28 Ocak 2021 Perşembe

Apples (2020)

 
Yönetmen: Christos Nikou
Oyuncular: Aris Servetalis, Sofia Georgovassili, Anna Kalaitzidou, Argyris Bakirtzis, Kostas Laskos
Senaryo: Christos Nikou, Stavros Raptis
Müzik: Alexander Voulgaris

Ani hafıza kaybının tuhaf bir salgın şeklinde insanları yakaladığı Atina'da orta yaşlı Aris'i izliyoruz. Bir gün evinden çıkıp dolaştıktan sonra uyuyakaldığı otobüsün son durağında şoför tarafından uyandırılır. Üzerinde kimlik ve cüzdan olmadığı için, artık insanların alıştığı unutma hastalığına yakalandığı anlaşılarak görevlilere haber verilir. Böylece bir süre sonra kimsesiz olduğu belirlenen hastalara yardım edip onlara yeni kimlikler veren bir iyileşme programına dahil edilir. Christos Nikou ve Stavros Raptis'in senaryosunu yazdığı, aralarında Yorgos Lanthimos'un Kynodontas (Dogtooth) ve Richard Linklater'ın Before Midnight filmlerinin de olduğu çeşitli yapımlarda yönetmen yardımcılığı yapmış Christos Nikou'nun yönettiği Mila (Apples), Yunan Yeni / Tuhaf Dalgası filmlerinden biri. Bu dalganın yaratıcı senaryo arayışları, kimi zaman Yunanistan'ın sosyo-ekonomik meselelerinden beslenen sert bir dram veya bir kara mizah ile, kimi zamansa fantastik bir fikir etrafında kendini gösteriyor. Tekinsiz bir atmosfer, donuk karakterler, minimal bir anlatım, metafor kullanmayı seven, seyirciyle yüz göz olmaktan imtina eden bu art house akım, son derece orijinal örnekler yanında, biçim ve ruh anlamında tembel yapımlar da doğurdu. Mila da bu eşgale uyan bir film. Ama belki de bu kalıplar içinde olup da şimdiye kadar içinde taşıdığı duygulara en saf, en hüzünlü biçimde sahip çıkan film olabilir.

İnsanları semptomsuz, habersiz, bir anda yakalayan bu hafıza kaybı salgınının artık kanıksandığı bir evrede dahil olduğumuz film, kahramanımız Aris de bir gün bu hastalığa yakalanınca bu hastalara nasıl yaklaşıldığına, tedavi süreçlerine dair yolculuğuna başlıyor. Üzerinde kimliği olmayan, bir süre sonra arayıp soran olmayınca hiç bir yakınının olmadığı anlaşılan Aris gibi hastalar, hastanede işleri bitince yeni kimliklerle garip bir iyileşme programına alınıyorlar. Onlara kalacak bir yer, ihtiyaçlarını karşılamaları için para, en önemlisi de kasetler aracılığıyla çeşitli görevler veriliyor. Hafızanın ne ölçüde yitirildiğinin anlaşılması açısından unutulmayacak bir eylem olarak bisiklete binmek, sinemaya, bara, partilere gitmek, sosyalleşmek, yeni karşı cinslerle tanışmak, onlarla tek gecelik ilişkiler yaşamak, yüksekten havuza atlamak, ölmek üzere olan biriyle vakit geçirmek, ölünce de cenazesine katılmak gibi pek çok görev veren, her bir görev sonunda da bu yaptıklarının fotoğraflarını çekmelerini isteyen program görevlileri, sık sık bu yapılanları da denetliyor. Böylece yeni hayatına yeni anılar biriktirerek başlayan Aris'in bu görevler esnasında yaşadıklarından bu tuhaf akıma özgü sakin bir kara mizah tonu inşa ediliyor.


Baştan beri bu garip hastalığı sakin ve tepkisiz geçiren, verilen görevleri eksiksiz yerine getiren Aris, bir gece sinema çıkışında karşılaştığı, kendisi gibi unutanlardan biri olan Anna ile nereye gittiği belli olmayan bu yolda kader birliği yapıyor. Birbirlerine hem yardımcı, hem de dost olan Aris ve Anna ile film, bu tuhaflık içinde yeşermeye çalışan muğlak bir romantizme de temas ediyor. Ama Aris'i gördüğümüz ilk andan itibaren filmin atmosferine tam oturan o muğlaklık kendini tane tane salıvermeye başlıyor. Aris'in hiç bilmediğimiz hafıza kaybından önceki yaşamına dair filme serpiştirilen ufak kırıntılar, sessiz sakin bir bunalma ve kırılma anı ile yaşadığımız sürpriz sayılabilecek final, o ana dek izlediğimiz her türlü tuhaflığı anlamlandırıyor. Film boyunca tam yerine oturtamadığımız ya da unutma/unutulma psikolojisine havale ettiğimiz melankolinin altında yatan gerçek ortaya çıkınca Yunan Yeni Dalgası dahilinde görmeye pek de alışık olmadığımız bir tamamlanmışlık, güçlü bir farkındalık, ağırbaşlı bir aydınlanma, ama hepsinin üstünde derin bir kedere şahit oluyoruz. Christos Nikou bu duyguların hepsini filmin dokusunu bozmadan aktardığı ve film içinde sızdırdığı tahminleri çok fazla gizlemeye çalışmadığı için finalini sakince kucağımıza bırakıp gözden kayboluyor. Seyirciyi oturduğu yerde yakalayan (ve bir süre daha oturmasını sağlayan) bu hamle ve gözden kayboluş o kadar sade ki, onu epik kılan da filmin kendisi değil, seyircinin algılayış biçimi oluyor.

Aris'i filmde sık sık elma yerken görüyoruz. Filme adını veren, kutsal metinlerde, mitolojik eserlerde, masallarda, bilimsel keşiflerde sembolik olarak kullanılan elma, tercih edilmenin, kandırılmanın, değişime uğramanın, ödül olmanın ve bazı başka değerlerin ölçüsü olarak kullanılmıştır. Her elma sunumu ya da tercihinden sonra güçlü bir değişim başlar. Cadının verdiği elmayı ısıran Pamuk Prenses'in hayatı değişir, Adem ile Havva yasak elma yüzünden cennetten kovulur ve dünya hayatı başlar. Newton’un kafasına elma düşer ve yerçekimi kanununun keşfi için gerekli şartlar oluşur. Yunan mitolojisinde kendisine verilen 12 görevden biri olan "Akşam Kızlarının Bahçesi"nden Herakles'in 3 altın elmayı sorgusuz sualsiz çalması, Aris'in yeni anılar oluşturmak için verilen görevleri sorgusuz sualsiz yapması ile ne derece ilişkilendirilebilir ya da ilişkilendirilmeli midir? Elma simgesi, insan düşünce yapısında kolay şekillenebilecek, kolay anlaşılabilecek kadar basittir. Bir ödül olduğu durumlarda onu kabul/tercih etmek insanın hür iradesine bırakılmıştır. Bir değişim yaşanır ve insan o değişimin sonuçlarıyla yaşamaya ya alışır ya da kendini zorlar. Bu durumda Aris'in içinde bulunduğu durumu da elmadan daha iyi bir meyve sembolize edemez sanki. Elma alırken manavın Aris'e elmanın faydaları arasında hafızaya da iyi geldiğini söylemesi ve bunun üzerine Aris'in yaptığı da tam olarak kendini bulduğu o değişime adapte etme arzusuyla alakalı. Değişim arzusu, değişmeden önceki durumu unutma arzusundan da kaynaklanır bazen. Aris Servetalis'in belki de tam olması gerektiği gibi canlandırdığı Aris'in unutma, hatırlama, kabullenme ve reddetme üzerine yaşadıklarını anlatan Mila, müsait olmasına rağmen güçlü bir dram yerine ince bir sızı bırakan filmlerden.

21 Ocak 2021 Perşembe

Pacto de Fuga (2020)

 
Yönetmen: David Albala
Oyuncular: Benjamín Vicuña, Roberto Farías, Eusebio Arenas, Francisca Gavilán, Victor Montero, Diego Ruiz, Gonzalo Canelo, Willy Semler, Mateo Iribarren, Vladimir Huaiquinir, Alberto Ellena, Mauricio Roa, Amparo Noguera, Juan Diaz Garay
Senaryo: David Albala, Raúl Blanchet, Loreto Caro-Valdes, José Córdova-Llanos, Manola Palomera, Susana Quiroz-Saavedra, Cecilia Ruz 
Müzik: Jonathan Grandcamp, Stuart Menderman, Juan Cristóbal Meza, Anita Tijoux

Temmuz 1988'de General Augusto Pinochet diktatörlüğü altındaki Şili'nin Santiago Hapishanesi'nde bulunan 2000 mahkum arasına siyasi suçlardan hüküm giymiş 120 kişilik bir mahkum grubu gönderilir. Güvenlik nedeniyle hapishanenin ayrı bir bölümüne yerleştirilen devrimci mahkumlardan León Vargas, Rafael Jiménez, Patricio 'Pituco' Velásquez ve Germán Sanchez gibi haklarında idam cezası verilmesi beklenen önemli isimler, deli işi bir kaçış planı yapmışlardır. Ama her kaçışta olduğu gibi burada da türlü engellerle karşılaşırlar. Kalabalık senaryo ekibi arasında da yer alan David Albala'nın yönettiği Pacto de Fuga, yaklaşık 2 yıl sürecek bu kaçış girişimini konu alan gerçek olaylara dayalı bir yapım. Faşist diktatör Pinochet dönemi, tıpkı Arjantin'in cunta döneminde olduğu gibi Şilili sinemacılara her zaman ilham kaynağı olmuş bir dönem. Gerek bu dönemi arkasına alan kurmacalar (Tony Manero), gerekse yaşanmış olaylara dayalı politik dram ya da gerilimler (No), ülkenin yaşadığı bu travmaların hayal gücünü besleyen, aynı zamanda gerçekten orada yaşanmış olayların sinema filmlerine uygunluğunu tescilleyen yanına işaret ediyor.

Özellikle yukarıdaki Tony Manero ve No filmlerinin yönetmeni Pablo Larraín'in yarattığı politik farkındalık, Şili sinemasının geçmişle kapanmamış hesaplarını sanatsal boyutlara taşımakta önemli bir referans noktası. Pinochet zamanlarının önemli malzemelerinden biri olan ve ülke tarihine "Operación Éxito" olarak geçmiş inanılmaz kaçış hikayesinin anlatımını üstlenen David Albala, belgeseller ve kısa filmlerden sonra ilk uzun metrajını çeken bir yönetmen olarak film bünyesinde el attığı türlere hakimiyet sağlamış bir yönetim sergiliyor. Özellikle hapishane filmleriyle oluşmuş pek çok klişeden beslenmesi yanında, filmin politik altyapısına bu klişeleri ezdirmediği söylenebilir. Hapishane müdürü, baş gardiyanı, ispiyoncusu yanında, yakalanmaktan son dakika kurtuluşlar, seyirciye de ters köşe yapan zeki hamleler, aylar geçtikçe büyüyen tünelin getirdiği ekstra sorumluluklar bu gerçek kaçış öyküsünün ne kadarına sirayet etmiştir tam bilememekle birlikte, bu çılgın plan dahilinde bir çok şeyin mümkünatı, gerçekten yaşanmış olmasıyla güç kazanıyor. Tabii Hollywood'dan aşina olduğumuz o senaryo ve dramatizasyon kıvrımlarının varlığı, bu haklı özgürlük mücadelesine gölge düşüremiyor.


Özellikle karizmalarıyla öne çıkan León Vargas ve Rafael Jiménez'in liderliğinde organize edilen kaçış planı, temposu iyi ayarlanmış, gerilim ve dram öğeleri yerli yerinde kullanılmış bir kurguyla, deyim yerindeyse tadı çıkarılarak anlatılıyor. Filmin politik arka planını hapishanenin dar atmosferinde ekonomik yollarla besleyen senaryo, aile ziyaretlerinde ve devrimci mahkumların birbirleriyle ya da sistemi temsil eden hapishane unsurlarıyla çatışmaya düştükleri anlarda kurulan diyaloglarla gücünü hissettiriyor. Dışarıda da bu kaçışa yardımcı olacak dava arkadaşlarının faaliyetleriyle ilgili de bir kulvar açan film, hemen her şeyi kitabına uygun yaparak hapishaneden kaçış üzerine yapılmış kalburüstü yapımlardan biri olduğunu kanıtlıyor. Üstelik haklı ve gerçek politik altyapısı sayesinde temelsiz muadillerinden daha üst sıralarda kendine yer buluyor. Zaten filmin ayrılmaz bir parçası olan bu politik zemin, onlar içeride hummalı biçimde çalışırken dışarıda yaşanan siyasi olaylarla da pekiştiriliyor. Radyodan emniyet güçlerine karşı yapılan terör eylemlerini duydukça dışarıdan gelecek yardımların tehlikeye girme riskiyle de yüzleşmek zorunda kalıyorlar. 2012 tarihli Pablo Larraín filmi No'da detaylı biçimde işlenen, Pinochet'nin 1988'de 8 yıl daha iktidarda kalmak için yapmak zorunda kaldığı referandum için reklamcı Rene Saavedra'nın "Hayır" kampanyası için çektiği şen şakrak reklam filmlerini hapishane televizyonundan görüyoruz.

Referandumdan "Hayır" çıkınca bu defa sol parti kurmaylarının bu kaçış yüzünden 19 yıl sonra kapılarına gelen demokratikleşme adımlarını tehlikeye düşüreceğine dair tartışmalarına tanık oluyoruz. Dış yardım olmadan bu kaçışın başarılı olamayacağı gerçeğiyle birlikte pek çok zorluğa karşı başladıkları işi bitirmek isteyen siyasi mahkumlar ve dışarıda özellikle Rafael Jiménez'in eşi Paulina Baeza'nın ısrarcı tavrı, hayranlık uyandıran bir birlik beraberlik duygusuyla filmi kuşatıyor. 2 saat 15 dakikalık süresini hiç hissettirmeyip yağ gibi akan temposu, dönemin siyasi akışını bu çılgın kaçış macerasına ustalıkla katık eden kurgusu, dramatik, duygusal, gerilimli, öfkeli anları ve oyuncuların güçlü performanslarıyla servis edilen bu gerçek direniş hikayesi, üzerinden yıllar geçtikçe en iyi hapishane ve hapishaneden kaçış filmleri arasında gösterilecek kalitede. 2005'te çektiği Perspecplejia belgeseli haricinde çektiği ilk uzun metrajı olan Pacto de Fuga ile ülkesi Şili'nin son yıllardaki en büyük hitine imza atan, bu filmi de kendi kurduğu Calibre 71 bünyesinde çeken David Albala, kendisinden 5 yaş küçük Pablo Larraín gibi ileride bir markaya dönüşür mü bilinmez. Dönüşmese de bu filmle birlikte Şili tarihinin en önemli olaylarından birini perdeye taşıma misyonunun altından başarıyla kalktığı kesin.

11 Ocak 2021 Pazartesi

Soul (2020)


Yönetmen: Pete Docter, Kemp Powers
Seslendirenler: Jamie Foxx, Tina Fey, Graham Norton, Alice Braga, Richard Ayoade, Phylicia Rashad, Angela Bassett, Wes Studi, Rachel House, Donnell Rawlings
Senaryo: Pete Docter, Kemp Powers, Mike Jones
Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross, Jon Batiste

Caz piyanisti olarak kariyer yapmak isteyen Joe Gardner, bir ortaokulda yarı zamanlı müzik öğretmenliği yapmakta, aynı zamanda kulüplerde çalma fırsatı kovalamaktadır. İşini iyi yaptığı için okulda tam zamanlı öğretmenliğe getirilerek iş güvenliği, sağlık sigortası, emeklilik gibi haklarını elde eder. Bir gün, bir kulüpte davul çalmakta olan eski öğrencilerinden Curley, Joe'ya müthiş bir teklifte bulunur: Camianın çok önemli saksafon müzisyenlerinden biri olan Dorothea Williams'ın grubunda piyano çalma fırsatı... Turneye başlamak üzere olan Williams, daha ilk provada harika bir performans sunan Joe'yu gruba alır. Hem işinde, hem de kariyer yapmak istediği müzikte işi yaver giden Joe beklenmedik biçimde kaza geçirerek başka bir boyuta geçer ve kendisini "Great Beyond"a (ölümden sonraki yaşam, bir bireyin kimliğinin veya bilinç akışının, beden ölümünden sonra sahip olmaya devam ettiği bir varoluşa ya da dinde bilinen adıyla ahirete) giderken bulur.

Hayatındaki bu çok önemli kırılma noktalarının tadını çıkaramadan ölmeyi kabullenmeyen Joe, ahiretten kaçmaya çalışırken bu kez kendini hepsinin adının Jerry olduğu ruh danışmanlarının doğmamış ruhları hayata hazırladıkları "Great Before"a (varoluş öncesi, yani insan ruhunun doğumdan önce var olduğu inancı) düşer. Henüz ölmediğini, bedeninin bekleme evresine girdiğini öğrenen Joe, burada kişilikleri tamamen oluştuğunda ve içleindeki "kıvılcımı" bulduklarında dünyaya gönderilen küçük ruhlarla karşılaşır. Joe'nun konumunda olanlar, bu küçük ruhlara ihtiyacı olan kıvılcımı bulmalarında rehberlik etmekle görevlendirilmişlerdir. Bunun için rehberlerin ruh ikizleriyle eşleştirilmeleri gerekmektedir. Yaşanan karışıklıkta Joe, dünyaca ünlü bir çocuk psikoloğu olan Bjorn T. Börgensson kimliğini alır ve Great Before'un en haylazı 22 ile eşleştirilir. Halinden memnun olan, dünyaya dönmek istemeyen, binlerce rehberin başedemediği 22'yi ikna edemezse ölüp ahirete gitmesi gereken Joe'nun işi hiç kolay değildir.


Pete Docter, Kemp Powers ve Mike Jones'un yazdığı, Monsters Inc., Up, Inside Out gibi kaliteli animasyonları yazıp yönetmiş, Toy Story 1-2 ve WALL•E senaryolarında yer almış Docter'in yönettiği Soul, bu konunun içereceği mesajlar tahmin edilse bile izlenmesi keyif veren Pixar animasyonlarından biri. Çocuk ve yetişkin seyirci arasında bir denge kurmayı, nihayetinde daha çok yetişkinlere, daha doğrusu onların içinde sıkışmış çocuklara seslenmeyi seven Pete Docter, Soul ile özenle tasarlanmış fantastik hikayelerinden çıkardığı dünyevi mesajlarına yenilerini ekliyor. Her filminde olduğu gibi, kahramanlarının kendi yaşamlarının anlamını bulmaya yönelik engebeli yolculuklarına, eğlenceli maceralarına ve hüzünlü duraklarına ortak ediyor. Baş kahramanımız Joe Gardner'ı önce New York'ta sürdürdüğü umutlarla dolu yaşamında, daha sonra da yaşadığı kaza neticesinde sıkıştığı ruhlar aleminde takip eden Soul, temelde hayatın anlamını bulmak üzerine bir hikaye. Bunun kulağa "dünyayı kurtarma macerası" kadar klişe geldiği bir gerçek. Bir bakıma kişinin kendi hayat gayesini keşfetmesiyle kendi dünyasını kurtarması olarak görülebilir. Joe için bu gaye, tutkuyla bağlı olduğu caz müzikte ilerlemek, başarılı olmak, takdir edilmek. Tek başına filmi taşımaya yetmeyen bu amacın yanına, hiç bilmediği dünyaya gitmek istemeyen 22'nin amaçsızlığını da ekleyen senaryo, bu pratik çözümle istediği çatışma ve macera zeminini de kurarak çoğu Pixar filminde olduğu gibi bunu bir benlik arayış yolculuğuna dönüştürmeyi başarıyor.

Film, Great Beyond evrenini detayları ve kurallarıyla eğlenceli biçimde tanıttıktan sonra, dünyaya dönmek isteyen Joe ve dönmek istemeyen 22 arasındaki ikilemi aşmak için bu kuralların dışında kalan bir çözüm üretmiş. Gemisiyle kayıp ruhların kurtarılmasına yardım eden Moonwind'in de çabalarıyla dünyada komada olan bedenine geri dönme şansı yakalayan Joe, 22'yi de peşinden sürükleyince yaşanan aksilik sonucu 22, Joe'nun bedenine, Joe ise o sırada hastane yatağında olan terapi kedisi Mr. Mittens'ın bedenine giriyor. Bu noktadan itibaren film tersine bir tasarımla bu defa 22'ye dünyadaki şehir hayatını detayları ve kurallarıyla eğlenceli biçimde tanıtmaya başlıyor. Üstelik bunu yaparken asıl amacına daha çok yaklaşıyor. Her ne kadar dünyayı tanımasa da, çok zeki ve insani ilişkilerden anlayan bir ruh olan 22, Joe'nun bedeninde çok iyi işler yapıyor. Asi bir kişiliğe sahip olan Joe'nun trombon çalan öğrencisi Connie'yi müzikten kopma noktasından döndürüyor. Bunu yaparken eğitim sistemine inanmayan Connie'ye "yöneten sınıfın temel dersleri muhalefetin sesini keser" gibi büyük laflar ediyor. Veteriner olmak isterken yaşadığı aksilikler yüzünden berber olmak zorunda kalan ama bundan hiç şikayet etmeyip mesleğinin faydasını ve verdiği mutluluğu keşfeden Dez ile Joe'nun aksine caz dışında bir şeyler konuşuyor. Terzi annesi Libba ile arasını düzeltiyor. Pizzanın, lolipopun tadını alıyor, müziği duymaya ve sevmeye başlıyor. Doğmamış bir ruh olarak hem Joe'nun bu insanlarla olan ilişkilerindeki eksiklikleri görmesini sağlıyor, hem de dünyada yaşadığı ufak detaylarla bile yaşamanın ne kadar keyifli olabileceğine dair inancı artıyor.


Bir tarafta dünyaya dönüp en büyük hayalini gerçekleştirdiği halde hayatının anlamının gerçekte bu olmadığını, ıskaladığı pek çok şey olduğunu 22 sayesinde fark eden Joe, diğer tarafta kazara Joe'nun bedenine girmesiyle dünyada mutlu bir şekilde yaşamanın ufak ayrıntılarda gizli olduğunu tecrübe eden ve bir bedende dünyaya gelmeye hazır hisseden 22... Soul aslında gözümüzün önünde duran "hayatımızın anlamı, beklediğimiz kıvılcım ufak detaylarda gizlidir" mesajını veren onlarca filmden biri. Ama ruhlar aleminden başka bir yer görmemiş 22'nin dünyevi tecrübesizliği yüzünden gökyüzünü seyretmeyi ve yürümeyi bile hayatındaki kıvılcım olarak görmesindeki incelik az da olsa fark yaratabiliyor. Bir müzisyen ya da veteriner olmak, ev ve araba sahibi olmak için büyük borçlar altına girmek, çocuk yapmak, hatta insanca yaşayabilmek için çalışmak zorunda kalmak gerçekten amaçlarımız ya da aradığımız kıvılcımlar mıdır? Gökyüzünü seyretmek, yürümek, müziği hissetmek, yiyeceklerin tadını almak, sohbet etmek Joe'nun söylediği gibi sıradan yaşamsal şeyler midir? Filmin bunlara kendince cevap veren mükemmel bir aydınlanma sahnesi var ki, Trent Reznor ve Atticus Ross'un aynı güzellikteki Epiphany adlı bestesiyle güçlenen bu duygu dolu kolaj, basit bir özetten çok daha fazlasını ifade ediyor. Belki Great Before'daki ruh personeli Jerry'ler (ve tabii muhasebeci Terry) Inside Out'daki duygu temsilcileri gibi daha renkli ve eğlenceli biçimde tasarlanabilirdi. Ama yine de Inside Out gibi iki faklı kanaldan çok iyi işleyen hikayesi, seslendirme kadrosu ve hayatlarımıza dokunmayı beceren mesajlarıyla Soul, ruhu olan bir film.

5 Ocak 2021 Salı

The Rocker (2008)


Yönetmen: Peter Cattaneo
Oyuncular: Rainn Wilson, Christina Applegate, Teddy Geiger, Josh Gad, Emma Stone, Jeff Garlin, Jane Lynch, Will Arnett
Senaryo: Ryan Jaffe, Wallace Wolodarsky, Maya Forbes
Müzik: Chad Fischer

1980’lerde, ismini kendisinin koyduğu hard rock grubu Vesuvius’da davul çalan Robert 'Fish' Fishman (Office dizisinin DwightRainn Wilson), grup daha albüm bile çıkaramadan gruptan atılır. Sebebi de plak şirketinin başkanının onun yerine gruba yeğenini sokmak istemesidir. Grup elemanları başta buna karşı gelseler de, bunun karşılığında Whitesnake’in alt grubu olacaklarını öğrenince anında Fish’i satarlar. 20 yıl sonra Vesuvius büyük bir grup olmuş, Rob ise bir işte dikiş tutturamayan, içindeki rock ruhunu ve kendisine yapılan haksızlığı yıllarca bastırmak zorunda kalan birine dönüşmüştür. Son işini kaybedip, sevgilisi tarafından da terk edilince evsiz kalan Rob, ablasının yanına taşınır. Yeğeni Matt’in klavye çaldığı A.D.D. isimli lise grubu, mezuniyet gecesi vereceği konser öncesinde davulcularını kaybedince çaresiz kalarak 20 yıl önce efsane olmanın eşiğinden dönmüş Fish’e teklif götürürler. Bu grup Fish için, yarım kalmış şöhret sevdasını, rüyalarını, çılgınlıklarını gerçekleştirmek için bir fırsattır.

İngiliz Peter Cattaneo, 1997 tarihli The Full Monty ile İngiliz işçi sınıfının ekonomik kriz içindeki bunalımından harika bir komedi-müzikal çekmiş bir yönetmendi. Uzun bir aradan sonra tekrar show business tarzı komedi dram anlatımına dönen Cattaneo, bu kez tipik bir Amerikan rock’n roll rüyasının gerçekleşme sürecini işliyor. The Full Monty kadar usta bir kara mizah örneği olmasa da, basmakalıp bir şöhret öyküsünü sıcak, sevimli ve kesinlikle eğlenceli komedi üslubuyla sunuyor. Artık burada hangi zıpır espirisinden örnek vereceğimi bilemediğim komik cümlelere, zaman zaman tuvalet mizahına meyleden sahnelere, Almost Famous gibi filmlere yaptığı ufak göndermelere, bu bağlamda hem rock konulu filmleri, hem de plak endüstrisini çeşitli yönlerden ti’ye alan serseri bir duruşa sahip.

Ergenlik sorunları, aile höşgörüsü, kuşak çatışması gibi meseleleri sadece temelde bırakmış olan filmin keyif veren müzikal yanı, rock klişelerine hakim olduğunu belli eden Cattaneo’nun ayrı bir başarısı. Özellikle A.D.D.’nin Vesuvius’un alt grubu olarak çıkacağı final bölümleri çok şirin. YouTube’un, Guitar Hero’nun, plak şirketlerinin yeni pazarlama oyunlarının kuralları değiştirdiği (hatta biraz da mertliği bozduğu) bir dünyada saçlarını kestirip takım elbise giymek zorunda kalanların ekstra zevk alacağı başarılı bir komedi The Rocker