30 Temmuz 2014 Çarşamba

Salvo (2013)


Yönetmen: Fabio Grassadonia, Antonio Piazza
Oyuncular: Saleh Bakri, Sara Serraiocco, Mario Pupella, Luigi Lo Cascio, Giuditta Perriera
Senaryo: Fabio Grassadonia, Antonio Piazza

Fabio Grassadonia ve Antonio Piazza ikilisinin yazıp yönettiği Salvo, karizmatik mafya tetikçisi Salvo'nun bir infaz sonrasında evde infaz ettiği adamın görme engelli kızkardeşi Rita'yı öldürmeyip saklaması, zamanla da ona bağlanmasını konu alan bir yapım. Aslında bu zamanla kısmı, filmin bazı eksiklikleri yüzünden hiç de zaman almış gibi görünmeyerek iki baş karakterinin arasındaki ilişkiye zarar verir nitelikte. Her ne kadar filmin ağır yapısı Pamuk Prenses ve iyi kalpli avcının Stockholm Sendromu soslu ilişkisinin tuğlalarını örmeye müsait olsa da, 110 dakikalık süre bu ağır işleyişe sebep olacak gereksiz uzunluktaki bazı sahnelerle şişirilerek asıl verilmesi elzem duygular ufak ayrıntılarla ve oyuncuların iyi performanslarıyla kapatılmaya çalışılıyor. Yazar / yönetmen ikilisi yönetmenlik olarak Sicilya'nın sıkıntılı yüzünün de sağladığı avantajla genel olarak başarı gösterseler de, senaryonun sağlayacağı avantajları adeta ellerinden kaçırmışlar denebilir.

Variety dergisinin Salvo'yu “İtalyan sinemasının yeniden doğuşu” ilan etmesi (şayet doğruysa) çok abartılı olmuş. En son kazanılan Oscar'ı saymazsak İtalyan sinemasının durgunluğu malum. Ama Salvo ile yeniden doğuş gibi bir durumu ancak Variety yazarlarının çok uzun süre İtalyan filmi izlememiş olmalarına bağlayabiliriz. Belki senaryoya biraz özen gösterilse, yeniden doğuş olmasa da yeni bir soluk katabilecek potansiyele sahip olduğu söylenebilir. Zira ne romantizmini, ne de suç örgüsünü tam oluşturabilmiş bir film değil Salvo. Film Rita'nın görme engelli olup olmadığını bile doğru dürüst işleyebilmiş değilken, onun abisini acımasızca öldürüp gömen Salvo'yu benimseyebilmesini ancak ve ancak kendi hayatını bağışlamış olmasına vermemizi bekliyor. Bu da çok kolaycı bir senaryo mantığı. Öyle dahi olsa, şu başlangıçtaki Rita ve Salvo'nun ilk karşılaştıkları evdeki sahnelerinden tasarruf edilerek ikisinin uyum sürecine daha fazla zaman ayrılabilirdi. Ama söylediğimiz gibi, gerek Saleh Bakri'nin Salvo karakterine kattığı gizem, en önemlisi de Sara Serraiocco'nun Rita performansı, böylesine ağır ilerleyen bir filmde bu sürecin hızlı geçildiği gerçeğinin üzerini örtebiliyor. Bu da filmi kaçırılmış bir fırsat olarak gösterebiliyor.

23 Temmuz 2014 Çarşamba

The Raid 2: Berandal (2014)


Yönetmen: Gareth Evans
Oyuncular: Iko Uwais, Arifin Putra, Yayan Ruhian, Oka Antara, Alex Abbad, Roy Marten, Julie Estelle, Very Tri Yulisman, Ken'ichi Endô, Cecep Arif Rahman
Senaryo: Gareth Evans
Müzik: Aria Prayogi, Joseph Trapanese, Fajar Yuskemal

2011'de çektiği The Raid: Redemption ile aksiyon sinemasına taze kan nakli yapan Gareth Evans, daha bu filmin feneri sönmeden The Raid 2: Berandal'ı duyurmuştu. İlk film o kadar ses getirdi ki, sanki aradan hiç de üç yıl geçmiş gibi gelmiyor. Berandal, her devam filmi gibi daha sert ve iddialı olmak zorundaydı ve bu iddiasını ilk filmden neredeyse bir saat fazla bir süreyle, 150 dakikalık bir  "pencak silat" şovuyla sürdürüyor. Ama bu defa kahramanımız Rama farklı bir hikayede, farklı bir pozisyonda, aynı dayak atan adam olarak karşımızda. Berandal, kendi başına devasa bir aksiyon gösterisi. Ama bir devam filmi olarak kesinlikle zorlama bir yapım. Iko Uwais, Rama olarak değil de başka bir isimle yepyeni bir filmde oynuyor denseydi kimse bunun The Raid'in ikinci ayağı olduğunu anlamaz ve itiraz etmezdi bile. Gareth Evans ilk filmle hem kült, hem de marka değeri yüksek bir canavar yarattıktan sonra o markanın kaymağını yiyecekti elbette. Fakat ilk filmle kurulmaya çalışılan bağlantılar kağıt üstünde sadece teşkilattan kirli polislerin temizlenmesi olarak belirlenmiş. Öyle ki Evans, Rama'nın Redemption'da omuz omuza çarpıştığı ağabeyinin öldürüldüğünü bile sadece bir cümle ve cenaze fotoğrafıyla geçiştirmiş. Zira bir an önce yeni filminin sadedine gelmek gibi bir derdi var.

Berandal, Redemption'ın iki saat sonrasında polis şefi Bunawar'ın Rama'yı himayesine almasıyla başlıyor. Bunawar, teşkilattaki çürük elmaların temizlenmesi için kurulan gizli bir birimde çalışması için Rama'yı ikna etmeye çalışıyor. İlk filmdeki suçlu dolu koca binayı devirerek hedef tahtası haline gelen, ailesini korumak için başladığı işi bitirmek zorunda kalan (ki hikayenin zorlama kısımlarından biri de bu) Rama'nın fazla seçeneği kalmıyor. Buna göre Rama, Endonezya'nın en büyük mafya ailesinin hapisteki oğlu Uco'nun güvenini kazanarak aileye sızacak, Bunawar'ın istediği kirli polisleri ele geçirecektir. Endonezya mafyasıyla Yakuzalar arasındaki 10 yıllık ateşkesi bozarak çıkar sağlamak isteyen Bejo ve suç ordusunun fitne fücurlarıyla kaosa doğru tam yol ileri giden film, Redemption'dan sonra daha fazlasını arzu eden seyircisinin yüzünü kara çıkarmıyor. Ne var ki Berandal, ilk filmin orijinal konsepti yerine tipik ayrıntılarıyla bir mafya hesaplaşmasını benimseyerek alanını genişletiyor, böylece konsept olarak sıradanlaşıyor.


The Raid markasının sadece bir marka olarak kalmaması için başrol oyuncusunun aynı kişi olmasından daha fazlasına ihtiyaç var. Karşılaştırılması akıllara bazı meyveleri getirebilecek Jason Bourne ve Rama'nın öncüllüğündeki serilerde görülen farklar buna örnek. Farklı maceralara sahne olsa da Bourne üçlemesinin birbirleriyle organik bağları bulunurken, Gareth Evans bu tip bağlarla pek ilgilenmeyerek, adeta yepyeni bir filmle yoluna devam etmeyi tercih ediyor. Zaten asıl amacı bir üçlemeye (böyle giderse dörtleme ve beşlemeye) polisiye derinlik katmaktan ziyade, tutkuyla bağlı olduğu silat dövüş sanatını tüm aşırılıklarıyla perdeye yansıtmak. Bunu da iyi yaptığı tartışılmaz. Sırf bu sebepten The Raid'in bir marka olması da (ilk cümlede fazlasına ihtiyacı olduğunu söylememize rağmen) kolaylaşıyor. Oysa The Raid'i, [Rec] serisinin (sonradan bozulan) hareketli kamera konseptine benzer biçimde Rama'nın her devam filminde ayrı bir yere kapalı kalarak kötülerin ağzını burnunu dağıtması şeklinde tasarlamak kulağa daha orijinal gelebilirdi.

Söz orijinallikten açılmışken, Berandal'ın 150 dakikalık bir filmden beklenen "epik aksiyon" tipinde yaftalamaları hak edecek bir film olmadığını belirtmek gerek. Zira filmin komplo ile, entrika ile veya köstebeğin yakalanma tehdidinin sağlayacağı gerilimle falan da işi yok. Varsa bile bunu yansıtmaya yönelik özel bir çabası yok. O yüzden bütünüyle görkemli bir film olmak yerine, bütünüyle görkemli aksiyon sekansları çekip bunları uç uca ekleyerek bir film haline getirmenin peşindeki Evans'ın asıl başarısı bu sekaslarda. İzlemesi keyifli hapishane avlusundaki hengameyi çekerken Evans ve ekibinin nasıl şekilden şekile girdiğini görmek de aynı derecede keyifli olurdu mutlaka. Uzun araba takip bölümü, ipini koparan son yarım saat, Iko Uwais ve Yayan Ruhian'ın bu serinin varlık sebebi olan silat dövüş sanatını kimi zaman bir dans gösterisine dönüştüren koreografileri, dayak yemekle yükümlü kalabalık figürasyonun gördükleri fiziksel eziyetler bu işe nasıl emek verildiğini daha iyi anlatıyor.


İyiyle kötünün bitmeyen savaşında iyi tarafın tüm yükünü çeken Uwais'in karşısında ilk filmde güçlü ve nitelikli bir fedai olarak sadece Mad Dog rolüyle kendine hayran bırakan, burada ise Prakoso rolüyle izlediğimiz Yayan Ruhian konmuştu. Berandal'da ise çekiçli kız Alicia, beyzbol sopalı Baseball Bat Man ve çift bıçaklı The Assassin, Rama'nın bitmeyip artan çilesini şenlendiren unsurlar. Özellikle kendisi de bir pencak silat eğitmeni olan Cecep Arif Rahman'ın canlandırdığı çift bıçaklı fedainin Rama ile mutfakta geçen ve bir süre sonra hipnotize etme etkisine sahip uzun dövüş sahnesi, bu türün azılı hayranları tarafından şimdiden efsaneler arasına konmuş durumda.

Yine bu azılılar tarafından bir aksiyon operası, mesafeli duranlar için aksiyon pornosu arasında gidip gelen farklı yorumlara muhatap olan The Raid 2: Berandal, Bruce Lee, Jackie Chan, Tony Jaa, Jet Li gibi uzakdoğu kökenli aksiyon figürlerinin son halkası Iko Uwais'i artık bir star konumuna eriştiren, hikaye veya mantık aramaksızın, fazladan kan ve şiddet görmeyi kafaya takmaksızın, bu fazlalıkların keyfini çıkarabilecekler için büyük bir film. Üçüncü ayağında daha ne kadar ileri gidebileceğine dair şimdiden merakları körükleyen The Raid serisinin ikincisi Berandal, ilk film Redemption'ın bir binanın dışına çıkmayacak kadar orijinal fikri üzerine inşa etmeye çalıştığı aksiyonu ardında bırakıyor. Bu orijinalliği yitirince de geriye sadece bazı sahnelerdeki kamera kullanımının orijinalliği haricinde saf aksiyondan başka birşey kalmıyor.

20 Temmuz 2014 Pazar

Non-Stop (2014)


Yönetmen: Jaume Collet-Serra
Oyuncular: Liam Neeson, Julianne Moore, Michelle Dockery, Corey Stoll, Scoot McNairy, Nate Parker, Lupita Nyong'o, Omar Metwally, Jason Butler Harner, Anson Mount, Corey Hawkins, Frank Deal, Quinn McColgan, Shea Whigham
Senaryo: John W. Richardson, Christopher Roach, Ryan Engle
Müzik: John Ottman

Sorunlu hava polisi Bill Marks'ın New York’tan Londra’ya giden bir uçakta görev yaparken tuhaf mesajlar almaya başlamasıyla yolunu çizen Non-Stop, İspanyol yönetmen Jaume Collet-Serra'nın beşinci, Unknown'dan sonra Liam Neeson ile çektiği ikinci filmi. Bu mesajlarda eğer hükümet gizli bir hesaba 150 milyon dolarlık transfer gerçekleştirmezse, her 20 dakikada bir yolculardan birinin öleceğinin söylenmesi, tüm çabalara rağmen bunun gerçekleşmesi, uçakta olduğu belli olan mesaj sahibinin bir türlü bulunamaması, tekinsiz yolcular, senaryonun bu tekinsiz yolculardan iyice şüphelenmemizi sağlayacak başarılı hamleleri filmin tansiyonunu hep yüksek tutan bir seviyede kurgulanmış. İşlenen cinayetlerin Marks'ın üstüne kalması olsun, aralarında bir New York polisi, bir öğretmen, bir avukat, müslüman bir doktor, iş başvurusuna giden bir GSM uzmanı gibi 200 kişilik uçakta öne çıkan daha başka karakterlerle olağan şüphelilerin serpiştirilmesi olsun, ser verip sır vermeyen tek mekan atmosferi olsun tam bir Hitchcock huzursuzluğu yaratılması filmi uzun süre taşımayı başarıyor. Hatta "katil kim" dengeleri düşünüldüğünde filmin modernize yapısıyla nostaljisi törpülenmiş bir Agatha Christie hikayesi tadı bile barındırdığı söylenebilir.

Ancak sorun yaratmada gösterdiği başarıya rağmen, isimleri lazım değil, filmin üç (3) deneyimsiz senaristi bu sorunları çözerek finali oluşturma konusunda aynı zekayı gösteremiyorlar ne yazık ki. Beklentileri yükselten bu zeki kurulum, en ufak bir mantık hatasını dahi göze batırırken, bir de gerekçeleri son derece zorlama olan final de bunun üzerine tuz biber ekince söylenecek tek kelime "yazık" oluyor. Oysa sorunlu polisten kahramana dönüşen Bill Marks klişesinin himayesinde filizlenmesine rağmen gizemli yanını hep diri tutan Non-Stop (bu arada filme neden bu gereksiz ismin verildiği de ayrı bir merak konusu), finale girilen düzlükte kesinlikle senaryo doktorlarından yardım alınması gereken bir yapımdı. Bu film gösterime girdiğinde 62 yaşında olan ve son 10 yılın en aranılan aksiyon figürlerinden biri haline gelen Liam Neeson ve Julianne Moore'un güven telkin eden performanslarına diğer oyuncuların hedef şaşırtmaya yönelik başarılı müdahalelerinin eklenmesi, filmin başarılı kısmına ortak edilebilecek unsurlar. Aksiyondan ziyade tek mekan riskini uzun süre avantaja çevirmiş psikolojik gerilim + saldım çayıra mevlam kayıra dram örgüsüne sahip Non-Stop, şans verilmesi gereken bir film. Bu sayede bir filmin nasıl bir finalle bağlanmaması gerektiğini görmemizi sağlayabilir.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Edge Of Tomorrow (2014)


Yönetmen: Doug Liman
Oyuncular: Tom Cruise, Emily Blunt, Brendan Gleeson, Bill Paxton, Jonas Armstrong, Tony Way, Kick Gurry, Franz Drameh, Dragomir Mrsic, Charlotte Riley, Noah Taylor
Senaryo: Christopher McQuarrie, Jez Butterworth, John-Henry Butterworth
Müzik: Christophe Beck

İnsanlık, "Mimik" olarak bilinen bir uzaylı ırkı ile savaş halindedir. İnsanlar mimiklerle mücadele etmek için özel tasarım zırhlarla mücadele etmektedirler. ABD Ordusu Basın Bölümü sorumlusu Binbaşı William Cage (Tom Cruise) ise, sivil hayatında bir reklamcı olmasının getirisiyle ordu ve orduya katılma, moral motivasyon sağlama yönünde medyatik pazarlama çalışmaları yapmaktadır. Londra'ya bu tip bir görev için gittiğini sandığı sırada General Brigham (Brendan Gleeson) tarafından rütbesi düşürülerek er olarak cepheye gönderilir. Hayatında hiç savaş görmemiş ve asker olmaktan memnun olmayan Cage, intihardan farksız görünen Fransız sahilindeki ilk görevinde kısa süre içinde uzaylılar tarafından öldürülür. Ama ölmeden önce mimiklerden bir Alpha'yı öldürmüş, onun kanı Cage'in vücuduna karışmıştır. Ölür ölmez tekrar cepheye gönderildiği ilk ana geri dönen Cage, Alpha ile doğrudan fiziksel temasta bulunduğu için bir zaman döngüsünün içine düşmüş, her ölüşünde zamanı sıfırlayıp tekrar aynı kabus gününü yaşamak durumunda kalmıştır. Bölüğündeki kimseye de derdini anlatamaz.

Fakat öldükten sonra her geri dönüşünde Cage gittikçe daha sert, zeki ve tecrübeli bir asker olur. Kendini geliştirerek mimiklere karşı koymaya başlar. Bu arada ölmeden önce cephede ilk günden beri gördüğü Özel Kuvvetler askeri Rita Vrataski (Emily Blunt), Cage'in bu durumunu anlayınca, yeniden uyandığında kendisini bulmasını ister. Herkesten daha fazla uzaylı öldürdüğü için orduda bir kahraman olarak tanınan Rita da bir dönem aynı şeyleri yaşamış, ama bir kan nakli sonrasında bu gücünü kaybetmiştir. Cage ve Rita, Cage'in ölümüyle sıfırlanan zaman yüzünden sürekli aynı günü yaşamasını bir avantaja dönüştürüp uzaylı istilasını önlemeyi planlarlar. Ama mimikleri kontrol eden çok daha güçlü bir Omega vardır ve onun alt edilmesi gerekmektedir.


Hiroshi Sakurazaka'nın "All You Need Is Kill" romanından Jez Butterworth, John-Henry Butterworth ve Christopher McQuarrie'ın uyarladığı Edge Of Tomorrow, kendisi hakkındaki eleştirilerin hemen hepsinde adı geçen Harold Ramis'in komedi başyapıtı Groundhog Day'i ve Duncan Jones'un başarılı filmi Source Code'u çağrıştıran konusunu sürükleyici bir anlatım, zehir gibi bir kurguyla ele alarak, önyargıların aksine taklitler ve klişeler silsilesi olmaktan kendini sıyırabilen bir film. Tabii Amerikalıların dünyayı kurtarma fikri çatısı altında şekillenen bir kısım aksiyon klişesini barındırdığı, buna bağlı olarak finaliyle de genel olarak seyirciyi ikiye böldüğü gerçeği de ortada. Yine de önümüzde bir Roland Emmerich safsatası yok kesinlikle. Hatta The Usual Suspects'ten bu yana dört dörtlük bir senaryoya adını yazdıramamış (ve muhtemelen yazdıramayacak!) Christopher McQuarrie'ın Butterworthler ile birlikte Sakurazaka romanını başarıyla uyarladığı söylenebilir. En basitinden, zaman döngüsüne hapsolan karakterlerini Groundhog Day ve Source Code gibi iki farklı türde çok iyi işlemiş filmleri beğenen kitleyi memnun edebilecek bir film. Üstelik aksiyon, dram, bilim kurgu, macera yanında kasten olmak istemediği halde mizahi anlara da sahne olan bir film Edge Of Tomorrow.

Kabul etmek gerekir ki hep aynı günü yaşama fantezisi bir senaristin ağzını sulandıracak derecede sınırsız malzeme içeren bir durum. Ama Groundhog Day, Source Code ve Edge Of Tomorrow, bu malzemeyi hoyrat kullanmayan, kendi komedi, bilim kurgu, gizem, aksiyon ya da  romantizm amaçlarına hizmet ettirecek ölçüde dizginleri elinde tutan yapımlar. Bunu yaparken, bu eşsiz fantezinin tüm eğlenceli, stresli, çıkarcı ve nihayetinde sıkıcı yanlarına değinmeye çalışıyorlar. Tabii esas mesele hem bu döngü içinde kalıp dağılmamak, hem de amaçladığı şeyleri gerçekleştirebilmek için ilerleme kaydetmek. Edge Of Tomorrow'un dünyayı kurtarma teması kör göze parmak militarizme veya milliyetçi hezeyanlara kurban edilmiyor. Bu döngü fantesizi, mimiklerin olağanüstü planlarının keşfedilmesi, Cage'in kazandığı zaman sıfırlama avantajının Rita ve Cage ile birlikte bu planları bozmaya ve çözüm üretmeye çalışması amacına hizmet ediyor. Haliyle Rita ve Cage'in deneme yanılmaları için geniş bir oyun sahası açılıyor. Böylece film bu döngüye hapsolmak yerine Cage'in tekrar izlediğimiz günlerini aşama aşama kırparak, harika bir kurguyla temposunu hep yüksek tutup ilerleme kaydetmesini biliyor.

Cage'in kurt bir reklamcı, çıkarcı bir işadamı, korkak bir asker kimliğinden, içine düştüğü bu döngü sebebiyle yavaş yavaş insan ırkının tehlikede olması yüzünden sorumluluk sahibi, cesur ve becerikli bir savaşçıya dönüşme süreci akıcı biçimde işliyor. Zira bu dönüşümü yansıtabilmek için senaristlerin elinde her türlü hatanın, beceriksizliğin telafi edilebileceği, ona göre planların yapılabileceği, bilim kurgu türüyle sağlam bir kimya oluşturmuş bir zaman döngüsü oyuncağı mevcut. Film bu oyuncağı genel olarak dünyayı kurtarma amacına hizmet için kullansa da, bir zamanlar Cage ile aynı kaderi paylaşmış fakat sonra tekrar bir "ölümlü"ye dönüşmüş ve gösterdiği başarılarla "Metal Zırhlı Fahişe" olarak nam salmış Rita üzerinden de kredisini yükseltiyor. Cage'in bir zaman sıfırlayıcıya dönüştüğüne Rita'yı hergün ikna etmesi, birlikte aradıkları çareleri ve yaşadıkları badireleri izlerken, haliyle ikisi arasındaki çekime de tanık olurken 50 First Dates'te Adam Sandler'ın Drew Barrymore'u hergün kendisine aşık etmeye çalışması az da olsa akıllara geliyor. (Bu arada Groundhog Day'de TV muhabiri Bill Murray'nin kendisine aşık etmeye çalıştığı Andie MacDowell'ın filmdeki adının da Rita olması ilginç bir tesadüf.)


Hollywood kaygılarıyla planlanan final, belki daha farklı ele alınabilirdi. Ama yapımcıların cesaretten anladıklarının farklı olması bir yana, bu güzel fikrin bir devam filmiyle yavanlaştırması ihtimaline de açık bir kapı bulunuyor. Gerçi özellikle Cage ve Rita'yı bıraktığı durum itibariyle elimizdeki final bile filmin uzun süre sevgiyle hatırlanmasına sebep olabilir. TV yapımcılığı yönü daha ağır basan, 2002'deki The Bourne Identity ile ilk önemli çıkışını yapan, Mr. & Mrs. Smith ve Jumper gibi kalitesiz işlere giren, yine senarist Butterworthler ile çektiği Fair Game'de belini doğrultma emareleri gösteren yönetmen Doug Liman, bilim kurgu janrına güzel bir film armağan ediyor. Her filminde Tom Cruise'ü oynayan Tom Cruise, tecrübesiyle Cage'in acemilikten ustalığa evrilişini yansıtamasa ayıp olurdu. Emily Blunt ile yakaladıkları uyum sayesinde basit birer aksiyon figürü olmaktan sıyrıldıkları söylenebilir. Cruise çeperinde ele alırsak Edge Of Tomorrow, muadilleri olan War Of The Worlds ve Oblivion'dan çok iyi, Minority Report ile de uzun vadede demlendikçe başa güreşebilecek bir bilim kurgu.

15 Temmuz 2014 Salı

Die Welle (2008)


Yönetmen: Dennis Gansel
Oyuncular: Jürgen Vogel, Jennifer Ulrich, Frederick Lau, Max Riemelt, Christiane Paul, Jacob Matschenz, Cristina do Rego, Elyas M'Barek, Maximilian Vollmar
Senaryo: Dennis Gansel, Peter Thorwarth, Todd Strasser
Müzik: Heiko Maile

Bir lisede öğretmen olan Rainer Wenger otokrasi üzerine proje dersi vermek için görevlendirilir. Oysa kendsini anarşi konulu projeye hazırlamıştır. Öğrencilerin ilgisizliği üzerine dikkatlerinini çekmek için bir deney yapmaya karar verir: Öğrencilerinden kendisini liderleri olarak kabul etmelerini ve kendisine Mr. Wenger diye hitap etmelerini ister. Onları aşama aşama örgütler; bir logo yaratır; herkese beyaz gömlek giydirir ve gizli bir işaretle iletişim kuran bu gruba “Die Welle” adını verir. Öğrenciler, umulmadık bir şekilde bu birlikteliğin oluşturduğu güçten zevk almaya başlarlar. Kısa bir süre içerisinde yeni keşfedilen bu disiplin, diğer okul aktivitelerinde de kendisini göstermeye başlar ve gruba yeni üyeler katılmasını sağlar. “Die Welle” başlangıçta gençler için saf bir inanç, birlik ve dayanışma ifade ederse de kişisel düşünce, değer ve inançlarının ortak bir paydada hareketlendirilmeleri ile giderek kontroldan çıkarlar ve bu durum çok kısa sürede farklı boyutlara ulaşır.

1967 yılında Kaliforniya’da yaşanmış gerçek bir olayı günümüz Almanya’sına aktaran Die Welle, faşizmin köklerine dair trajik bir hikâye. Wenger’in kalabalık öğrenci grubu arasında film için öne çıkarılanlar, Die Welle oluşumuna inanmayan ve isyan eden Karo, onun sevgilisi Marco, Die Welle’i daha ilk günden çok ciddiye alan ve işi Wenger’i koruma amaçlı takip etmeye kadar götüren tekinsiz Tim, Die Welle’e dışarıdan destek veren serseri Kevin, Türk öğrenci Sinan ve diğerleri, kondukları kritik köşelerin hakkını senaryonun ele aldığı ölçüde veren seçimler olmuş. Wenger’in fitilini ateşlediği basit bir ödevin tehlikeli bir öğrenci hareketine dönüşme süreci, ilk izlenim olarak gençler tarafından çok kolay kabullenilmiş gibi görünebilir. Ama birbirlerine bile artık uğruna mücadele edilecek bir şey kalmadığını itiraf eden lise gençliğinin, ilgisiz ebeveynlerine ve kötü alışkanlıklara boğulmuş öğrenci ortamına kendilerini kanıtlayabilmek için Die Welle gibi oluşumların hazırladığı uygun ve kaygan zeminlere olan açlıklarını düşününce aslında hiç de aceleye gelmemiş bir kabullenme olduğu anlaşılabilir.
 
Filmde faşizme olduğu kadar anarşizme de çok yerinde dokunuşlar var. Özellikle sınıf içi tartışmaların dinamikliği ve bazı fikirlerin cümlelerle değil de imalarla işlenişi filmin prestijini arttırıyor. Filmde benimseyemediğim en önemli nokta, Die Welle’e karşı en büyük muhalefeti gösteren öğrencinin benmerkezci ve burnu havada Karo oluşuydu. Böyle özelliklerle donatılmış bir öğrenci olması ve genç oyuncu Jennifer Ulrich’in de hem yüz ifadesi, hem de orta karar oyunuyla muhalif kanadı temsilen inandırıcı görünmemesi, filmi benim açımdan biraz zora soktu. Ama bu durum, giriş-gelişme ve iyi bağlanmış sonucuyla Die Welle’in son zamanların kalburüstü gençlik filmlerinden birisi olduğu düşüncemi fazla etkilemedi.

9 Temmuz 2014 Çarşamba

3 Idiots (2009)


Yönetmen: Rajkumar Hirani
Oyuncular: Aamir Khan, Kareena Kapoor, Madhavan, Sharman Joshi, Boman Irani, Omi Vaidya, Rahul Kumar, Mona Singh, Javed Jaffrey, Parikshat Sahni, Amardeep Jha
Senaryo: Rajkumar Hirani, Abhijit Joshi, Vidhu Vinod Chopra
Müzik: Shantanu Moitra, Atul Raninga, Sanjay Wandrekar

Geniş bir inceleme konusu olan Bollywood'un son yıllardaki en iyi örneklerinden biri olan 3 Idiots, bu sinemanın kendi kültüründe yoğurduğu dram, komedi, müzikal unsurlarını modern sinema gerekleriyle kaynaştırmış bir film. Türler arası sıçramaları hem yumuşak, hem de ani geçişlerle bünyesine adapte edebilen, bir sahnede eğlendirirken hemen sonrasında hüzünlendirebilen ya da şok edebilen, kökleri geçmişe dayanan (ve bu sebepten abartıyı, absürt mizahı seven), oyunculuk standartlarıyla sevimli / ciddi ruh değişimlerine kolayca adapte olabilen 3 Idiots, bir Bollywood gereği olarak 2,5 saatlik süresini, geçmiş ve şimdiki zamanı harmanlayan harika kurgusuyla bir solukta bitiriyor. Ama bir çok Bollywood yapımından farklı sayılabilecek şekilde 3 Idiots'ın dostluk ve aşk temalarıyla bütünleştirilmiş biçimde eğitim sistemi ve onun hayata yansımaları gibi çok önemli bir meselesi var.

Müzikal komedi janrıyla, üstelik yerinde duramayan bir Bollywood temposu ve karikatürize olmaya müsait karakterleriyle böylesine ciddi bir konuyu temele yerleştirmek oldukça riskli sayılabilir. Bazı Bollywood yapımlarının sadece kendi romantik teması dahilinde bile kendini ciddiye almamızı engelleyici müzikal ya da komedi çıkışları olmuştur. (Kültür farkından dolayı bunların bize ciddiyetsiz görünme durumunu es geçmeyelim tabii.) Ancak film, söyleyeceklerinin havada kalma veya yapay görünme tehlikesine karşı sahip olduğu sağlam argümanları üniversite ortamında filizlenen hikayesine o kadar ustalıkla yediriyor ki, sadece üniversite eğitimine ya da sadece Hindistan'daki eğitim sistemine değil, evrensel kriterlerle tüm eğitim-öğretim seviyelerinde geçerli farklı boyutlara tercüman olabiliyor. Bu boyutları teker teker ele almak, çok geniş bir perspektifle eğitim-öğretim sistemini tartışmak anlamına geliyor.

Senaristler Rajkumar Hirani, Abhijit Joshi ve Vidhu Vinod Chopra yıllanmış yerleşik eğitim-öğretim düzenine güçlü eleştiriler getirebilmek için Rancho gibi aykırı bir öğrenci modeline ihtiyaç duyuyorlar. Ama aslında ezbere dayalı ve öğretmen, kitap, ders notu odaklı eğitim modelinin kendisi aykırı olduğundan Rancho'nun normalliğinden doğan bir anormallik algısı beliriyor. Üniversitede çaylaklara yapılan şakalardan birine müthiş bir cevap veren Rancho'nun basit bir "tuz iletkenliği" bilgisini normal hayatta işine yaradığı anda kullanması, ders kitaplarındaki bilgi ve teorilerin beklenmedik anlarda pratiğe dökülebileceği gerçeğini ortaya koyuyor. Ama bu bilginin hınzırca bir savunma mekanizması olarak kullanılmasına benzer durumlar Rancho ve onun davranışlarını sıradışı hale getiriyor. Bilgi, kendisine ihtiyaç duyulan an ve onun uygulanış biçimiyle, yani kullanıldığı zaman değerini buluyor.


Rancho öğrenmeyi ve öğrendiklerini uygulamayı seven bir öğrenci. Mühendislik fakültesinde okumasının sebebi, makinelere ilgi duymasından kaynaklı. Makinenin tanımını genel ihtiyaçlar doğrultusunda gayet pratik ve anlaşılır biçimde yapmasına, günlük hayattan örneklendirmesine rağmen, öğretmenlerin ondan aynı kitaptaki gibi bir tanım beklemesi, beklediklerini bulamamaları sonucunda da Rancho'yu dışlamaları, aslında çoğu ülkenin eğitim sistemine bir virüs gibi bulaşmış en büyük sorunlardan biri. Kitaplara ve onları yutmuş öğretmenlere körü körüne bağlı ezberci eğitim sisteminin, öğrencinin zevkleri ve ihtiyaçları doğrultusunda öğrenme isteğine engel oluşu, belli bir zümreye ait meselelerden değil. İşini seven, becerikli ve uygulamaya önem veren bir öğrenci olmak yerine, notları yüksek bir öğrenci olma sevdası insanı mekanikleştiriyor. Bu not ve birincilik hırsı, mesleki ve sosyal yaşamında onu belli kalıplar içine hapsedip ya çok pasif ya da aşırı hırslı hale getiriyor. Rancho'nun örnek verdiği üzere, kırbaç korkusuyla sandalyeye oturan aslan için "iyi eğitim almış" demiyor, "iyi eğitilmiş" diyoruz. En önemlisi de bu sistem bireyi aile, çevre, eğitmen baskısı yüzünden ideallerini gerçekleştirememe noktasına getiriyor. İşte 3 Idiots, bu meseleleri sadece Rancho ile değil, onun kampüste tanıştığı sıkı dostları Fahran ve Raju ile de önemli ölçüde ilişkilendiriyor.

Aslında National Geographic fotoğrafçısı olmak isteyen Fahran ve yoksul ailesine bakabilmek için okulu bitirmek zorunda hisseden Raju'nun motivasyonları her ne kadar farklılık gösterse de, filmde Rancho'nun başını çektiği pek çok olay, sindire sindire mesajlarını çok etkili biçimde iletiyor. Bireyin öncelikle sevdiği alana yönelmesi, geleceğini bu yönde şekillendirmesi gerektiğini, eğitim / meslek seçiminde ekonomik ve sosyal baskıların tüm zorlamalarına karşın kişisel ideallerden sapılmaması Rancho, Fahran, Raju üçgeninde ayrı ayrı, üstelik kendini tekrar etmeden vurgulanıyor. En basitinden Fahran'ın mühendislik okumasını isteyen babasına dediği gibi daha az para kazanmak ama en azından sevdiği işi yaparak mutlu yaşamak üzerine bir vurgu bu. Tabii bu üç sıkı dostun iyi örneklendirdiği değerler kadar, fakültenin katı rektörü Viru ve ezberci bir öğrenciden acımasız bir burjuvaya dönüşen Chatur'un varlıkları da filmin iletkenliğini güçlendiren negatif unsurlar olarak iyi yer tutuyorlar. İşin içine bir de Viru'nun güzel kızı Pia ile Rancho'nun, giriş-gelişme-sonucuyla içinden ayrı bir romantik komedi çıkarılabilecek gönül ilişkisi girince tüm Bollywood gerekleri (fazlasıyla) tamamlanıyor.


Hint kültürünün olmazsa olmazı kast sisteminin ilim irfan yuvası üniversiteleri de kanatları altına alması kaçınılmaz. Kültürel farklılıkların sosyal yaşama yansımalarında görülen benzerlikler bunun gibi nice örnekte karşımıza çıkıyor. Filmde yüksek not alan öğrencilerin rektörün de bulunduğu ön sırada, düşük not alanların arka sıralarda oturdukları fotoğraf çekimi bölümü, günümüz özel üniversitelerinin burjuvaziyi körükleyen ticari yaklaşımlarına, öğrenme arzusuna sahip olandan önce, parası olanın ya da not ortalaması yüksek olanın kaliteli eğitim alabildiğine dair kast sistemi çağrışımları yapabiliyor. Birinci gelmezseniz önemli olmayacağınızın veya ailenizin istediği meslek dalında eğitim görmek zorunda kalacağınızın üzerinizde kurduğu baskının, hayata tutunamama korkusunun ırkı veya milliyeti yok. Bu baskı, korku, sınıfsal ve nota dayalı ayrım her topluma ait eğitim sistemlerine yerleşmiş ve hala da yerleştirilmeye çalışılmakta. Bu yüzden 3 Idıots'ı tek bir millete, tek bir kültüre mal etmek mümkün değil. Herşey Bollywood'un o eğlenceli, dramatik, renkli, hüzünlü kulvarlarında şekillenerek biçimsel olarak gerçeklere mesafeli, fakat mantıksal olarak gerçeklerle iç içe bir düzlemde kendini gösteriyor.

"Bollywood'un Tom Cruise" Aamir Khan'ın Rancho rolüyle bu sinemanın oyunculuk standartlarını harfiyen yerine getirdiği 3 Idıots, ilginçtir 2010'daki Bollywood Oscarları sayılan International Indian Film Academy ödüllerinde aday olduğu 22 kategoriden 16'sını kazanmış, ödül alamadığı dallardan biri de Khan'ın aday olduğu En İyi Erkek Oyuncu kategorisiymiş. Kareena Kapoor, Madhavan, Sharman Joshi gibi yıldız oyuncuların da kimi zaman abartılı, kimi zaman gözleri dolduran samimi performanslarıyla şekillenen bu standartlar, akıl dolu diyaloglar ve benzetmelerle, keyifli şarkılarla, gözleri dolduran duygusal anlarla kendini belli ediyor. Aal Izz Well ve Zoobi Doobi şarkılarının şenlendirdiği sevimli müzikal sahneler, Mona'nın doğum yaptığı bölüm, sürprizli ve mutlu final buluşması 170 dakikalık filmin bir çırpıda geçip gitmesine katkıda bulunan anlardan bazıları. 3 Idıots, henüz üçüncü yönetmenliğiyle Rajkumar Hirani'nin Bollywood'a olduğu kadar tüm dünyaya sunduğu güzel bir hediye. Hirani'nin 3 Idıots'tan beş yıl sonra çektiği ilk film olan P.K. bünyesinde yine Abhijit Joshi ve Aamir Khan'ı görecek olmamız da ayrı bir beklenti konusu.

6 Temmuz 2014 Pazar

The Negotiator (1998)


Yönetmen: F. Gary Gray
Oyuncular: Samuel L. Jackson, Kevin Spacey, David Morse, Ron Rifkin, J.T. Walsh, Paul Giamatti, John Spencer, Siobhan Fallon, Nathan Roenick, Regina Taylor, Michael Cudlitz, Nestor Serrano, Carlos Gómez, Stephen Lee, Tim Kelleher
Senaryo: James DeMonaco, Kevin Fox
Müzik: Graeme Revell

Rehine kurtarma timinin başındaki Danny Roman (Samuel L. Jackson), son kurtarma operasyonundan sonra hem polis teşkilatında, hem de medyada popülarite kazanmış başarılı bir polistir. Birgün arkadaşı Nate, emeklilik fonunda yolsuzluk yapan polislerle ilgili edindiği bilgileri onunla paylaşır. Nate'e göre bu polisler çok yakınındadır. Fakat bu skandalın ortaya çıkmasını engellemek isteyenler Nate'i öldürürler. Danny, meslektaşlarının kurduğu bir komplo sonucu işlemediği bir cinayet ve zimmetine para geçirme suçlamasıyla karşı karşıya kalır. Şehrin merkezinde, içinde Chicago polisinin iç ilişkiler bürosunun da bulunduğu bir ofis binasının 20. katına çıkan Danny, burada bulunanları rehin alır. Rehineler pazarlığı hakkında herşeyi bilen ve kendi ekibinden kimseye güvenemeyen Danny, başka bir birimden meslektaşı olan Chris Sabian'dan (Kevin Spacey) arabuluculuk yapmasını ister. Bundan sonra, şehrin merkezindeki gökdelende gerilim dolu bir pazarlık başlar.

Yönetmenliğini F. Gary Gray'in yaptığı The Negotiator, iki usta başrol oyuncusu ve onları ekonomik biçimde çok iyi kullanan polisiye gerilim senaryosuyla 90'ların en sürükleyici Hollywood maceralarından biri. Usta bir arabulucu olan, ama uğradığı komplo yüzünden masumiyetini ispat etmek için tek çıkar yol olarak rehine almaktan başka çözüm yolu bulamayan Danny'nin, bu vesileyle arabuluculuk yapmaya çalıştığı kişilerin konumuna geçmesi filmin Samuel L. Jackson kanadını oluşturuyor. Başına gelenlerden dolayı arkadaşı diyebileceği çok yakınındaki kişilere bile güvenemeyeceği için rehine sahibi biri olarak kendisiyle pazarlık yapması için seçtiği Chris Sabian, yani Kevin Spacey ise filmin diğer mühim kanadı. Zaten filmin en can alıcı cümlesi de "arkadaşların ihanet edince güvenilecek tek kişi yabancılardır" şeklinde ortaya çıkıyor. Danny'nin rehine kurtarma operasyonlarının tüm ayrıntılarını bilen kurt bir polis olması, emir komuta zincirinden sapmayan prosedür yüzünden Danny'yi yakalamaya yönelik çabaların teşkilattaki çürük yumurta polisleri uzun süre başarıyla gizlemesi, tüm bunların ortasına düşmüş bir yabancı olarak Chris'in haklı tarafı bulma gayreti filmin tansiyonunu hep yüksek tutuyor.


Rehine kurtarma işinin pek çok inceliğini senaryosuna katık edebilen film, işinin ehli iki arabulucunun farklı saflarda sürdürdüğü mücadelesini kolayca ortak paydada buluşturmayı seçmeyerek doğru bir iş yapıyor. Danny'nin bir komplo kurbanı olduğunu bilen bizler, bunu bilmemize rağmen Chris'in bundan emin olmayan şüpheciliğine ikna oluyor, olaylara Chris tarafsızlığıyla yaklaşmaya çalışıyoruz çoğu kez. Yani hem Danny'nin hem de Chris'in tarafında olarak onların temsil ettiği dürüstlüğü ve gerçeği arayışı farklı saflarda görmenin macerasını yaşıyoruz. Teşkilattaki hangi polis veya polislerin bu işin içinde olduğuna yönelik bilinmezler film boyunca gerilimi taze tutan bir yapıda olduğundan, karakter bolluğunun da etkisiyle Danny ve Chris'in tam olarak kimlerle mücadele ettiğinin anlaşılamaması da bu macerayı cazip kılıyor. Sürpriz sayılabilecek gerçekler ve polis teşkilatlarında yaşanan türlü yolsuzluğa bir örnek teşkil eden cesur yaklaşım, her ne kadar Hollywood'un klasik kahraman yaratma yöntemlerinden şaşmasa da, kesinlikle boş sayılmayacak bir aksiyon dramı perdeye taşıyor.

David Morse, J.T. Walsh (ki kendisi filmin post prodüksyon aşamasında kalp krizinden ölmüş ve film ona ithaf edilmiş), Paul Giamatti gibi kuvvetli yan performansların dramatik dengelerle çok iyi oynadığı filmin iki ası kendilerinden bekleneni veriyor. Yine de Samuel L. Jackson ve Kevin Spacey'nin gerek telefonda, gerekse karşılıklı sahnelerinde klaslarını konuşturdukları film, onlarca benzerine rastladığımız, ancak kalite olarak dibe vurmuş bu tip klas ikililerin performans güçlerine bel bağlanmayan bir yapıda. Benzer bir filmin kendi sınırları içinde seyreden senaryo, kurgu, yönetim ve diğer unsurları yerli yerinde olunca hangi klas ikili gelse alır götürürdü belki de. Jackson ve Spacey gibi oyuncular, birlikteliklerinden sağlam bir kimya yaratmayı bilen kalibrede adamlar. Ama The Negotiator, dediğimiz gibi nice kalibresi güçlü ikililerin silinip gittiği zayıf senaryoların, sıkıcı aksiyonların birkaç gömlek üstünde bir macera.