseli, 1980’lerin ortalarında Rolling Stones dergisinin müzik yazarı olarak Seattle’a giden şimdilerin yönetmen / senaristi Cameron Crowe’un, orada rastladığı müzik gruplarını tasviriyle başlıyor. Kapalı alanlarda daha çok vakit geçiren, bu yüzden depresif yanlarını biraz daha öne çıkaran, çalmak ve dinlemek için çok fazla zamanları olan, ayırt etmeden her şeyi dinleyen ve dinledikleri tarzları harmanlayarak büyüleyici bir başka rock ruhu elde eden bu gruplar, gerçek anlamda birer sosyolojik inceleme vakaları. İki yıllık ömrü içinde 1990’da Apple adlı bir albüm yapmış olan Mother Love Bone grubunun renkli solisti Andrew Wood’un aşırı dozdan ölümü sadece bir başlangıç. Bu ölümün ardından büyük bir travma yaşayan, ama bu travmayı müthiş bir refleksle karanlık, kaotik, aynı zamanda klasiklere bağlı dipdiri bir üretkenliğe çeviren Stone Gossard ve Jeff Ament’ın Wood’un ölümünden sadece dört ay sonra kurdukları Pearl Jam’in hikayesi.

Gossard ve Ament’ın gitarist Mike McCready’yi de aralarına alarak bir solist arayışları, bu üçlünün demo kayıtlarını bir şekilde eline geçirmiş ve üstüne vokallerini eklemiş Eddie Vedder’ın da katılımıyla son buluyor ve Pearl Jam iskeleti oluşuyor. Cameron Crowe’un arşiv görüntülerinden ve yörenin müziklerinden kurguladığı bu kuruluş öyküsü, çeşitli iniş çıkışlarıyla sanki senaryosu önceden yazılmış “bir yıldız doğuyor” kurmacası gibi sürükleyici biçimde ilerliyor. Grup için her şey o kadar hızlı gelişiyor ki, sanki Pearl Jam ve onun öncülük edip müzik basınının “grunge” diye pompaladığı moda bir gecede ortaya çıkmış muamelesi görüyor. Oysa özellikle yer altı müzik geçmişi çok donanımlı olan Gossard ve Ament’a Mike McCready gibi güçlü bir gitaristin, hele de Eddie Vedder gibi lirik ve ses yönünden derin bir müzisyenin katılımıyla böylesi bir patlamanın kaçınılmazlığı göz ardı edilemez. Crowe’un mükemmel kurgusuyla bu yükseliş öyküsü tüm yönleriyle dramatize ediliyor.


Cameron Crowe, doğumundan itibaren yakın takibe aldığı ve adeta onunla birlikte büyüdüğü için Pearl Jam’in her şeyine hakim olduğunu bu belgeselle kanıtlıyor. Bu doğma ve büyüme hikayesini anlatırken de grup elemanlarına ayrı ayrı yer ayırıp bunu belgesele ustalıkla serpiştirerek Pearl Jam’in varoluş sebeplerine daha yakından bakabilmemizi sağlıyor. Hayranların ve medyanın grubun en ön safında yer alan Eddie Vedder’a gösterdiği büyük ilginin diğer üyelerde en ufak bir kıskançlık yaratmaması, fakat bu baskının Vedder üzerinde açtığı yaralar gerçek bir inceleme konusu. Crowe da bu incelemeyi layığıyla yapıyor. Başlarda çok agresif, yerinde duramayan, hemen parlayan genç Vedder’ın daha ilk albümdeki Once şarkısında “bir zamanlar kendimi kontrol edebiliyordum” demesi de bunun özeti. Crowe geçmiş ve şimdiki zaman arasında hiç mesafe bırakmadan genç Eddie ile orta yaşlı Eddie arasındaki yorum farklarını hem kendi, hem de onun ağzından yansıtmak suretiyle etkileyici bir yorum imkanı sunuyor. Bunu sadece Eddie ile değil, fazla derinlemesine olmasa da grubun geri kalanına da yapıyor. Ama en çok da Pearl Jam özelinde 90’lardan günümüze yaşanmış farklı evreleri yan yana koyarak aslında bizim hayatlarımızdaki değişimlere de ayna tutuyor.

Bu durumu en iyi, grubun kısa bir rolü olan Crowe filmi Singles’ın tanıtım gecesinde sahne aldıkları geceyi utançla anmalarından anlıyoruz. Hiçbirinin hatırlamak istemediği o gece yaşananlar gösteriyor ki, grubun bu denli popülerleşmesi, özellikle de Eddie Vedder’ın üzerinde oluşan ani star baskısının yol açtığı kriz, Vedder tarafından iyi yönetilememiş. Bunda Vedder’ın ne ölçüde suçlu olduğu tartışılır. Time dergisi bile Vedder istemediği halde onu kapak yaptıysa, bu mütevazi şarkıcının kendisini en iyi ifade edebildiği sahnede bu öfkesini dışa vurması şaşırtmamalı. Bu durumdan en fazla muzdarip olan Kurt Cobain’in belgeselde yer alan bir söyleşisinde Pearl Jam’i sevmediğini söylemesi de ironik. Gerçi sonradan arasında ruhani bir bağ olan Vedder için iyi şeyler de söylüyor. Hatta MTV gecesinde sahne arkasında sarıldıkları tarihi anın kısa görüntüsü ve Kurt Cobain’in öldüğü gün olan 8 Nisan 1994’te sahnede olan Eddie Vedder’ın onu anması duygulu anlar yaşatıyor.

Starlık müessesesi ile baş etmekte zorlanan Eddie Vedder’ın aksine grubun diğer üyeleri kendi kabuklarında yaşayan mülayim insanlar. Samimi ve doğrudan yorumlarıyla Jeff Ament ve Mike McCready, kazandığı Grammy’leri evinin bodrumunda tozlanmaya bırakacak kadar ödüllere kıymet vermeyen Stone Gossard, Pearl Jam’in belkemiğini oluşturan yetenekli ve üretken müzisyenler. Davul mevkiinde yaşadıkları sıkıntılar da belgeselde çok güzel bir kısa filmle esprili hale getirilmiş. Soundgarden’ın dağılmasıyla 1998’de gruba katılan Matt Cameron’ın uyumu ve grup tarafından kabullenilişi, zaten Andrew Wood için yapılan tribute proje Temple Of The Dog’da da beraber çalıştıkları için hiç yadırganmıyor. Cobain, Wood gibi kayıplar yüzünden bu kardeş gruplarda yaşanan kenetlenme duygusu, grunge’ın ayakta kalan iki önemli grubu olan Pearl Jam ve Soundgarden’da daha yoğun hissediliyor. Bu bağlamda bir diğer “unique” ses olan Chris Cornell’ın yorumları da değer kazanıyor.


Pearl Jam’in 20 yıllık tarihinde unutulmaz bir gezinti düzenleyen Cameron Crowe, bu gezintiyi grubun marş olmuş şarkılarını fona yerleştirerek, en önemlisi de olağanüstü konser performanslarıyla süsleyerek belgeselinin değerine değer katıyor. 2006 Verona’daki Release, 1991’de RIP Dergisi’nin partisinde Vedder ve Cornell’in birbirlerinin üstüne maymun gibi tırmanarak seslendirdikleri Hunger Strike, 2010’da Madison Square Garden’da tüyleri diken diken eden seyirci katılımıyla seslendirilen Better Man ve grubun klasikleşmiş diğer bestelerinden Alive, Black, Jeremy, Daughter gibileri birbirlerini izliyorlar. Bunun yanında bilet tekeli Ticketmaster’a karşı gösterilen direniş ve Roskilde Festivali’nde 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan sahne kazası da es geçilmiyor. Konser konser gezerek grubu takip eden hayranları kıskanmak, grup üyelerinin birbirleri hakkında yaptıkları benzersiz yorumlara hayran kalmak, geçmişe dolu gözlerle bakan Eddie Vedder’ın ruh haline ortak olmak Pearl Jam hayranı seyirci için neredeyse kaçınılmaz. Ama bu öyle bir belgesel ki, Cameron Crowe hayatında hiç Pearl Jam duymamış birini bile avucunun içine rahatlıkla alabilir.

19 Nisan 2014 Cumartesi

Philomena (2013)


Yönetmen: Stephen Frears
Oyuncular: Judi Dench, Steve Coogan, Peter Hermann, Barbara Jefford, Sophie Kennedy Clark, Sean Mahon
Senaryo: Steve Coogan, Jeff Pope, Martin Sixsmith
Müzik: Alexandre Desplat

Katolik kilisesinin himayesindeki genç Philomena Lee (Judi Dench), evlilik dışı bir çocuk doğurunca kendisi de bu tip kadınların başına gelenlerden nasibini alır. Yani bir süre sonra kilise tarafından küçük oğlu zengin Amerikalılara verilir. Kilisenin kurallarına uygun olarak, Philomena oğlunun nerede olduğunu araştırmayacağına dair bir sözleşme imzalamıştır. Fakat aradan geçen 50 yıl, yeni bir düzen kuran Philomena'ya oğlunu unutturamamıştır. Bu arada İşçi Partisi ile sorunlar yaşadığı için işten el çektirilen BBC politika muhabiri Martin Sixsmith (Steve Coogan), Rus tarihi ile ilgili bir kitap yazma aşamasındayken, bir davette Philomena'nın kızı ile karşılaşır. Kadın, yıllar önce kendisinden alınan oğlunu bulması için Martin'den annesine yardım etmesini ister. Martin başlarda bu teklife soğuk yaklaşsa da, Philomena ile konuşunca ona yardım etmeye karar verir.

Martin Sixsmith'in gerçek olaylara dayalı The Lost Child Of Philomena Lee romanından Steve Coogan ve Jeff Pope'un senaryosunu yazdığı, usta İngiliz yönetmen Stephen Frears'ın yönettiği film, BAFTA ödüllerinde En İyi Uyarlama Senaryo ödülü dahil pekçok ödül kazanmış, Oscar ödüllerinde de dört adaylık almış bir dram. Gerçek bir olaydan uyarlanması ve emeği geçen isimlerin kalitesi sebebiyle iyi bir dram görünümü çizmesine rağmen, sanki mesafeli bir şekilde fazla yükselmekten imtina ediyor. Genç Philomena'nın oğlundan ayrıldığı sahnenin vuruculuğunu her dramatik sahnede beklemek fazla kasmak olur. Ancak özellikle kayıp evlat Michael ile ilgili sürprizlerin yumuşak geçişlerle ele alınması, filmin potansiyelinin altında seyretmesine sebep oluyor.

Judi Dench'in "duruşu yeter" kabilindeki etkili oyunu, Steve Coogan'ın değişip dönüşmeyen, dönüşse bile buna ikna etmekte zorlanan mesafeli performansıyla denge kuramıyor da denebilir. Buna karşın, Coogan'ın Jeff Pope ile yazdığı senaryo, Martin ve Philomena'nın yol hikayesi sırasında kendisine uygun zemin bulduğu anlarda inanç ve seks üzerine pratik tespitler de içeriyor. Sevimli yapısına güçlü bir Katolik kilisesi eleştirisi de eklenince aldığı ödül ve adaylıkları hak eden, fakat kendini bir miktar geri çekmesinden ötürü "unutulmaz" olma şansını tepen bir film.

11 Nisan 2014 Cuma

Omar (2013)


Yönetmen: Hany Abu-Assad
Oyuncular: Adam Bakri, Leem Lubany, Iyad Hoorani, Waleed Zuaiter, Samer Bisharat
Senaryo: Hany Abu-Assad

2005’in ses getiren yapımlarından Paradise Now’ın ardından bir türlü beklenen yükselişi gerçekleştiremeyen, hatta 2012’de The Courier isimli kötü bir Amerikan filmine yönetmen bile olan Hany Abu-Assad, yine yazıp yönettiği Omar ile İsrail-Filistin gerilimine geri dönüp İsrail işgaline bu kez bir aşk hikayesi üzerinden bakıyor. Genç fırıncı Omar’ın, hergün Batı Şeria duvarını tırmanarak liseli sevgilisi Nadia’yı görmesinden güç alan romantizm, adım adım gerilimli bir hikayeye evriliyor. İsrail askerlerinin Filistin halkı üzerindeki zulmünü bu naif aşk öyküsü dahilinde kurgulayan Abu-Assad, aynı zamanda birer özgürlük savaşçısı olan Omar, Nadia’nın ağabeyi Tarek ve ortak arkadaşları Amjad’ın bir İsrail askerini öldürmeleriyle dram ve trajedinin iç içe geçtiği bir kedi fare oyununa rota kırıyor. Fakat bu polisiye gerilim atmosferinde işler karıştıkça Abu-Assad kendi elleriyle kurduğu düzeni yine kendisi gerçeklikten uzaklaştırıyor.

Başlarda temelleri iyi atılmış OmarNadia ilişkisini zamanla bir aşk üçgenine çevirerek, polisiye gerilim kısmını da Omar’ın yakalanıp işkence gördükten sonra muhbir olarak salınması sonrasında gelişen olaylarla mantıksızlaştırarak filmin kabul edilebilirliğini yokuşa süren Abu-Assad, omurgaya zarar vermeden pekala başka seçeneklerle yoluna devam edebilirdi. NadiaAmjad arasında yaşananlara dair hiçbir mühim bilgi vermemek, sağlamcılığıyla ünlü İsrail istihbaratının Omar’ın muhbirlik sözü verip tutmamasının ardından ona ikinci bir şans tanımasına inandırmak filmin ikna sorunları yaşamasına neden olmakta. Tüm bunlara Omar ile, onu işkenceyle muhbir olmaya ikna eden Ajan Rami arasında kurulan, yine temelleri sağlam atılmamış kişisel güven ilişkisi eklenince yönetmenden yeni bir Paradise Now etkisi beklentileri boşa çıkıyor. Zaten arızalı olan bu güven ilişkisi, çok kötü bir finale de adını yazdırınca filmin pozitif yönleri de arada kaynamış duygusu yaratıyor.

En pozitif yönlerden biri, henüz ilk oyunculuk deneyimlerini yaşayan Adam Bakri ve Leem Lubany’nin hayat verdiği Omar ve Nadia’nın perdeye gayet samimi yansıyan aşkları. Fakat daha sonraları filmin tahmin edilebilir yöndeki dramatik kıvrımlarının tahmin edilemeyecek (ya da Hany Abu-Assad’dan beklenmeyecek) ölçülerde kontrolden çıkıp yalpalaması, nihayet küt diye biten finalle duvara çarpması hayalkırıklığı yaratabiliyor. Bu sayede belki de pek çok seyircinin Omar ile Nadia için düşündüğü romantik, dramatik ya da trajik giriş-gelişme-sonuç senaryoları havada asılı kalıyor. Heyecanı, gerilimi ve sürprizleri hazırlarken altlarını boş bırakmak aslında zor olanıydı. Bu açıdan, sonu belli bile olsa Paradise Now gibi güçlü bir dramı hayata geçiren Hany Abu-Assad’a ikinci Oscar adaylığını getiren Omar, zoru başardığı için zayıf bir geri dönüş ne yazık ki.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Alois Nebel (2011)


Yönetmen: Tomás Lunák
Oyuncular: Miroslav Krobot, Marie Ludvíková, Karel Roden, Leos Noha, Alois Svehlík, Tereza Vorísková, Marek Daniel
Senaryo: Jaroslav Rudis, Jaromír Svejdík
Müzik: Petr Kruzík

Çekoslovakya’da Sovyet işgalinin son bulduğu günlerde Rus askerlerinin çekilmesiyle büyük bir otorite boşluğu oluşmuş, dönemin Cumhurbaşkanı Vaclav Havel’in genel af ilan etmesiyle suç oranı iyice yükselmiştir. 1989 yılında Polonya sınırına yakın küçük bir istasyonda gar şefliği yapmakta olan Alois Nebel, mülayim bir demiryolu şirketi çalışanıdır. Yalnız yaşamakta olan Alois, demiryolu etrafına her sis çöktüğünde geçmişinden kalma trajik anılarla yüzleşmektedir. İşine mani olmasın diye bir rehabilitasyon merkezine kaldırılan Alois, orada sınırı geçip bir cinayete karıştığı için yakalanarak işkence edilen dilsiz bir yabancıyla karşılaşır. Kısa bir süre sonra dilsiz adam oradan kaçar. Alois ise hastaneden çıkınca daha hafif bir göreve atanır.

Jaroslav Rudis ve Jaromír Svejdík ikilisinin grafik çizgi romanından uyarlanan Alois Nebel, iki kısa filmin ardından ilk uzun metrajını çeken Tomás Lunák’ın filmi. Rotoskop, yani film karelerinin tek tek elden geçirilerek renklendirilmesi ya da animasyon haline getirilmesi tekniğiyle çekilen film, görsel açıdan Richard Linklater filmleri Waking Life (2001) ve A Scanner Darkly (2006) kıvamını bu defa siyah beyaz bir bakış açısıyla yansıtıyor. Bu tekniğin gerçek ile animasyon arasında sağladığı damak tadı, Alois Nebel gibi bir 80’ler sonu soğuk Avrupa atmosferiyle -hele de siyah beyaz atmosferiyle- son derece uyum içinde. Bu sayede filmi sarmalayan Prag ve civarının soğuk, karlı, yağmurlu havası seyirciyi de iklimine dahil ediyor. Özellikle sonlara doğru yağan fırtınalı yağmurun ortasında kalmışız gibi dahi hissedebiliyoruz. Dönemsel ve iklimsel atmosfer yaratma becerisinin üstüne, filmin konusunun dramatik dinginliği, minimal temposu, tren nostaljisi da eklenince, keyif veren şiirsel bir resimli roman gibi akan sahneler izliyoruz.

1945 Nazi işgaline dayanan trajik bir çocukluk anısının etkisini hala üzerinde taşıyan Alois’in sessiz sakin yalnızlığı, bu anıya bağlı bir intikam hikayesiyle beraber aynı sakinlikle yol alıyor. Bu minimal üslup gerek TV’den, radyolardan, günlük konuşmalardan duyduğumuz 80’ler sonu Prag’ının siyasi havasıyla, gerek sona ermekte olan Rus işgalinin geride bıraktığı karaborsa ortamıyla, gerekse Alois’in tren garında tanıştığı dul Kveta ile yakınlaşmasıyla kendine farklı kulvarlar da açarak filmin içini ekonomik biçimde dolduruyor. O farklı kulvarlarda seyreden intikam ve sevgi amaçlarına da ulaşan final, hem bir sona, hem de yeni bir başlangıca ulaşıyor. Aynı sağanak yağmur altında biten ve başlayan hayatlar, kapanan ve açılan dönemler, geçmişin tüm trajedilerine rağmen ve onlardan yoğrulmuş biçimde nefes alıp veriyor.