30 Mart 2013 Cumartesi

G.I. Joe: Retaliation (2013)


Yönetmen: Jon M. Chu
Oyuncular: Dwayne Johnson, Jonathan Pryce, Byung-hun Lee, Bruce Willis, Ray Park, Adrianne Palicki, D.J. Cotrona, Channing Tatum, Ray Stevenson, Elodie Yung, RZA, Arnold Vosloo, Luke Bracey
Senaryo: Rhett Reese, Paul Wernick
Müzik: Henry Jackman

Oyuncak firması Hasbro’nun ilk defa 1964’te piyasaya sürdüğü Amerikan askeri figürlerden oluşan G.I. Joe oyuncakları zaman içinde geçirdiği çeşitli değişikliklerle günümüze kadar geldi. 2009’da Stephen Sommers’ın çektiği G.I. Joe: The Rise Of Cobra ile de büyük bir ivme kazandı ve film hasılatıyla beraber bu filme göre modifiye edilmiş yepyeni figürlerle çift koldan ticari başarı elde etti. Her ne kadar etik açıdan hedef kitlesini etkileyiş biçimiyle sorgulanması kaçınılmaz olsa da, koleksiyon zihniyeti oluşmaya başlayan çocukların bir yerden sonra kontrol edilmesi zorlaşan bu figür oyuncaklarına duydukları merak velilerini de etkilemeye başlıyor. Şu sıralar Star Wars: Clone Wars ve The Avengers oyuncak serisiyle bu furya tüm hızıyla sürüyor. Bunu 12 yaş altı erkek çocuk sahibi bazı babaların daha iyi anlayacağını sanıyorum.

2009’daki G.I. Joe filminden sonra Duke, Snake Eyes, Storm Shadow, Baroness, General Hawk, Ripcord, Scarlett, Breaker, Zartan, Heavy Duty, Destro figürlerine birer birer sahip olmuşsanız ve filmi birden fazla izlemek zorunda kalıp her seferinde oyuncaklarla pratiğini yapmışsanız G.I. Joe’larla aranızda tuhaf bir bağın oluştuğuna tanık oluyorsunuz. Tabii ki G.I. Joe: The Rise Of Cobra teknolojik detaylarla bilim kurgu formatı yakalayan, egzantirik tiplemelerle göz boyayan, aksiyonu esprilerle süslemeye çalışan ama yine de tipik olmaktan kurtulamayan bir Amerikan aksiyonuydu. İçeriğindeki “Dünyayı Kurtaran Amerika” misyonu, belli bir yaş aralığındaki çocukların gözünde garip biçimde belki de bu renkli karakter bolluğu içinde eriyordu. Militarist açıları ise filmin o bilim kurguya yakınlaşan fantastik unsurlarıyla bir parça törpüleniyordu. Tüm bunların zekice planlandığını söyleyemeyiz. Hatta böyle bir şey planlandığını bile söyleyemeyiz. Zira üzerinde zekice çıkarımlar yapılabilecek bir film yoktu. Sadece oyuncaklar aleminin ete kemiğe bürünmüş bir örneği vardı.

Dennis Quaid, Jonathan Pryce, Christopher Eccleston, Joseph Gordon-Levitt, Sienna Miller, Channing Tatum, Byung-hun Lee, Saïd Taghmaoui gibi elit oyuncu kadrosuna rağmen vasatı aşamayan ilk G.I. Joe filmini bir de o oyuncaklarla pratik yapmış çocuklara sormak lazım. Kaldı ki o filme ve G.I. Joe: Retaliation’a da o gözle bakmak lazım. Bir Justin Bieber belgeseli çekebilecek kadar boş vakti ve emeği olan Jon M. Chu’ya emanet edilen Retaliation, ilk filme göre ne uzalan, ne de kısalan bir yapıda. Byung-hun Lee, Jonathan Pryce, Ray Park ve Channing Tatum (ki o da çok kısa) dışında The Rise Of Cobra’dan kimsenin olmadığı yeni G.I. Joe filmi Dwayne Johnson, Ray Stevenson ve aksiyon var denen her yere elinde tuzlukla koşan Bruce Willis ile takviye edilmiş. Joe’ların erkek egemen konseptinde yer bulan yeni kızlar da ne yazık ki bir Baroness, bir Scarlett değiller.


Bir diğer dikkat çeken şey ise, aralarında husumet bulunan üvey kardeşler Snake Eyes ve ilk filmde öldüğünü sandığımız Storm Shadow’un bu defa intikam amaçlı güç birliğine girmeleriydi. İlk filmin iyi siyah ve kötü beyaz zıtlığından yarattığı iyi-kötü algısının, bu filmde çocuk gözüyle ortaya çıkan “kardeşlik” olgusuyla birleşmesi gayet olumlu sonuçlar vermiş denebilir. Bu durumu test etmiş biri olarak Storm Shadow’un aslında Zartan’ın oyununa gelmiş olmasıyla ortaya çıkan yanlış anlama sayesinde çocuğun kafasında şekillenen Storm Shadow imajının revize edilişinin faydaları da olduğunu söyleyebilirim. Bu sayede aslında peşin hükümlü olmanın zararlarına ve insanlara (ya da çocukların kötü karakter olarak belirlediği figürlere) ikinci bir şans verebilecek olgunluk potansiyelinin çocuklarda da gelişmiş olabileceğine dair bulgulara ulaşılabilir.

En son çok beğendiğim Zombieland’in (ikincisinin çekileceği de duyurulmuş) senaryosunu yazmış olan Rhett Reese ve Paul Wernick ikilisinden daha zekice espriler barındıran bir film beklenebilirdi. Ripcord gibi bir zıpırın eksikliği duyuluyor mesela. Snake Eyes ve Jinx’in Storm Shadow’u kaçırırken karlı dağlarda kızıl ninjalarla kapıştıkları fantastik sahneler dışında bir numarası olmayan film, üçüncü bölüme de kapılarını açmış. Ama keşke ilk filmden sonra oyuncaklarıyla o kadar çok vakit geçirdiğimiz karakterlerin neden burada yer almadıklarına açıklama getirilseymiş. (Bu eksikliği çocuklar kadar biz bazı büyükler de hissedebiliyoruz.) Bunun gibi sıradan çıkarımlardan başka bir şey söylemenin anlam taşımadığı G.I. Joe: Retaliation, işte tam da bu Hasbro mantığıyla izlenecek bir film.

26 Mart 2013 Salı

Red Riding: In The Year Of Our Lord 1983 (2009)


Yönetmen: Anand Tucker
Oyuncular: David Morrissey, Mark Addy, Peter Mullan, Robert Sheehan, Sean Harris, Shaun Dooley, Warren Clarke, Tony Mooney, Sean Bean, Daniel Mays, Gerard Kearns, Steven Robertson, Tony Pitts, Chris Walker, Lisa Howard
Senaryo: Tony Grisoni, David Peace
Müzik: Barrington Pheloung

Olayların başladığı 1974’ten itibaren 9 yıl geçmişken yine bir kız çocuğu ortadan kaybolmuştur. Dedektif Maurice Jobson, yıllar önce aynı şekilde kaybolan ve ölü bulunan Clare Kemplay dosyasını hatırlar ve iki olayı ilişkilendirecek ipuçları arar. Öte yandan, avukat John Piggott, çocuk cinayetlerinin zanlısı Michael Myshkin’in masumiyetine inanır ve bunu ispatlamak üzere araştırmalara başlar. Tüm bunlar bizi 1974 yılına geri götürecek, iş adamı John Dawson ile başlayan ve polis teşkilatına kadar uzanan suç zincirinin halkaları birer birer çözülmeye başlayacaktır.

Serinin son filmi Red Riding: In the Year Of Our Lord 1983, ilk iki filmin yarattığı ve sürdürdüğü gizem iklimini koruyan, artık özenle atılmış düğümleri çözmesi beklenen son halka. Haliyle bu filmlerden beslendiği gibi, kendine ait yeni karakterler ve ana gövdesine biryerlerden bağlı yan olaylar meydana getirerek, üstelik bunları ustalıkla birbirine ekleyerek müthiş bir final yapıyor. Parçalar birbirine eklendiğinde 74'ten 83'e kadar süren zaman içinde filmle ilgili birtakım ezberlerimiz yeniden gözden geçirilmeye ihtiyaç duyuyor. Bunlardan en önemlisi Maurice Jobson'ın ilk iki filmde pek göremediğimiz duyarlı ve vicdan sahibi kişiliği.


Red Riding 1974 ve 1980'de farklı aktörler yardımıyla karanlık olayların üzerine gitme cesareti ve onları çözme zorunluluğu hisseden vicdanı temsilen son filmde bu rolü üstlenen iki kişiden biri Jobson. Diğeri ise, suçlanan yarım akıllı Michael Myshkin'in avukatlığını üstlenen John Piggott. Başlangıçta Piggott pek bu işe gönüllü olmasa da Myshkin ile konuşması sırasında birşeylerin ters gittiğine inanıp olayın üzerine gitmeye başlıyor. Aslında pekçok ucuz kahramanlık örneği film de bu vicdani refleksten yola çıkarak karton karakterler çöplüğü yaratmıştır. Oysa önce Myshkin'in annesinin ricasıyla ona bir şans tanıyan Piggott, şüpheleri üzerine harekete geçmek istediğinde bu kez karşısına Yorkshire'ın yolsuzlukları ve fâili meçhulleriyle nam salmış polisleri çıkıyor. Bu da Piggott'ın geri çekilmesi için bir sebepken, yine emniyet mensubu ölmüş babasının karanlık geçmişinden ve içine düşen şüphe ateşinden kaynaklanan senaryo ağları, onu adım adım sırlarla dolu bu davaya itiyor.

John Piggott, üçleme için yeni bir karakter. Fakat ilk filmden bu yana ketum haliyle teşkilat içinde dönen tüm dolaplardan haberdar olan, üstelik bu dolapların bir parçası olan Maurice Jobson, kaybolan küçük kızlardan Clare Kemplay’in davasıyla birlikte bir uyanış yaşıyor. Bu uyanışın birdenbire gerçekleşmesi pek inandırıcı olmayabilirdi. O yüzden 74 ve 80'den yapılan bazı kritik alıntılar, Jobson'ın aslında pek de birdenbire dürüst ve cesur bir kanun adamına dönüşmediğini, çeşitli ruhsal ve mesleki sebepler yüzünden pasif kaldığı ya da pasif bırakıldığı gerçeğini yavaş yavaş enjekte ediyor. Jobson ve Piggott'ın sırlara karşı gösterdikleri merak, idealist direnç ve vicdani varoluş, ayrı ayrı kollardan araştırdıkları meselelerin kesişme noktasında tek vücut haline geliyor.

Öte yandan sırlarla dolu rahip Martin Laws, serveti ve iş ortaklığı sayesinde Yorkshire çetesiyle anlaşma halindeki ilk filmin önemli isimlerinden John Dawson, bir silahla birini öldürmek üzere filmin finaline doğru yola çıkan BJ, yine ilk filmde gazeteci Eddie Dunford'a çingene katliamını ihbar eden gizemli telefon, kaybolan küçük kızlar ve başka gizemler filmin doğal akışı içinde birer birer aydınlanıyor. Bu çözülmeler kimilerine mutlu, kimilerine mutsuz sonlar hazırlıyor. Üstelik filmin biraz da şiirsel bir anlatıma sahip finali, Red Riding üçlemesinin o ana dek sakladıkları ve gösterdikleriyle bir bütün olup, gerçeklere dayalı uzun soluklu bir maceranın suç epiğine dönüşümünü kutsuyor.


Son filmde yönetmen koltuğundaki isim ise, bugüne kadarki en mühim filmi 1998 yapımı Hillary and Jackie olan Tayland doğumlu Anand Tucker... Julian Jarrold (1974) ve James Marsh'ın (1980) ardından filmin kendi zaman aralığı olan yaklaşık 10 yılın hem dönemsel farklılıklarını, hem de ruh bütünlüğünü aynı anda koruyup perdeye aktarma işini bu kez üstlenen Tucker, üçlemeye hak ettiği itibarı sağlıyor. Özellikle 1974 yılına yapılan geri dönüşleri kendi elini güçlendirmek için kullanışı, karmaşıklaştığı düşünülen anların da can simidi olabiliyor. Bu yüzden üç filmin ardı ardına izlenmesi çok daha sağlam etkiler yaratacaktır. Red Riding:1983 oyunculuk olarak David Morrissey ve Mark Addy'yi öne çıkardığı gibi, Robert Sheehan ve Daniel Mays'den de çok çarpıcı yan performanslar elde ediyor. Toplamda ortaya herşeyiyle dört dörtlük bir polisiye üçlemesi çıkıyor.

21 Mart 2013 Perşembe

Red Riding: In The Year Of Our Lord 1980 (2009)


Yönetmen: James Marsh
Oyuncular: Paddy Considine, David Morrissey, Tony Pitts, Maxine Peake, Peter Mullan, Robert Sheehan, Warren Clarke, Eddie Marsan, Shaun Dooley, Tony Mooney, Sean Harris, Kelly Freemantle, James Fox
Senaryo: Tony Grisoni, David Peace
Müzik: Dickon Hinchliffe

Üçlemenin ikinci filmi Red Riding: In The Year Of Our Lord 1980, İngiltere suç tarihinin en korkunç vakalarından biri olan Yorkshire Ripper cinayetlerine ve polis teşkilatının içindeki yolsuzlukların izini sürmeye devam ediyor. Zamanında Karachi Club cinayetleri üzerine de çalışan, ancak karısının düşük yapması üzerine dosyayı bırakmak zorunda kalan polis memuru Peter Hunter (Paddy Considine), Yorkshire Ripper cinayetlerini araştırmakla görevlendirilir. Hunter, Karachi Club kurbanlardan biri olan Claire Strachan’ın ölümü ile Ripper cinayetleri arasında benzerlikler görür ve kızın gerçek katilinin, polise ifade verdikten sonra serbest bırakıldığından şüphelenir. Claire ile ilgili araştırmalar, onu polis memuru Bob Craven’a götürecek ve Hunter, şüphelerinin çok daha ötesinde korkunç bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaktır.

Red Riding: In The Year Of Our Lord 1974’un aktörleri bazı hasarlar ve kayıplarla yine ortalıklarda. Ama bu kez onlara yeni aktörler de ekleniyor. En önemlisi de ilk filmin finalindeki Karachi Club olayını çözmesi için görevlendirildiğini, ne var ki çözemediğini, hatta bu konuda teşkilat ve basında alay konusu olmasına rağmen Yorkshire Ripper’ı yakalaması için el altından kurulan ekibin başına getirildiğini öğrendiğimiz Peter Hunter. Evli, ilkeli, düzgün bir kanun adamı olan Peter, tıpkı 1974’teki gazeteci Eddie Dunford gibi bu yozlaşmış ortamın ortasına düşmüş bir idealist. Red Riding: 1974’teki gizemli ve tekinsiz atmosfer aynen korunuyor. İlk filmden edindiğimiz bazı bilgiler daha netleşiyor, detaylanıyor, karakterler biraz daha belirginleşiyor. Fakat ilginç biçimde film, yeni sorular üreterek ve onları çeşitleyerek etrafını çeviren belirsizlik halkasını daha da güçlendiriyor.


Red Riding: 1980’in güçlendirdiği bir başka unsur daha var: Çözümsüzlük! İlk filmde sınırlı bir erişime sahip olmasına rağmen adım adım komplonun içine çekilen Eddie’nin dramı, bu kez sistemin içinden seçilmiş bir komiser yardımcısı olan Peter’ın omuzlarında beliriyor. Karısı düşük yaptığı için 1974’te görev aldığı davanın ortasında çekilmek zorunda kalan Peter, bu durumun yarattığı yetersizlik duygusunun acısını, kendisine verilen yeni ve zor görevle üzerinden atmak için Claire Strachan cinayetinin çözümüne dört elle sarılıyor. Fakat ilgi bekleyen karısı, ekibi için seçtiği Helen Marshall ile geçmişte yaşadığı yasak ilişkinin açığa çıkması, kendisine destek yerine köstek olan Yorkshire polis çetesinin tutumları, basının bir türlü yakalanamayan seri katil üzerinden kurduğu baskı, Peter’ın uğraşmak zorunda kaldığı sorunları oluşturuyor. Bu anlamda Eddie ile kurduğumuz özdeşleşmenin bir benzerini bu kez Peter ile sağlıyoruz. Çünkü film, Peter’dan başka kimseye güvenilmeyeceğinin altını çizen karanlık suç örgüsünü burada da muhafaza ediyor. Gizemli rahip Martin Laws, Claire Strachan cinayetiyle ilgili çok şey bildiği için polisten köşe bucak kaçan BJ (çünkü Yorkshire’da bir şeyler biliyorsanız bunu polise anlatamazsınız) ve tabiî ilk filmde de az ama çok etkin bir konumda olan Maurice “Akbaba” Jobson, filmin seyirciyle kurduğu bilinmezlik bağlarının sınırlarında nöbetteler.

David Peace romanının ikinci ayağını senaryolaştıran isim yine Tony Grisoni. Fakat bu kez yönetmen koltuğunda Man On Wire belgeseliyle Oscar kazanmış olan James Marsh oturuyor. Kurgusal olarak ilk film ile arasında birkaç yıl geçmiş olması durumu değiştirmiyor ve Marsh, Red Riding: 1974’ün yoğunluğunu koruma başarısıyla  kopukluk yaratmadığı gibi, birbirine bağlı olay ve isim bolluğu sayesinde sık sık ilk filme geri dönme duygusu uyandırıyor. Eddie ve Peter gibi iki idealist ile bu karanlık işlerin ortaya çıkarılamayacağına, bir suç ve örtbas şebekesine dönüşmüş derin polisin, derin çürümüşlüğüne ve kollarının uzunluğuna alıştıran senaryo, James Marsh’ın yer yer kara film tadı taşıyan stilize anlatımıyla uyum içinde ilerliyor. Bu ikili uyum, finale doğru ilk filmin finalinden alıntılar yapıp, onu bu kez başka bir gözden gören farklı kurgusuyla zirve yapıyor. Son bir sürprizle de (ilk filmin eleştirisinde hikâye ile ilgili nasıl bir sürpriz yapılabilir de devamı için beklentiler yükseltilebilir diye düşünürken) serinin son halkasına heyecanla hazırlık yapıyor.

14 Mart 2013 Perşembe

Red Riding: In The Year Of Our Lord 1974 (2009)


Yönetmen: Julian Jarrold
Oyuncular: Andrew Garfield, David Morrissey, Rebecca Hall, Sean Bean, Eddie Marsan, Peter Mullan, Robert Sheehan, John Henshaw, Jennifer Hennessy, Warren Clarke, Shaun Dooley, Sean Harris, Tony Mooney, Cara Seymour, Rachel Jane Allen
Senaryo: Tony Grisoni, David Peace
Müzik: Adrian Johnston

1974 yılında, Yorkshire Post’un genç, kibirli ve heyecanlı muhabiri Eddie Dunford, küçük kızları öldüren bir seri katille ilgili ipuçları yakalamanın peşindedir. Eddie işin içine girdikçe, olayın sıradan bir seri katil vakası olmadığını anlar. Öldürülen kızlardan biri, bölgenin en güçlü iş adamlarından John Dawson’a ait bir arazide, işkence görmüş, tecavüze uğramış, boğulmuş ve sırtına iki kuğu kanadı iliştirilmiş şekilde bulununca, şüpheler Dawson’ın üzerine çekilir. Katilin izini süren Eddie’nin öldürülen kızlardan birinin annesi olan Paula ile yakınlaşması durumu iyice karıştık hale getirir. Üstelik Paula, gizemli bir sırra sahiptir. Bölge polisini ilişkileri ve gücü sayesinde parmağında oynatan Dawson, Eddie’nin araştırmasından rahatsız olunca, onun sesini kesmeye karar verir.

David Peace’in üç bölümlük güçlü romanı, Tony Grisoni tarafından senaryolaştırılmış, üç farklı yönetmen tarafından filme alınmış halde bir üçleme olarak karşımızda. Serinin ilk ayağını oluşturan Red Riding: In The Year Of Our Lord 1974, polisiye/gizem/gerilim örgüsüyle çok sağlam bir açılış yapmakta. Yönetmen olarak gördüğümüz isim, daha çok televizyon alanında ün yapmış, son dönemde de Kinky Boots, Becoming Jane, Brideshead Revisited gibi dikkat çekici İngiliz yapımları yönetmiş Julian JarroldRed Riding: 1974, seri katil hikâyesi olarak başlayıp, yol aldıkça polis-basın-hükümet yozlaşmasına kadar eteğindeki türlü taşları dökmeye başlayan dinamik bir yapıya sahip.


Bu yapı, seçilmiş karakterler ve onların idealist, çürümüş, güce tapan, kederli, kurnaz sıfatlarının dramatik temsilleri olarak yerlerini çok iyi tutmaktalar. Olayların merkezindeki gözüpek muhabir Eddie Dunford’ın filmin başından finaline kadar geçirdiği değişimin adımlarını hiç aksamadan verebilen film, sürükleyici bir polisiye dram olmanın hakkını fazlasıyla veriyor. Söylenilenlerden ötürü filmin aksiyon dozu yüksek bir kimlikte olduğu düşünülmesin. Zira diyaloglarla ve sık sık dışına yansıttığı durağanlığıyla da temposunu yükselten, yükseltmese bile bu tavrı hem sakinliğine, hem de gerilimine ustaca ortak eden bir kurgu bütünlüğü hâkim.

Pek kimsenin umursamayacağı bir cinayetten, tecavüz olayından veya kaçırılmadan hareketle çiçek gibi açılarak genel bir sistem çürümesine ulaşılması fikrine (Hollywood örnekleri de dahil olmak üzere) fazla yabancı olmayan seyirci için, doğru ellerde aynı konuyu tekrar izlemenin sıkıcı bir tarafı olmadığı kabul edilir. Çünkü gitgide karmaşıklaşan ilişkiler, komplolar, sırlar, bu filmlerin en önemli kozlarıdır. Bulmaca çözmeyi sevenler için çok sık rastlanan filmler değildir bunlar. Fakat Red Riding: 1974, başlarda böyle bir bulmacanın ayak seslerini çok iyi duyurmasına karşın, zamanla açığa çıkan sırların ve komplo ağacının dallarının hiç de finalin son dakikasına saklanacak türden olmadığını da yüzlere vuran bir film. Yani sırların ve soruların cevaplarını da attığı dinamik adımlara eşlik ettiren bir gerçekçiliği bulunmakta. Belli bir noktadan sonra kimin kiminle, nasıl bir ilişkide olduğunu film zaten fazla oyun oynamadan açık ediyor.

Ama önemli olan her zaman sürprizleri nasıl sakladığın değil, sürpriz sınıfından çıktıklarında onları filmin kalanında nasıl kullandığındır ki, filmin en akılcı yaklaşımlarından biri de bu cesur tavır. Peace-Grisoni-Jarrold üçlüsünün ana hedefinin de “kim yaptı, neden yaptı” sorularını dolandırıp durmak yerine, “kim” ve “neden” sorularının hizmet ettiği trajik olaylar zincirinin bağlantı noktalarındaki global çürümüşlüğün Yorkshire durağını yansıtmak olduğunu düşünüyorum. Özelden genele ulaşmayı sağlayan bu zincirin her bir halkası, artık sadece 1974’e ait olmayan teoriler bütününden birer parça taşımaktalar.


Öleceğini düşündüğünüz bir karakter göstere göstere, kendi ağzıyla veda ederek ölüme gidiyor. Olayın seri cinayet kısmına getirilen açıklamayı çok şaşırtıcı bulmama olasılığı mevcut. Eddie’nin öldürülen kızlardan birinin annesi olan Paula ile ilişkisinde olayla bağlantılı bir çapanaoğlu olduğunu zaten biliyoruz. Yani bu filmlerin bize yüklediği “kimseye güvenme” mottosu ne kadar güçlü olursa, sürprizle karşılaşma olasılığımız o kadar düşüyor. Yine de az, ama filmin iletmek istediklerinden birini gayet öz biçimde dile getirecek biçimde görünen Teğmen Bob Fraser benzeri karakterler bile o olasılık dahilinde acı gerçekleri tokat gibi vurabiliyor. Artık sürpriz olmayanların ulaştığı son noktalar sürpriz halini alabiliyor. Bu sebeplerden Red Riding: 1974, peşinden iki devam romanı ve filmi getirecek kadar fazla soru bırakmazmış gibi görünüyor. Oysa kendi bünyesinde pek çok sırrı ve soruyu çözmeye çalışmış olmasına rağmen, işte bu aldatıcı tutumu sayesinde 1974’te bıraktığı bazı kişi ve olaylara nasıl bakacak olması yönünden kışkırtıcı bir merakla serinin diğer iki filmini bekletiyor.

California’da doğup dört yaşından itibaren İngiltere’de büyüyen genç oyuncu Andrew Garfield, her ne kadar başlangıçta bir iş olarak görse de olaylar geliştikçe ve bazı tekerlere çomak sokmaya kadar ileri gittikçe gizemin derinliğinin farkına varan, bu sayede dürüstlük ve vicdan kuşanma ihtiyacı duyan Eddie Dunford rolüyle filmi çok iyi taşıyor. Senaryonun ördüğü ağlar sayesinde ondan başka kimseye güvenemeyecek hale gelmemizin sebeplerinden biri de bu taşıma becerisi. Onun yanında Rebecca Hall, Sean Bean, Eddie Marsan ve her ne kadar minimal bir oyun sergilese de sonraki bölümlerde ağırlığını biraz daha hissettirecek olan Maurice Jobson rolüyle David Morrissey filmin kalite çıtasını hep üstte tutuyorlar.


Red Riding: 1974’da dönem filmi olmasının gereklerini harfiyen uygulayan sinematografik bir moda anlayışı hâkim. Saç kesimlerinden duvar kağıtlarına, dar kıyafetlerden sigara serbestliğini doyasıya yaşayan loş mekanlara kadar tüm ayrıntıların filmin ana gövdesine uyum sağladığı bir teknik yeterlilik sözkonusu. Ama bunun yanında İşçi Partisi’nin İşçi Partisi gibi davranmaması, devasa alışveriş merkezleri dikme uğruna ezilmişlerin daha da ezilmesi, zenginden alıp zengine yatırım yapma, gazeteci ve polis satın alma, işkence, yolsuzluk ve faili meçhuller o zamandan bugüne değişmiş değil. Bir gazeteciyi önce insan olarak yoklayan bir dizi haksızlıklar zincirinin onu zıvanadan çıkartışı ve Karachi Club’da biten kanlı finalin aslında bir final olmayacağını da biliyoruz. Bazı parçaların yerine daha sağlam oturabilmesi için önce 1980’e, ardından 1983’e gideceğiz.

11 Mart 2013 Pazartesi

Zero Dark Thirty (2012)


Yönetmen: Kathryn Bigelow
Oyuncular: Jessica Chastain, Jason Clarke, Jennifer Ehle, Kyle Chandler, Harold Perrineau, Mark Strong, James Gandolfini, Fredric Lehne, Stephen Dillane, Fares Fares, Reda Kateb, Édgar Ramírez, Yoav Levi, Joel Edgerton, Mark Duplass,
Senaryo: Mark Boal
Müzik: Alexandre Desplat

11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kuleler'e yapılan saldırıdan sonra başlatılan insan avını konu alan ve adını da Usame Bin Ladin'in yakalanıp öldürüldüğü saat 00:30'un askeri operasyon karşılığı olan Zero Dark Thirty'den alan yeni Kathryn Bigelow filmi haliyle yılın en tartışmalı yapımlarından biri oldu. Bu tartışmalar Bigelow'un 6 Oscar aldığı 2008 tarihli The Hurt Locker'dan bu yana sürmekteyken Zero Dark Thirty ile iyice hararetlendi. "Dünyanın En Tehlikeli Adamı"nın "Tarihin En Büyük İnsan Avı" sonrası yakalanmasını gerçek tanıklardan, belgelerden ve ses kayıtlarından faydalanarak senaryolaştıran Mark Boal'ın elinde iyi bir senaryo, hatta bir senaryo bile var sayılmaz. Eldeki bu bilgi ve belgeleri kronolojik sırayla, kırılma noktalarını dramatize ederek uç uca eklemek zaten Bigelow gibi işini bilen yönetmenlerin işiyken Mark Boal gibi adamların senarist edasıyla ortalarda dolaşması gerçek senaristlere hakaret niteliğinde.

Bu yüzden filmin belgesele yakın üslubu ile kurgusal yapısı ortaya sadece bilgilendirici, ama objektif olma meselesini muallakta bırakmaya meyilli bir operasyon süreci çıkarmış. Olan, filmde rol alıp birer karakter canlandırmaya çalışan oyunculara olmuş. Başrolde gerçekten yaşadığı söylenen operasyon şefi Maya'yı canlandıran Jessica Chastain gibi iyi bir oyuncu da dahil olmak üzere tüm karakterler düz, ruhsuz, boyutsuz kalmış. Öyle ki iki buçuk saatlik filmde oyunculuk bakımından belki de sadece Maya'nın üstü Joseph Bradley'ye şarladığı sahnedeki yükselme dışında meselenin dramatik yönüne (ki o da CIA görevlilerinin özelinde) yakınlaşmış bir sahne bile yok. Filmin başındaki uzun işkence sahnelerini bu yorumun dışında tutuyorum. Zira filmle alakalı tartışmalar en çok bu sahneler üzerinden yürüyor.

Kathryn Bigelow katıldığı çeşitli program ve röportajlarda bu işkence sahneleri hakkında özetle "korkak olmamak" amacıyla hareket ettiğini söyledi. Bu sahnelerin kurgu masasında kırpılması veya hiç konmaması ihtimalini düşünürsek Bigelow'un bu amacını gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Bu tip rahatsız edici sahneleri ne kadar uzun tutarsanız üzerinde o kadar çok durulur, her boyutuyla irdelenir. Farklı kutuplara olan eğilimleri de potaya dahil edilir. Şimdi Ammar'ın işkence gördüğü bu bölümler Amerikan hükümetinin Bin Ladin'i yakalamak uğruna işkenceyi meşrulaştırması için mi yoksa Amerikan ordusunda Obama'nın iddia ettiğinin tersine işkencenin varlığına dikkat çekmesi için mi var? Sözkonusu Bigelow gibi milliyetçi kanada yakın bir yönetmen olunca alternatifler azalıyor.


Irréversible'daki 10 dakikalık tecavüz sahnesinin bu olguya bakışı veya Salò o le 120 giornate di Sodoma'nın tamamı bu sapkınlıkları meşrulaştırmak değil, bireysel şiddet veya faşizm karşıtlığını deklare etmek istemişlerdir. Bunu yapma tercihleri de ayrıca tartışılır. Uzun tutulmuş veya tüm filme yayılmış tepkiler farklı yöntem ve tercihlerle bıktırana kadar işlenir ki bir süre sonra seyirciden bu sahneleri tersten okuması beklenir. Peki Zero Dark Thirty'de neden bu ters okuma tek amaç olarak görülmedi? Bunun cevabı da çok zor değil aslında. Mesele Bigelow gibi The Hurt Locker'dan bu yana milliyetçi kanada yakın "adı çıkmış" bir yönetmen olunca bukalemun misali üzerine konduğu her filmin rengine bürünmesi pek mümkün olmuyor. Herşeye rağmen filmin genelinde Bigelow'un "her türlü bilgiye işkenceyle ulaşılabilir, işkence edileni öldürmeden de yüzlerce hayat kurtarabilirsiniz" fikrini doğrulamaya kendini adadığını düşünmeyi doğru bulmuyorum.

Ortada Taxi To The Dark Side, Standard Operating Procedure, The Road To Guantanamo gibi işkence odaklı bir belgesel yok. Zaten Bigelow direk "işkence işe yarıyor" gibi bir buluşla ortaya çıkıp bu yolda ilerlensin demiyor. Sadece olanı biraz uzun tutarak göstermeyi seçiyor. Böylece topu bir nevi seyirciye atarak kaçak güreşiyor. Üstelik işkence sorumlusu Dan karakterinin bir süre sonra Washington'daki bir takım elbiseliye dönüşmesi, hükümetin başı Obama'nın TV'de "işkence yoktur" demeciyle düşülen çelişki, zeka yoksunu güvenlik açıklarının deşifresi de resme dahil ediliyor. Ancak bu noktada yine çift başlı yorumlar ortaya çıkıyor. Mesela işkenceci dediğimiz bu takım elbiselilerin zor çalışma şartları, muhbir aldatmacasının sebep olduğu trajik bombalı saldırıda istihbaratçıların iyi niyetlerinin suistimal edilmesi ve ulusal güvenliği tehdit eden tüm unsurların elimine edilmediği takdirde yaratacakları zincirleme kaos gibi daha sistem yanlısı değerlendirmeler de çıkarılsın isteniyor. Elbette bunlar Amerika'nın işine gelen değerlendirmeler. Tüm bu iki başlı yorumların kaynağını Bigelow'un tarafı belli duruşunu ara sıra muhalif tarafa da pas atarak kafa karıştıran belirsizliği oluşturuyor.


Post 11 Eylül atmosferinin militarist hezeyanlarını bürokratik süreciyle birlikte ele alan bir yönetmenden objektif veya muhalif bir bakış pekala beklenebilir. Bigelow özellikle muhalif görünmekten kaçındığı için (öyle olmadığı için) ama bir yandan da yer yer acemi sayılabilecek bir objektiflikle (Amerikalı CIA bürokratının ofisinde namaz kılması, TV'de Obama'nın "işkence yoktur" demecine odadaki hiçkimsenin tepki vermemesi) ve illa ki vermesi gereken ters etkiyi verebilen işkence sahnesiyle adından bolca söz ettirmeyi başardı. Başa dönersek, demeçlerinde "korkak olmamak" amacıyla hareket ettiğini söyleyen Bigelow'un gizli korkaklığı ya da beceriksiz cesareti de ortaya çıkıyor. "Korkak olmamak", "işine gelmemek" şeklinde okunabiliyor.

Tüm bunlar filmin politik tabanlarını deşifre etse de bazı sahneleriyle kendinin bir sinema filmi olduğunu hatırlatıyor. Çok konuşulan işkence sahneleri dışında (ki bıraktığı etki yüzünden iyi olarak nitelendirilebilir) restorandaki patlama sahnesi, Jessica’nın muhbiri karargaha soktuğu gergin bölüm ve son yarım saati kapsayan operasyon çekimleri Zero Dark Thirty’nin (sadece bir sinema filmi olarak) çıtasını yükselten anlar. Havada uçuşan arap isimleriyle yoğun iz sürme trafiğinin sağladığı telaş ortamı, bu iz sürüşü ofis masalarından sahaya taşırken de kimi zaman dinamik bir polisiye izlenimi bırakıyor. Belki kurmaca bir senaryoda hayalete dönüşmüş bir uyuşturucu baronunun yakalanma süreci daha gerçekçi karakterlerle bu “kimi zaman”lardaki gibi işlenmiş olsaydı film için daha sağlam çıkarımlar yapabilirdik. Ancak Bigelow kahraman yaratma ve bu kahramanlığın motivasyonlarını savaş çıkaran, işkence yapan, masum halka zulmeden, tüm bunlardan nemalanan Amerika merkez üssünden belirleme eğiliminde olunca pek samimi durmuyor. Amerika yine kendi büyüklüğünü düşmanını yücelterek kanıtlamaya çalışıyor. Asıl düşman(lar)ın kim olduğunu herkes bildiği halde!

8 Mart 2013 Cuma

Chained (2012)


Yönetmen: Jennifer Chambers Lynch
Oyuncular: Vincent D'Onofrio, Eamon Farren, Evan Bird, Julia Ormond, Jake Weber, Conor Leslie
Senaryo: Damian O'Donnell, Jennifer Chambers Lynch
Müzik: Climax Golden Twins

8 yaşındaki Tim ve annesi Sarah sinemadan eve dönerken Bob isminde psikopat bir taksi şoförü tarafından kaçırılır. Bob, çocuğun annesini öldürür ve Tim’i tutsak alır. Cinayetlerine devam eden Bob, her cinayet sonrası etrafı küçük Tim’e temizlettirir. Birkaç başarısız kaçma girişiminden sonra Tim’i sadece evin içerisinde gezinebileceği uzunlukta bir zincire bağlar. Tim’e de Rabbit diye seslenmektedir. Yıllar geçtikçe Bob Rabbit’e anatomi ve insan davranışları dersi vermeye başlar. Ergenliğe girdikten sonra Bob tarafından kendi cinayet serisine başlamak için baskı gören Rabbit’in önünde iki yol vardır: Ya Bob’un ayak izlerini takip edip bir seri katil olacaktır, ya da özgürlüğe kaçmayı deneyecektir.

Boxing Helena ve Surveillance gibi gerilimlere imza atmış Jennifer Chambers Lynch, Damian O'Donnell ile birlikte yazdığı ve kendisinin yönettiği Chained ile babası David Lynch kadar (iyi ki!) deneysel takılmadan etkileyici bir psikolojik gerilim sunuyor. İlginç konusunu klostrofobik bir atmosferle destekleyerek gücünü arttıran Lynch, acımasız bir seri katilin ev haline seyirciyi sokabiliyor. Kurbanlarından birinin 8 yaşındaki oğlu Tim'i (ya da filmde sürekli duyduğumuz adıyla Rabbit'i) hizmetçisi gibi kullanmaya başlamasıyla ve Rabbit'in ergenliğine ulaşmasıyla sıradışı bir filmin her an patlamaya müsait gerginliği gittikçe artıyor. Bob'un Rabbit'i kullanış biçimi böylece sahiplenişe dönüşüyor ki, flashbacklerle Bob'un çok sert geçen ergenliğinden anlaşıldığı üzere bu sahipleniş biraz daha kendi tabanını oluşturuyor. Böylece film tuhaf bir baba-oğul ilişkisinin aynı tuhaflıktaki iniş çıkışlarını yansıtıyor.

Ancak finalde kaçınılmaz olanı gerçekleştirdikten sonra önemli bir twist için kasma tuzağına düşen film, dramatik ve gergin halde seyreden yapısal bütünlüğünü bozarak ucuz bir çözüm üretiyor. Bu finali filmin tamamına yakıştıranlar da çıkabilir. Fakat bu çözümün, filmin kendi finalini beğenmemiş de daha ilginç ikinci bir final tasarlamış görüntüsü bütüne eklenmiş eğreti bir yedek parça gibi sanki. Bob'un Rabbit'i sahipleniş amacı da bizim o finale kadar düşünmüş (ve mantıklı bulmuş) olduğumuzdan farklı bir kisveye bürünüyor. Yine de ilginç konusu ve Vincent D'Onofrio faktörü yüzünden şans verilmesi gereken bir film olduğu söylenebilir. Özellikle kötü adam kıyafetini üzerinde bir başka taşıyan usta oyuncu Vincent D'Onofrio ve Rabbit’in ergenliğini oynayan Eamon Farren karşılıklı sahnelerinde yüksek seyreden tansiyonu çok iyi ayarlıyorlar.

5 Mart 2013 Salı

Stitches (2012)


Yönetmen: Conor McMahon
Oyuncular: Ross Noble, Tommy Knight, Gemma-Leah Devereux, Lorna Dempsey, Jemma Curran, Eoghan McQuinn, Valerie Spelman
Senaryo: Conor McMahon, David O'Brien
Müzik: Paul McDonnell

Vurdumduymaz ve pasaklı bir palyaço olan Richard “Stitches” Grindle, Tom adlı bir çocuğun doğum günü partisine çocukları eğlendirmek için gittiğinde onların alay konusu olur. Kazayla ayağı takılan Stitches, açık duran bulaşık makinesinin içindeki ekmek bıçağının üzerine kafa üstü düşer ve çocukların gözleri önünde ölür. 6 yıl sonra mezarından dirilen palyaço, artık bir ergen olmuş Tom’un doğum günü için verdiği ev partisine doğru yola çıkar ve zamansız ölümünden sorumlu tuttuğu gençlerden intikam almaya girişir.

Conor McMahon’ın yönettiği İrlanda yapımı Stitches, herhangi bir ergenin bile yazabileceği senaryosu, kötü oyunculukları ve türlü klişeleriyle tipik bir B filmi. Zaten tipinden bunları umursadığı da pek söylenemez. Sanıldığının aksine amacı korkutmak değil güldürmek. Daha çok “Funny Gore” denilen, kanın, kopan uzuvların ve iç organların havada uçtuğu filmleri sevenler için çekildiği belli. Eğer çok büyük bir şey aramıyorlarsa bu insanların Stitches’dan da hoşlanmaması için neden yok. Conor McMahon, İngiliz komedyen Ross Noble’ı da kullanarak (gerçi palyaço makyajı içinde kendisini çok az fark edebiliyoruz) komik slasher fantezilerini pahalı olmayan efektlerle skeçler halinde filme almış. Araya kökü Ortaçağ’a dayanan palyaçoluk mesleğinin mühim durakları sayılan Pueblo lndian Delight Makers’ı, The Feast Of Fools’u da sıkıştırayım da hepten boş beleş sanılmayalım demiş.

Kısa süresine rağmen Tom’un ilk doğum gününden sonra direk 6 yıl sonrakine zıplayıp sıkıcı olmaktan kendini bir nebze kurtarabilirmiş. O zaman da uzun metraj olmazdı tabii. Eğlencesini abartısından ve palyaço şakalarından alan ölüm sahneleri zaman zaman gülümseme yaratabiliyor. Bazı ufak korku-komedi konseptli festivalde beğeni kazanmış olan filmin devamı için de “hani yerseniz yenisini çekeriz” kabilinden kapı açık bırakılıyor. Yine de Feast serisinin herhangi bir filmi veya bir Død snø değil.