31 Ekim 2015 Cumartesi

The Red Shoes (Bunhongsin) (2005)

 
Yönetmen: Yong-gyun Kim
Oyuncular: Hye-su Kim, Seong-su Kim, Yeon-ah Park, Su-hee Go
Senaryo: Yong-gyun Kim, Ma Sang-Ryeol
Müzik: Byung-woo Lee

Eşinin kendisini aldatması üzerine kızını da yanına alıp evi terk eden Sun-jae için yeni hayatı biraz da benliğine kavuşma süreci olacaktır. Evliliği nedeniyle yarım bıraktığı doktorluk kariyerine geri dönen Sun-jae bir gece metroda bulduğu ayakkabıların güzelliğine kapılır ve onları evine getirir. Kızı Tae-su’nun da en az kendisi kadar beğendiği ayakkabılarda kendilerine özgü bir çekicilik vardır. Ancak bu güzelliğe dayanamayanların henüz farkına varamadıkları bir lanet de. Ayakkabıların her yeni sahibi, önüne geçemedikleri arzuların neticesinde ölümle karşılaşmaktadır. Bu bitmeyen kabusun içine düşen anne-kızın kurtulmaları için sadece ayakkabıların geçmişine değil, kendi içlerine de bir yolculuk yapmaları gerekmektedir.
 
Konu olarak benzerlerini gördüğümüz gizemli birtakım olay yada objeleri ana-kız ekseninde işleyen filmlerin üzerine fazla gidilmeye başlandı. Çileli anne - mistik güçler tarafından ele geçirilmeye çalışılan çocuk öyküsü Red Shoes, birkaç unsur dışında yine klişe bir gerilim. O unsurlar ise özellikle finaldeki metro sekansı, flashbacklerdeki dans gösterileri kostüm-makyaj ile yaratılmaya çalışılan farklılık (çabası) ve film boyunca kaç kere "Tae-soo" diye seslendiğini sayamadığım aktris Hye-su Kim'in başarılı oyunu. Zaten Güney Kore aktrislerinin bu başarılı performansları olmasa, pekçok film, hele de Bunhongsin gibilere fazla tahammül edilmiyor.

21 Ekim 2015 Çarşamba

Citizenfour (2014)


Yönetmen: Laura Poitras

2013 yılının Ocak ayında, belgeselci Laura Poitras anonim bir kaynaktan gelen, karmaşık şekilde kodlanmış mailler alır. Bu maillerde ABD Ulusal Güvenlik Dairesi NSA’in sadece Amerika'yı değil bütün dünyayı ilgilendiren, illegal gözetleme ve dinleme yöntemleriyle milyonlarca kişiyi izlediğinden bahsedilmektedir. Beş ay sonra Poitras, Guardian muhabirleri olan Glenn Greenwald ve Ewen MacAskill ile beraber Hong Kong’a giderek bu mailleri gönderen, kimliği belirsiz kişiyle bir otel odasında buluşurlar. Bu kişi, üst seviyede CIA analizcisi, bilgisayar uzmanı ve eski NSA çalışanı Edward Snowden'dır. Poitras kamerasını bu otel odasına kurar ve Snowden'ın açıklamalarını kaydeder.

Bu çekimlerin yapıldığı sırada henüz bu sızıntıdan ve sızıntının kaynağı Snowden'dan kimsenin haberinin olmaması, belgeseli benzersiz bir konuma yerleştiriyor. Öyle ki, bir belgesel genellikle sebep ve sonuçlarıyla üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra arşiv görüntüleri ve olaya dahil kimselerin görüşmelerinden derlenen pasajlardan oluşurken, Citizenfour, üzerinden kısa bir süre geçmiş ve henüz sonuçlanmamış bir sürecin başlangıcını olayın birinci ağzından işleyen bir yapım. Bu yüzden Snowden'ın NSA’in bu yasal olmayan izlemelerinin detaylarını anlatırken içinde bulunduğu ruh haline sanki bir canlı yayın izler gibi tanık olmak bu benzersizliğin bir parçası. Snowden'ın soğukkanlı görünümünün şeffaflığı, çalan telefonlar ve oteldeki yangın alarmı tatbikatı sırasında gizlenmeye çalışılan tedirginliğin abartısız biçimde kameraya yansımasıyla belirginleşiyor. Poitras bu gerçekliği, Snowden'ın itiraflarıyla şekillenen çarpıcı gerçeklerle paralel götürerek ortaya müthiş bir politik / psikolojik gerilim çıkarıyor.


Gerek Edward Snowden'ın itiraflarında, gerekse Glenn Greenwald'ın özellikle Brezilya'da yaptığı açıklamalarda boyutları anlaşılabileceği üzere Amerikan istihbarat birimlerinin sadece kendi ülkesindekileri değil, başka ülkelerin istihbaratlarının da yardımlarıyla tüm dünyayı takip etme ihtiraslarının ifşa edilişi büyük önem taşıyor. Bugüne dek Amerika'nın soyunduğu dünya polisliği neticesinde öne sürülen türlü komplo teorilerinin doğruluk yüzdeleri de artıyor. Ama ulusal güvenlik adı altında saman altından yürütülen bu sular, içi boş kovaları doldurduğu için yaratılan algı operasyonları, Snowden'ı bir casus, bir vatan haini olarak yansıtmaya çalışıyor. Oysa belgeselde pek ayrıntılı olarak işlenmeyen, sadece kişisel vicdanına bağlanabilecek motivasyonları sayesinde dünya tarihinin en önemli bilgi sızıntılarından birine imza atan Snowden'ın bir kahraman olarak görülmesi kaçınılmaz.

Citizenfour, bazı Hollywood yapımlarının ve belgesellerinin o kendine muhalif görünümüyle ikili oynayıp dolaylı yoldan yine kendi propagandasını yapan tavrıyla karıştırılmaması gereken bir film. Snowden, yaygın ifadeyle bir "köstebek" ve kahraman profiline pek uymayan biçimde henüz deşifre olmadan Hong Kong’a kaçmış. Ülkesinde bu açıklamaları yapmaya kalksaydı, henüz şüpheli evresinde bir kalp krizi veya araba kazasında can vermesi muhtemeldi. Bununla birlikte casus olup olmadığı şimdilik bir gizem olsa da, vicdani sorumluluktan mı yoksa ajanlıktan mı bu sızıntıyı gerçekleştirdiği henüz bilinmese de, ifşa ettiği bilgilerin devasa boyutları sadece şüphelileri değil, bütün dünyayı ilgilendiren özel hayata, kişisel haklara, bireysel özgürlüklere müdahale ile alakalı olunca bunların önemi kalmıyor. Ortaya çıkmasını sağlayan kişilerin kendilerine sağlayacakları çıkarların da öyle. Ulusal güvenlik ve istihbarat konusunun bürokratik kanaldan yarattığı sorunlar ve çıkardığı savaşlar değişik isimler ve aktörlerle hala sürmekte. Bu izleme / dinleme paranoyasının sokaktaki halka kadar sirayet edecek olmasını hazmetmek, adil ve vicdan sahibi bir dünyada mümkün değil. İşte Edward Snowden'in -hangi amaçla yapmış olursa olsun- hazmedememesi de biraz olsun adalet ve vicdanın yaşadığı yönünde umut verici nitelikte.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Fracture (2007)


Yönetmen: Gregory Hoblit
Oyuncular: Anthony Hopkins, Ryan Gosling, David Strathairn, Rosamund Pike, Embeth Davidtz, Billy Burke, Cliff Curtis
Senaryo: Daniel Pyne, Glenn Gers
Müzik: Jeff Danna, Mychael Danna
 
Primal Fear, Frequency gibi kendini izlettiren filmlerin yönetmeni Gregory Hoblit, yeni filmi Fracture'da, kendisini bir polis dedektifi ile aldatan karısının ihaneti üzerine onu öldüren ve bunu itiraf eden Ted Crawford'un (Hopkins) usta bir planla işin içinden sıyrılmaya çalışması, genç ve başarılı savcı Willy Beachum'ın da (Gosling) onun açıklarını yakalamaya çalışması üzerine bir kedi-fare oyununu anlatıyor. Bilmem kaçıncı kere "demir parmaklıklar ardındaki dahi olarak dışarıdaki genci zekasıyla etkileyen" bir Anthony Hopkins, bazı anlar haricinde ne yapacağını bilemez halde bir Ryan Gosling ve malesef figüran olarak kullanılan bir David Strathairn. Elinizde böylesi üç oyuncu, ele avuca gelir bir senaryo ve özellikle mahkeme sahnelerinde görülen hınzır bir işbilirlik varsa ortaya çıkaracağınız en iyi şey bu mudur? Hayır! Kötü bir film mi? Ona da hayır. Ama Hoblit ne bu iyi oyunculardan makul performanslar elde ediyor, ne de olgun gibi görünen senaryoyu belki de bir film-noir çekeyim kaygısıyla diyete sokuyor. Bu sayede Crawford'un intikam zekası ve Beachum'un, vicdanını kariyerinden üstün tutan pırıl pırıl idealizmi kartonlaşıyor. Yine de denk gelirseniz izleyin.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Me and Earl and The Dying Girl (2015)


Yönetmen: Alfonso Gomez-Rejon
Oyuncular: Thomas Mann, RJ Cyler, Olivia Cooke, Jon Bernthal, Connie Britton, Nick Offerman, Molly Shannon, Katherine C. Hughes, Matt Bennett, Masam Holden
Senaryo: Jesse Andrews
Müzik: Brian Eno, Nico Muhly

Pek girişken olmayan, ama okuldaki her türlü farklı grupla bir şekilde ilişki içinde olmanın faydalarına inanan lise öğrencisi Greg, en yakın arkadaşı Earl ile birlikte klasik filmlerin parodisini çekerek hayatına anlam katmaya çalışan bir gençtir. Birgün annesi, okuldaki öğrencilerden biri olan Rachel'ın ileri lösemi olduğunu söyler ve bir süre Rachel ile vakit geçirmesi için Greg'e baskı yapar. Başta bu fikre karşı olan Greg, annesinin zoruyla bunu yaptığını itiraf etse de, hayata bakışı farklı olan Rachel ile çok fazla ortak yanı olduğunu keşfeder. Yavaş yavaş güçlenecek bir arkadaşlığın temellerini atmaya başlarlar.

Jesse Andrews'ün kendi romanından senaryo haline getirdiği, Alfonso Gomez-Rejon'un yönettiği Me and Earl and The Dying Girl, özellikle Sundance Film Festivali'nde kazandığı Büyük Jüri ve Seyirci ödülleriyle dikkat çekmiş bir komedi / dram. The Perks Of Being A Wallflower, Nick and Norah's Infinite Playlist, Juno, Thumbsucker, İngiltere'den de özellikle Submarine gibi pekçok "coming of age", yani çocukluktan yetişkinliğe geçiş sancıları üzerine kurulu yapımın ortak özelliklerini taşıyan film, bu türün hakkını birçok yönüyle veriyor. Ancak önemli eksiklikleri de mevcut. Ona geçmeden evvel, Me and Earl and The Dying Girl özelinde ismini saydığımız bu filmlerde ele alınan ergenlik anlayışına kısaca değinmekte fayda var. Herkesin bir dönem geçtiği yollardan biri olan bu evrede isyankarlık ve farklı olma arzusunu kimi zaman dramatik, kimi zaman neşeli, çoğu zaman da ayrıksı bir tasarımla anlatma çabasındaki bu filmler, 18 yaş öncesinin bireyleri arasından genellikle farklı ve derinlikli karakterler üzerinden ilerleme ihtiyacı duyar. Yani o şikayet edilen, duyarsız, iletişimsiz, üşengeç, tembel, saygısız ergen tiplerinin dışında kalmış karakterler daha önceliklidir. Zaten öbür türlüsü pek de ilginç olmaz.

Özellikle milenyumun hemen başında dünyamıza giren Amélie başyapıtıyla çok farklı bir hayalgücünün perdelerini aralayan bu geçiş dönemine bakış, Amerikan bağımsız sineması tarafından kısa sürede sahiplenilip kültürel bir dönüşüme uğratılmak suretiyle servis edildi. En önemlisi de apolitik Amerikan lise öğrencilerinin üniversite öncesi gelecek kaygılarına uyarlandı. Bu filmlerin merkezindeki gençler, hayatları için erken sayılabilecek kırılma noktalarıyla kendi tecrübesizliklerini karşı karşıya getiren senaryolarda türlü duygulara karşı bir kimlik ve varoluş arayışına girdiler. Aile içi iletişimsizlik, boşanma, ilk aşk, gelecek kaygısı, hamilelik, ölüm gibi meselelerle başedebilmeleri için senaryonun onlara bahşettiği özellikleri hazmetmek kimi zaman zordu. Çünkü bu "seçilmiş" karakterler yaşlarından daha olgun tepkilere, alışkanlıklara ve karar mekanizmalarına sahiptiler. Kahramanımız Greg de onlardan biri. Duyarlı ve ısrarcı annesi, nasıl oluyorsa evde oturup tembellik yapabilen sosyoloji profesörü babasıyla birlikte yaşayan Greg, okulda hiçkimse ile yakın arkadaşlık kurmayan, ama kendi deyimiyle her gruba kısa süreli erişim sağlayabildiği pasaportuyla düşman edinmeden liseyi bitirmek üzere olan bir genç. En yakın arkadaşı olarak görünen Earl'ü bile arkadaşı olarak değil, iş ortağı olarak tanımlıyor. Bunun sebebi de filmin en orijinal kanadından biri.


Babası sayesinde küçük yaşta Avrupa sinemasının klasik örneklerine alışan Greg, Earl'ün de diğer çocuklardan farklı olarak bu filmleri sevmesiyle ortak bir dalga boyu yakalamış zamanında. İki kafadar bu alışkanlıklarını daha ileri boyutlara taşıyarak klasik filmlerin adını komik biçimde değiştirip kısa remakeler çekiyorlar. Böylece Jesse Andrews'ün Avrupa sinemasına olan tutkusu sadece Greg'in odasında asılı Truffaut klasiği The 400 Blows'un afişinin ötesine geçip, iki çocuğun ergenliğe geçiş döneminin vazgeçilmez bir parçası şeklinde resmediliyor. Gerçek olamayacak kadar güzel bu hobi, filmin ana gövdesiyle pek ilişkili sayılmaz ama buna rağmen en keyifli anlarından bazıları bu yeniden çekim görüntülerinden oluşmakta. Bu matrak yeniden çekim hadisesini, Rachel ve Greg arkadaşlığı ile paralel götürmek isteyen Andrews, çözümü okulun güzel kızlarından Madison'dan çıkan bir fikirle "Rachel için bir film çekme" olarak bulur. Ne var ki Andrews bunu yaparken Earl'ü farkında olmadan (farkında olsa bunu yapmazdı diye düşünüyorum) devreden çıkarmaya başlıyor. Hatta Rachel'ı bile çoğu zaman Greg'in gölgesinde bıraktığı oluyor.

Jesse Andrews kurduğu bu keyifli çevre düzenine, son derece renkli yan karakterlere, orantısız zeka içermeyen, kıvamında diyaloglara rağmen, çok iyi bir kadroya sahip takımını iyi oynatamayan antrenörlere benziyor. Dikkat edilirse işin Alfonso Gomez-Rejon kısmından söz etmiyorum. (Greg ve Earl'ün çektiği filmlerin tanıtıldığı bölüm, Greg ve Rachel'ın konuştuğu 5 dakikalık kesintisiz tek plan vb. gibi çeşitli şık anlarla kendisi üzerine düşeni yapıyor.) Antrenör benzetmesi burada kendi kitabını senaryo haline getiren Andrews için daha uygun. Kitabın ve filmin adının Me and Earl and The Dying Girl olması, beklenilen manidarlığı boşa çıkaracak cinsten ne yazık ki. Bir kere bu, anlatıcı görevi üstlenen Greg'in hikayesi. Rachel, Earl ve diğer karakterlerin ikinci planda olması kabullenilebilir. Fakat Greg'in hikayesinin en önemli parçalarından ilki olan Rachel'ın ölmek üzere olan kız kıyafetinden biraz daha sıyrılması gerekirdi. Greg'in Rachel sayesinde kendi arkadaşlık algısını değiştirmesi üzerine giriş - gelişme - sonuç yönünde atılmış birçok olumlu adım var. Ama Rachel'ın varlığının Greg'e hizmet ettiği kadar, Greg'in de aynı ölçütlerde Rachel'ı karakterize edici bazı ciddi dokunuşlara ihtiyacı vardı. Bu noktada belki de filmin adının Me and The Dying Girl olması daha uygundu.


Peki Earl'e ne demeli? Son yıllarda beyazperdenin gördüğü en cool ergen tiplemelerinden biri olan Earl, her ne kadar Greg tarafından öyle tanıtılsa da, Greg'in iş ortağı olmasının ötesinde tabii ki onun en iyi arkadaşı konumunda. Üstelik Greg'in bunu kabul etmemesinin sebeplerini de en iyi özetleyen kişi o. Bunun Greg tarafından keşfini sağlayabilecek tartışma sahnesinin altyapısı zorlama olunca amaca ulaşılamıyor ya da yüzeysel biçimde ulaşıyor diyelim. Üçlünün merdivenlerde dondurma yedikleri sahnede Earl'ün Rachel'a Greg ile ilgili söyledikleri, Greg'in psikolojik röntgenini çekmişçesine manalı. İşte o dondurma yedikleri ve sonra çektikleri bir filmi Rachel'a izlettikleri gündeki gibi bir dostluğun daha da boyutlanmasını beklerken Earl'ün geri plana atılması, Rachel'ın hastalık sürecindeki bunalımlı günlerine daha çok dahil edilmemesi hiç de adil olmamış. Bu dağınıklık (ya da eksiklik) hali, filmin ismine sırf Dying Girl'e kafiye olsun diye Earl eklendiği fikri uyandırıyor. Jesse Andrews, anlatıcı olarak seçtiği (ve kendisiyle özdeşleştirdiği) Greg'in karakterini geliştirmeye uğraşırken en yakınındakilerin, hatta çok iyi tasarlanmış bazı yan karakterlerin üzerine fazla düşmüyor. Hatta bazılarını unutuyor.

Okulun en karizmatik öğretmeni olan Mr. McCarthy'nin ekonomik biçimde kullanılması sineye çekilse de, Nick Offerman'ın canlandırdığı Greg'in eksantrik babasının kenar süsü olarak bırakılmasını hazmetmek zor. Greg'e Avrupa sinemasını aşılamak ve mürekkep balığı, domuz ayağı gibi acayip yemekler yapmak dışında bir baba / arkadaş modeli oluşturması engellenmiş bu karakter resmen harcanmış. Oysa o potansiyel az sayıdaki sahnelerde çok güçlü biçimde hissediliyordu. Andrews'ün bunu bilinçli yaptığı belli. Zira filmde Greg'in anne ve babasının isimleri zikredilmiyor. Ama keşke ismi filmin adında bile zikredildiği halde bilinçli olarak potansiyelinin altında bırakılmış Earl de Greg kadar ileri uçta mücadele etseydi. Anlatıcı Greg'in Rachel'ın akıbeti ile ilgili filmin ortalarında spoiler vermesi, daha sonra bu kez o spoilerın uyandırdığı şüpheyle seyirciyi oyalaması, filmin mendilleri hazırlayın kabilinden duygu yüklü finaline sirayet eden bir etki taşımıyor. Yine de olumlu olumsuz herşeyi bir kenara koyduğumuzda genel anlamda yılın en sevimli yapımlarından biri diyebiliriz. Çeşitli özellikleriyle bazı Güney Kore komedi / dramlarını da anımsatmıyor değil. Hani şu zıt kutuplarda seyreden duyguları birbirine bulaştırmadan, leziz ayrıntılarla dolu hikaye akışını da eline yüzüne bulaştırmadan akan sevimli yapımları...

6 Ekim 2015 Salı

Musarañas (2014)


Yönetmen: Juanfer Andrés, Esteban Roel
Oyuncular: Macarena Gómez, Nadia de Santiago, Hugo Silva, Luis Tosar, Gracia Olayo, Carolina Bang, Silvia Alonso
Senaryo: Juanfer Andrés, Sofía Cuenca
Müzik: Joan Valent

Agorafobi yani açık alan korkusu olan Montse, 1950'li yılların Madrid'inde bir apartman dairesinde geçimini terzilik yaparak kazanan, uğruna gençliğini harcadığı kız kardeşiyle birlikte yaşayan bir kadındır. Bir gün üst kat komşusu Carlos merdivenlerden düşünce yaralı adamı evine alan Montse, zamanla onu sahiplenmeye, hatta ona ilgi duyan kızkardeşinden bile kıskanmaya varan bir ruh haline bürünür. Juanfer Andrés, Sofía Cuenca, Emma Tusel'in senaryosunu yazdığı, Juanfer Andrés ve Esteban Roe'nun yönettiği Musarañas, başarıyla kurguladığı dram / gerilim altyapısını süre ilerledikçe kanlı bir hale sokan tercihleriyle desteklemeye çalışan yapımlardan biri.
 
Psikolojik ve dini referanslar açısından yoğun sayılabilecek altmetinleri fazla deşmeden yüzeysel bırakması, bazı boşluklar doğmasına neden oluyor. Mesela Montse'nin Carlos'u sahiplenmesini ya da ölmüş babasının hayali ile olan konuşmalarını ortak bir mantığa oturtmak için çaba sarfetmek gerekiyor. Katolik disiplininden feminizme kadar uzanmak mümkün. Neyse ki çok iyi örtüşen Agorafobi olgusu ve Montse'nin dindarlığı, bunlara birçok mantıklı kılıflar hazırlayabiliyor. Sonlara doğru açıkladığı sürpriz ile birçok açığı kapatabilen film, Montse'yi net biçimde konumlandırmada yaşanan sıkıntıları da aşıyor. Yoksa meseleyi direk paranoid şizofreniye bağlamak herkes için kolay bir çözüm olurdu.
 
Musarañas eğer gerçekten izlenmeliyse bu sırf Montse rolündeki Macarena Gómez için bile yapılabilir. Son derece ürkütücü yüz yapısıyla performansına 1-0 önde başlayan Gómez, Montse karakterinin tüm tekinsizliğini ve trajikliğini ekrana kusursuz biçimde yansıtıyor. Seyirciyi tedirgin ettiği kadar acıma duygusu da yaratabiliyor ki, Montse'nin kötücül özelliklerinin ötesine geçme arzusundaki senaryonun işini kolaylaştırıyor. Yan rollerde ise İspanyol sinemasının deneyimli isimleri Luis Tosar ve Hugo Silva yer almakta. Konu olarak bazı yönleriyle 1990 tarihli Stephen King uyarlaması Misery'yi anımsatan Musarañas, onun gibi bir klasik olmaktan uzak ama kendisine verilen şansı boşa çıkarmayabilecek bir film.