ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2024 Salı

May December (2023)

 
Yönetmen: Todd Haynes
Oyuncular: Julianne Moore, Natalie Portman, Charles Melton, Andrea Frankle, Elizabeth Yu, Cory Michael Smith, Christopher Nguyen
Senaryo: Samy Burch, Alex Mechanik
Müzik: Marcelo Zarvos

Gracie Atherton-Yu (Julianne Moore) ve kendisinden 23 yaş genç kocası Joe’nun (Charles Melton) sansasyonel aşklarının magazin eklerini süslediği günlerin üzerinden yirmi yıl geçmiştir. Çift artık ikiz çocuklarının liseden mezun olmalarına hazırlanmaktadır. Bir filmde Gracie’ye hayat verecek olan Hollywood yıldızı Elizabeth Berry (Natalie Portman), Gracie’yi daha yakından tanıyabilmek için çiftin evine gelince, dışarıdan gelen bu bakış aile içi dinamikleri etkilemeye, iki kadın birbirlerini inceledikçe aralarındaki farklar ve benzerlikler de açığa çıkmaya başlar. Öte yandan gençliğinde yaşananları tam olarak hazmedememiş olan Joe, daha 36 yaşında çocuklarının evden ayrılmasına hazırlanan bir baba olduğu gerçeğiyle yüzleştikçe kendini geç kalmış sorgulamalarla boğuşurken bulur. May December, 90'larda altıncı sınıf öğrencisi Vili Fualaau ile cinsel ilişkiye giren ve birkaç kez hapis yattıktan sonra onunla evlenen 34 yaşındaki Amerikalı öğretmen Mary Kay Letourneau'nun hayatına dayanan bir kurmaca. O yıllarda magazin basınını çok fazla meşgul eden bu olay, Alex Mechanik ve Samy Burch tarafından bazı değişikliklerle senaryolaştırıldı. Yönetmen koltuğunda ise Safe, Velvet Goldmine, 2003 yılında En İyi Orijinal Senaryo dalında Oscar adayı olan Far From Heaven, Carol gibi başarılı filmlere imza atmış Todd Haynes oturmakta. May December 2024'te yine Orijinal Senaryo dalında aday filmlerden, aynı zamanda Cannes'da Altın Palmiye adaylarından biriydi.

Gerçekte yaşanan olaylar esnasında Fualaau, 34 yaşındaki Letourneau ile ilk kez cinsel ilişkiye girdiğinde 12 yaşındaydı. İki çocukları oldu ve bunlardan biri Letourneau hapisteyken doğdu. 2004'te serbest bırakıldıktan sonra, o ve artık yetişkin olan Fualauu evlendiler ve ayrılana kadar 14 yıl evli kaldılar. Letourneau 2020'de kanserden öldü. Filme Gracie ve Joe çiftinin yaşadıkları çalkantılı dönemden 20 yıl sonra, çocuklarının lise mezuniyeti arifesindeki süreçte dahil oluyoruz. Aradan geçen yıllarla birlikte artık unutulmuş, unutulmadıysa bile sıcaklığını çoktan yitirmiş bir skandalın külleri, Gracie'yi canlandırmak üzere anlaşmış bir TV yıldızı olan Elizabeth'in ziyaretiyle eşelenmeye başlayan bir süreç bu. Film bu sürece Gracie ve Elizabeth ağırlıklı olmak üzere, genç eş ve baba Joe, çocuklar, yıllar evvel olayın travmasını yaşamış ve uzun süre üzenlerinde taşımış aile yakınları, birkaç çevre sakini gibi farklı perspektiflerden bakıyor. Böylesi bir skandalın yıllar sonra dönüp tekrar kaşınması fikri zaten durduğu yerde bile çok iyi çalışırken, senaryoda çok farklı hamleler görülmüyor. Zor yılları geride bırakmış, kendi düzenlerini oturtmuş ailenin Elizabeth'in gelişiyle o yıllara bölük pörçük dönüşlerindeki normallik seyircide farklı tepkilere yol açabilir. Burada senaryonun, zamanın onarıcı ve unutturan etkisine yaptığı spontane vurgular da gayet yerinde. Öte yandan, bazı duyguların da her an ortaya çıkmayı bekledikleri, bunun için zararsız görünen bir tetikleyicinin bile yettiği duygusu da mevcut.

Aslında filmin en gizemli tarafı olan Gracie’nin o yıllara dair ruh halinin nasıl olduğuna, neden böyle bir ilişkiye girdiğine yönelik çok çarpıcı bir açıklaması da bulunuyor. Bunu filmin sonlarına doğru başka bir karakterden öğreniyoruz. Ancak yine Gracie elinden bu açıklamanın reddedilmesi de senaryo açısından bir talihsizlik. Oysa o açıklamanın etkisi filmin üzerinde çok daha güçlü bir dramatik tortu bırakabilirdi. Joe'nun çocuk olduğu bir dönemde yaşadıklarından çok uzun bir süre sonra, başka bir deyişle artık yetişkin olduktan da sonra evliliğini sorgulamaya başlamasının Elizabeth'in gelişine bağlanması da o tortu eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir. Elizabeth'in bu çalkantılı geçmişte yaşananları olayın yakın tanıklarına tekrar hatırlatması, farklı köşelerde duran karakterlerin farklı muhasebeler yapmasına yol açsa da, temelde Elizabeth'in canlandıracağı Gracie ile aralarındaki tansiyonu odağına almış bir film izliyoruz. Tabii artık bir yetişkin olan Joe’nun dramı da sıklıkla bu tansiyondan rol çalmakta. Ayrıca bir skandalın zaman içinde kanıksanmasının, bu yeni düzenin tuhaf normalliği de filmi ilginç kılan bir özellik. Filmin kendini dizginleyen, nerede yükselip nerede sakin kalacağını belirleyen, konuşulmayanların yarattığı gerginlikle paslaşan sade bir atmosferi ve anlatımı var. Amerika ağırlıklı onlarca festivalden ödül ve adaylıklar alan May December, Julianne Moore, Natalie Portman ve Charles Melton'ın performanslarıyla da yere sağlam basan bir dram.

15 Eylül 2024 Pazar

The Killer (2023)

 
Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Michael Fassbender, Tilda Swinton, Sala Baker, Charles Parnell, Kerry O'Malley, Arliss Howard
Senaryo: Alexis Nolent, Luc Jacamon, Andrew Kevin Walker
Müzik: Trent Reznor & Atticus Ross

Alexis Nolent'in yazdığı ve Luc Jacamon'un resimlediği The Killer adlı Fransız çizgi roman uyarlamasının David Fincher tarafından yönetileceği, hele de Se7en'ın senaristi Andrew Kevin Walker'ın senaryosunu yazacağı haberi büyük heyecan yaratmıştı. Se7en'dan tam 28 yıl sonra bir araya gelen ikilinin, ters giden bir suikast sonrası işverenleriyle ihtilafa düşen profesyonel bir tetikçinin hikayesini ele alıyor olmalarının sebep olduğu bu heyecan, filmden sonra yerini karışık yorumların ortaya çıkmasına bıraktı. Se7en senaryosunun Walker'ın özgün senaryosu olması, ama Walker'ın da Se7en ve 8MM'dan sonra neredeyse hiç orijinal bir iş çıkaramamış olması, 90'lar sinemasıyla yaşanan kuşak farkı gibi nedenlerden ötürü filmin Fincher çıtası altında kaldığı yorumları arttı. Film, ister istemez Se7en ile karşılaştırılma talihsizliği yaşadı. Oysa The Killer, her ne kadar oyuncaklı bir temaya sahip olmasa, basit bir intikam öyküsüne evrilse de, sık sık Fincher dokunuşlarının ve derinleştirme çabalarının görüldüğü mütevazi bir suç filmi olarak yönetmenin filmografisinde demlenmeye bırakıldı. O filmografi ki, içinde başyapıtlar, abartılanlar ve beğenilmeyenler barındırmakta. Mesela The Killer'dan önceki son filmi Mank, Fincher'ın üzerine yapışmış olan "gizemli suç filmleri yönetmeni" ve "her filmiyle başyapıt çıkarması beklenen yönetmen" gibi tanımlamaların dışında da görülmek istediği izlenimi uyandırabiliyor. The Killer'ı, hatta bundan sonraki her Fincher filmini de bu izlenim çerçevesinde değerlendirmek filmleri daha farklı bir gözle okumamızı sağlayabilir.

Açılışından itibaren sıradan bir aksiyon olmayacağının sinyallerini veren film, Michael Fassbender'in canlandırdığı isimsiz tetikçinin aldığı son iş için kendine kurduğu rutini tanıtmasıyla başlıyor. Monologlarla ilerleyen bu bölüm, sıkıcı ve sabır gerektiren bir bekleme sürecini betimliyor. Suikast için uygun anı bulmaya yönelik bu süreci "hiçbir şey yapmamanın fiziksel olarak ne kadar yorucu olabileceği şaşırtıcı. Eğer can sıkıntısına dayanamıyorsanız, bu iş size göre değil" şeklinde tanımlayan suikastçi, kısa süreliğine ikamet ettiği "doğru yerde" kendine has bir disiplinle "doğru zamanı" bekliyor. Beklerken de seyirciye beklemenin, uykusuzluğun, kılık değiştirmenin, işinde sahip olduğu ilkelerin detaylarını anlatıyor. "Plana sadık kal, öngör, doğaçlama yapma, kimseye güvenme, sadece savaşman için para aldığın savaşı savaş, empati kurma" gibi ilkelere sahip kahramanımız nihayet aradığı fırsatı bulunca tetiğe basıyor. Lakin hedefini vuramayınca, ikinci bir şans da bulamayınca geri dönüşü olmayan bir yola giriyor. Bağlı olduğu gizemli organizasyon ve işverenleri, bu başarısızlığın faturasını kesmek istiyorlar. Olaylar gelişiyor ve intikam çanları çalmaya başlıyor. Jason Statham filmlerinde bile görülebilecek bu basit rota, Fincher'ın ellerinde gerilimini içinde eritmiş, ihtiyaç duyduğunda da diriltmiş bir durağanlıkla çiziliyor. Tetikçinin iç hesaplaşması, başarısızlığından ötürü kendisini hedef haline getirenlere karşı hesaplaşmayla iç içe geçiyor. Bu hesaplaşma o filmlerdeki gibi bir kamyon dolusu adamla değil, kilit noktalarda bulunan birkaç kritik karakterle teker teker, sindire sindire yapılıyor.

Filmin özel anlarını meydana getiren iki kapışma sahnesi, uzun ve sakin diyaloglarla da olsa, diyalogsuz iki kişilik kavga sekansıyla da olsa gayet iyi çekilmiş bölümler. Filmin bir şekilde sakinliğini kabul ettirebildiği seyirciyi az ve öz yükselmelerle, tetikçinin zamanlaması iyi ayarlanmış monologlarıyla ve tabii loş Fincher kadrajlarıyla mütevazi bir polisiye gizem romanı atmosferine sokabiliyor. Gereksiz aksiyondan arınmış bir şekilde kendine belli bir kalite çıtası belirlemiş olan film, yer yer kenar süsü gibi dursa da, ilkelere sadık kalarak hayatta kalmanın ve içinde bulunduğu av/avcı çıkmazının felsefi muhasebesini yapabilmek için boş yer bulabiliyor. Tetikçinin sık sık bize ve kendine hatırlattığı ilkelerini hayata geçirişinde ulaşmak istediği bu varoluşçu yorumlar, filmin dokusuna bazen uyuyor, bazen de büyük geliyor. Başka bir deyişle, film metinsel anlamda hedefini büyüttükçe küçük, tevazu içinde geri çekildikçe de büyük görünüyor, sivriliyor. Mesela Tilda Swinton'ın sahnesi, loş bir restoran ortamında Tarantinovari uzun bir hikaye ile kendi yolunu çizen, pastanın üstündeki çilek misali bir finalle biten film içinde bir kısa film tadında. Gone Girl, Mindhunter ve 2021'de sinematografi Oscar'ı kazandığı Mank yapımlarında da Fincher ile çalışmış Erik Messerschmidt'in görüntü yönetmenliği, yine yukaridaki filmler yanında Fincher yönetmenliğinde The Social Network ile Oscar alan Trent Reznor ve Atticus Ross'un müzikleri de filmin önemli artıları. Bu artılarla birlikte The Killer şimdi olmasa da yıllandıkça daha çok değerlenecek kalitede bir film sayılabilir.

23 Ağustos 2024 Cuma

The Poughkeepsie Tapes (2007)

 
Yönetmen: John Erick Dowdle
Oyuncular: Stacy Chbosky, Ivar Brogger, Lou George, Lisa Black, Samantha Robson, Ben Messmer, Amy Lyndon
Senaryo: Drew Dowdle, John Erick Dowdle
Müzik: Keefus Ciancia

New York'un Poughkeepsie kentindeki terk edilmiş bir evde cinayet soruşturmacıları, bir seri katilin onlarca yıllık adam kaçırma, cinayet, işkence ve parçalama kayıtlarını gösteren yüzlerce kaseti ortaya çıkarmış. Drew Dowdle ve John Erick Dowdle da bu kasetlerden derlenen görüntüleri, röportajlar, haber arşivleri ve birtakım canlandırmalarla harmanlayarak sanki gerçek bir belgeselmiş havası vererek kurgulamış. Gerçek bir belgeselmiş gibi diyoruz çünkü The Poughkeepsie Tapes bir "pseudo-documentary" yani sahte belgesel. Özellikle 1999'daki The Blair Witch Project'in muazzam başarısı sonrası cazip hale gelen, kendi alt türlerini oluşturan bu tarzın en bilinen ve başarılı örneklerinden biri kabul edilen film, gerçek bir suç belgeselini aratmayan titizliğe sahip. Öyle ki, hakkında ön bilgisi olmayan bir seyirci pekala sahici bir belgesel sanabilir. Gerçi "snuff film" olarak tasarlanan bazı kaset görüntülerinden kurmaca olduğuna dair sinyaller de alınabilir. Yine de öykü kurulumu, bu kurulumun haber, röportaj ve uzman yorumlarına yedirilerek belgesel formatına dönüştürülüşü, bir pseudo-documentary nasıl olmalıdır sorusuna çok iyi yanıtlar taşıyor. En önemlisi de, buluntu video kasetlerin çok büyük bir bölümünü oluşturan Cheryl Dempsey ile ilgili olanlarla açılan başka bir kanal sayesinde hem bu acımasız seri katile, hem de kurbanlarına yakın plan bakma fırsatları yaratılıyor.

Çok genç yaşta yaşam sevinciyle dolu Cheryl'i kaçırarak ona akıl almaz işkenceler yapan, onu kelimenin tam anlamıyla her yönden kölesi haline getiren katil hakkında filmde bazı teorilerle uğraşılsa da onu tanımlamak, belli bir profil çıkarmak mümkün olmuyor. Çünkü başka kaçırma, işkence, cinayet videolarında da gördüğümüz üzere farklı tarzlar, hatta farklı maskeler kullanıyor. Öyle ki kamuoyunun "Water Street Butcher" adını taktığı katil bir ara sadece seks işçilerine dadanarak hedef saptırıyor. Bu hedef saptırmanın sonuçları da katilin kendisi için olmasa da başka bir kurban için son derece trajik oluyor. Dowdlelar bu seri katili kurgularken bir zamanlar Poughkeepsie'de on seks işçisini katleden Kendall François'dan da etkilendiklerini söylemişler. Ancak genel olarak yaşanmış veya kurgusal seri katil profillerinden bir derleme yapmışlar. Böylece iddia ettikleri üzere Ted Bundy, Jeffrey Dahmer gibi gerçek katillerden daha dehşet verici, zeki ve acımasız bir katil ortaya çıkmış. Cheryl Dempsey'nin trajedisine de yakın girmek suretiyle filmin psikolojik ürkütücülüğünü arttırmışlar. Dedektifler, uzmanlar, ve kurban yakınlarıyla yapılan röportajlar için seçilen oyuncular da ciddiyetleriyle hiç renk vermeyerek filmin sahte de olsa gerçeklik çabasına pozitif katkılarda bulunuyorlar. The Poughkeepsie Tapes, psikolojik gerilimin yer yer korkuya eriştiği, ama özellikle kaset görüntülerinin yarattığı ürkütücülüğün öne çıktığı başarılı bir "sahte belgesel".

21 Temmuz 2024 Pazar

The Holdovers (2023)

 
Yönetmen: Alexander Payne
Oyuncular: Paul Giamatti, Dominic Sessa, Da'Vine Joy Randolph, Carrie Preston, Andrew Garman, Stephen Thorne
Senaryo: David Hemingson
Müzik: Mark Orton

Tarih öğretmeni Paul Hunham, kendini beğenmişliği ve katılığı nedeniyle öğrencileri, fakülte arkadaşları ve müdürü tarafından sevilmeyen bir adamdır. Noel zamanı okulda kalma sırası kendisinde olan başka bir öğretmen annesinin hasta olduğu bahanesiyle tatile gidince, gidecek tatil yeri olmadığı için Paul, kendisi gibi türlü nedenlerden eve gidemeyen öğrencilere nezaret etmek için okulda kalır. Çeşitli sınıflardan beş ögrenci arasındaki Angus Tully, annesi ve onun sevgilisinin tatil planlarında yer almadığı için çok üzgün ve öfkelidir. Hunham ile aynı okulda kalmaya katlanmak durumunda kalsalar da bu durum çok sürmez. Çünkü çocuklardan birinin zengin babası okula bir helikopter indirerek onları kayağa götürecektir. Veli izni alamayan tek öğrenci Angus'tur. Bu arada oğlu bu okulun eski bir öğrencisi olan ama okul sonrası gittiği Vietnam'da ölen okulun baş aşçısı Mary de tatile gitmemiştir. Zoraki ve beklenmedik bir Noel ailesine dönüşen Paul, Angus ve Mary, birbirlerini tanıma, sorunlarıyla yüzleşme ve aile olmanın kendileri için ne ifade ettiğini sorgulama fırsatı bulacakları bir süreç yaşayacaklardır. Yapımcı ve senarist David Hemingson'ın yazdığı, sinemaya About Schmidt, Sideways, Nebraska gibi yıllandıkça değerlenen filmler hediye eden, The Descendants ve Sideways ile uyarlama senaryo Oscar'ı kazanan Alexander Payne'in yönettiği The Holdovers, Noel temalı filmlerin doğru ellerde asla eskimeyeceğini, ihtiyaç duyulan o nostalji duygusunun hep canlı tutulabileceğini kanıtlayan bir film.

"Zoraki bir Noel ailesi", filmi en iyi şekilde tanımlayan ifadelerden biri. Özellikle 80'ler ve 90'ların Noel filmlerindeki aile, ebeveyn, evlat, arkadaş olma dinamiklerini samimi bir atmosfer dahilinde işleyen filmlerin geleneğini 2023 yılında bile görebilmek, özellikle bu türe sempatisi olan seyirci için bir nimet. Genelde çok bilinmeyen TV dizilerine bölümler yazmış olan David Hemingson'ın ilk uzun metraj senaryosu olan film, belli ki senaristin söz konusu döneme ait filmlere olan bağının çok kuvvetli olduğunu göstermekte. Üç ana karakterini çeşitli sebeplerden dolayı Noel zamanı büyük bir okula hapseden Hemingson, hepsine kimi basit, kimi orijinal birtakım yükler yüklemek suretiyle ileride gerçekleşmesini beklediğimiz dayanışmanın tohumlarını da atıyor. Hem farklı yerlerden yaralı, bir de üstüne yılın en güzel zamanlarından birinde "geride kalanlar" olmak durumunda kalan Paul, Angus ve Mary'nin kendi aralarındaki ikili, üçlü dinamikleri iyi değerlendiren senaryo, üçe bölünmüş güçlü dramını şımarmayan mizahıyla sağaltmayı da bilen bir yapıda. 1970'ler Amerikasının politik ve toplumsal defolarının bir çoğunu günümüz standartlarıyla insan ilişkilerinde de görebildiğimiz bir yapı bu. Sanki cep telefonlarının, bilgisayarların, internetin bir anda ortadan kaldırıldığı bir şimdiki zamanda iletişim mecburiyetine girmiş, başta zorlansalar da zamanla o iletişimi yakalamış üç karakter izliyoruz.


Paul, Angus ve Mary tek tek ele alınacak, her üçünden de benzer ve farklı yalnızlıklar, iletişimsizlikler, geride bırakılmışlıklar bulunabilecek insanlar. Paul ve Mary'nin yetişkinliği Angus'un gençliğiyle sık sık karşı karşıya gelse de, üçünün de boşa çıktığı bir tatil döneminde buldukları bu hüzünlü özgürlük, bir yandan da birbirlerine kenetlenme ihtiyacı doğuruyor. Çocuğu olmayan Paul, çocuğunu savaşta kaybetmiş Mary, baba ilgisi görmemiş, annesi de başka bir erkek uğruna tatilde onu tercih etmemiş Angus arasında yavaş yavaş kurulan bağlar, eldeki imkanlar dahilinde bu eksikleri tamamlayan bir niteliğe bürünüyor. Evladını kaybederek hayattaki en önemli acılardan birini tatmış Mary bu süreçte bir değişim içinde olmasa da özellikle Angus, en çok da Paul'ün karakter dönüşümü çok incelikli. Başlardaki sert ve kibirli tarih öğretmeninin içindeki nazik, babacan, sevgiye muhtaç insanın ortaya çıkmak için verdiği mücadele, senaryonun bir karakteri ne kadar katmanlaştırabileceğinin güçlü bir örneği. Balık Kokusu Sendromu (Trimetilaminüri) denen nadir bir genetik hastalığı olan ve teri aynen balık gibi kokan, aynı zamanda bir gözünde problem olan Paul'ün biraz da bu yüzden kendini geri tutup sosyalleşmemiş olması, hoşlandığı okul personeli Lydia'dan umduğunu bulamaması, Angus sayesinde içindeki baba potansiyelini keşfetmesi gibi çeşitli durumlar, görünenin altında çok daha pozitif ve iyi kalpli bir insanın varlığına işaret ediyor.

Adeta bir bestseller roman estetiğindeki David Hemingson senaryosu, aile fertlerini temsil eden rollere yaptığı hassas dokunuşlarla bu türün henüz demode olmadığını gösteriyor. Perikles, Demosthenes, Aeneas. Hades, Anaxagoras, Icarus gibi Antik Yunan figürlerin, Peloponez Savaşı, Üçüncü Pön Savaşı, Nuremberg Duruşmaları gibi önemli tarihi olayların, çeşitli latince alıntıların Paul sayesinde sık sık zikredilmesi, On Her Majesty's Secret Service (1969), Little Big Man (1970) gibi dönemin ünlü filmlerinin, Cherries Jubilee gibi popüler tatlıların da bir şekilde zuhur ettiği The Holdovers, işte bu yazılmamış romanın ne kadar zengin içerikli olabileceğinin de göstergesi bir film. Çoğunluğu Amerikan festivalleri olmak üzere tam 21 ödül, daha fazlasından da adaylık alan Paul Giamatti'nin hiç şaşırtmayan, tadına doyulmayan Paul Hunham performansı gerçek bir ustalık ürünü. Sadece bu filmdeki Mary rolüyle başta En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar'ı olmak üzere 60'ın üzerinde ödül kazanan Da'Vine Joy Randolph da acı kaybına rağmen hayata tutunan güçlü ve anaç Mary karakterine abartısız, tutkulu olduğunu hissettiren ama bunu özenle dengede tutan bir oyunla karşılık veriyor. 2002 doğumlu genç oyuncu Dominic Sessa ise bu ilk filmindeki performansıyla tam 12 ödüle layık görüldü. Dönem filmi olması itibariyle sanat yönetimi ve kariyerinde In Brudges gibi önemli bir yapım olan görüntü yönetmeni Eigil Bryld'in işçliği de takdir edilesi. The Holdovers, geride bırakılanlara ithaf edilmiş, onların özlemlerini, acılarını, umutlarını, değişimlerini, dönüşümlerini heybesine koymuş içli bir film.

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Fremont (2023)

 
Yönetmen: Babak Jalali
Oyuncular: Anaita Wali Zada, Hilda Schmelling, Gregg Turkington, Jeremy Allen White, Avis See-tho, Siddique Ahmed, Timur Nusratty
Senaryo: Carolina Cavalli, Babak Jalali
Müzik: Mahmood Schricker

Carolina Cavalli ve Babak Jalali'nin senaryosunu yazdığı, İran asıllı Londralı Babak Jalali'nin yönettiği Fremont, önceden ABD ordusunda çalışan 20'li yaşlarındaki Afgan çevirmen Donya'nın hikayesini işliyor. California eyaletine bağlı sakin bir şehir olan Fremont'ta kendisi gibi göçmenlerle birlikte aynı konutlarda tek başına yaşayan Donya, Çin işi fal kurabiyeleri üreten bir atölyede çalışıyor. Bir gün kurabiyelerin içindeki falları bilgisayarda yazan yaşlı kadın ölünce Çinli patronu fal yazma işini Donya'ya veriyor. Donya da yalnızlığını ve heyecandan yoksun hayatını biraz olsun renklendirmek için aklından fallar uydurmaya başlıyor. Bu kurabiyelerin birine adının ve telefon numarasının bulunduğu bir kağıt da ekleyince hem Donya, hem de biz seyirciler bu işin nereye gideceğini, nasıl sonuçlanacağını merak etmeye başlıyoruz. Yalnızlık temasının baskın olduğu Fremont, adeta bir sakinlik abidesi. ABD ordusu için çevirmenlik yaptığı Afganistan'dan dönmüş, hizmetleri karşılığı sosyal konutlarda başını sokacak küçük bir evde ikamet eden, bir yandan da benzer durumdaki göçmenlere verilen travma sonrası stres bozukluğu için psikoterapi gören Donya'nın bu sakin, durulmuş hayatı tüm monotonluğuyla önümüze geliyor. Ama Babak Jalali bu monotonluğu siyah beyaz sahnelerin depresif havasıyla birlikte o kadar güzel estetize ediyor ki, sadece biçimsel anlamda dahi Donya'nın yalnızlığını anlamak, ortak olabilmek hiç zor olmuyor. Mutfakta içilen bir bardak su bile buram buram yalnızlık kokuyor.

Donya, Afganistan'da neler gördü, neler yaşadı bunları pek bilmiyor ama tahmin edebiliyoruz. Uykusuzluk problemi var. Jalali filmi bu bilgilerle şişirmiyor. Öte yandan konutlardaki komşularından biri olan Suleyman, ABD ordusuna hizmet ettiği için Donya'ya hain gözüyle bakıyor. Donya da bunun bir ihanet olmadığını anlatmanın sıkıntısını yaşıyor. Jalali bu hainlik meselesini -tam da olması gereken şekilde- değinilecek ama üzerine çok da düşülmeyecek biçimde ele alıyor. Kısacası filmini çok fazla politize etmek istemiyor. Belki de bunu Suleyman aracılığıyla aynı etnik kimliklere mensup kişilerin de birbirlerini ötekileştirebileceklerine vurgu yapmak için kullanıyor. Jalali'nin asıl ilgi alanı genç bir kadın olarak Donya'nın savaş ortamından sonra huzur bulduğu yalnızlığı. Fakat bir süre sonra yalnızlığından da huzursuz. Bunu değiştirmek için işini riske atabilecek kadar da çaresiz. "Fortune Cookie" ya da şans kurabiyesi, kökeni belli olmayan ama 19. yüzyıl sonlarında ABD'ye gelen Japon göçmenlerin kıtaya yaydıkları, zamanla pek çok ülkede bulunan Çin restoranlarının sahiplendiği bir gelenek. İçinde küçük bir parça kağıda yazılmış bir aforizma ya da kehanet bulunan, un, şeker, vanilya ve susam tohumu yağından yapılmış bir atıştırmalık olarak insanların yemekten sonra hoş vakit geçirmelerini ve yeni sohbet konuları bulmalarını sağlayan bir fal eğlencesi. Bu da Donya'nın yalnızlığına az da olsa merhem olan bir aktivite. Ama orada bile tam mutlu olamayıp kurabiyelerden birine telefon numarasını yazarak hayattaki şansını bulmak istiyor.


Babak Jalali, ana karakter Donya etrafında başka yalnızlıklar da kurmuş. Bu yan karakterler, filmin huzurlu depresifliğine (!) farklı suretler şeklinde derinlik ve edebi tatlar katıyorlar. Donya'nın bir başka komşusu olan ve sadece kapı önünde sigara içerken gördüğümüz Salim, iş arkadaşı Joanna, psikiyatristi Dr. Anthony, lokantacı Aziz, tamirci Daniel filmin içinden geçen "hancılar". Donya da tıpkı onlara benzeyen sabit ve sıkıcı yaşamıyla başlangıçta bir hancı gibi görünse de, onu yolcu yapan şey, ana karakter olması dışında bu stabil hayat tarzına bir son vermek için masum çabalar içine girmesi. Donya her bir yan karakteri kendi hanlarında ziyaret ettikçe, ABD'de Afganistan'dakiler gibi sabit kalmayan gökyüzündeki yıldızların, Jack London romanı Beyaz Diş'in, çöpçatan uygulamalarının, kimsesiz bir lokantanın küçük televizyonundaki Türk pembe dizisinin, ıssız bir tamirhanenin insan sesine muhtaç köhneliğinin ele geçirdiği yalnızlıklara tanık oluyor. Hatta tanık olmakla kalmayıp onlarda kendi yalnızlığının farklı versiyonlarını buluyor. Jalali bu versiyonları çok güzel sözlere dökebildiği gibi, incelikle inşa ettiği, aynı anda hem huzur, hem de hüzün veren sinemasına da yansıtıyor. Siyah beyazın bu ruh haline çok yakıştığını da söylemek gerek. Siyah, beyaz, gri alanların filmdeki her bir karakterde farklı karşılıkları mevcut. Pekala başka bir filmin ana karakteri olabilecek bu yan karakterlerin, başka bir filmin de yan karakteri olabilecek Donya etrafındaki varoluşları kimi zaman bir aforizmayla, bir şarkıyla, bir Jack London romanının karakter analiziyle, bir kupa kahveyle çok iyi özetleniyor.

Özellikle Film Independent Spirit Ödüllerinin bölümlerinden biri olan John Cassavetes Ödülü başta olmak üzere Amerika'nın bazı bağımsız film festivallerinden ödüller ve adaylıklar alan Fremont, bu "bağımsız ruh" tanımını tepeden tırnağa üstünde taşıyan bir film. Babak Jalali biçim olarak olduğu kadar, diyaloglar açısından da Jim Jarmusch ve Aki Kaurismäki'yi anımsatan minimallikte bir anlatım benimsemiş. En çok yükseldiği yer, Donya'nın kendisini hainlikle suçlayan Suleyman'ın dairesine doğru bağırdığı kısacık an olsa gerek. Dr. Anthony'nin Beyaz Diş ile ilgili okuma yaparken ağlamasını bile bir drama şova çevirmeyen senaryo, sanki sözleşmiş gibi tüm karakterlerini içinde bulundukları yalnızlık ve bu duruma alışmışlık çerçevesinde ele almış. Tabii Donya gibi bazıları da bu durumdan çok memnun değiller ve değiştirmek için yapacakları çok fazla şey yok. İnsanın kendini hayatın akışına bırakmış olmasının verdiği o bezginlik, Jalali'nin ellerinde adeta tuhaf bir büyüye dönüşmüş. Bu modern zamanın kolektif yalnızlık ruhuna çok kırılgan bir yerden bakmış. Başrolde henüz ilk filminde rol alan Anaita Wali Zada ve ikinci filminde rol alan Hilda Schmelling ile çeşitli film ve dizilerden tanıdığımız profesyonel oyuncular Gregg Turkington ve Jeremy Allen White arasında ruh olarak pek bir fark yok. Sadece Anaita Wali Zada'yı daha çok görüyoruz ve kendisi bu ruhu tecrübesizliğine rağmen çok iyi taşıyor. Görüntü yönetmeni Laura Valladao, müzikleri yapan Mahmood Schricker ve elbette Babak Jalali, sanki oyuncusundan ışıkçısına herkes ortak bir duygu durumuyla beslenmişler gibi o sakinliğin tadını çıkarıyorlar. Adı geçen referanslarla arası iyi olan seyirci de bu tadı paylaşıyor.

7 Mayıs 2024 Salı

Margot At The Wedding (2007)

 
Yönetmen: Noah Baumbach
Oyuncular: Nicole Kidman, Jennifer Jason Leigh, Jack Black, Zane Pais, Ciarán Hinds, Halley Feiffer, John Turturro
Senaryo: Noah Baumbach
Müzik: George Drakoulias

Ünlü bir yazar olan Margot (Nicole Kidman) uzun süre küs kaldığı kardeşi Pauline’in (Jennifer Jason Leigh) düğününe katılmak üzere oğlu Claude ile birlikte onun yaşadığı taşraya gelir. Pauline’in de Claude yaşlarında bir kızı vardır. Evleneceği adam olan hafif arızalı, işsiz Malcolm’a (Jack Black) hamile olduğunu söylemeyen Pauline’in kafasında müstakbel kocasıyla ilgili inkar ettiği şüpheleri vardır. Öteden beri takıntılı, şüpheci, güvensiz bir kadın olan ve kızkardeşinin evleneceği Malcolm’dan hoşlanmayan Margot’nun gelmesiyle Pauline’in kafası iyice karışır. Margot’nun eskiden ilişki yaşadığı Dick, onun fettan kızı Maisy, tuhaf komşular derken, epey şenlikli ve dramatik anlar beklediğim, hele de The Squid and The Whale gibi harika bir bağımsız drama imza atmış Noah Baumbach’ın yazıp yönettiği Margot At The Wedding, resmen hevesimi kursağımda bıraktı.

Çok iyi yerleştirilmiş karakterleri, bir bağımsıza göre çok uygun ortamı olan film ne yazık ki ister istemez karşılaştırmak durumunda kaldığımız The Squid and The Whale kadar incelikli, derinlikli, çarpıcı ve zeki değil. Baumbach’ın bu filmde kişiselliğin dozunu biraz arttırdığını ve bu yüzden sıkıcı olduğunu düşünüyorum. Yönetmen bu kez parçalanmış ailelerin oradan oraya savrulan iç dünyalarına yakın plan girememiş, mastürbasyon, ihanet, takıntılar, değer sorguları gibi alışkanlıklarını yeterince ifade edememiş sanki. Kidman, Black, Leigh, (hatta geçerken bu filme uğramış John Turturro) ile dikkat çeken star nüfusu ise nasıl biliyorsanız öyleler. Zaman zaman kaş kaldırtan “seninleyken kendimden nefret ediyorum” gibi cümleler kurmasına, Nicole Kidman’ın da yardımıyla iyi işlenmemiş Margot gibi bir maden zenginliğine sahip kadın karakter tasarımına, abartısız yönetimine rağmen Baumbach’dan daha iyisini beklerdim.

12 Mart 2024 Salı

American Fiction (2023)

 
Yönetmen: Cord Jefferson
Oyuncular: Jeffrey Wright, Sterling K. Brown, Issa Rae, Erika Alexander, Tracee Ellis Ross, Leslie Uggams, Myra Lucretia Taylor, John Ortiz, Adam Brody, Raymond Anthony Thomas
Senaryo: Cord Jefferson, Percival Everett
Müzik: Laura Karpman

Cord Jefferson'ın Percival Everett kitabı Erasure'dan uyarlayarak senaryosunu yazdığı, Jefferson'ın ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu American Fiction, özellikle Amerika'da çok önemli bir sorun haline gelen ama Amerika dışında daha evrensel boyutlarda da karşılığı olan bir meseleye kendi penceresinden bakan bir film. Çok satmayan kitaplar yazan bir yazar olan Thelonious 'Monk' Ellison, küfür, argo ve hiçbir yere varmayan günlük konuşmalarla dolu "siyah" dilini kullanan ifade biçimleri ve kitaplardan kâr eden düzenden bıkmış bir entelektüel. Son zamanların en çok satan kitaplarından biri de genç siyah bir yazar olan Sintara Golden'ın bu türde yazdığı ve bu mantıkla pazarlanan "We's Lives In Da Ghetto". Katıldığı kitap fuarında en çok ilgiyi bu kitap görünce, son yazdığı kitabı bir türlü basılmayınca, üstüne ders verdiği kurumdan birazdan bahsedeceğimiz bir sebepten dolayı uzaklaştırma alınca memleketine dönen Monk, orada doktor kız kardeşi Lisa, plastik cerrah erkek kardeşi Cliff ve Alzheimer başlangıcından muzdarip annesiyle buluşur. Beklenmedik bir trajik olay ve annesinin evinin karşısında oturan çekici avukat Coraline yüzünden orada kalması daha uzun sürecektir. En İyi Film, En İyi Erkek (Jeffrey Wright), En İyi Yardımcı Erkek (Sterling K. Brown) En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Müzik dallarında Oscar adaylığı olmak üzere genellikle ABD festivallerinden 160'ın üzerinde adaylık, 50'nin üzerinde ödül kazanan American Fiction, bunlardan En İyi Uyarlama Senaryo Oscar'ını almış, adeta bir hiciv madeni gibi konusuyla çok iyi bir komedi dram dengesi tutturmuş filmlerden.

Amerikan toplumunun dil yozlaşması özelinde ve kültürel yozlaşma genelindeki rantı keşfeden yayın, müzik ve film endüstrisinin kurduğu sömürü düzeni, her türlü vasata olan ilgi ve övgüyü besliyor. Sırf yazarı siyah diye niteliksiz kitapların çok satması, o kitapların film uyarlamaları için girişimlerde bulunulması, üstelik bunu yapan yayıncıların, yapımcıların ve yönetmenlerin çoğunun beyaz olması artık yaygın bir durum. Alt sınıfa hitap eden, yoksul, mazlum, öteki bireylerin klişe yükseliş hikayelerinde ve onların dili yozlaştırmalarında hemen her toplum benzer yaklaşımları ve istismarları tecrübe etmekte. Kitap, film, dizi artık format ne olursa olsun buradaki satış potansiyeli bilimin, sanatın, akademik içeriklerin sahip olduğundan çok daha fazla. Monk ve onun gibi bu işleyişten rahatsız olan azınlığın kabullenemeyişleri bir şeyleri değiştirmiyor. Film, bu durumu Amerika ile sınırlı tutarak oradaki afro amerikan hassasiyetlere bakmak amacında. Amerikan polisinin siyahlara yönelik önyargılı ve şiddet hevesli olması, buna bağlı olarak "Black Lives Matter" hareketinin yükselişi, politika, spor, sanat gibi her alanda siyah kenetlenişi (ve bir yan etki olarak alınganlığı) yeni sayılabilecek toplumsal bir  duyarlılık "modası" da başlattı. Hatta "Oscar so white" adında bir hareket yüzünden, sırf kampanyası yapıldığı için hak etmediği düşünülen siyah oyuncular aday gösterildi, ödüller aldı, hak ettiği düşünülen siyah isimler görmezden gelindi.


Bazı hassasiyetlerin zorlamalığı, ikiyüzlülüğü, politik doğruculuğu gerçek hayata o kadar entegre oldu ki, samimiyet ve akım arasındaki farkı ayırt etmek refleksi de köreldi. Bir siyah olarak Monk, ders verdiği sınıfta tahtaya içinde "nigger" kelimesi geçen bir eser adı yazdı diye beyaz bir öğrencinin popülist baskısına maruz kalıyor mesela. O sahne Monk'un tavrından ötürü "bir siyah olarak ben bile bu kelimenin ders esnasında kullanılması gerekliliğinden rahatsız olmuyorsam, bir beyaz olarak sana ne oluyor" cümlesini seyircinin kafasında kurdurmayı başarıyor. Irkçılık karşıtı olmanın yarattığı buna benzer popülizm örneklerinin vasatı övme seviyesine varması önemli bir paradoks. "Halk bunu istiyor" argümanı da ne yazık ki doğru. Çoğunluk vasatı seviyor ve övüyor. Sintara Golden'ın sokak diliyle yazdığı kitabın popüler bir bestseller olmasındaki anlamı bir akademisyen yazar olarak kabullenemeyen Monk'un merak edip kendisi de takma bir isimle bu tarz bir kitap yazması, bu kitabın da bestseller olması, üstüne popüler bir Hollywood yönetmeninin filme uyarlama teklifi, süreci bizzat tecrübe etmesini sağlıyor. Hikayenin bu hızlı başarı aksı biraz absürt görünse de asıl amaca hizmet eden bir yapıda. Monk'un apar topar yazdığı (adını da "Fuck" diye değiştirdiği) kitabını farklı bir personayla yayınlama süreci çok hızlı işliyor. Hatta kaçak bir mahkum yazar dümeni de bizzat yayıncı tarafından uyduruluyor. Tüm bu illegal tasarlamaların, vasatlığın, sokak dilinin günümüz edebiyat dünyasındaki satma gücü karşısında hayretler içinde kalan Monk, "ne kadar saçmalasam o kadar çok kazanıyorum" diyerek durumunu çok iyi özetliyor.

Filmin günümüz siyah - beyaz eşitliği/eşitsizliği paradigmalarına modern edebiyat üzerinden bakışı zeki, komik, ana akım, bağımsız ve potansiyellerle çevrili bir karışıma sahip. Potansiyel demişken, ne zaman karşı karşıya gelecekler diye beklediğimiz Monk ve Sintara diyaloğu filmin en iyi sahnelerinden birini oluşturuyor. Siyahların "potansiyelinin" Sintara'nın "potansiyel, insanların önlerindeki şey yeterince iyi olmadığında gördükleri şeydir" karşılığından da anlaşılabileceği üzere, ne kadar entelektüel olursa olsun, Monk gibi insanların bile bilinçaltında siyah kültürünün, sanatının, toplumsal yapılanmasının potansiyel olarak kaldığı, "yeterince iyi olmadığı" görüşü varlığını hep sürdürüyor. Kölelik çağından gelen, özellikle 70'lerde Nixon, 80'lerde Reagan ile ivme kazanan ırkçılığın sebep olduğu "her türlü kötülüğün kaynağı siyahlar" kodlamasını Amerikan toplumundan bir anda söküp atmak, bağnaz zihinlerde önyargıların kökünü kurutmak o kadar kolay değil. Bu ötekileştirmeye karşı geliştirilen, köklerinde merhamet ve üstünlük izlerine bile rastlanabilecek popülizm samimiyetsizliğine karşı bağışıklık geliştirdiğini sanan, ama hala siyahları "potansiyel" olarak görmekten kurtulamayan Monk ve Monk gibiler için müesses nizama uymanın yollarından biri de kendi kültürünün ya da genel anlamda toplumun vasata olan ilgisine yaslanmak. Monk akademisyenliğinden, yazım stilinden, hatta kişiliğinden ödünler vermeye başladığı andan itibaren popüler olmaya, para kazanmaya, itibar görmeye başlıyor. Bu durumun evrensel boyutlardaki yansımalarına ırk, dil, milliyet fark etmeksizin hepimiz şahidiz.


Everett'in kitabı ve Jefferson'ın senaryosu bu hiciv yoğunluğu içine bir eve (ve geçmişe) dönüş hikayesi de almış. Ama bu benzemezliği farklı iki kanaldan götürmeyi de becermiş. Monk'un Alzheimer pençesindeki annesi Agnes, doktor kız kardeşi Lisa, plastik cerrah olan erkek kardeşi Clifford, avukat komşusu Coraline, evlerinin emektar çalışanı Lorraine de filmin diğer karakter parçalarını oluşturuyor. Bu parçaların Monk ile olan ilişki dinamiklerinin, Monk'un yukarıda saydığımız edebiyatın popüler / entelektüel dinamikleriyle olan derdi arasında organik bir bağ bulunmuyor. Bu anlamda bazen dağınık bir görüntü verse de olduğu gibi kabul etmek güç olmuyor. Keza, özellikle siyah kültür ve edebiyatı üzerindeki vasatlık hevesi ele alınırken zaman zaman eleştirdiği şeye dönüşmesi, yer yer karikatürize olması, önemli aşamaları oldu bittiyse getirmesi, belki de bir uzun metraj filme dönüştürülme sürecindeki sıkışmışlığın sonucu olabilir. Sonuç olarak American Fiction, mizahını, zekasını, edebi ve kültürel meselesini ifade edebilmiş bir film. İsminin Thelonious olması nedeniyle 1917-1982 yılları arasında yaşamış Amerikalı efsane caz piyanisti ve besteci Thelonious Monk'un "Monk"uyla anılan Thelonious Ellison rolünde izlediğimiz Jeffrey Wright, ketum görünen performansına ustalıkla dram ve mizah sığdırıyor. Oscar adaylığı dışında en bilineni Film Independent Spirit olmak üzere çeşitli festivallerin gözden kaçırmadığı bu performans, 2023'ün en özel ve filmin değişken ruh hallerine en uygun işlerinden biri.

7 Şubat 2024 Çarşamba

Suicide Kings (1997)


Yönetmen: Peter O'Fallon
Oyuncular: Christopher Walken, Denis Leary, Sean Patrick Flanery, Jay Mohr, Jeremy Sisto, Henry Thomas, Johnny Galecki, Brad Garrett, Nina Siemaszko
Senaryo: Josh McKinney, Gina Goldman, Wayne Allan Rice
Müzik: Graeme Revell, Tim Simonec

Dört varlıklı ve eğitimli arkadaş planlı biçimde ünlü, korkulan ve saygın mafya babası Carlo Bertolucci’yi (Christopher Walken) kaçırıp, olaydan habersiz bir başka arkadaşlarının malikanesine hapsederler. Amaçları, içlerinden Avery’nin kızkardeşini kaçıran başka bir mafyaya ait kişilerin bulunup kızın kurtarılmasını sağlamaktır. Bunun için Bertolucci’nin nüfuzunu kullanmak istemektedirler. Kızı kaçıranlar ona nasıl zarar verirlerse gençler de Bertolucci’ye aynı biçimde zarar vermekle tehdit ederler. Bunun üzerine Bertolucci’nin dışarıdaki avukatı bir de tehlikeli sağ kolu Lono ile iletişim kurmasına izin verirler. Çok zeki bir adam olan Bertolucci kısa zamanda bu gençlerin zayıf noktalarını öğrenip soğukkanlı biçimde bağlı olduğu koltuktan kendi kişisel mücadelesini vermeye başlar. Zaman ilerledikçe bu gençlerden birinin de kaçırma olayının içinde olabileceği ihtimali belirir.

Şimdilerin Las Vegas, Pushing Daisies, The Riches, Ghost Whisperer, House M.D., Prison Break, Eureka gibi dizilerine birkaç bölüm çekmiş Peter O'Fallon’un yönettiği Suicide Kings, iyice bir suç gerilimi. Yormayan diyaloglarla ilerleyen bir kedi-fare, av-avcı hikayesi, genç oyuncuların performansları ile birleşince olması gereken panik havasında pek bir sıkıntı çekilmemiş. The Hostage isimli bir kısa hikaye, çok fazla sıkıntı yaratmadan uzun metraja uyarlanabilmiş. Entrika üzeri paranoya çok fazla abartılmamış. Ta ki, çok aceleye getirilmiş ikinci finale kadar. Ama onu da Bertolucci’nin geniş haber alma ağına bağlamak gerekecek muhtemelen.

Denis Leary’nin canlandırdığı durmadan yeni çizmelerinden ve dırdırcı karısından bahseden karizmatik sağ kol Lono’nun restoran görevlisi kızı ziyaret ettiği ve Bertolucci’nin parmağındaki yüzüğün hikayesinin anlatıldığı bölümler gibi ana hikayeden biraz uzaklaşan güçlü molalar da bulunmakta. Yıllar yılı gangster rollerini üzerinde en iyi taşıyan aktörlerden biri olmuş Christopher Walken, bağlı biçimde oturduğu yerden bile filmin iplerini elinde tutmasını bilen son derece soğukkanlı duruşu ve ekrana kilitleyen sağı solu belirsiz oyunu ile yine olağanüstü. Gerekirse biraz da uzatılarak o ikinci final daha makul ve mantıklı biçimde bağlanabilirdi şeklinde düşündürse de suç filmleri meraklılarına tavsiyede sakınca görülmeyecek filmlerden.

18 Aralık 2023 Pazartesi

Unfriended: Dark Web (2018)

 
Yönetmen: Stephen Susco
Oyuncular: Colin Woodell, Stephanie Nogueras, Betty Gabriel, Rebecca Rittenhouse, Andrew Lees, Connor Del Rio, Savira Windyani
Senaryo: Stephen Susco

Matias, günün birinde bir internet kafede sahipsiz bir laptop bulur. Kayıp eşya kutusundaki bu laptop uzun süredir oradadır. Sahibinin artık bilgisayarı istemediğine karar veren Matias bilgisayarı alıp evine götürür. Bilgisayarı açıp incelediğinde ise gizli dosyalara rastlar. Bu dosyalar bir bilgisayar oyunu programıyla gizlenmiş olan deep web içerikleridir. Deep web kullanıcıları, kurbanlarına yaptıkları işkenceleri, işledikleri cinayetleri ve tacizleri deep web üzerinden birbirleriyle paylaşmaktadırlar. Matias'ın aldığı bilgisayar da bu ağ içinde bulunan birine aittir. Oyun gecesi için görüntülü konuşma uygulamasında bir araya gelen Matias ve beş arkadaşının görüntülere tanık olmalarıyla birlikte kendilerini bir deep web ekibinin korkunç oyununun ortasında bulurlar. Her yere sorunsuzca erişim sağlayabilen kimliği belirsiz saldırganlar, sadece bu arkadaş grubu için değil, onların sevdikleri için de tehdit oluşturmaktadırlar. Tek istedikleri Matias'ın aldığı laptopu geri vermesi gibi görünse de, hayatta kalma oyunu çoktan başlamıştır. Bizler Matias'ın laptopu kafeden alıp eve getirdiğini görmeyiz. Çünkü Stephen Susco'nun yazıp yönettiği Unfriended: Dark Web, tıpkı yine 2018 yapımı Searching ve 2023'de devamı farklı bir konuyla Missing olarak çekilen filmler gibi tamamı dijital ekranlardan derlenmiş bu ekole ait bir film. Zaten Dark Web de 2014 yapımı Unfriended filminin farklı bir versiyonu. Bu bağlamda bir devam filmi olarak kabul edersek ilk filmin önüne bile geçmiş diyebiliriz.

Derin ağ, görünmez ağ veya gizli ağ diye çevrilebilecek Deep Web, uyuşturucu ve silah satışından aşırı cinsel içeriğe, kiralık katil ilanlarından hiçbir yerde bulunmayan işkence ve şiddet görüntülerine akla gelebilecek her türlü yasa dışı içeriğin kol gezdiği, standart web arama motorları tarafından indekslenmeyen, bu yüzden izi sürülemeyen bir siber alan anlamına geliyor. Kesinlikle korku, gerilim, suç filmlerine çok fazla malzeme üretecek potansiyele sahip. Ne yazık ki bu malzemeyi ses getirir biçimde kullanabilen filmler çıkmıyor. Çıkanlar ise hep düşük bütçeli, özensiz, amatör kalmış işler olarak çöpe gidiyor. Bu açıdan her iki Unfriended filmi şimdilik bu meseleyi en izlenebilir halde yorumlayan filmler olarak görülüyor. Tamamı bilgisayar, güvenlik kameraları, chat uygulamaları ekranlarından kurgulanan film, kimilerine göre sinemadan bile sayılmasa dahi, Stephen Susco girişi, yavaş yavaş tırmandırılan gerilimi ve etkileyici finaliyle çoğu gerilim, hatta psikolojik gerilimden daha vurucu olabiliyor. Oyun gecesi için çevirim içi görüntülü chat uygulamasında bir araya gelen altı arkadaşın adım adım kabusa dönüşen "hacklenişleri", dijital paranoyalarımıza ayna tutan birçok fikirle dolu. Mouse imlecinin, açılan pencerelerin, buluntu filmleri andıran kamera görüntülerinin, yazılan mesajların, toplu ve tek tek karakterlere geçişler yapıp anlık tepkileri ölçen resim seçiciliğin yarattığı tansiyon, bilgisayar, internet ve telefon kullanıcısı seyircinin yabancısı olmadığı bir akıcılık taşıyor.

Adı geçen örneklerle yavaş yavaş bir alt türe doğru evrimleşen bu teknolojik tarzın da kendine has işçilikleri var. Buluntu film furyasının nimetlerinden de faydalanıldığı gibi, üzerine başka yenilikler de konmak suretiyle özgün bir dil oluşturma çabası hissediliyor. Filmde yer alan tüm oyuncuların tamamen ekrana bakarak oynamaları da bu yeniliğin bir parçası. Üstelik bu performanslar da filmin iddiasızlığı düşünüldüğünde ortalamanın üstünde denebilir. Özellikle Colin Woodell, kendisine ait olmayan bir laptopu eve getirip açtıktan sonra hayatı bir anda cehenneme dönen, üstelik çevirim içi olduğu arkadaşlarını da belaya sürükleyen Matias rolünde çok başarılı. İlk başlarda hackerlar tarafından ele geçirildiği ama arkadaşlarına bu durumu çaktırmamaya çalıştığı bölümdeki anlık ruh hali değişimlerini yansıtırken sadece belden yukarısıyla takdir edilesi bir efor sarf ediyor. Son derece organize biçimde çalışan, saniyelik montajlarla ekran başında toplanan altı arkadaşa hayatlarının kabusunu yaşatan hackerlar, korku filmlerindeki "göstermediğiyle korkutmak" tekniğini dijital ortamda tecrübe etmemizi sağlıyorlar. Tabii bu organizasyonu ve kurgu becerisi yönetmen Stephen Susco ile birlikte ilk Unfriended'de de imzası bulunan Andrew Wesman'a ait. Filme dair en tanınmış isim ise, yapımcılığa ağırlık veren, ilk film Unfriended ile birlikte Searching, Missing, benzer tekniğe sahip Profile (bu filmin aynı zamanda yönetmeni) filmlerinin de yapımcılığını yapan Timur Bekmambetov. Adı geçen filmlere bakarsak kendisi bu türün en büyük destekçilerinden biri.

6 Kasım 2023 Pazartesi

Milli Vanilli (2023)

 
Yönetmen: Luke Korem

Alman Rob Pilatus ve Fransız Fabrice Morvan adlı iki dansçının 80'lerin sonlarında Münih'de kesişen yolları, beraber çalışmaya başlamaları ve tilki müzik yapımcısı Frank Farian'ın dikkatini çekmeleriyle başlayan trajik Milli Vanilli yolculuğu kesinlikle bir belgeseli hak ediyordu. O belgeseli de Luke Korem adlı genç bir yönetmen çekti. Korem, öncesinde Lord Montagu (2013) ve Dealt (2017) adında iki başarılı belgesel çekmiş, özellikle Dealt ile bazı festivallerden ödüllerle dönmüş. Biyografik belgeseller konusunda edindiği tecrübelerle yükselişini daha da görünür hale getiren Milli Vanilli belgeseli, 1998'de kaldığı otel odasında aşırı alkol ve uyuşturucudan ölen Rob Pilatus ve bu belgesele konuşmak istemeyen Frank Farian dışında bu skandalın en önemli isimlerini bulup konuşturan bir yapım. Farian, özellikle 70'ler ve 80'lere damga vurmuş, bir sürü hit şarkıyla dünya çapında milyonlarca kopya satmış Boney M grubunun da kurucusu. Her işine proje olarak yaklaşan Farian, genç Rob ve Fabrice'deki potansiyeli keşfedince, detayları sonradan ortaya çıkacak olan apar topar bir sözleşmeyle en baştan onları kendine bağlıyor. Ne var ki bu potansiyelin şarkı söylemekle ilgisi olmadığını bildiğinden, şeytana bile pabucunu ters giydirecek planını devreye sokuyor: Şarkıları başkalarına söyletmek, Rob ve Fabrice'e de sadece playback yaptırmak. Zira Frank Farian bu iki gencin  şarkı söyleyememelerini, dış görünüşleri ve sahne şovlarıyla kapatabileceklerini düşünüyor. Ve uzun bir süre de haklı çıkıyor.

Hollanda'da evlenip çoluk çocuğa karışan Fabrice Morvan, o dönem Farian'ın yardımcılığını yapan ve bir süre Rob Pilatus ile duygusal ilişki yaşayan Ingrid Segieth, yine Farian'ın organize ettiği kapalı kapılar ardında Milli Vanilli şarkılarını söyleyen "gerçek" şarkıcılar Brad Howell, Charles Shaw, John Davis, müzisyenler, geri vokalistler ve olmazsa olmaz arşiv görüntüleriyle güçlü bir kronoloji kuran Luke Korem, bu büyük aldatmacayla ilgili ne varsa ortaya döküyor. Müzik tarihinin belki de en büyük skandalına her yönüyle hakim olmamızı sağlıyor. O skandal ki, milyonlarca sattırmış, şan şöhret kazandırmış, 32. Grammy Ödüllerinde En İyi Yeni Sanatçı ödülü bile aldırmış bir akıl tutulması. Stüdyo kayıtlarında ve  canlı performans provalarında müzisyenlerin Rob ve Fabrice'i görememeleri, çeşitli organizasyonlarda vokallerin hep kayıtlardaki gibi olması, canlı katıldıkları bazı programlarda çıplak sesle şarkı söylememeleri gibi birtakım durumlardan şüphelenenler, MTV'nin düzenlediği bir etkinlikte playback cihazının takılıp tekrara düşmesiyle ve ikilinin koşarak sahneyi terk etmeleriyle haklılıklarından emin hale geldiler. Bu skandalın ilk patlak verdiği dönemlerde kamuoyunda sadece "aslında şarkıları onlar değil başkaları söylemiş" bilgisi hakimdi. Bu bilgi tüm skandalın özeti olsa da, Korem'in de derinlere indiği üzere ortada gençlerin iyi görünümlerini, potansiyellerini, yeteneklerini sömüren, ticari çıkarları uğruna her türlü sahtekarlığı yapabilecek bir sistem eleştirisi de atlanmamış.

Luke Korem meseleye içeriden bakarken Fabrice Morvan'ın içten açıklamalarından bolca faydalanıyor. Fabrice, yoksulluktan ve işlevsiz ailelerden geldikleri için ilk başta para, daha sonra da şöhret uğruna Frank Farian'ın kendilerine dayattığı bu sahtekarlığa sessiz kaldıklarını söylüyor. Şöhret ve para geldikçe de ondan uzaklaşmak güçleşiyor. Bu da yalanın sürdürülmesi demek. Yalan sürdükçe iki şey yaşanıyor: İlki bu yalanın her an ortaya çıkabilecek olduğu gerçeğinin Rob ve Fabrice'in omuzlarına bindirdiği yük. Bu ağırlık grubun arşiv görüntülerinden basın konuşmalarında adeta yüzlerinden okunuyor. Diğeri ise bir süre sonra bu yalanın esiri olup kendilerini gerçek birer şarkıcı ve müzisyen gibi görmeye başlayarak sınırları zorlamaları. Özellikle Grammy kazandıktan sonra Rob'un kendilerinin Paul McCartney'den, Bob Dylan'dan, Mick Jagger'dan daha iyi olduklarına dair demeçleri içler acısı. Bu şöhret zehirlenmesi ve kibir beraberinde çözülme sürecini de hızlandırıyor. Farian ile yaşanan tartışmayla ipler kopuyor ve yaşananlar bizzat Farian tarafından ifşa ediliyor. Uslanmayan Farian, bu sahtekarlıkta emeği geçen müzisyenlerin hakkını teslim etmek adına yüzsüzce The Real Milli Vanilli'yi bile kuruyor. Bu zehirlenmeyi en fazla yaşayan Rob için işler hiç iyi gitmiyor. Fabrice ise yaralarına rağmen kendini iyileştirmeye çalışıyor. Özetle büyük bir oyunun parçalarını tek tek inceleyen Korem, içinde kendi mesajını doğal olarak veren bu olağanüstü hikayenin her boyutunu bir kurmaca sürükleyiciliğiyle kamuoyuyla paylaşıyor. Ortaya da aslında güçlü bir suç filmi çıkıyor. Tek farkı, yaşananların gerçek olması.

27 Ekim 2023 Cuma

Guardians Of The Galaxy Vol. 3 (2023)

 
Yönetmen: James Gunn
Oyuncular: Chris Pratt, Zoe Saldana, Dave Bautista, Karen Gillan, Pom Klementieff, Chukwudi Iwuji, Sean Gunn, Will Poulter, Sylvester Stallone, Elizabeth Debicki
Senaryo: James Gunn
Müzik: John Murphy

James Gunn'ın başından beri sahiplendiği Guardians Of The Galaxy, 2014 ve 2017'den sonra Vol. 3 ile yolculuğuna devam ediyor. Knowhere adlı şehirlerinde oranın halkıyla yaşayan ekip, rutin bir hayat sürüyor. Peter, Gamora'yı trajik biçimde kaybetmenin acısını yaşıyor. Rocket içine kapanmış. Artık bir yetişkine dönüşmüş Groot, ekibin diğer parçaları Drax, Mantis, Nebula, Kraglin macerasız, durgun bir yaşam sürmekteler. Ne zaman ki aniden ortaya çıkıp bilinmeyen bir sebeple Rocket'a saldırarak onu yaralayan Adam Warlock filme dahil oluyor, o zaman karakterler için bir amaç şekilleniyor: 48 saat içinde yaralı Rocket'i kurtarmak. Bunun için iyi korunan Orgolock Şirketine girmeleri, orada Rocket’ı tasarlayan bilim insanlarını bulmaları ve gerekli kodları çalmaları gerekiyor. Ama Orgolock Şirketi’nin lideri olan ve kendi kurduğu Karşı Dünya adlı gezegendeki ekibiyle çılgın deneyler yapan The High Evolutionary adlı kötünün uzun süredir aradığı Rocket’ı ele geçirmek için uğraştığını öğreniyoruz. "Yeni dünyalar kurarak evreni daha yaşanabilir bir yer haline getirmek" gibi Thanos'un malum amacına benzer bir motivasyonu sahiplenen The High Evolutionary, yine Thanos gibi arızalı yollar seçiyor. Üzerinde deneyler yaptığı insanları ve hayvanları umursamıyor. Tanrıyı oynayan bir güç zehirlenmesi yaşadığı için canlılara eziyet etmeyi bilimsel çalışma kisvesine büründürüyor. Tabii bu oyunu bozmak da kahramanlarimıza düşüyor.

James Gunn, diğer Marvel filmlerinden farklı bir mizah/dram tonu yakaladığı için her üç filmde de bu tarzını istikrarlı bir şekilde sürdürmekte. Başka senaristlerin yazdığı Thor: Ragnarok'ta çok iyi işler çıkaran ama yazarları arasında kendisinin de olduğu Thor: Love and Thunder ile hiç çalışmayan bir mizah dili tutturarak yavanlaşan Taika Waititi'nin aksine Gunn, MCU bünyesinde kendi Guardians Of The Galaxy evrenini de yaratmayı başarabildi. Komedi ve dram arasında yaptığı şaşırtıcı yumuşak geçişler en büyük alameti farikalarından biri. Tamamen CGI'a bel bağlamış olmasına rağmen ekibin birbiriyle olan ilişkilerindeki dinamiklere önem veren, bu ilişkileri korumak uğruna her şeyi göze alabilecek bir aile oluşlarına vurgu yapan Gunn, tüm bu özel efekt, yer yer absürte varan mizah ve aksiyon sahnelerinin kalabalığında bu duyguların altını çizebilen bir yönetmen. Çoklu evren konsepti sayesinde istediği herkesi geri getirme ve kullanabilme avantajı elde eden MCU politikası bu filmde Gamora'yı tekrar görmemizi sağlıyor. Ama alternatif bir geçmişten gelen ve Infinity War/Endgame'deki Gamora'dan farklı bir Gamora var. Sylvester Stallone'un canlandırdığı Stakar'ın liderliğindeki Yağmacılara katıldığını gördüğümüz Gamora'nın bu yeni konumu, hem Guardians ekibini aşağılayan tavrı, hem de bir zamanlar aşık olduğu Peter ile arasındaki yabancılaşmayla farklı bir dinamik taşıyor. Bu sayede yeni ve zor Gamora ile duygusal Peter arasındaki romantizmin yeniden kurulma evresine girişindeki tazelenme de hissediliyor.


Vol. 3, Rocket ağırlıklı bir hikayeye sahip olduğu için, komada olduğu sırada geçmişine dair yaşadıklarının flashbackleri ve arkadaşlarının onu kurtarmak için atıldıkları macera ile paralel ilerliyor. Geçmişinde birkaç hayvan arkadaşıyla birlikte The High Evolutionary'nin deney tutsağı olması ve bu arkadaşlarıyla bir gün kurtulacaklarına dair umut dolu bir kader birliği içinde olmalarıyla, Guardians arkadaşlarının onu kurtarma çabaları arasındaki bu paralellik, filmin zor şartlar altında bile bir aile olarak kalabilme gayretlerini Rocket üzerinden çok iyi tanımlıyor ve tamamlıyor. Tabii burada bilimsel araştırmalarda kullanılan fakat eziyet boyutlarında muamelelere maruz kalan hayvanların çektiklerine yapılan göndermeler fark edilmeyecek gibi değil. Bu da filmin en dramatik kozlarından biri. The High Evolutionary ile Rocket arasındaki bu eski hesabın kapatılması üzerine inşa edilen intikam motivasyonu da eklenince, filmin ihtiyacı olan macera, aksiyon, çatışma kendi çapında bir zemine oturuyor. Yine de film tümden bu motivasyona bel bağlamayıp Knowhere, Orgolock Şirketi, Karşı Dünya gibi farklı tasarımlardan oluşan mekanlarla ve bu mekanların temsil ettiklerine bağlı olarak günümüze yaptığı referanslarla sürekli kendini yeniliyor. Infinity War/Endgame sonrasındaki yeni dönem Marvel filmleri ve dizilerinin sürekli geveledikleri çoklu evren konusuna Gamora'nın durumu haricinde hiç bulaşmayıp kendi evrenine ve hikayesine bağlı kalıyor.

Oturmuş kadrosu haricinde bu filmde ilk kez gördüğümüz Chukwudi Iwuji'nin canlandırdığı The High Evolutionary, bir Thanos olmasa da filmin ihtiyacını karşılayacak ölçüde güç zehirlenmesi yaşayan, yola çıkış amacından sapmış, tanrısal varoluş peşindeki bir kötü adam olarak yeterli. Zaten kötü adamın kendisindense, yaptığı ve yapmayı amaçladıklarının kötülüğü ile bir savaş söz konusu. Merakla beklenen bir karakter olan Adam Warlock'un filmde atıl bir yancı olarak resmedilmesine de hayranları içerlemiş görünüyor. Onun dönüşüm ve kahramanlık mini hikayesi de filmde mevcut. James Gunn'ın beklentileri tersyüz etmeyi seven bir yanı da var. Karakterlerin karizmalarıyla oynamak, onları beklenmedik durumlara düşürmek mizahının bir parçası. Bunu Guardians serisi haricinde Peacemaker dizisinde de bolca görmek mümkün. Elindeki türlü CGI avantajları içinde bile sürekli yenilik arayan Gunn'ın bu tarzını Superman: Legacy'de nasıl sürdüreceği veya sürdürüp sürdürmeyeceği merak konusu. Yine ilk iki filmden aşina olduğumuz, kaset kültürüyle büyümüş James Gunn seçkisi 70'ler ve 80'lerden derlenmiş şarkıların büyük renk kattığı Vol. 3, tıpkı aksiyon, mizah, dram yönlerinden olduğu gibi müzik kullanımı açısından da istikrarını sürdürüyor. Final itibariyle serinin gideceği yer çok farklı bir Vol. 4 izleyebileceğimizi göstermekte. Zaten Guardians Of The Galaxy yerini öyle sağlamlaştırdı ki, Rocket gibi animasyon bir karakterin orijin hikayesinin ağırlığı dahi hissedilmeden macera katmanları kolayca oluşturulabilir, ekibe giriş çıkışlar da kanıksanır hale geldi.

10 Ekim 2023 Salı

The Equalizer 3 (2023)

 
Yönetmen: Antoine Fuqua
Oyuncular: Denzel Washington, Dakota Fanning, Eugenio Mastrandrea, Gaia Scodellaro, Remo Girone, Andrea Scarduzio, Andrea Dodero, David Denman, Sonia Ammar
Senaryo: Richard Wenk, Michael Sloan, Richard Lindheim
Müzik: Marcelo Zarvos

Antoine Fuqua - Denzel Washington ikilisi üçüncü The Equalizer filmiyle yine biraraya gelerek tecrübeli, gizemli, becerikli, tek tabanca Robert McCall'a bir kez daha hayat veriyorlar. İlk iki filmden aşina olduğumuz bir şablon bu filmde de kullanılmakta. Bunda her üç filmin de senaristliğini yapan Richard Wenk'in parmağı var elbette. Açılışta İtalya'nın güneyi olduğunu sonradan öğreneceğimiz mafyaya ait bir çiftliği basıp, uluslararası çapta aranan bir mafya babasını kapana kıstıran McCall'u görüyoruz. Bu baskından beklenmedik bir biçimde yaralı olarak çıktıktan, baygın bir şekilde jandarma Gio tarafından bulunup yaşlı doktor Enzo'nun ellerine teslim edilen McCall, iyileşince terör operasyonları biriminden genç Emma Collins arayarak onları baskın yaptığı çiftliğe yönlendiriyor. Özetle İtalya'nın en güvenli limanında uyuşturucu kaçakçılığı yapılan, buradan elde edilen gelirle Suriyeli teröristlerin finanse edildiği bir büyük resmin peşinde olduğunu anlıyoruz. Gerçi peşinde olduğu iki başka şeyi finalde görüyoruz. Ama mecburen kaldığı bu şirin Güney İtalya kasabasına gün geçtikçe bağlanan McCall, içindeki adalet duygusu yüzünden bu defa da burada terör estiren yerel mafyaya kafayı takıyor. Gerek çocuklar kullanılarak yapılan duygu sömürüsü, gerek senaryo olarak çok fazla çaba gösterilmediği izlenimi uyandıran acelecilik, gerekse seyircinin mafyaya olan öfkesini alevlendirmeye yönelik çok bildik hamleler, artık The Equalizer'ın da bir franchise olarak malzemesinin tükendiği sinyallerini veriyor.

2014 tarihli ilk film, 80'lerin orijinal dizisinde İngiliz Edward Woodward'ın canlandırdığı Robert McCall'ı günümüz standartlarına Danzel Washington olarak dizayn etmiş, farklı bir yorumla bu karaktere yeniden hayat vermişti. Yalnız yaşayan, sıradan işlerde çalışan, kendine ait bir konfor alanı yaratan, ama bir yandan da gizli bir oluşumun parçası olarak gördüğü haksızlıklara müdahale eden, zorbaları önce uyaran, uyarıyı dikkate almadıklarında benzersiz çevikliğiyle onları alt eden McCall, yardımseverliği ve okuduğu kitaplarla da ilginç bir figür olarak karşımıza çıkmıştı. 2018'deki ikinci film ilki kadar başarılı bulunmasa da bu çizgiyi devam ettiriyordu. Bu son filmde ise hiç kitap göremediğimiz gibi, bir modern zaman "Kahraman Şerif" uyarlaması izler gibi klişelere yaslanmış bir film izliyoruz. Video klip köklerine sahip Antoine Fuqua, geçmişinde özellikle The Replacement Killers ve Training Day gibi iki çok iyi filmle kendine ana akım aksiyon dram kulvarı alabilmiş bir yönetmen. The Equalizer serisini de iyi sahiplendi. Ama keşke bir üçleme olarak kalması muhtemel seriye daha etkili bir nokta konsaydı. En azından ilk filmdeki senaryo, sinematografi, müzik kimyası sürdürülseydi başka türlü konuşabilirdik. Yine de Fuqua bu işi bilen bir adam. Ana akıma uygun bir aksiyon dram olarak iyi çekilmiş, Washington'ın karizmasına, ışığına, duruşuna sahip çıkılmış bir devam filmi olarak zamanın nasıl geçtiğini hissettirmiyor.


İtalya'nın güneyindeki Campania bölgesinin birkaç lokasyonunda çekilen film, bu coğrafyanın doğal güzelliklerinden de nasibini almış. Dar sokaklar, sade ve samimi mekanlar, deniz manzaralı eski evler, çocuğundan yaşlısına kasaba halkı filme farklı bir aroma katıyor. Tabii bu bir Hollywood prodüksyonu olduğu için bu unsurlar bir parça kenar süsü gibi kalabiliyor. Mafyanın halka zulmü, daha üst bir seviyede de mafyanın terörist finansörlüğü gibi suç tabanlı ana mevzular yanında, tadı çıkarılacak manzaraların pek lafı olmuyor. Antoine Fuqua, aksiyon konusunda elini korkak alıştırmayan bir yönetmen. Zaman zaman bu sertliği estetize etmekten geri durmuyor. İnsanın içini ısıtan turistik görüntülerin, iki kardeşin liderliğindeki mafyanın zorbalıklarıyla tezatlaşmasından ötürü McCall'a zorlama infaz gerekçeleri sunulması filmin estetik yönden yükselmesine mani oluyor. Halbuki ikinci filmde iyi bir şekilde derinleştirilmeye çalışılan McCall gizemi, bu filmde kendine çok uygun bir zemin bulmasına rağmen "karakterin iç yolculuğu" kulvarının hakkını veremiyor. Filmin başlarında yaralanan, öleceğini düşünerek kafasına silah dayayan, doktorun "iyi bir adam mısın" sorusuna "bilmiyorum" cevabını veren McCall, emekli olmak ve kendine dönmek için çok uygun bir coğrafya bulmuşken bunun "ama bir misyonu var" denerek ötelenmesi bu tip beklentisi olan seyircide burukluk yaratıyor.

Filmin bir başka kenar süsü de dini unsurlar. Katolik İtalya'nın dindar kasabalarından birinde huzur içinde yaşayan halkın arasına yeni katılan Azrail misali McCall'un yenilenme sürecine mi gireceği kabilinden ufak çapta bir propaganda ihtimalini, mafya liderini kiliseden çıkarken göstererek bertaraf etmeyi deniyor film. Kasaba halkının gece bir dini ritüel için sokaklara döküldüğü sahneyle McCall'un aynı gece kötü adam avına çıktığı sahne arasındaki paralel kurgunun "melek, ölüm meleği de olsa bizi korur" minvaline geçişi de bu süs sıfatını olumluyor zaten. Herkese hak ettiği muameleyi gösteren, hayalet gibi istediği yere girip çıkabilen, kimsenin bulamadığı suçluları eliyle koymuş gibi bulan, soğukkanlı ve sert bir süper kahraman misali yenilmezliğiyle Robert McCall, adaletsizliklerle ve kötülüklerle dolu dünyanın beyaz perdedeki adalet figürlerinden biri. Böylesi ütopik bir modeli perdede daha da parlatabilecek 2-3 aktörden biri olan Danzel Washington, The Tragedy Of Macbeth'teki muhteşem performansından sonra geri döndüğü Robert McCall'a sırf duruşuyla bile et, kemik, ruh katıyor. Tony Scott harikası 2004 yapımı stilize suç dramı Man On Fire'dan 19 yıl sonra Danzel Washington ve Dakota Fanning'i buluşturan The Equalizer 3, JFK (1992), The Aviator (2005) ve Hugo (2012) ile üç Oscar kazanmış, son yıllarda Quentin Tarantino'nun favori görüntü yönetmeni Robert Richardson'ın dokunuşlarına sahip bir yapım. Daha fazla uzatmaya da gereğin olmadığı, şu haliyle iyi bir üçleme olarak zaman zaman geri dönülebilecek türde bir yapım aynı zamanda. 

5 Ekim 2023 Perşembe

Reptile (2023)

 
Yönetmen: Grant Singer
Oyuncular: Benicio Del Toro, Justin Timberlake, Eric Bogosian, Alicia Silverstone, Michael Pitt, Domenick Lombardozzi, Ato Essandoh, Frances Fisher, Karl Glusman, Mike Pniewski, Matilda Anna Ingrid Lutz, Sky Ferreira
Senaryo: Grant Singer, Benjamin Brewer, Benicio Del Toro
Müzik: Yair Elazar Glotman

Aralarında Taylor Swift, Lorde, The Weeknd'in de olduğu çeşitli popüler isimlerin video kliplerini yönetirken birdenbire ilk uzun metrajıyla ortaya çıkan Grant Singer, Reptile ile gayet olgun ve sürükleyici bir polisiye gerilime imza atıyor. İlk filmlerin olgunluğu şaşırtıcı sayılmamalı elbette. Hele de video klip kökenli yönetmenlerin uzun metraja geçişlerinde bu durum daha net görülebiliyor. Buna en bariz örneklerden biri, onlarca video klip çekmiş David Fincher'ın 1992'de ilk filmi Alien³ ile sinema dünyasına girişiydi. Film çok iyi eleştiriler almamış olsa da, bir ilk film olarak gayet diri ve tecrübe kokan nitelikteydi. Video klip çekmenin getirdiği tecrübeleri uzun metraja başarıyla aktarmanın gereklerinden biri de iyi bir senaryoyla yola çıkmak. Grant Singer, Reptile'ın senaryosunu Benjamin Brewer ve başroldeki usta aktör Benicio Del Toro ile birlikte yazmış. Her üç isim de senaryo yazma konusunda tecrübeli sayılmaz. Buna rağmen Reptile sanki 5 veya 6. filmini yazıp yöneten bir sinemacının elinden çıkmış izlenimi uyandırabiliyor. Birazdan söz edeceğimiz bazı aksaklıkları yok değil ama 5 veya 6. filmini çeken insanlarda da buna benzer hatta daha fazla aksaklıklara rastlanıyor. Üstelik sanki çok satan bir polisiye romandan uyarlanmış havası taşıyan senaryo, pratiğe dökülüş itibariyle de belli bir tecrübeyi doğruluyor.

Başarılı bir suç filmi olarak Reptile'ın hem senaryo, hem de yönetim açısından geçmişten gelen bazı kaynaklardan beslendiği görülmekte. Vahşice öldürülen bir emlakçı kadın cinayetinin başlangıçta bir "katil kim" polisiyesi gibi akması, soruşturma derinleştikçe işin gittikçe dallanıp budaklanması ve daha büyük komplolara uzanması sık işlenen bir konu. Özellikle L.A. Confidential, The Negotiator, Cop Land gibi 90'ların ikinci yarısına damga vurmuş yozlaşma hikayelerinden etkilenildiği belli oluyor. Güçlü motivasyonlara sahip katil adayları, hedef şaşırtma hamleleri, bir süre sonra ana karakter etrafında oluşturulan güvensizlik halesi deyim yerindeyse kitabına uygun şekilde işliyor. Bu arada ana karakter Tom Nichols'ın geçmişine ait çözülmüş bir yolsuzluk meselesinin gölgesi de unutulmamış. Tasarlanan zekice komplonun ağır ağır çözülmesi tam bir anlatım becerisi. Film kendini bir cinayet etrafında hem tempolu, hem de usul usul bir karışımla katmanlaştırdıkça elini rahatlatıyor. Bir haber bülteni görüntüsü, trafik çevirmesi, ev partisi gibi basit görünen sahneler bile polisiye gerilimin emrinde birer güce dönüşebiliyor. Ne var ki sözünü ettiğimiz tempo karışımı bazı sahnelerde, özellikle de iki farklı aksın karıştırılmasında iyi sonuçlar verse de, bu her zaman mümkün olmuyor. Grant Singer'ın video klip alışkanlıklarından kalma kısa tutulmuş sahne ve geçişler bazen sahnenin duygusunu sağlamak için biraz ağırlaşma istiyor. Gerçi Singer aynı film içinde bu ağırlaşmayı sağlayabildiğini bazı sahnelerle pekala kanıtlıyor. Belki bunu da bir tarz olarak benimsemiş ve öyle benimsetmeye çalışmıştır bilemiyoruz.

Bunun yanında finale doğru giden yolda gerçeklerin ortaya çıkmaya başlamasındaki abartısızlık gayet olumlu olmasına rağmen final hesaplaşmasının biraz daha iyi çekilmesi gerektiği de söylenebilir. Hatta bunu filmde az sayıdaki çatışma sahnelerinin geneli için söyleyebiliriz. Bazı dar alan çatışma sahnelerinin veya finallerin fazla aceleye getirilmemesi, az bir süre de olsa o kendi anlarının seyirciye etkili biçimde yaşatılması gerekir. Mesela ağır çekimde cama çarpan frizbinin dikkat dağıtması ne kadar estetikse, devamı acemilik gibi görünmemeli. Tabii bunlar kişisel ilk film gözlemleri. Ama tıpkı video klip kökenlerine sahip David Fincher gibi Grant Singer da uzun metraja ciddi bir geçiş yapmış. Üstelik Singer'da adı geçen 90'lar polisiyeleri kadar biçimsel olarak Fincher'ın birtakım polisiye gerilim tavırlarından da izler sezmek mümkün. Senaryoya da katkı sağlayan Benicio Del Toro'nun artık kanıksanmış karizması ve tecrübe fışkıran performansı, aynı zamanda 1997'de Excess Baggage filminden yıllar sonra buluştuğu rol arkadaşı Alicia Silverstone ile olan kimyası da bir cazibe merkezi oluşturuyor. Şüphelilerden biri olan Michael Pitt'in tedirgin, isyankar ve öfkeli bir karakteri canlandırışındaki rahatlık da dikkat çekici. Birtakım senaryo boşlukları, bazı karakterlerin unutulan akıbeti, bu kadar artıya sahip bir ilk filmde mazur görülebilir. Grant Singer belli bir sinema duygusuna sahip yeni bir uzun metraj yönetmeni olarak David Fincher, James Mangold veya F. Gary Gray tarzı ana akım suç tarzına hakim yönetmenlerinin izini sürüyor görünüyor. Gelecek için ümit veriyor.

24 Eylül 2023 Pazar

It Comes At Night (2017)

 
Yönetmen: Trey Edward Shults
Oyuncular: Joel Edgerton, Christopher Abbott, Carmen Ejogo, Riley Keough, Kelvin Harrison Jr., David Pendleton
Senaryo: Trey Edward Shults
Müzik: Brian McOmber

It Comes At Night, bilinmeyen bir zamanda ve bilinmeyen sebeplerden dolayı peydah olmuş bir hastalıktan korunmak için Amerika kırsalında bir eve kendini hapsetmiş üç kişilik bir ailenin yaşadıklarını konu alan bir film. Yazan ve yöneten Trey Edward Shults, bu post-apokaliptik görünen hikayesinde söz konusu hastalığın ne olduğu, ne zaman ortaya çıktığı gibi sorulara cevap vermekle uğraşmayıp, bu ailenin izole ve gerilimli rutinine bakıyor. Açılışta Paul, Sarah ve 17 yaşındaki oğulları Travis, hastalık kapmış olan evin dedesiyle maskeli bir şekilde vedalaşıyorlar, Paul onu ormana götürüp öldürüyor ve cesedi yakıyor. Hastalıklı bir bedene böyle yapılması gerektiği bilgisiyle başladığımız film, böylelikle sonuna dek o hastalık tehditini polis gibi tepemize dikerek rahatsız bir atmosfer kuruyor. Gündüzleri kır evleri ve civarında temkinli davranan, geceleri dışarı çıkmayan aile bu tedirgin edici rutinlerine bizi de ortak ediyorlar. Bir gece evlerinin kırmızı kapılı odalarına dışarıdan zorla girildiğini fark ederek alarma geçiyor ve genç bir adamı yakalıyorlar. Will adındaki bu adamı evin dışındaki bir ağaca bağlayan Paul, Will'in eşi ve çocuğuna yiyecek bulma amacıyla eve girdiğine ikna olunca ikisi birden onları da almak için yola çıkıyorlar. Ama Shults, yarattığı bu tekinsiz atmosfer sayesinde Will ve ailesine şüpheyle bakmamızı sağlayarak filmini sürekli diken üstünde tutuyor. Zira seyirci olarak bir sürü bilinmeyenin ortasında kalıp, bir de üstüne dışarıdan gelen yabancıların dahil oluşuyla başka bilinmeyenlere yürümek gerilim keyfimizi katlıyor.

Özellikle düşük bütçeli post-apokaliptik yapımlarda, adı tam konmamış, detayları belirtilmemiş bir felaket sonrasında dar bir çerçevede işlenen lokal hikayeler daha çok yer buluyor. Zaman ve paradan tasarruf etmek için bu felaketin boyutlarını filmin kısıtlı zamanının akışına yediren, sınırlı karakter ve olay örgüsüyle boyutlandırmaya çalışan bu mütevazi filmler, bu sayede edindikleri gizemi korumak için çabalıyorlar. Seyircinin bu gizemi kabullenişi daha pratik hale geliyor. Doğal afet, zombi/uzaylı istilası, nükleer savaş veya burada olduğu gibi salgın hastalık senaryolarının mikro habitata uyarlanışı, insanoğlunun bu yeni ve zor şartlara adaptasyonunun sınanışı şeklinde kendini gösteriyor. Bu bölgesel veya global tehditin dar bir çerçeveye, hatta çekirdek aileye etkileri daha serbest bir hareket alanı yaratıyor. Sonuç olarak felaket ne olursa olsun, temelde insanın ailesiyle ve diğer insanlarla ilişkilerindeki sarsıntılara odaklanmak, bireysel trajedilerden hareketle büyük resme bakabilmek kolaylaşıyor. İşte Trey Edward Shults, artık şablonlaşmaya başlayan bu bağımsız post-apokaliptik anlayışa iyi bir halka eklemeyi başarmış. Felaket sonrasının insan psikolojisi üzerindeki etkilerinden faydalanarak, bir süre sonra dönüp dolaşıp insanın insanla olan imtihanına varması her senaryoda mümkün hale geliyor. Yaratık, zombi, uzaylı, düşman, çevre felaketi, hastalık ne olursa olsun insanın korkuları ve güven ihtiyacı üzerinden psikolojik gerilim veya korku filmi tasarlamak pek de zorlaşmıyor.

Filmde Paul, Sarah ve Travis'ten oluşan üç kişilik aileye başka üç kişilik bir ailenin katılmasıyla kurulu düzenin sınanmaya başlanması, dışarıdan gelecek hastalık tehlikesine karşı kenetlenmenin güçlenmesi ama buna rağmen kritik anlarda güven duygusunun ne kadar kaygan bir zeminde durabileceği minimal dokunuşlarla ve oluşturulan güvensiz atmosferle pekiştiriliyor. Covid-19'dan birkaç yıl önce çekilmesine rağmen başkalarına karşı güven - şüphe ikilemine düşülen dönemleri kendi çapında hatırlatıyor. Bu iki ailenin aynı evi paylaşmaya başlamasıyla hem ümidi, hem de şüpheyi cebine koyan, sonlara doğru tansiyonu iyice yükselten film, kafasındaki finali az biraz hissettirse de, post-apokaliptik çıkışsızlığın bu tip filmlerin karakteristiği olduğu gerçeğini tekrarlıyor. Travis'in gördüğü rüyalarla korku janrı için kendine alan açsa da, artık rüya içinde rüya sahnesiyle kolaycılığa kaçtığını düşündürüyor. Aynı zamanda genel olarak gerilim filmlerinde tasarlanan rüya sahnelerinin belli bir amaca hizmet etmesi gerektiğini de hatırlatıyor. Yine de filmin psikolojik gerilim dozu, bu uydurma rüya sahnelerinden daha güçlü. Oyunculuk yönünden dört tanınmış ve yetişkin oyuncunun arasından sıyrılan genç Kelvin Harrison Jr., Travis rolüyle öne çıkmakta. Pek bilinmeyen iHorror Ödüllerinde En İyi Bağımsız Korku Filmi dalında ödülü alması dışında ödül başarısı olmayan It Comes At Night, bağımsız gerilim filmleri klasmanında sıkça hatırlanacak filmlerden biri.

17 Eylül 2023 Pazar

Enter Nowhere (2011)


Yönetmen: Jack Heller
Oyuncular: Scott Eastwood, Katherine Waterston, Sara Paxton, Shaun Sipos, Christopher Denham, Jesse Perez
Senaryo: Shawn Christensen, Jason Dolan
Müzik: Darren Morze

Birbirini tanımayan Samantha, Tom ve Jody adlı üç gencin ormanda kaybolduktan sonra tesadüfen bir dağ kulübesinde bir araya geldikleri Enter Nowhere, ormandan bir türlü kurtulamayan bu üç kişinin aslında farklı zaman ve mekanlardan geldiklerinin anlaşılmasıyla gittikçe ilginçleşen bir bağımsız gerilim. Tanınmamış yönetmeni, senaristleri ve oyuncularıyla ilk görüşte pek kimsenin şans vermeyebileceği film, kendisine bu şans verildiği taktirde seyircisini yarı yolda bırakmayacak kadar diri bir yapım. Tabii indie doğasının getirdiği birtakım amatörlükler gerek teknik, gerekse oyunculuk alanında sezilse de, hikayesinin ve onun işlenişinin başarısı, sahip olduğu bilinmezlere tümüyle sahip çıkıp daha sonra onları parça parça aydınlatmaya gayret ediyor. Üç farklı karakter ve onların kökenleri, zaman zaman zekice kurgulanmış diyalogları da beraberinde getiriyor.

Clint Eastwood’un oğlu Scott Eastwood, Bill Paxton’un akrabası Sara Paxton ve en son The Newsroom dizisinde görünen aktör Sam Waterson’ın kızı Katherine Waterston’ın başrolleri paylaştığı Enter Nowhere, bu genç oyuncuların utandırmayan performanslarının da katkılarıyla sürükleyici bir psikolojik gerilim haline geliyor. Biraz kafası karışık bir kelebek etkisi üzerinden, anlık veya daha uzun vadeli seçimlerimizin hayatımızı nasıl yönlendirdiğine, bir döngü içinde farklı rollerde yer aldığımıza dair fantastik savunulara sahip bir senaryoya sahip. Cevapsız ya da tatminkar cevapları olmayan sorularına rağmen, seyirciye pas edilen bazı cevapların düşündürücü etkisini hissettirebilmiş bu senaryo, içerdiği sürprizlerin dozunu ayarlamada da hoyrat ve aceleci davranmayıp olgun bir duruş sergiliyor. Daha büyük prodüksyonların beceremediği bilinmeyene dayalı psikolojik dram çatısını iyi kurmasından ötürü, geniş kitlelere sunulmadığı için harcanmış bir fikir olarak da görülebilir.

12 Ağustos 2023 Cumartesi

Spider-Man: Across The Spider-Verse (2023)

 
Yönetmen: Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson
Seslendirenler: Shameik Moore, Hailee Steinfeld, Brian Tyree Henry, Luna Lauren Velez, Oscar Isaac, Jason Schwartzman, Issa Rae, Daniel Kaluuya, Jake Johnson, Karan Soni, Shea Whigham, Mahershala Ali, Andy Samberg, Jack Quaid
Senaryo: Phil Lord, Christopher Miller, Dave Callaham
Müzik: Daniel Pemberton

Spider-Man: Into The Spider-Verse (2018) filmi ile girdiğimiz yepyeni Spider-Man evrenine film olarak 5 yıl sonra, macera olarak yaklaşık 1 yıl sonra devam ediliyor. İlk filmin yönetmen üçlüsü tamamen değişip Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson üçlüsü olarak şekillenmiş. Senaryo üçlüsü arasında ise değişmeyen tek isim Phil Lord. İlk filmde örümcek kimliğini ve becerilerini yine radyoaktif örümcek ısırığı klişesiyle alan ve kapasitesini keşif yolculuğuna çıkan Miles Morales'in büyüme hikayesini izledik. Ama bu hikaye, farklı animasyon tarzlarının birleşiminden, dram ve mizah dengesinden, dinamik senaryo anlayışından ve diğer başarılı yan unsurlardan aldığı güçle çok başka yerlere gitti. Örümcek Adam konseptinin, hatta başka süper kahraman konseptlerinin bile yapmadığı şekilde vizyonunu genişletti. Bunda çoklu evren mefhumunun da rolü büyük. Marvel evreninde Thanos sonrası durulan kaos ortamının yerini bu çoklu evren kaosuyla tazelemek isteyen senaryolar, çeşitli Marvel filmleri ve dizileriyle nereye evrileceği bilinmeyen bir yola çekmiş bulunuyorlar. Kötü adam karizmasından yoksun Kang dışında devasa bir kötü yok. Onun da ne olduğu, motivasyonları, sınırları tam olarak net değil. İşte serinin ikinci filmi Spider-Man: Across The Spider-Verse bu çoklu evren tasarımının örümcek ayağını detaylandırmada olağanüstü bir çaba sarf ediyor.

İlk filmin kötü adam ihtiyacını gayet iyi karşılayan Kingpin'den sonra gözlerimiz bu filmin kötüsünü arıyor. Onunla da Brooklyn'de bir marketteki ATM'yi çalmaya çalışırken tanışıyoruz. İlk filmde Alchemax tesisinde çalışan bir bilim insanının yaptığı bir çarpıştırıcı testi sonucu başka bir boyuttan getirdiği örümceğin Miles'ı ısırması sonucu Spider-Man'e dönüşmesi, daha sonra Miles'ın Alchemax tesisini patlattığında çarpıştırıcı odasında bulunan aynı adamın maruz kaldığı radyoaktif tepki sonucu tuhaf bir yaratığa dönüşmesi, ikisi arasında tipik bir husumet formülü ortaya koyuyor. Siyah beneklerle kendine istediği yerde anlık portallar açabilen ve bu beneklerden dolayı kendine "Spot" adını veren bu yaratık, alışıldık kötü adam tiplemelerinin aksine evini, işini, dostlarını kaybetmiş, becerilerini kullanarak ATM'den para çalmaya kadar düşmüş bir vaziyette. İşte bu potansiyelini tam olarak bilememe durumunun yarattığı tehlikenin varlığını Miles ile olan uzun kavgalı tanışmasında hissedebiliyoruz. Sahip olduğu bu kontrolsüz güç yabana atılır cinsten değil. Ama serinin bu ikinci filmi aslen Spot'ın yok edilmesi üzerine değil, Örümcek Evreni’ndeki birtakım sorunları çözmeye, tehditlere karşı önlem alıp ortadan kaldırmaya çalışan ekibin lideri olan bir başka Örümcek Adam Miguel O’Hara ile bu ekibe dahil olmaya çalışan Miles arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar üzerine gidiyor. Miguel'in otoriter yapısıyla Miles'ın ele avuca sığmayan asiliğinin çatışması kaçınılmaz.


Miles'ın çok değer verdiği Gwen'in Miguel ve Örümcek-Kadın Jessica Drew ile birlikte Örümcek Evreni'ne katılımı, Miles'ın da bu evrene sızması sonucu bu "evren" temasının büyülü atmosferine dalıyoruz. Ekipte ayrıca Pavitr Prabhakar adlı genç Hint örümcek adam ve Hobie Brown adlı punk örümcek adam, Peter Parker ve kız bebeği Mayday, daha bir dolu yan karakter bulunuyor. Mumbai ve Manhattan’ın mimari karışımını yansıtan "Mumbattan", özellikle de Nueva York'taki "Genel Merkez" tasarımları olağanüstü. Devasa bir Örümcek Toplumu ile karşılaşıyoruz ki, hepsi rengarenk örümcek kostümleri giymiş yüzlerce örümcek birey, örümcek silahşör Web-Slinger ve atı Widow (ki ona bile maske takılmış), Video Oyunu, Lego, "Peter Parkedcar" adında bir örümcek cip, yine örümcek kostümlü, tüm örümcek becerilerine sahip kedi, hatta dinozor bile var. Miles'ın kaçışını engellemek için hepsinin seferber olduğu sahnenin baş döndüren temposu, psikoloğundan burgercisine pek çok ayrıntının saniyeler içerisinde akıp gittiği emek, zeka, mizah dolu harikulade bir sekans ortaya çıkarıyor. Filmde karşılaştığımız onlarca farklı animasyon tekniği, sürekli birbirlerinden rol çalıyor. Renk tonlarının parlayıp solması, pastelden karakaleme uzanan palet genişliği, örneğin Hobie Brown'ın yer aldığı sahnelerde gördüğümüz 70'ler sonu Sex Pistols ve muadillerinin albüm kapaklarında moda olmuş fontlar gibi detaylar özenle düşünülmüş.

Fakat bu baş döndürücü tempo, aksiyon sahnelerinin içinde gizlenmiş bu detayların saniyeler içinde fark edilmesine, bazılarının atlanmasına, sürekli yenilendiği için çoğuna anlık reaksiyon verilememesine neden oluyor. Şayet sinemada izlenmişse bu sahnelerin geri alınarak tekrar sindire sindire izlenme ihtiyacı doğması muhtemel. Öte yandan "ya tek bir insanı ya da bütün dünyayı kurtarmak arasında bir seçim yapmalısın" mottosu hala aşılamamakta ve algoritmalar, örüntüler gereği bazı hayatları kurtarmanın evrenin düzenini bozacağı, kaosa yol açacağı çatışması hala ısıtılmakta. Keza Miles'ın ve Gwen'in ebeveynleriyle olan uzun çatışmaları da filmin görsel anlamda yenilikçi vizyonuna uymayan demodelikte kalıyor artık. Son olarak, her ne kadar bu hikayenin bazı hatlarıyla serinin bir sonraki filminin Spider-Man: Beyond The Spider-Verse'e taşınacağını bilsek de, bu film tüm hatları o filme bırakıp adeta bir sonraki bölüme pas atan bir dizi finali gibi bitiyor. Tıpkı ilk film gibi kendi giriş, gelişme ve sonucunu kurmuş olsa, içerdiği curcunayı daha iyi sahiplenebilirdi. Ama defalarca söz ettiğimiz farklı teknik kullanımlarının getirdiği Spider-Verse vizyonerliği aynen kaldığı yerden, hatta üzerine de koyarak devam ediyor. Devam eden bir diğer unsur da Daniel Pemberton'ın ambient, breakbeat, funk, rock, klasik, bhangra, punk çeşnili müzikleri. Bu kadar farklı türü aynı albüme belli bir bütünlükle ve sahnelerin doğasına uygun biçimde buluşturan profesyonelliği yine hayranlık verici. Üçüncü film Beyond The Spider-Verse'ün konu olarak az çok neye benzeyeceği belli. Ama sınırları hakkında elini göstermeyen görselliğinin neler getireceğine dair beklentiler çok yüksek.