26 Haziran 2023 Pazartesi

Sigurno mjesto (2022)

 
Yönetmen: Juraj Lerotic
Oyuncular: Juraj Lerotic, Goran Markovic, Snjezana Sinovcic
Senaryo: Juraj Lerotic

Juraj Lerotic'in yazdığı, yönettiği ve başroldeki Bruno karakterini canlandırdığı Hırvatistan yapımı Sigurno mjesto (Safe Place), iki kısa film sonrası Lerotic'in ilk uzun metrajı olma özelliği taşıyan sarsıcı bir aile dramı. Film, Bruno'nun aceleyle önce apartman, sonra daire kapısını kırarak bir eve girmesiyle başlıyor. Çünkü evde kardeşi Damir kolunu ve boğazını kesmiş vaziyette intihar girişiminde bulunmuş. Neyse ki Bruno'nun vaktinde yetişmesiyle kurtarılıyor ama asıl hikaye bundan sonra başlıyor. Zira Damir psikolojik olarak hiç iyi değil. Ne yapacağı kestirilemez bir halde ve intihara meyilli bir genç. Şehir dışında yaşayan annesinin de gelmesiyle Bruno, çok sevdiği kardeşi Damir'e göz kulak olmaya kendini adamış vaziyette. Hastaneden kaçıp eve gelen Damir'i saklayan ve başka bir psikoloğa götürmek isteyen ailesiyle Damir arasında pamuk ipliğine bağlı bir 24 saat izlemeye başlarız. Juraj Lerotic'in kendi hayatından esinlendiği otobiyografik bir senaryoya sahip Sigurno mjesto, tedirgin edici sakinliğinin altında saf ve gerçekçi bir psikolojik gerilim saklayan, bunu adeta günlük hayatın bir rutini gibi işleyen, bu sayede benzerine az rastlanan minimal bir atmosfer oluşturan filmlerden. Lerotic, tasarladığı bu duygusal ve psikolojik muğlaklığı film boyunca iç içe geçirmiş şekilde, olay ve karakterleri hemen hemen hiç yükseltmeden muhafaza ediyor. Filmin biçimsel olarak en önemli özelliği ve hatta başarısı bu.

İki yıl önce babasını kaybetmiş ve kız arkadaşından ayrılmış olması bilgileri dışında Damir'i intihar eğilimli yapacak pek bir şey olmasa da, Lerotic'in asıl amacı bir sebebi, bir travmayı öne çıkarmak değil, intihar girişiminden sonraki bu 24 saat içinde genç adamın sakince nasıl deliliğin sınırlarında gezindiğini, çaresiz anne ve ağabeyinin de ona nasıl yardım edebileceklerini anlamaya çalışmalarını betimlemek. Yani sebepten çok sürece odaklanmak. Tasavvur etmekte zorlandığımız ruhsal hastalıklara yaklaşma şeklimiz, Bruno ve annesinin sevgiyle sınırlı acemiliğinden pek de farklı olmaz. Damir'in kimseyi suçlamayan, hatta kendisine ne olduğunu kendisinin bile anlamadığı yürek burkan bu ruh hali ailesinin dahi baş edemeyeceği bir şeyken, seyircinin de bu çaresizliğe ortak olabilmesi, filmin verdiği gerçeklik sayesinde hiç de zor olmuyor. Özellikle Bruno'nun sürüklediği telaş ve inadın sahiciliği, Damir'e psikolojik olarak bir türlü ulaşamamasının üzüntüsüyle çok iyi birleşiyor. Bir süre sonra onu kendinden bile korumayı gerektirebilecek bu ulaşılamamazlık Damir'i hem yürek burkan, hem de tehlikeli bir karakter haline getiriyor. Lerotic belki de kendi tecrübe ve gözlemlerine istinaden bu intihar eğilimine ve onun öznesine ekstra bir şey ekleyip çıkarmadan baktığını fazla fazla hissettiriyor. Zaten Damir'in dile getirdiği güvensizlik ve sıkışma halinin psikolojideki karşılıkları da malum.

Juraj Lerotic bu süreci anlatırken, doğal akış içinde karşılaşılan psikologlar, doktorlar, memurlar vesilesiyle hantal sağlık sistemi işleyişine dokunmadan edemiyor. Aslında özellikle sistem eleştirisi yapmıyor veya dokundurmak için suni sahneler tasarlamıyor. Zaten bir çoğumuzun da aşina olabileceği üzere iş yürütme, bekletme, ciddiye almama, aciliyeti algılayamama gibi olumsuzluklar ne yazık ki bu sürecin parçaları. Lerotic asıl yoğunlaştığı anlatısının önüne bunları geçirmeden, ama bu hantallığın gerçekliğini de yadsımadan filmini inşa ediyor. Ekranın dört bir yanını kolaçan etmemizi sağlayan uzaktan sabit kamera çekimleriyle oluşturduğu genişlik ile, kapı aralıklarından, cam yansımalarından, dar kadrajlardan elde ettiği klostrofobik darlık enteresan bir kimya ortaya çıkarıyor. Kardeşleri oynayan Juraj Lerotic (Bruno) ve Goran Markovic (Damir) filmin doğasına uygun gerçeklikte ve vuruculukta performanslar gösteriyorlar. Her ikisine yakın girilen sabit planlar, doğaçlamaya da müsait acelesi olmayan diyaloglar duygudan duyguya sürüklüyor. Ne var ki bu duyguların arasında mutluluk yok. Locarno, Saraybosna, Pekin, Şangay, Lübliyana gibi çeşitli festivallerden ödüllerle dönen Sigurno mjesto, konusuyla, biçimiyle, sadeliğiyle, sakinliğiyle, gerilimiyle, hüznüyle muazzam bir film.

18 Haziran 2023 Pazar

Frozen (2010)


Yönetmen: Adam Green
Oyuncular: Emma Bell, Shawn Ashmore, Kevin Zegers, Ed Ackerman, Rileah Vanderbilt
Senaryo: Adam Green
Müzik: Andy Garfield

Üniversiteli üç gencin haftasonu tatillerini geçirmek üzere kayağa gitmeleri, dönerken son telesiyeje bindiklerinde görevlilerin vardiyasında yaşanan dikkatsizlik sonucu ıssız bir yerde havada asılı kalmaları gibi orijinal bir konuya sahip Frozen, bu konunun nimetlerinden tam olarak faydalanamasa da etki bırakmayı başaran bir film. Olayın Pazar günü gerçekleşmesi yüzünden bir haftadan önce telesiyejin çalışmayacak olması, dondurucu soğuk ve aşağıda bekleyen aç kurtlar, bu içinden çıkılması güç durumun tabiatı gereği çemberi daraltan unsurlar.

Kurtulmak için çözüm seçenekleri fazla olmayan, ama o seçenekleri zorlama yönünde çaresizlik, hayatta kalma içgüdüsü, kahramanlık veya aptallık olarak yorumlanabilecek gayretlerde bulunan gençlerin dramı, kimi zaman filmin kendini bile aşan nitelikte sahici denebilir. Bir Amerikan yapımı olmasına rağmen, böylesi ilginç bir hayatta kalma mücadelesinin şartlarını hazırlamış ve o şartları çeşitli kereler pratiğe dökmeyi becermiş bir film olarak Frozen’dan son dönem düşük bütçeli, karlı ve soğuk İskandinav gerilimlerinin tadını almak da mümkün. Yazıp yöneten Adam Green’in birçok detayı ıskalamış, kurtulma çabalarını fazla kasmış ve bireysel dramları yeterince sağlama alamamış anlatımı, ilginç biçimde filmin “herkesin başına gelebilecek olağanüstü bir durum” konumunun önüne fazla geçemiyor.


Karakterleri tanıtma, sevdirme ya da içlerini doldurma amaçlı giriş bölümü filme biraz gaz biriktirse de, filmin gerçekten başladığı havada kalma ânından itibaren o gazı almak için kozları da ortaya dökülmeye başlıyor. Çocukluk arkadaşının güzel bir sevgili tarafından elimizden alınması, bizim için tehlikeyi göze alacak birinin fikrini değiştirmesi yönünde onu iknâ etmeye fazla çalışmama psikolojimiz, her şey yolundayken yapacaklarımızın/yaptıklarımızın, hiçbirşey yolunda değilken hayatî önem kazanması, doğal olarak sonunu düşünemediğimiz kararlarımızın başımıza iş açmasından ötürü duyduğumuz vicdan azabının anlamsızlığı gibi basit sayılabilecek ayrıntılar bu andan itibaren kendine yer buluyor.

Daha da önemlisi, giriş bölümünde özdeşleşme sorunu yaşayabileceğimiz karakterlerle, içinde düştükleri durumun vahametini ve ölüme farklı yollardan ne kadar yakın olduklarını çarpıcı biçimde gördükten sonra yakınlık kurabiliyor olmamız, Green’in konu orijinalliğini nasıl kullanabildiği ile doğru orantılı. Kaldı ki karakterlerle başarılı performansları yüzünden yakınlık kurabileceğimizi de sanmıyorum. Onları seyirciye yaklaştıran, oyuncular veya canlandırdıkları sıradan üniversite öğrencileri olmalarından evvel, içine düştükleri çıkmaz. Bu da çoğu zaman senarist ve yönetmenin başarısından ileri gelir. Adam Green, belki biraz daha özen göstermesi beklenen karakterlere ve özellikle Avrupalı akranlarının filmlerini daha da çaresizleştirdiği final anlayışına eğilmiş olsa sonuç mevcut olandan çok daha farklı olabilirdi. Yine de belli sahnelerde agorafobik bir ruh halini klostrofobik şekilde kabul ettirmeyi başarmış olması da önemli.

10 Haziran 2023 Cumartesi

Enough Said (2013)

 
Yönetmen: Nicole Holofcener
Oyuncular: Julia Louis-Dreyfus, James Gandolfini, Toni Collette, Catherine Keener, Tracey Fairaway, Tavi Gevinson, Eve Hewson, Ben Falcone
Senaryo: Nicole Holofcener
Müzik: Marcelo Zarvos

Masözlük yapan Eva ile TV arşiv bölümünde çalışan Albert bir partide tanışır ve çıkmaya başlarlar. Her ikisi de boşanmıştır ve üniversiteye gitmeye hazırlanan kızları vardır. Eva, Albert ile tanıştığı aynı partide bir de şair olan Marienne ile tanışmış ve ona masaj yapmak için sözleşmiştir. Eva ve Albert ilişkilerinde çok uyumludur. Keza, Eva'nın Marienne ile arkadaşlığı da çok iyi gitmektedir. Ne var ki Marianne'in sürekli şikayet ettiği, evliliklerine dair olumsuz ayrıntılar anlattığı eski kocasının Albert olduğunu öğrenen Eva, iyi gitmekte olan ilişkisini sorgulamaya başlar. Sex and The City, Gilmore Girls, Six Feet Under gibi dizilerin bazı bölümlerini yönetmiş, dizi ağırlıklı yönetmenlik kariyerinin aralarına birkaç uzun metraj da eklemiş olan Nicole Holofcener'ın bu molalarından biri olan Enough Said, romantik komedinin olgun bir komedi ve dengeli bir dram ve romantizmle birleşmiş versiyonlarindan biri. Adı geçen tesadüf olmasa belki de vermek istediği pek çok duyguyu vermekte zorlanacak iken, bu tesadüften yarattığı çatışmayı çok iyi kullanan Holofcener, ilişkiler, evlilik, boşanma, ebeveynlik, ergenlik, iletişimsizlik gibi konulara ciddi olduğu kadar eğlenceli dokunuşlarda bulunuyor. Evlilik konusunda şansları yaver gitmemiş iki boşanmış yetişkinin ikinci bahar arayışları, çok rahat, sevimli ve gerçek diyaloglarla senaryoya yansıyor. Belli bir yaştan sonra sosyalleşmenin, kaliteli flörtün, tuhaf durumları zeki bir mizahla karşılamanın ustası olmuş Eva ve Albert ikilisinin randevuları ve ilişkilerinin ilerleyişi keyifli bir çok anı da beraberinde getiriyor.

Nicole Holofcener, ilişkiler konusunda belli ki çok dolmuş. Fakat bu doluluk, üzerimize boca edilen ve bir süre sonra dağılacak fikirler yığını şeklinde değil, doğru yer ve zaman bilinciyle ekonomik olarak seyirciye zerk ediliyor. Boşanmış ve boşanmamış eşlerin, yalnızlıklarına merhem niyetine çıkmaya başlayan dul yetişkinlerin, anne-kız, baba-kız ve yakın arkadaşların ilişkileri üzerine söyleyeceklerini dillendirmesi için klasik romantik komedi şablonundaki unsurlardan faydalanıyor Holofcener. Hatta Eva'nın bir yerine iki dert ortağı var: Psikolog arkadaşı Sarah (Toni Collette) ve kızı Ellen'ın arkadaşı Chloe. Biri yaşıtı, diğeri de kızının yaşıtı bu iki karakterin Eva'nın hem Albert ile, hem de kızı Ellen ile yaşadığı ikilemlerin sesi olmasını sağlaması, üstelik doğru notalara basmaları sayesinde senaryo neredeyse hiç teklemiyor. Öte yandan Eva'nın söz konusu tesadüfü fark etmesinin ardından Albert ile ilişkisi için çizdiği yol da senaryo açısından maden sayılabilecek fikirler taşıyor. Holofcener da bu fikirleri derleyip, uçuk kaçık çözümler üretmeden, ayakları yere basar şekilde rayına oturtuyor. Eski koca dedikodusu, o eski koca yeni ilişki öznesi olunca daha bir keyifle dinleniyor örneğin. Eva, eski eşler arasında gidip geldikçe ve bu bitmiş evliliğin detaylarını öğrendikçe yeni ilişkisini sorgulamaya, giderek de soğumaya başlıyor. İnsanların beraber olmaya başladığı insanları başkalarından duyma, onların fikirlerini alma ihtiyacı malum. Eva ise Albert ve Marianne sayesinde bu avantaja doğrudan sahip bir konumda buluyor kendini.

Filmin ana çatışması Eva, Albert ve Marianne üçgeninde olsa da, senaryo yan çatışmalarla kendini besleyen bir yapıya sahip. Hiçbiri diğerine ayak bağı olmuyor. Holofcener'ın senaryosu ve onu hayata geçiren karakterlerin seyirciyle kurduğu bağ o kadar sağlam ki, şahane bir kırılma anı olarak yüzleşme sahnesinde saniyeler içinde kendimizi her bir karakterin yerine koyabildiğimizi fark ediyoruz. Ucuz feminizm ve politik doğruculuk peşinde olmayan Holofcener, kadın erkek her iki tarafa da incelikli bir mizah ve duyarlılıkla yaklaşıyor. Temelde sırların ve yalanların kalp kıran etkilerine mercek tutuyor görünse de, mikroskoptan çok daha fazlası görünüyor. Mesela insanlara yüklenmiş bazı fiziksel ve ruhsal farklılıkların yine bazı insanlar tarafından sanki birer kusurmuş gibi algılanmasına karşı çıkıyor. Mesela her ebeveynin kendi çocukları için belirlediği doğruların farklılığını hatırlatıyor. Mesela bitmiş bir evliliğin taraflarının birbirlerine  yine insan kalabileceklerinin altını çiziyor. Julia Louis-Dreyfus ve James Gandolfini'nin filmi kapıp götüren kimyaları, geri planda da Catherine Keener ve Toni Collette gibi usta oyuncuların destekleriyle dolu dolu 1,5 saat içinde duygudan duyguya geçiyoruz. Özellikle Haziran 2013'te hayata gözlerini yuman, The Sopranos ile bir efsane olmuş usta aktör James Gandolfini'nin son filmlerinden biri olmasının hüznü de filme ayrı bir değer katıyor. Son olarak 2010'lu yılların en iyi romantik komedi/dramlarından birini yazıp yönetmiş olan Nicole Holofcener'ın kimseyi kötülemeyen tarafsız bakış açısının çok mühim ve samimi olduğunu -gerçek hayatın tüm olumsuzluklarına karşın- ifade edelim.