27 Ekim 2023 Cuma

Guardians Of The Galaxy Vol. 3 (2023)

 
Yönetmen: James Gunn
Oyuncular: Chris Pratt, Zoe Saldana, Dave Bautista, Karen Gillan, Pom Klementieff, Chukwudi Iwuji, Sean Gunn, Will Poulter, Sylvester Stallone, Elizabeth Debicki
Senaryo: James Gunn
Müzik: John Murphy

James Gunn'ın başından beri sahiplendiği Guardians Of The Galaxy, 2014 ve 2017'den sonra Vol. 3 ile yolculuğuna devam ediyor. Knowhere adlı şehirlerinde oranın halkıyla yaşayan ekip, rutin bir hayat sürüyor. Peter, Gamora'yı trajik biçimde kaybetmenin acısını yaşıyor. Rocket içine kapanmış. Artık bir yetişkine dönüşmüş Groot, ekibin diğer parçaları Drax, Mantis, Nebula, Kraglin macerasız, durgun bir yaşam sürmekteler. Ne zaman ki aniden ortaya çıkıp bilinmeyen bir sebeple Rocket'a saldırarak onu yaralayan Adam Warlock filme dahil oluyor, o zaman karakterler için bir amaç şekilleniyor: 48 saat içinde yaralı Rocket'i kurtarmak. Bunun için iyi korunan Orgolock Şirketine girmeleri, orada Rocket’ı tasarlayan bilim insanlarını bulmaları ve gerekli kodları çalmaları gerekiyor. Ama Orgolock Şirketi’nin lideri olan ve kendi kurduğu Karşı Dünya adlı gezegendeki ekibiyle çılgın deneyler yapan The High Evolutionary adlı kötünün uzun süredir aradığı Rocket’ı ele geçirmek için uğraştığını öğreniyoruz. "Yeni dünyalar kurarak evreni daha yaşanabilir bir yer haline getirmek" gibi Thanos'un malum amacına benzer bir motivasyonu sahiplenen The High Evolutionary, yine Thanos gibi arızalı yollar seçiyor. Üzerinde deneyler yaptığı insanları ve hayvanları umursamıyor. Tanrıyı oynayan bir güç zehirlenmesi yaşadığı için canlılara eziyet etmeyi bilimsel çalışma kisvesine büründürüyor. Tabii bu oyunu bozmak da kahramanlarimıza düşüyor.

James Gunn, diğer Marvel filmlerinden farklı bir mizah/dram tonu yakaladığı için her üç filmde de bu tarzını istikrarlı bir şekilde sürdürmekte. Başka senaristlerin yazdığı Thor: Ragnarok'ta çok iyi işler çıkaran ama yazarları arasında kendisinin de olduğu Thor: Love and Thunder ile hiç çalışmayan bir mizah dili tutturarak yavanlaşan Taika Waititi'nin aksine Gunn, MCU bünyesinde kendi Guardians Of The Galaxy evrenini de yaratmayı başarabildi. Komedi ve dram arasında yaptığı şaşırtıcı yumuşak geçişler en büyük alameti farikalarından biri. Tamamen CGI'a bel bağlamış olmasına rağmen ekibin birbiriyle olan ilişkilerindeki dinamiklere önem veren, bu ilişkileri korumak uğruna her şeyi göze alabilecek bir aile oluşlarına vurgu yapan Gunn, tüm bu özel efekt, yer yer absürte varan mizah ve aksiyon sahnelerinin kalabalığında bu duyguların altını çizebilen bir yönetmen. Çoklu evren konsepti sayesinde istediği herkesi geri getirme ve kullanabilme avantajı elde eden MCU politikası bu filmde Gamora'yı tekrar görmemizi sağlıyor. Ama alternatif bir geçmişten gelen ve Infinity War/Endgame'deki Gamora'dan farklı bir Gamora var. Sylvester Stallone'un canlandırdığı Stakar'ın liderliğindeki Yağmacılara katıldığını gördüğümüz Gamora'nın bu yeni konumu, hem Guardians ekibini aşağılayan tavrı, hem de bir zamanlar aşık olduğu Peter ile arasındaki yabancılaşmayla farklı bir dinamik taşıyor. Bu sayede yeni ve zor Gamora ile duygusal Peter arasındaki romantizmin yeniden kurulma evresine girişindeki tazelenme de hissediliyor.


Vol. 3, Rocket ağırlıklı bir hikayeye sahip olduğu için, komada olduğu sırada geçmişine dair yaşadıklarının flashbackleri ve arkadaşlarının onu kurtarmak için atıldıkları macera ile paralel ilerliyor. Geçmişinde birkaç hayvan arkadaşıyla birlikte The High Evolutionary'nin deney tutsağı olması ve bu arkadaşlarıyla bir gün kurtulacaklarına dair umut dolu bir kader birliği içinde olmalarıyla, Guardians arkadaşlarının onu kurtarma çabaları arasındaki bu paralellik, filmin zor şartlar altında bile bir aile olarak kalabilme gayretlerini Rocket üzerinden çok iyi tanımlıyor ve tamamlıyor. Tabii burada bilimsel araştırmalarda kullanılan fakat eziyet boyutlarında muamelelere maruz kalan hayvanların çektiklerine yapılan göndermeler fark edilmeyecek gibi değil. Bu da filmin en dramatik kozlarından biri. The High Evolutionary ile Rocket arasındaki bu eski hesabın kapatılması üzerine inşa edilen intikam motivasyonu da eklenince, filmin ihtiyacı olan macera, aksiyon, çatışma kendi çapında bir zemine oturuyor. Yine de film tümden bu motivasyona bel bağlamayıp Knowhere, Orgolock Şirketi, Karşı Dünya gibi farklı tasarımlardan oluşan mekanlarla ve bu mekanların temsil ettiklerine bağlı olarak günümüze yaptığı referanslarla sürekli kendini yeniliyor. Infinity War/Endgame sonrasındaki yeni dönem Marvel filmleri ve dizilerinin sürekli geveledikleri çoklu evren konusuna Gamora'nın durumu haricinde hiç bulaşmayıp kendi evrenine ve hikayesine bağlı kalıyor.

Oturmuş kadrosu haricinde bu filmde ilk kez gördüğümüz Chukwudi Iwuji'nin canlandırdığı The High Evolutionary, bir Thanos olmasa da filmin ihtiyacını karşılayacak ölçüde güç zehirlenmesi yaşayan, yola çıkış amacından sapmış, tanrısal varoluş peşindeki bir kötü adam olarak yeterli. Zaten kötü adamın kendisindense, yaptığı ve yapmayı amaçladıklarının kötülüğü ile bir savaş söz konusu. Merakla beklenen bir karakter olan Adam Warlock'un filmde atıl bir yancı olarak resmedilmesine de hayranları içerlemiş görünüyor. Onun dönüşüm ve kahramanlık mini hikayesi de filmde mevcut. James Gunn'ın beklentileri tersyüz etmeyi seven bir yanı da var. Karakterlerin karizmalarıyla oynamak, onları beklenmedik durumlara düşürmek mizahının bir parçası. Bunu Guardians serisi haricinde Peacemaker dizisinde de bolca görmek mümkün. Elindeki türlü CGI avantajları içinde bile sürekli yenilik arayan Gunn'ın bu tarzını Superman: Legacy'de nasıl sürdüreceği veya sürdürüp sürdürmeyeceği merak konusu. Yine ilk iki filmden aşina olduğumuz, kaset kültürüyle büyümüş James Gunn seçkisi 70'ler ve 80'lerden derlenmiş şarkıların büyük renk kattığı Vol. 3, tıpkı aksiyon, mizah, dram yönlerinden olduğu gibi müzik kullanımı açısından da istikrarını sürdürüyor. Final itibariyle serinin gideceği yer çok farklı bir Vol. 4 izleyebileceğimizi göstermekte. Zaten Guardians Of The Galaxy yerini öyle sağlamlaştırdı ki, Rocket gibi animasyon bir karakterin orijin hikayesinin ağırlığı dahi hissedilmeden macera katmanları kolayca oluşturulabilir, ekibe giriş çıkışlar da kanıksanır hale geldi.

17 Ekim 2023 Salı

Omnipresent (2017)

 
Yönetmen: Ilian Djevelekov
Oyuncular: Velislav Pavlov, Teodora Duhovnikova, Vesela Babinova, Anastasia Lyutova, Toni Minasyan, Mihail Mutafov, Boris Lukanov, Irmena Chichikova, Ina Dobreva
Senaryo: Ilian Djevelekov, Matey Konstantinov

Orijinal ismi Vezdesushtiyat, İngilizce ismi Omnipresent olan, Ilian Djevelekov ve Matey Konstantinov'un senaryosunu yazdığı, Ilian Djevelekov'un yönettiği Bulgaristan yapımı film, reklamcı Emil Borilov'un gırgır şamatadan trajediye doğru uzanan hikayesini anlatıyor. Hasta babasının odasından bazı antika eşyaların çalınması üzerine odaya gizli kamera yerleştirerek hırsızı bulmaya çalışan Emil, çok geçmeden sürpriz hırsızı kamerayla tespit eder. Ama bu gözetlemenin tadını aldıktan sonra iflah olmayıp ailesiyle birlikte yaşadığı kayınpederinin geniş evinin bazı odalarına, banyosuna, ortağı olduğu reklam şirketinin toplantı odasına, kantinine, psikolog eşi Anna'nın ofisine, hatta gözlüğüne bile gizli kamera takarak insanları gizlice kaydetmeye, akşamları da kaydettiklerini izlemeye başlar. Bu izleme senaslarının bizim için gerekli olanlarını ayıklayan Djevelekov, kaçamakları, ihanetleri, dedikoduları Emil ile birlikte bize izletirken, gözetleme ve merak duygularımızı kaşıyor. Biz de iş ve özel hayatlarımızda yakınlarımızı bu şekilde takip etseydik nasıl hissederdik, bunu Emil gibi bir bağımlılık haliyle mi yapardık, yoksa vicdan yapıp en baştan böyle bir şeye kalkışmaz mıydık gibi sorularla bol bol empati kurma fırsatı buluyoruz. Doğal olarak Emil karakteriyle kurduğumuz bu empati, sık sık bir sempatiye dönüşmeye çalışsa da, filmin baş karakteri olarak sadece onun bu eylemlerinin birer yancısı gibi izlemenin suçlu zevkine yenildiğimizi fark ediyoruz.

Tabii yeterince vicdanlıysak, Emil ile kurduğumuz bu gizli ortaklığın yanında Emil'in gizlice izlediği insanlarla da empati kurabiliriz. İnsanları kolayca paranoya durumuna sokabilecek bu izlenme hali yeterince trajik iken, aslında kötücül bir karakter olmayan Emil'de yarattığı bağımlılığa kolayca kapılabileceğimiz gerçeği de ürkütücü. Gözetleme üzerine kurulu TV programlarını, magazin haberlerini, dedikodu yapmayı/dinlemeyi seven yapıdaki insanların arasına kendimizi pek dahil etmeyiz ama başka yerlerden ikiyüzlülüğümüz bir şekilde ortaya çıkar. Gözetlemeyi sevmemiz ile gözetlenmeyi sevmememiz arasındaki ironinin filmin bir yerlerinden fırlayacağını beklemek, kurduğumuz bu empatiyle alakalı. Her yerde gözü olan, "omnipresent" yani "aynı anda her yerde bulunabilen", bir nevi tanrısal bir güç elde eden Emil, zaten var olan egosunun ve özgüveninin önünü alamıyor. Şirkete yeni gelen güzel Maria ile bir ilişkiye başlayınca da bu alışkanlığını bırakamıyor. Bir yalanı yaşamak veya burada olduğu gibi gözetlemenin suçlu zevkine kapılmak, buna kapılan kişinin bu konforunun sonsuza dek süreceği yanılgısını da beraberinde getirir. Yani bu tanrısallık ilüzyonu, kişinin kendini erişilmez, dokunulmaz hissetmesine yol açar. Bu ilüzyona kapılan, yine de zekası sayesinde çevresine renk vermeyen Emil, bu avantajını ufak tefek durumlarda kullanmaya da çekinmiyor. Filme yapılan Maria ile yasak aşk eklentisi de fitili ateşleyecek bir çatışma vesilesi olarak kullanılınca, Emil'in filmin daha başında iç sesinden duyduğumuz kaosa doğru gidiş başlıyor.

Aslında bu konu bir Hollywood senaristinin elinde posası çıkarılarak kullanılabilir, hatta yıllar öncesinin Jim Carrey, Adam Sandler komedilerinin çıkış noktasını andırabilir. Ama Bulgar senaristler Djevelekov ve Konstantinov meseleyi sulandırmadan, dozunda bir mizah ve daha çok da kaçınılmaz olduğu bilgisi en baştan verilen sona doğru giden dramatik yapının örülmesiyle meşgul oluyorlar. İçinden çıkılması güç final çözümlemesi de gerektiği şekilde çözülmüş denebilir. Bu ikili, bir önceki filmleri Love.net'te de Tinder benzeri bir eşleştirme sitesine üye bir grup insanın, teknolojinin bu alandaki yıpratıcı etkilerini birbirine paralel hikayelerle masaya yatırmışlardı. O filmin fazla mizansen kokan havasının Omnipresent'ta bir miktar sağaltıldığı, yerel bir benzetmeyle Çağan Irmak havasından sıyrılmaya çalışıldığı, üstelik bu defa gizli kamera buluşu sayesinde teknolojinin karanlık taraflarına daha iyi erişim sağlandığı görülüyor. İlk başta nasıl ki gizli kamera amaçlandığı doğrultuda görevini yerine getirip sorunu çözüyorsa, Emil'in bireysel tutkuları yüzünden çözülmesi imkansız düğümler atıyor. Bu da teknoloji ve onu kullanan insan arasındaki ilişkiyi çok kolay ve ibret verici biçimde analiz etmemizi sağlıyor. Velislav Pavlov'un çok iyi doldurduğu Emil performansı da dahil ülkesi Bulgaristan'ın Golden Rose festivalindeki neredeyse tüm ödülleri silip süpüren Omnipresent, aynı zamanda 91. Oscar Ödüllerinin yabancı film kategorisinde Bulgaristan'ın aday adayı filmiydi. 

10 Ekim 2023 Salı

The Equalizer 3 (2023)

 
Yönetmen: Antoine Fuqua
Oyuncular: Denzel Washington, Dakota Fanning, Eugenio Mastrandrea, Gaia Scodellaro, Remo Girone, Andrea Scarduzio, Andrea Dodero, David Denman, Sonia Ammar
Senaryo: Richard Wenk, Michael Sloan, Richard Lindheim
Müzik: Marcelo Zarvos

Antoine Fuqua - Denzel Washington ikilisi üçüncü The Equalizer filmiyle yine biraraya gelerek tecrübeli, gizemli, becerikli, tek tabanca Robert McCall'a bir kez daha hayat veriyorlar. İlk iki filmden aşina olduğumuz bir şablon bu filmde de kullanılmakta. Bunda her üç filmin de senaristliğini yapan Richard Wenk'in parmağı var elbette. Açılışta İtalya'nın güneyi olduğunu sonradan öğreneceğimiz mafyaya ait bir çiftliği basıp, uluslararası çapta aranan bir mafya babasını kapana kıstıran McCall'u görüyoruz. Bu baskından beklenmedik bir biçimde yaralı olarak çıktıktan, baygın bir şekilde jandarma Gio tarafından bulunup yaşlı doktor Enzo'nun ellerine teslim edilen McCall, iyileşince terör operasyonları biriminden genç Emma Collins arayarak onları baskın yaptığı çiftliğe yönlendiriyor. Özetle İtalya'nın en güvenli limanında uyuşturucu kaçakçılığı yapılan, buradan elde edilen gelirle Suriyeli teröristlerin finanse edildiği bir büyük resmin peşinde olduğunu anlıyoruz. Gerçi peşinde olduğu iki başka şeyi finalde görüyoruz. Ama mecburen kaldığı bu şirin Güney İtalya kasabasına gün geçtikçe bağlanan McCall, içindeki adalet duygusu yüzünden bu defa da burada terör estiren yerel mafyaya kafayı takıyor. Gerek çocuklar kullanılarak yapılan duygu sömürüsü, gerek senaryo olarak çok fazla çaba gösterilmediği izlenimi uyandıran acelecilik, gerekse seyircinin mafyaya olan öfkesini alevlendirmeye yönelik çok bildik hamleler, artık The Equalizer'ın da bir franchise olarak malzemesinin tükendiği sinyallerini veriyor.

2014 tarihli ilk film, 80'lerin orijinal dizisinde İngiliz Edward Woodward'ın canlandırdığı Robert McCall'ı günümüz standartlarına Danzel Washington olarak dizayn etmiş, farklı bir yorumla bu karaktere yeniden hayat vermişti. Yalnız yaşayan, sıradan işlerde çalışan, kendine ait bir konfor alanı yaratan, ama bir yandan da gizli bir oluşumun parçası olarak gördüğü haksızlıklara müdahale eden, zorbaları önce uyaran, uyarıyı dikkate almadıklarında benzersiz çevikliğiyle onları alt eden McCall, yardımseverliği ve okuduğu kitaplarla da ilginç bir figür olarak karşımıza çıkmıştı. 2018'deki ikinci film ilki kadar başarılı bulunmasa da bu çizgiyi devam ettiriyordu. Bu son filmde ise hiç kitap göremediğimiz gibi, bir modern zaman "Kahraman Şerif" uyarlaması izler gibi klişelere yaslanmış bir film izliyoruz. Video klip köklerine sahip Antoine Fuqua, geçmişinde özellikle The Replacement Killers ve Training Day gibi iki çok iyi filmle kendine ana akım aksiyon dram kulvarı alabilmiş bir yönetmen. The Equalizer serisini de iyi sahiplendi. Ama keşke bir üçleme olarak kalması muhtemel seriye daha etkili bir nokta konsaydı. En azından ilk filmdeki senaryo, sinematografi, müzik kimyası sürdürülseydi başka türlü konuşabilirdik. Yine de Fuqua bu işi bilen bir adam. Ana akıma uygun bir aksiyon dram olarak iyi çekilmiş, Washington'ın karizmasına, ışığına, duruşuna sahip çıkılmış bir devam filmi olarak zamanın nasıl geçtiğini hissettirmiyor.


İtalya'nın güneyindeki Campania bölgesinin birkaç lokasyonunda çekilen film, bu coğrafyanın doğal güzelliklerinden de nasibini almış. Dar sokaklar, sade ve samimi mekanlar, deniz manzaralı eski evler, çocuğundan yaşlısına kasaba halkı filme farklı bir aroma katıyor. Tabii bu bir Hollywood prodüksyonu olduğu için bu unsurlar bir parça kenar süsü gibi kalabiliyor. Mafyanın halka zulmü, daha üst bir seviyede de mafyanın terörist finansörlüğü gibi suç tabanlı ana mevzular yanında, tadı çıkarılacak manzaraların pek lafı olmuyor. Antoine Fuqua, aksiyon konusunda elini korkak alıştırmayan bir yönetmen. Zaman zaman bu sertliği estetize etmekten geri durmuyor. İnsanın içini ısıtan turistik görüntülerin, iki kardeşin liderliğindeki mafyanın zorbalıklarıyla tezatlaşmasından ötürü McCall'a zorlama infaz gerekçeleri sunulması filmin estetik yönden yükselmesine mani oluyor. Halbuki ikinci filmde iyi bir şekilde derinleştirilmeye çalışılan McCall gizemi, bu filmde kendine çok uygun bir zemin bulmasına rağmen "karakterin iç yolculuğu" kulvarının hakkını veremiyor. Filmin başlarında yaralanan, öleceğini düşünerek kafasına silah dayayan, doktorun "iyi bir adam mısın" sorusuna "bilmiyorum" cevabını veren McCall, emekli olmak ve kendine dönmek için çok uygun bir coğrafya bulmuşken bunun "ama bir misyonu var" denerek ötelenmesi bu tip beklentisi olan seyircide burukluk yaratıyor.

Filmin bir başka kenar süsü de dini unsurlar. Katolik İtalya'nın dindar kasabalarından birinde huzur içinde yaşayan halkın arasına yeni katılan Azrail misali McCall'un yenilenme sürecine mi gireceği kabilinden ufak çapta bir propaganda ihtimalini, mafya liderini kiliseden çıkarken göstererek bertaraf etmeyi deniyor film. Kasaba halkının gece bir dini ritüel için sokaklara döküldüğü sahneyle McCall'un aynı gece kötü adam avına çıktığı sahne arasındaki paralel kurgunun "melek, ölüm meleği de olsa bizi korur" minvaline geçişi de bu süs sıfatını olumluyor zaten. Herkese hak ettiği muameleyi gösteren, hayalet gibi istediği yere girip çıkabilen, kimsenin bulamadığı suçluları eliyle koymuş gibi bulan, soğukkanlı ve sert bir süper kahraman misali yenilmezliğiyle Robert McCall, adaletsizliklerle ve kötülüklerle dolu dünyanın beyaz perdedeki adalet figürlerinden biri. Böylesi ütopik bir modeli perdede daha da parlatabilecek 2-3 aktörden biri olan Danzel Washington, The Tragedy Of Macbeth'teki muhteşem performansından sonra geri döndüğü Robert McCall'a sırf duruşuyla bile et, kemik, ruh katıyor. Tony Scott harikası 2004 yapımı stilize suç dramı Man On Fire'dan 19 yıl sonra Danzel Washington ve Dakota Fanning'i buluşturan The Equalizer 3, JFK (1992), The Aviator (2005) ve Hugo (2012) ile üç Oscar kazanmış, son yıllarda Quentin Tarantino'nun favori görüntü yönetmeni Robert Richardson'ın dokunuşlarına sahip bir yapım. Daha fazla uzatmaya da gereğin olmadığı, şu haliyle iyi bir üçleme olarak zaman zaman geri dönülebilecek türde bir yapım aynı zamanda. 

5 Ekim 2023 Perşembe

Reptile (2023)

 
Yönetmen: Grant Singer
Oyuncular: Benicio Del Toro, Justin Timberlake, Eric Bogosian, Alicia Silverstone, Michael Pitt, Domenick Lombardozzi, Ato Essandoh, Frances Fisher, Karl Glusman, Mike Pniewski, Matilda Anna Ingrid Lutz, Sky Ferreira
Senaryo: Grant Singer, Benjamin Brewer, Benicio Del Toro
Müzik: Yair Elazar Glotman

Aralarında Taylor Swift, Lorde, The Weeknd'in de olduğu çeşitli popüler isimlerin video kliplerini yönetirken birdenbire ilk uzun metrajıyla ortaya çıkan Grant Singer, Reptile ile gayet olgun ve sürükleyici bir polisiye gerilime imza atıyor. İlk filmlerin olgunluğu şaşırtıcı sayılmamalı elbette. Hele de video klip kökenli yönetmenlerin uzun metraja geçişlerinde bu durum daha net görülebiliyor. Buna en bariz örneklerden biri, onlarca video klip çekmiş David Fincher'ın 1992'de ilk filmi Alien³ ile sinema dünyasına girişiydi. Film çok iyi eleştiriler almamış olsa da, bir ilk film olarak gayet diri ve tecrübe kokan nitelikteydi. Video klip çekmenin getirdiği tecrübeleri uzun metraja başarıyla aktarmanın gereklerinden biri de iyi bir senaryoyla yola çıkmak. Grant Singer, Reptile'ın senaryosunu Benjamin Brewer ve başroldeki usta aktör Benicio Del Toro ile birlikte yazmış. Her üç isim de senaryo yazma konusunda tecrübeli sayılmaz. Buna rağmen Reptile sanki 5 veya 6. filmini yazıp yöneten bir sinemacının elinden çıkmış izlenimi uyandırabiliyor. Birazdan söz edeceğimiz bazı aksaklıkları yok değil ama 5 veya 6. filmini çeken insanlarda da buna benzer hatta daha fazla aksaklıklara rastlanıyor. Üstelik sanki çok satan bir polisiye romandan uyarlanmış havası taşıyan senaryo, pratiğe dökülüş itibariyle de belli bir tecrübeyi doğruluyor.

Başarılı bir suç filmi olarak Reptile'ın hem senaryo, hem de yönetim açısından geçmişten gelen bazı kaynaklardan beslendiği görülmekte. Vahşice öldürülen bir emlakçı kadın cinayetinin başlangıçta bir "katil kim" polisiyesi gibi akması, soruşturma derinleştikçe işin gittikçe dallanıp budaklanması ve daha büyük komplolara uzanması sık işlenen bir konu. Özellikle L.A. Confidential, The Negotiator, Cop Land gibi 90'ların ikinci yarısına damga vurmuş yozlaşma hikayelerinden etkilenildiği belli oluyor. Güçlü motivasyonlara sahip katil adayları, hedef şaşırtma hamleleri, bir süre sonra ana karakter etrafında oluşturulan güvensizlik halesi deyim yerindeyse kitabına uygun şekilde işliyor. Bu arada ana karakter Tom Nichols'ın geçmişine ait çözülmüş bir yolsuzluk meselesinin gölgesi de unutulmamış. Tasarlanan zekice komplonun ağır ağır çözülmesi tam bir anlatım becerisi. Film kendini bir cinayet etrafında hem tempolu, hem de usul usul bir karışımla katmanlaştırdıkça elini rahatlatıyor. Bir haber bülteni görüntüsü, trafik çevirmesi, ev partisi gibi basit görünen sahneler bile polisiye gerilimin emrinde birer güce dönüşebiliyor. Ne var ki sözünü ettiğimiz tempo karışımı bazı sahnelerde, özellikle de iki farklı aksın karıştırılmasında iyi sonuçlar verse de, bu her zaman mümkün olmuyor. Grant Singer'ın video klip alışkanlıklarından kalma kısa tutulmuş sahne ve geçişler bazen sahnenin duygusunu sağlamak için biraz ağırlaşma istiyor. Gerçi Singer aynı film içinde bu ağırlaşmayı sağlayabildiğini bazı sahnelerle pekala kanıtlıyor. Belki bunu da bir tarz olarak benimsemiş ve öyle benimsetmeye çalışmıştır bilemiyoruz.

Bunun yanında finale doğru giden yolda gerçeklerin ortaya çıkmaya başlamasındaki abartısızlık gayet olumlu olmasına rağmen final hesaplaşmasının biraz daha iyi çekilmesi gerektiği de söylenebilir. Hatta bunu filmde az sayıdaki çatışma sahnelerinin geneli için söyleyebiliriz. Bazı dar alan çatışma sahnelerinin veya finallerin fazla aceleye getirilmemesi, az bir süre de olsa o kendi anlarının seyirciye etkili biçimde yaşatılması gerekir. Mesela ağır çekimde cama çarpan frizbinin dikkat dağıtması ne kadar estetikse, devamı acemilik gibi görünmemeli. Tabii bunlar kişisel ilk film gözlemleri. Ama tıpkı video klip kökenlerine sahip David Fincher gibi Grant Singer da uzun metraja ciddi bir geçiş yapmış. Üstelik Singer'da adı geçen 90'lar polisiyeleri kadar biçimsel olarak Fincher'ın birtakım polisiye gerilim tavırlarından da izler sezmek mümkün. Senaryoya da katkı sağlayan Benicio Del Toro'nun artık kanıksanmış karizması ve tecrübe fışkıran performansı, aynı zamanda 1997'de Excess Baggage filminden yıllar sonra buluştuğu rol arkadaşı Alicia Silverstone ile olan kimyası da bir cazibe merkezi oluşturuyor. Şüphelilerden biri olan Michael Pitt'in tedirgin, isyankar ve öfkeli bir karakteri canlandırışındaki rahatlık da dikkat çekici. Birtakım senaryo boşlukları, bazı karakterlerin unutulan akıbeti, bu kadar artıya sahip bir ilk filmde mazur görülebilir. Grant Singer belli bir sinema duygusuna sahip yeni bir uzun metraj yönetmeni olarak David Fincher, James Mangold veya F. Gary Gray tarzı ana akım suç tarzına hakim yönetmenlerinin izini sürüyor görünüyor. Gelecek için ümit veriyor.