27 Ağustos 2022 Cumartesi

Bo Burnham: Inside (2021)

 
Yönetmen: Bo Burnham
Oyuncu: Bo Burnham
Senaryo: Bo Burnham
Müzik: Bo Burnham

Stand-up komedyeni, oyuncu, yönetmen, müzisyen Bo Burnham'ın pandemi döneminde Los Angeles'ta kapandığı evinin bir bölümünde tamamen kendisinin yazdığı, çektiği, kurguladığı Inside, skeçler ve şarkılardan oluşan çok boyutlu bir dışavurum. Burnham, gözlemlerinden, eleştirel tarzından, sevinçleri ve üzüntülerinden derlediği içerikleri komedi ağırlıklı bir uzun metraja çevirirken, bu izole durumun hüzünlü yönünü de yaratıcılığına sızdırmamazlık etmiyor. Eğlenceli, komik, yaratıcı ve pozitif olduğu kadar, klostrofobik, karanlık, öfkeli tonlarla da içinde bulunduğu salgın dönemi ruh hallerine çeşitli açılardan tercüman oluyor. Karantinayı fırsata çevirip kendi teknik imkanlarıyla yarattığı müzikal içerikleri etkileyici video klipler halinde uç uca ekliyor. Tabii ilk amacı bir fırsat yaratmak olmadığı gibi, bu farklı format ve müzikal buluşları birbirine bağlarken, verdiği aralarda dağınık "ev hali" ve depresif "ruh hali" eşliğinde pandeminin eve kapattığı üretken bir şovmenin bu kapanma ile sınanış mücadelesini de izliyoruz. Standart bir stand-up gösterisinden farklı olarak, tümüyle kendi üretimi olmasının verdiği özgürlükle dereden tepeden müzikal skeçler yazıp bunları görsel yönden zenginleştirmek suretiyle ortaya tuhaf, dağınık, eğlenceli ve duygusal zekası güçlü bir şey çıkarıyor. Bunun bir "şey" olduğunu "bu ne olduğu belirsiz şeye hoş geldiniz" diyerek kendisi de zaten teyit ediyor.

Bo Burnham, her gün yüzlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın evlerine hapsolduğu böyle bir zamanda komedi yapmasının doğru olup olmayacağını kendi kendine sorarken, yanıtı da haliyle yine kendisi veriyor. Evet, yapmalı! Zengin bir beyaz erkek olarak insanlığa komedisiyle şifa olmalı. Dümenden kendi kendine yüklediği bu ilahi misyonla müzikli skeçlerine, müziksiz sohbetlerine, film stüdyosu haline getirdiği evinin "kamera arkası" görüntülerine başlayan Burnham, dereden tepeden hicivler, alaylar, benzetmelerle dolu bu tek kişilik evrenine dünyaları sığdırıyor. Pandemi yüzünden evlere hapsolduğumuz dönemde dünyadan haberdar olmanın, kafa dağıtmanın, sosyalleşmenin en önemli yolu olan internet ve onun aygıtlarıyla alakalı söyleyecek çok şeyi var. Instagram, Facebook, Face Time, Twitter, YouTube ve bu mecralarda kullanıcılar tarafından yürütülen faaliyetlerle zekice dalgasını geçmesi, bunların her türlü klişesi hakkında kendi tasarladığı komik içeriklerle hiciv bindirmeleri yapması, hem pandemiye bağlı, hem de pandemiden bağımsız güçlü sosyal medya eleştirileri ortaya koymasını sağlıyor.


Sadece sosyal medya markalarını değil, sosyal medya kullanım ve alışkanlıklarını da diline dolayan Burnham, Instagram'a konan resimlere, seks temalı mesajlaşmalara, oyun videolarına, tepki videolarına, Face Time sohbetlerine şarkılar ve skeçler yazarak harika anlar yaşatıyor. Bu marka ve alışkanlıklar yanında Bezos, Zuckerberg, Gates gibi bu markalaşma sayesinde dünyanın en zenginleri haline gelmiş "beyaz" figürleri de unutmuyor. Zaten Burnham'in dertlerinden biri de "zengin beyaz erkek" olmak ki, "son 400 yıldır mikrofon bizde" gibi cümlelerle özetlediği bu kesimde konumlandırılmaktan duyduğu rahatsızlığı bu mizahi üslubuyla her fırsatta dile getiriyor. Aslında rahatsızlık duyduğu o kadar çok şey var ki, mesela çocuk programı kıvamında başlayan, How The World Works (Dünya İşte Böyle İşler) adını taşıyan, Burnham'in çorap geçirdiği sol eli Socko'yu konuk aldığı müzikal bölümde Socko'nun sömürgecilik, soykırım, savaş, neoliberal faşistlerin solu öldürmesi, tarihin nesillere yanlış aktarılması, politikacılar ve polisler tarafından korunan pedofil şirket yöneticileri gibi bir sürü ince vurgusu, yine ana akım medyayı temsil eden Burnham'ın sağ eli tarafından susturuluyor. Ara ara kendisinden duyduğumuz "dünya boku yemiş" cümlesini sadece pandemiyi kastederek söylemediği anlaşılıyor. Pandemi, zaten uzun süredir var olan bu sorunların üzerine tüy diken bir başka sorun olarak Burnham'i hapsetse bile, Inside onun pek çok şeye olan öfkesini bastıramayacak çok katmanlı bir tepki niteliğinde.

Kendine yarattığı bu serbest oyun alanıyla şahane oyunlar oynayan, enfes şarkılarla bu oyunları süsleyen, mizah ve dram dengesi ayarlanmış şarkı sözleri ve metinlerle lafını esirgemeyen Bo Burnham, başlarda Inside için "bu ne olduğu belirsiz şeye hoş geldiniz" demekle haklı olarak bunun bir film, belgesel veya müzikal olarak adını koymak istememişti. Belki de bunların hepsi. Sesinden ışığına, makyajından kostümüne her anı emek dolu bu "şey", çok iyi kurgulanması gereken parçalardan oluşuyor. Burnham bu işi de o kadar ustalıkla yapıyor ki, özellikle Comedy, White Woman's Instagram, Sexting şarkıları çekimi, kurgusu, estetiği, enerjisiyle profesyonel işi bölümler. Yine kendi performansına tepki videosu çektiği, o tepki videosuna bir başka video, ona da başka video çektiği kısım, YouTube'daki oyun videolarının parodisini yaptığı bir başka skeç, Inside'ın zeki dolu anlarından bazıları. Oyuncu olarak en son Promising Young Woman'da izlediğimiz, 2018 yılında yazıp yönettiği ilk uzun metrajı Eighth Grade ile Amerika'da ne kadar festival varsa gezip ödüller, adaylıklar alan Burnham, televizyona yapıldığı için Inside ile de üç önemli Primetime Emmy başta olmak üzere çeşitli ödüller kazandı. Bo Burnham başarılı bir aktör ama duruş olarak pek komik olduğu söylenemez. Ama onun şapkasından çıkardığı asıl tavşanlar yazım/yönetim/kurgu kısımlarında ki, onun komedi yönünü sağlayan da bu becerileri zaten. Inside, klostrofobik otobiyografik, enerjik, komik, dramatik, eğlenceli, zeki, öfkeli, hüzünlü, bazen intihara meyilli, her ruh halini kendine yontabilen harikulade bir deneyim.

19 Ağustos 2022 Cuma

Il peccato (2019)

 
Yönetmen: Andrei Konchalovsky
Oyuncular: Alberto Testone, Antonio Gargiulo, Adriano Chiaramida, Roberto Serpi, Salvatore Pulzella, Adriano Chiaramida, Jakob Diehl, Nicola Adobati, Francesco Gaudiello, Nicola De Paola, Toni Pandolfo, Federico Vanni, Alessandro Pezzali, Orso Maria Guerrini
Senaryo: Andrei Konchalovsky, Elena Kiseleva

Senaryosu Elena Kiseleva ve Andrei Konchalovsky tarafından yazılan, yönetmenliğini Andrei Konchalovsky'nin yaptığı Rusya/İtalya ortak yapımı Il peccato (Sin), XVI yüzyılın başlarında Rönesans'ın en ünlü sanatçılarından heykeltraş, ressam, mimar ve şair Michelangelo Buonarroti'nin hayatındaki çok zorlu dönemi ele alan bir yapım. Michelangelo, bir yandan Sistine Şapeli’nin tavanını tamamlamakla uğraşırken bir yandan da Papa II. Julius'ün anıt mezarının yontularını tasarlamaktadır. Kilise yetkilileri ve Della Rovere soyluları hesabına çalışırken Papa II. Julius'ün ölümüyle, rakip Medici ailesinden papalığa yükselen Leone X, ona San Lorenzo bazilikasının yontusunu yapma görevi verir. Eserlerini bitirmek adına taraf seçmeyen Michelangelo, hem Della Rovere ailesini hem de Medici ailesini idare etmeye başlar. İki taraftan da ödenekler alır. Bir yandan da bu görevleri tamamlamak için en iyi mermeri bulma konusunda takıntılı hale gelir. Üzerinde oluşan bu çift taraflı baskı, Carrara'da bulduğu dev mermer "canavar"ı dağdan indirme çabaları, Michelangelo'nun ruh sağlığını etkilemeye başlar.

Michelangelo, filmde de çok iyi betimlendiği üzere dindar, kibirli, hırslı, telaşlı ve tartışmacı bir sanatçı. Çağdaşları tarafından bir dahi olarak görülmesine rağmen, savurgan ailesinin sorumsuz harcamaları sayesinde yoksulluk ve sefalet içinde bir hayat sürüyor. Bunu çok fazla dert ettiği söylenemez. Zira sanatı, bitirmeye çalıştığı eserleri ve sık sık politik çekişmelerin odağı haline gelmesi yüzünden başı yeterince kalabalık. Kiseleva ve Konchalovsky, doğumundan ölümüne bir Michelangelo biyografisi yerine çemberi daraltarak onun sanatsal açıdan en verimli, aynı zamanda en sıkıntılı olduğu bir dönemde yaşadıklarını resmediyorlar. Kelimenin tam anlamıyla bir "resmetme". Öyle ki, Konchalovsky filmlerinden alışık olduğumuz kimi zaman dağınık ve deneysel, kimi zaman derli toplu ama geleneksel anlatımdan çok farklı senaryo disiplini, olağanüstü bir görsel anlatımla birleşince kendini çok daha iyi gösteriyor. Aynı senaryo yapısıyla bu dönem görsel açıdan başka ellerde ne sonuç verirdi bilinmez. Ancak set dekorasyonundan sorumlu Matteo Paci, Rus görüntü yönetmeni Aleksandr Simonov ve Baarìa, La tigre e la neve, La migliore offerta, La vita è bella gibi güçlü İtalyan yapımlarında yapım tasarımcısı ve sanat yönetmenliği yapmış Maurizio Sabatini'nin muhteşem işçiliği filmi çok başka bir seviyeye taşıyor.


Bu güçlü ekibin XVI. yüzyıl başlarında geçen olayları biçimsel olarak anlatışlarındaki ustalık inanılmaz. Rönesans'ın en büyük sanatçılarından biri olan Michelangelo'yu sanatını icra ederken göstermek yerine onun sarhoş, panik, öfkeli anlarını, konuşma sırasında çocukça küsüp ortamdan izole olarak kendi kendine konuşmalarını, kavga edişlerini, köpeklerden kurtulmaya çalışmasını, kısacası sanatından bağımsız tüm insani duruşunu, doğallığını, aynı zamanda tuhaflıklarını gösteren Konchalovsky, bu üslübu sadece "maestro" özelinde değil, tüm filmde benimsiyor. Örneğin başyapıtlarından biri olan Mosé (Musa'nın Hükmü) heykelinin bitmiş halini gösterdiği sahnede destansı bir eseri ve onun bitap düşmüş yaratıcısını yan yana görmenin yarattığı tezatlık mükemmel bir karışım ihtiva ediyor. Daha genelinde, elit bir mimariyle döşenmiş dini mekanlar ve ferah mimari yapılarla, yukarıdan tuvalet sularının döküldüğü sokaklar, salaş hanlar arasındaki tezatlığın da zirvelerinden birine şahit oluyoruz. Yine Carrara'daki mermer "mostro"nun sancılı indirilme sürecindeki taş, toz, mermerle, tepeden görülen harikulade orman manzarasının yarattığı zıtlığın tadına doyamıyoruz. Ama tüm bu tezatlıklar bile filmin inşa ettiği sanatsal atmosferde uyum içinde eriyor.

Andrei Konchalovsky ve ekibinin sinema sanatıyla son derece yetkin bir biçimde eşleşen gerçeklik algısı hem senaryoda, hem de detaylarda devleşiyor. Kostümler, objeler, hayvanlar, yapılar, figüranlar bu atmosferi devleştiren özeni ve spontaneliği aynı anda veriyorlar. Her sahnedeki görüntü yönetimi, ışık/gölge kullanımı, set tasarımları bir yandan Rönesans tabloları estetiği taşırken, bir yandan da izlediğimiz şeyin bir film setinden çıkamayacak kadar sahici durduğunu itiraf etmek durumunda kalabiliyoruz. Kamera farklı açılara konuşlanarak dönemin muhteşem tablolarını anımsatan ışık/gölge tasarımlarıyla bize bir sinema seyircisi rolü yanında, bir müze ziyaretçisi rolü de veriyor. "Filmi çekmek ne kadar zamanınızı aldı" sorusuna "60 yıl" cevabını veren Konchalovsky, buna rağmen kapsamlı bir Michelangelo biyografisi yerine daha içsel, sahici, tarihi dekor önündeki filmlerin klişelerinden çok uzak bir sanatçı portresi çiziyor. Ancak bu portreyi, onun belli bir döneminde içine düştüğü yaratım süreci sıkıntılarından ayrı görmeyip, hatta o sıkıntıları kullanarak sanatçının iç dünyasına daha gizemli yollardan sızabilen şekilde çiziyor. Hatta Leonardo Da Vinci, Raffaello Sanzio ve Donatello gibi rekabet içinde olduğu çağdaşlarına bile çok fazla değinmeyecek kadar Michelangelo'ya odaklanmış güçlü bir özgürlük ve özgünlükle çiziyor.


Filmin farklı isimlerinin Il peccato ve Sin (Günah) ya da Il furore di Michelangelo (Michelangelo’nun Öfkesi) olarak düşünülmesinin nedenleri de var. Her iki ailenin de gözüne girmek için çift taraflı oynamaya zorlanan Michelangelo, giderek öfke ve paranoyaya teslim olmaya başlıyor. Üzerindeki baskı arttıkça kendini o ezberlediği Dante'nin "Cehennem"inde görmeye başlıyor. Mükemmel eserler yaptıkça kibrini de besleyen Michelangelo, böylelikle Yedi Ölümcül Günah'tan ikisini işlemiş olmanın bilinciyle yolunu kaybetmeye başladığını hissediyor. "Tanrı'ya doğru gittiğimi sanıyordum ama aslında gittikçe ondan uzaklaşıyordum. Tanrı'yı bulmak istedim fakat sadece insanı buldum." diyerek inancını sorguluyor. Bütün kişi ve kurumların üzerinde olan dinin gazabından kaçamayacağının ağırlığıyla ruhsal bir çöküntü yaşıyor. Bu filme kadarki en önemli rolü, Pier Paolo Pasolini'yi canlandırdığı Pasolini, la verità nascosta (2013) olan Alberto Testone, fiziksel olarak da çok ustaca benzetildiği Michelangelo'nun karizmatik, öfkeli, tedirgin, kederli, bezgin, coşkulu, çocuksu, hatta kesinlikle sakil durmayan biçimde karikatürize hallerini göz kamaştırıcı bir performansla hayata geçiriyor. Bugüne kadar sadece Rusya Sinema Sanatları ve Bilim Akademisi tarafından Rusya'da düzenlenen Nika Ödüllerinde En İyi Sinematografi, Prodüksyon Tasarımı ve Kostüm Tasarımı ödülleri alan Il peccato, özellikle 2010'lu yıllardan sonra kariyeri çok başka bir ivme kazanan 85 yaşındaki Andrei Konchalovsky'nin en iyi yapımlarından biri.

8 Ağustos 2022 Pazartesi

Petite nature (2021)


Yönetmen: Samuel Theis
Oyuncular: Aliocha Reinert, Melissa Olexa, Antoine Reinartz, Izïa Higelin, Jade Schwartz, Ilario Gallo
Senaryo: Samuel Theis
Müzik: Ulysse Klotz

Uzun sarı saçları, yumuşak yüz hatlarıyla bir kız çocuğunu anımsatan 10 yaşındaki Johnny'yi izlediğimiz Petite nature ya da diğer bir adıyla Softie, dizi ağırlıklı bir oyunculuk kariyeri bulunan Samuel Theis'in yazıp yönettiği ikinci uzun metraj. Üç çocuklu bir ailenin ortancası olan Johnny, annesinin babasını terk etmesiyle kardeşleriyle birlikte başka bir muhite taşınmak zorunda kalır. Özgür ruhlu genç anne Sonia, sevgilisiyle gününü gün eden, yine de çocuklarına sahip çıkan bir kadındır. Tüm öğrencilerine karşı ilgili bir öğretmen olan Jean ile kurduğu bağ, giderek onun derme çatma hayatında en önemli şey olmaya başlar. Kendi annesinden ilham aldığı, Cannes Film Festivalinden Golden Camera ve Un Certain Regard ödülleriyle dönen 2014 yılına ait Party Girl ile ilk filmini yazıp yöneten Samuel Theis, Petite nature ile bu kez kendi çocukluğundan esinlenmiş. Filminin bir uyanış hakkında olduğunu söyleyen Theis, şu sorudan yola çıktığını dile getirmiş: Bir çocuk hayatının hangi noktasında kendini özgürleştirme arzusuna kapılır? Bu soruyu cinsel özgürlük bağlamında ele alması onu tehlikeli sulara yaklaştırsa da, Theis bu hareket noktasından Johnny'nin ebeveyn ve yeni çevre sorunlarıyla yaşadığı sıkışmışlıktan kurtulma arzusunun aradığı açık kapıları çalıyor.

İlk başta klasik ebeveynsel sıkıntılar, sefil bir yaşam, akran zorbalığı gibi meseleler üzerinden bir anlatım kuracağını düşündüren, ama bu meseleleri de es geçmeden başka bir ana tema belirleyerek o uyanışa odaklanan Theis, Johnny'nin etrafındaki herkesin onun bu uyanışında azlı çoklu üstlendiği paylara uğrama gerekliliğini de atlamıyor. Örneğin onu hem seven, hem döven annesinin tutarsızlığından, aynı zamanda zorbalığa karşı çok "çıtkırıldım" kalan oğlu üzerinde baskı kurmasından kaçıp sığındığı öğretmeni Jean'ı hayatının önemli bir yerine koyuyor. Ne var ki 10 yaşındaki bir çocuğun bu dönüm noktası, özellikle Jean'ın kabusu olma tehlikesi taşıyor. Bu çelişkiyi çok güçlü, hatta filmin melankolik tonuna bile baskı yapan bir gerilimle ele alan Theis, neyse ki Johnny'nin bu uyanışının acemiliğini istismar etmiyor. Zaten Theis'in bu acemiliği çok iyi teşhis etmesi sayesinde naif Johnny'nin tekinsizleşmesi filmi bıçak sırtı bir konuma sürüklese de, o tona uyum sağlayan bir kontrol de söz konusu. Yaşadığı kırık dökük hayata bir türlü direnemeyen Johnny'nin bu uyanışına karşılık bulamayacak olmasının verdiği öfke az çok kendini belli etse de, nihayet yemek masası sahnesinde etkileyici bir biçimde patlayıveriyor. 10 yaşındaki çocukları bile yetişkin makullüğünde çileden çıkarabilecek kalitesiz yaşamlar, ekonomik ve sosyal şartların zorluğu yetmezmiş gibi, onların kimlik edinme arayış ve çabalarını da baltalıyor.

İlk gösterimini 2021 Cannes’ın Eleştirmenler Haftası bölümünde yapan Petite nature, aday olduğu Queer Palm kategorisinde Hytti nro 6, Titane, Benedetta, Große Freiheit, Les Olympiades Paris 13e, Tout s'est bien passé gibi yapımlarla yarıştı. Ödülün sahibi olamasa da cesareti ve o cesaretin gerektirdiği bazı şartların tuzağına düşmeyip kendini çok iyi ifade etmesi sebebiyle de ilgi topladı. İlk filminde etkileyici bir performans gösteren Johnny rolündeki Aliocha Reinert, filme adını veren "yumuşak, yufka yürekli, çıtkırıldım" sıfatlarını hüzün yüklü bir duruşla yansıttığı kadar, özellikle sözünü ettiğimiz yemek masası sahnesindeki öfke nöbeti ve seyirciyi tedirgin eden bazı sahneleri sayesinde de geleceğin sık tercih edilecek oyuncularından biri olma potansiyeli taşıyor. Samuel Theis'in gösterişten uzak ama hikayesine çok iyi eşlik eden anlatımı, filmi festival seçkilerinden alışık olduğumuz o iddiasız ama kendi kulvarında güçlü yapımlar arasına koyuyor. Deep Purple'ın Vietnam Savaşı'nı protesto amacıyla yazdığı benzersiz Child In Time şarkısı eşliğinde izlediğimiz final sahnesi de, bir nevi hayata karşı kendi var olma savaşını veren Johnny'nin film boyunca yaşadıklarına karşı bir duruşu sembolize etmesi yönünden çok çarpıcı.