29 Aralık 2017 Cuma

The Foreigner (2017)


Yönetmen: Martin Campbell
Oyuncular: Jackie Chan, Pierce Brosnan, Orla Brady, Ray Fearon, Dermot Crowley, Charlie Murphy, Lia Williams, Michael McElhatton, Niall McNamee, Rufus Jones, Katie Leung, Aaron Monaghan
Senaryo: David Marconi, Stephen Leather
Müzik: Cliff Martinez

Ailesinden kalan tek kişi olan kızını Londra'daki bir bombalı saldırıda kaybeden lokanta sahibi Quan, sorumluların bulunması için hiçbir şey yapılmadığını fark edince son olarak İrlanda başbakan yardımcısı ve eski bir IRA aktivisti olan Liam Hennessy'den yardım ister. Hennessy ise bunu yapan kişileri bilmediği için Quan'a yardım edemez. Fakat eski bir özel kuvvetler askeri olan Quan, onun bir şeyler bildiğini düşündüğü için ona karşı taciz saldırıları düzenler. Artık tek istediği, kızının ölümüne sebep olan bombacıların isimlerini öğrenip intikam almaktır. Oysa farkında olmadan kendini İrlanda ve İngiltere arasındaki barışı bozmak isteyen entrikalar zinciri içinde bulur. Stephen Leather'ın The Chinaman adlı romanından David Marconi'nin senaryosunu yazdığı, Vertical Limit, Casino Royale gibi bazı iyi çekilmiş filmlerin yönetmeni Martin Campbell'in yönettiği The Foreigner, 63 yaşındaki Jackie Chan'ın kimbilir kaçıncı filmi olarak hanesine yazılan sürükleyici bir macera.

İşin içinde Chan olunca beklentiler genelde bol aksiyon/komedi yönünde oluyor. Yine Campbell'in 2010'da çektiği, dedektif Mel Gibson'ın aktivist kızının cinayeti üzerine sazı eline aldığı Edge Of Darkness'a benzer bir intikam hikayesini bin defa izlemiş olmanın sıkıcılığı bir yana, bu hikayelerin dallanıp budaklan entrikaların orta yerine konuşlandırılması, işin seyrini biraz olsun ilginç kılıyor. İntikam motivasyonu, çok daha büyük komploların açığa çıkmasına vesile oluyor. Kahramanımız intikamını alırken, devletler veya şirketler arası çıkar ilişkilerinden kaynaklanan daha büyük tekerleklere de çomak sokuyor ki, zaten kuru kuruya bir intikam macerası çabuk tıkanabilir. The Foreigner'daki ayak oyunları ise, İngiliz hükümeti ve IRA arasında sağlanan barışa rağmen, bu huzur ortamının hala kaygan zeminde bulunması, geçmişteki hesapları kapatmamış bazı derin oluşumların bu ortamı baltalamaya yönelik terör saldırıları üzerinden şekillenmekte. Ailesinden kalan tek fert olan kızı Fan'ı terör saldırısına kurban veren Quan'ın, iki ülke arasındaki bu hassas dengeler nedeniyle saldırganların bir türlü yakalanmaması sonucu insiyatifi eline alması, Jackie Chan filmlerinde görmeye alışık olmadığımız bir ciddiyet ve politik gerilim tonuyla işleniyor.

Bir roman uyarlaması olmanın getirdiği, entrikaların havada uçuştuğu film, gereksiz aksiyona yüklenmeden, gerekli gördüğü yerlerde de mantık hatalarına, klişelerine rağmen dinamik ve estetik olabilen yapısıyla eli yüzü düzgün kalabiliyor. MacGyver, Bourne karışımı Quan'ın inatçı adalet kovalayıcısına, sonuçsuz kalınca da inatçı bir intikamcıya dönüşü, bu tarz filmlerin sınırlarında ikna edici ve kendi liginde üst sıralarda yer alması gereken türden. Ülkesi dışında çektiği bir sürü çöp filmde ya Amerikalı vasat oyuncuların yancısı ya da sıkıcı aile filmlerinin "yabancı" sosu olarak kullanılan usta oyuncu Jackie Chan, canlandırdığı Quan'ın mülayim, acılı ve öfkeli yönlerine çok hakim bir oyun sergiliyor. Bu Hollywood filmlerinin yanına koyduğumuzda pırıl pırıl parlayan ABD, İngiltere, Çin ortak yapımı The Foreigner, İngiliz ve İrlanda ağırlıklı kadrosu, yine aynı coğrafyanın atmosferiyle politik gerilimi aksiyonla dengeli biçimde paketleyen filmleri sevenlerin şans verebileceği bir yapım. Ama bana göre Martin Campbell'in en iyi filmi hala Vertical Limit.

21 Aralık 2017 Perşembe

Dunkirk (2017)


Yönetmen: Christopher Nolan
Oyuncular: Fionn Whitehead, Kenneth Branagh, Tom Hardy, Mark Rylance, Cillian Murphy, Damien Bonnard, Tom Glynn-Carney, Barry Keoghan, Jack Lowden, James D'Arcy, Harry Styles, Will Attenborough
Senaryo: Christopher Nolan
Müzik: Hans Zimmer

2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Mayıs 1940'ta İngiltere, Kanada, Fransa ve Belçika'ya ait müttefik ordularından 400 bin asker, Fransa'nın İngiltere'ye çok yakın Dunkerque (Dunkirk) bölgesinde Alman Ordusu tarafından karadan tamamen kuşatılmıştır. Almanlar bu askerleri hava bombardımanlarıyla yok etmeyi planlarken, İngiliz Başbakanı Churchill'in yönlendirmesiyle askerleri kurtarmak için çok tehlikeli bir tahliye operasyonu başlatılır. Christopher Nolan'ın senaryosunu yazıp yönettiği Dunkirk, bu operasyonun havadan, karadan ve denizden yansımalarını konu alıyor. Tarihte önemli bir yere sahip bu tahliye hadisesinin, gerçek olaylara ve kişilere ne kadar bağlı kaldığını bilmediğimiz bireysel hayatta kalma öyküleriyle karışık biçimde kurgulanıp, figürasyon, görüntü yönetimi, kostüm, müzik gibi yan unsurlarla desteklenerek "epik savaş dramı" kıvamına getirildiği Dunkirk, seyircide iyili kötülü farklı hissiyatlar yaratması kaçınılmaz bir film. Dünyanın yaşayan en saygın yönetmenlerinden birinin çektiği bir film ile yaşadığımız sıkıntıları anlatırken, onun tercih ve tekniklerinin ötesinde, bize sunduğu atmosfer ve hikayenin tatmin ediciliği üzerine göreceli şeyler söylemek durumundayız. Bu yüzden yazının bundan sonrasında kuracağım tüm cümlelerin başına "bence" kelimesi koymuş gibi düşündüm.

Dunkirk tüm vitrin görkemine rağmen artık günümüz standartlarında gayet sıradan bir film. Daha iyilerini yıllar önce başka isimlerden izlediğimiz, kodları o yıllarda oluşturulan bu tip epik yapımlardan fazlası yok, eksiği çok. Nolan'ın gerçeklik yaratmak amacıyla filmi Hollanda, İngiltere ve Dunkirk/Fransa gibi doğal lokasyonlarında çekmesi, CGI ve yeşil ekranlara fazla yüz vermediği söylenen işçiliği, gerçekten saygıyı hak ediyor. Ama ne var ki tüm bu bileşenlerden ortaya çıkan film, birçok yönden hedeflediği gerilimi, dramatik çıkışsızlığı, savaş psikolojisini, zamana karşı yarışı %100'lü değerlere ulaştıramıyor. Dunkirk'ü kara (dalgakıran), hava ve deniz olarak üç bölüme ayıran Nolan, her birine üç ana karakter ve onlara eşlik eden yan karakterler atayarak farklı kollardan bu tahliyenin zorluklarını betimlemeye çalışıyor. Henüz ilk filminde rol alan Fionn Whitehead'in canlandırdığı tıfıl İngiliz askeri Tommy'yi izlememizi isteyen Nolan, gerek bu oyuncunun Fionn olarak dümdüz tecrübesizliği, gerekse Tommy olarak yaşadığı trajedileri, korkuları, hayatta kalma arzusunu yansıtmaktan çok uzak ifadesiz duruşu neticesinde bir nevi bindiği dalı kesiyor. Dunkirk'ten çıkabilmek için herşeyi göze alabilecek Tommy'den ziyade, Nolan'ın şuraya gel, buraya git, şunu yap dediği sıradan bir set çalışanı gibi görünen Whitehead etrafında dişe dokunur kurtuluş anları da oluşturulmayınca, beklenen etkiyi bir türlü yaratamayan kurusıkı sahneler izliyoruz.


Filmin denizde geçen kanadında, Dunkirk tahliyesinin en önemli kahramanları sayılan sivil tekne sahiplerinin ve balıkçıların Alman uçaklarının baskısı altında kurtarabildikleri kadar asker kurtarmaya çalışmaları yer alıyor. Burada 60'larındaki Mr. Dawson, oğlu Peter ve kendini oldu bittiyle onların teknesine atan genç George'un Dunkirk'e giden yolculuklarını izliyoruz. Yolda Cillian Murphy'nin canlandırdığı asabi bir askeri kurtarıyorlar. Teknede suni bir gerilim yaratılıyor, işler sarpa sarıyor, daha savaş ortamına girilmeden George yaralanıyor vesaire. Doğallıktan uzak, hiçbir derdini doğru düzgün ifade edemeyen sahnelerle dolu bu bölüm, belki de sadece Kumandan Bolton'ın bu gönüllü kurtarma teknelerini dalgakırana yaklaşırken gördüğü sahnede bir duygu yaratmayı başarıyor. Alman uçaklarının bu teknelere yaptığı saldırılarda, ne gemicilerle, ne de kurtarılan askerlerle bir hayatta kalma empatisi kuramıyoruz. Zira o kadar tekne arasından sadece birine odaklanmış durumdayız. Bu da bizi etraftaki gerilimden, hareketlilikten, başka (ve belki daha dişe dokunur) kahramanlık girişimlerinden mahrum bırakıyor. Gazeteye kahraman olarak lise öğrencisi zavallı George'un resminin basılmasında etkili olan şeyi düşünmemize, sorgulamamıza bile fırsat vermiyor, "yaptım oldu" diyor Nolan.

Tahliye esnasında havada da ayrı bir telaş var. Üç uçaktan oluşan kurtarma ekibinden biri erken veda edince, Collins ve Ferrier ikilisinden oluşan pilotların 3-5 Alman uçağıyla olan mücadelesine tanık oluyoruz. Etkileyici süzülme sahnelerine rağmen aynı şeyi çatışma sahneleri için söyleyemiyoruz. Sanki onlar da geleneğe uyup etki bırakmaktan imtina eder biçimde çekilmiş adeta. Collins de çatışma esnasında mecbur kalıp suya iniş yapınca, koskoca Dunkirk tahliyesinin kaderinin önemli bir kısmı, göstergesi arızalandığı için ne kadar yakıtı ve zamanı kaldığını kestiremeyen, göründüğü sahnelerin %90'ında sadece gözleriyle bize duygu aktarmaya çalışan Tom Hardy'nin canlandırdığı Ferrier'e kalıyor. Film boyunca bize insan suretinde Alman askeri göstermeyen, havada gayet cılız kalan uçaklarla ya da içinde kahramanlarımızın (!) da bulunduğu bir grup askerin sığındığı, gelgit sebebiyle karaya oturmuş bir tekneye yapılan atış talimleriyle o gerilimi yaşatmaya çalışan Nolan, seyirciden çok fazla özveri bekliyor. Yani bu devasa kurtarma harekatını hava, kara, deniz olarak üçe bölüp karışık biçimde anlatmak ne kadar iyi fikirse, bu fikre korku, trajedi, hüzün, coşku, kahramanlık yükleyememek de o kadar beceriksizce. Üstelik bir de Nolan'ın bu filmde son derece gereksiz duran kurgu karıştırma merakı işin içine girince, "en azından burada bir fark yaratayım" düşüncesine gark oluyoruz.


Nolan'ın en zayıf kaldığı noktaların ilk sırasında, o "devasa" dediğimiz, ama bir türlü devasa görünmeyen tahliye hadisesinin kendisi var. Almanya Hava Kuvvetleri'nin yoğun saldırılarını üç uçakla, kurtarılmayı bekleyen 400 bin müttefik askerini 400 askerle anlatmaya çalışınca hazımsızlık kaçınılmaz bir hal alıyor. CGI ve yeşil ekran inadı olmasa belki daha ihtişamlı sahneler ortaya çıkacaktı. Tarihte önemli bir yeri olan, ancak buna rağmen zaferle pek alakası olmayan Dunkirk'ü insan hayatı kurtarma yönünden bir zaferle ilişkilendirmek daha kolay. Churchill bile "tahliye ile zafer kazanılmaz" demişken, Nolan bu ilişkilendirmeden bir kahramanlık çıkarmaya çalışıyor. Bunu söyleyeceğimi pek düşünmezdim ama belki de Dunkirk tam Spielberg'in kalemi bir filmdi. En azından belli noktalarda Schindler's List ve Saving Private Ryan gibi savaş destanlarının ihtişamından sebeplenmiş bir film olarak görebilirdik kendisini. En iyi yanı olan Hans Zimmer müzikleri bile çoğu zaman filmin yerine getiremediği gerilimi tek başına sırtlanıyorken, Kenneth Branagh, Mark Rylance veya Tom Hardy'den bahsedecek birşey bulamıyoruz. Onlar üç ayrı köşeye lider olarak atanmış memurlar gibi sadece yer tutuyorlar. İsviçreli usta görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema'nın çok daha iyi işleri olmuştu. Christopher Nolan'ın sevapları ve günahlarıyla Following, Memento, The Prestige, Inception gibi yıllar geçse de beyinleri meşgul edecek dört başı mamur özgün filmlerin sahibi olarak görmeye devam etmek istiyoruz. Dunkirk gibi öykünmeler ile değil!

13 Aralık 2017 Çarşamba

Baby Driver (2017)


Yönetmen: Edgar Wright
Oyuncular: Ansel Elgort, Kevin Spacey, Jon Hamm, Jamie Foxx, Lily James, Eiza González, Jon Bernthal, CJ Jones, Flea, Lanny Joon
Senaryo: Edgar Wright
Müzik: Steven Price

Genç bir müzik tutkunu olan Baby, soygun tertipleyen Doc'ın kurduğu küçük çeteleri olay yerinden kaçırma görevi üstlenen yetenekli bir sürücüdür. Birkaç sene önce Doc'ı soyduktan sonra ona tekrar yakalandığı için borçludur. Doc ise bu yüzden, Baby'nın soygunlardan payına düşen payın büyük bir kısmını keserek ona az bir miktar vermektedir. Sağır, dilsiz, fiziksel engelli üvey babası Joseph ile yaşayan Baby, para biriktirmektedir ve borcu bitince bu işleri bırakacaktır. Ama Doc'ın, direksiyonda harikalar yaratan Baby'yi bırakmaya pek niyeti yoktur. Güzel garson Debora ile tanışan ve ona aşık olan Baby, onunla birlikte huzurlu bir hayat planlamaktadır. Ama patlamaya hazır birer bomba gibi olan Bats, Buddy ve Darling'in yapacağı bir postane soygunu için Doc tarafından tekrar çağrılır.

Konusu ne olursa olsun, senaryoları ve yönetmenliğiyle kendine has bir yer edinmiş İngiliz Edgar Wright'a ait Baby Driver, ABD/İngiltere ortak yapımı bir film. Shaun Of The Dead, Hot Fuzz ve The World Ends'den oluşan üçlemesi, arada Scott Pilgrim vs. The World uyarlaması ile popüler sinemayı bağımsız unsurlarla karıştırarak yarattığı, mizahın farklı tonlarla hiç eksik olmadığı filmlere adını yazdıran Wright, filmleriyle ilgili her yeni haberde heyecan dalgası oluşturan bir yönetmen haline geldi. Bu filmler sayesinde onu seven kitle, zeki espriler, durum komedileri ve absürt mizah içeren, nereye gideceği kestirilemeyen adrenalin yüklü filmleri bağrına bastı. Özellikle mizahi açıdan iyice sıradanlaşan senaryoların yanında Edgar Wright filmleri maden gibiydiler. Hala da öyleler. Üstelik yıllar geçtikçe demleniyorlar. Popüler kültür tarafından Tarantino'nun farklı bir versiyonu olarak görülen Wright, sırf bu üçlemesi sayesinde tıpkı Tarantino ve Stephen King gibi fikirleri önemsenen, sene sonu en iyi film listesi merakla beklenen ikonik bir figür haline geldi. Bu vesileyle Baby Driver'ın yarattığı heyecan dalgası, bir Wright hayranı olarak hepimizi sardı.

Çoğu filmi gibi Baby Driver da seyirciyi ikiye bölen bir film. Edgar Wright'ın tarzına alışmış olanlar için olağan bir durum. Fakat bu kez kendimden örnek vererek birşey daha fark ettim. Baby Driver, genel bir ikiye bölme yanında, tek bir seyirciyi de kendi içinde ikiye bölen bir film olabilir. Yani Wright seven bir seyirci filmde sevdiği veya sevmediği sahneler bulup, bunu Wright'a yakıştırmayabilir. Ben de bunlardan biri olarak Baby Driver'ı bir Edgar Wright filmi olarak sevmedim. Künyede onun adı geçmese kimsenin de bunun bir Edgar Wright filmi olduğunu anlayacağını sanmam. Bunun en birinci sebebi, mizah eksikliği. Wright'ın tüm filmleri, gücünü bu mizahtan alıp, onu renklendirebilen, şekilden şekile sokabilen, absürtlüğünü sevdiren, hatta belli bir mizah ciddiyeti yaratabilen karakterdeydiler. Baby Driver ise ezberlenmiş aksiyon planlarına, gereksiz bir agresifliğe, türlü karakter tutarsızlıklarına sahip bir film. Fakat Wright'ın klişeleri çok sevdiğini, onlarla kendi tarzında dalga geçtiğini, onlardan yeni klişeler ürettiğini biliyor olmak, Baby Driver'ı sevmemizin önüne ciddi engeller çıkarıyor.


Mizah eklemeye çalıştığı anlarda dahi güldürmeyi pek beceremeyen Wright, 80'li yılların klişe polisiyelerinden, 90'ların şansı yaver giden beceriksiz kahramanlarından ya da birkaç koldan sıkıştırılmış günümüz iyi adamlarından sıkıcı izler taşıyor. Kötü adam olarak sadece Bats tiplemesi gerginlik yaratabiliyor ama onun da karizma sorunu var. Yazım olarak aceleye getirdiğini düşündüren senaryosunun gideceği yeri pek kafaya takmayan, belki de sadece sonunu tasarlayıp o sona nasıl yol alacağına özen göstermeyen bir anlatım seçiyor. Mesela sonlara doğru kahramanın etrafındaki çemberi daraltmak iyi fikirken, çok iyi bir "kaçış şoförü" olarak aksiyon sahnelerinde saniyelik doğru kararlar alan Baby'nin bu çemberden çıkmak için bir planı olmaması büyük eksiklik. Tabii çıkış planı olmayan senaryolardan da iyi filmler çıkıyor. Ama Baby Driver onlardan değil. Zira bu çıkışı kendi haline bırakınca hiçbir ilginçlik oluşmuyor. Üstelik kahramanın bu plansızlığı onu aptal ve beceriksiz gösterme riski de taşıyor. Nicolas Winding Refn filmi Drive hem bundan daha 80'lerdi, hem de daha kalıcı etkilere sahipti. Bu iki filmi tür açısından karşılaştırmamız tuhaf görünse de bunu Wright'a borçluyuz. Zira alıntı, esinti, gönderme yönünden de zayıf kalıyor.

Örneğin Baby'nin ölen annesinden kalan müzik tutkusu Peter Quill'in (Guardians Of The Galaxy) hassasiyetine çok benziyor. Peter, kavga dövüş kurtulduğu hapishaneye sırf kaseti için geri dönerken, Baby, polisten kaçarken aceleyle yoldan rastgele çevirdiği bir aracı, radyodan sırf daha iyi bir şarkı yakalayıp havaya girmek için hareket ettirmiyor. Wright sonlara doğru elindeki malzemeyle gerilimi tırmandırmasına rağmen ne aksiyonu, ne de karakterlerin akıbetini iyi idare edemiyor. Kötü adamlar arasında da makul bir denge sağlayamayıp inandırıcılığını sorgulatıyor. Buddy ve Bats üzerine tahmin edilenleri boşa çıkarıp ters köşe kasması bir yana, film boyunca seyirciye önemli bir tehdit olarak dayatılan Doc'ın akıbeti tam bir fiyasko. Böylesi yavan bir (hatta iki) final, Wright'ı acelecilikle, beceriksizlikle, cesaretsizlikle, kolaya kaçmayla suçlamak için elimize yeterince koz veriyor. Filmin benim için en güzel anları, Baby ve Debora'nın az sayıdaki müzik sohbetleri oldu ki, keşke Wright, filmi aksiyon değil de bu tip sohbetlerin döndüğü High Fidelity gibi naif bir konu üzerinden tasarlasaymış diye düşündüm. Zira Wright'ın absürtlükle dirsek temasındaki aksiyon anlayışı Baby Driver'daki mizahsız haliyle hiç çekilmiyor.

Oscarlı iki oyuncu Kevin Spacey ve Jamie Foxx da dahil olmak üzere, "babyface" olmasından başka bir özelliği olmayan Ansel Elgort, John Hamm, Eiza González, Lily James gibi oyunculardan kurulu kadro, bu senaryoda kendilerinden büyük beklentiler olmaması neticesinde büyük oynamayan biçimde takılıyorlar. Belki göründüğü sahnelerde sinir stres yaratan Jamie Foxx'un ortamı germe başarısından biraz daha ciddi olarak söz edilebilir. Fakat daha önce de söylediğim gibi bu tip gerginlikler bir Edgar Wright filminde çok alakasız duruyor. Zaten Baby Driver, Avrupa'da veya Uzakdoğu'da çok iyi filmler çektikten sonra Hollywood'a transfer olmuş başarılı bir yönetmenin başarısız ilk filmi gibi bir görüntü çiziyor. Wright, bu filmin devamını da çekmek istediğini söylüyormuş. Çok tutan bir filmin devamından ziyade, Wright'ın bu yabancılaşma (ve yavanlaşma) durumunun farkındalığı neticesinde durumu kurtarma hamlesi gibi bir karar sanki. Sonuç olarak bir devam filmine hiç lüzum yok. Dilek ve temenni olarak da kendisinin İngiltere'ye dönüp önündeki maçlara bakmasını, hatta takıma tekrar Simon Pegg ve Nick Frost'u dahil etmesini ekleyebiliriz. Çünkü Edgar Wright'ı seviyor, onu banal Hollywood prodüksyonlarında kaybetmek istemiyoruz.

6 Aralık 2017 Çarşamba

Wind River (2017)


Yönetmen: Taylor Sheridan
Oyuncular: Jeremy Renner, Elizabeth Olsen, Graham Greene, Gil Birmingham, Julia Jones, Kelsey Asbille, Jon Bernthal, James Jordan, Martin Sensmeier, Teo Briones
Senaryo: Taylor Sheridan
Müzik: Nick Cave, Warren Ellis

Oyuncu Taylor Sheridan son üç yıla üç senaryo sığdırdı. Sicario (2015) Denis Villeneuve, Hell or High Water (2016) ise David Mackenzie tarafından yönetildi. Her ikisi de haklı ödüller ve övgüler aldı. 2017'deki Sheridan senaryosu Wind River'ı ise bizzat kendisi yönetiyor. Bu onun 2011'deki başarısız korku filmi Vile'dan sonraki ikinci yönetmenlik girişimi. Peşpeşe yazdığı bu üç filmle sinema dünyası iyi bir senarist kazanmışken, Wind River ile iyi bir yönetmen de kazanmış oluyor. Wyoming'deki Kızılderili bölgesi Wind River yerleşkesinde bulunan bir genç kız cesedi ile başlayan film, cesedi bulan Balık ve Vahşi Yaşam Servisi üyesi tecrübeli bir iz sürücü olan Cory Lambert ile, bu davayı incelemesi için apar topar gönderilen çaylak FBI ajanı Jane Banner'ın yerel polis ile işbirliği içinde olayı aydınlatma çabalarını konu alıyor. Sheridan, uyuşturucu kartellerine taşeronluk yapan Amerikan özel timleri (Sicario) ve Amerikan rüyasının pususunda yatan vahşi kapitalizm canavarı (Hell or High Water) gibi iddialı mevzulara Wind River ile bu defa kayıp kişi istatistiklerinde Kızılderili kadınların hesaba katılmamasının sebep olduğu polisiye ve adli sorumsuzlukları ekliyor. Başka bir açıdan bakıldığında, Amerika'da dönem dönem patlak veren afro-Amerikan ırkçılığın gölgesinde kalan bir başka etnik ve cinsiyetçi duyarsızlığa dikkat çekiyor.

Sheridan'ın bu üç senaryosuyla oluşturmak istediği belli bir kalıp var. Av ve avcı arasında yaşanan kovalamaca sürecini anlatırken, geçmişinde ağır hasarlar almış olan ve bir zamanlar av olup hayatta kalabilmiş ana karakterlerin avcıya, kendilerinde bu hasarları yaratan sistemin ve bu sistemin çarklarını oluşturan kötücül bireylerin de ava dönüşmeleri üzerinden hikayesini kuruyor. Kanunsuzluklar sayesinde bir yandan sistemi sorgularken, o sistemin anladığı kanunsuz dille hesaplaşmayı seçiyor. Bu üç senaryosunda da gizem, gerilim ve dramı ortak paydada buluşturmayı başarıyor. Birinin diğerlerinin önüne geçmesini önlüyor. Her üçünde de intikam olgusunun farklı yansımaları mevcut. En önemlisi de, tüm bu hikayeler için vahşi batı lokasyonları seçiyor. Zira acımasız sistem, av, avcı, intikam olguları kendini en iyi bu coğrafyalarda ifade ediyor. Her üç filmi de kastederek teknolojik gelişmelerin sonucunda avcıların işini kolaylaştıran takip sistemleri, son model silahlar, hızlı araçlar, gelişmiş suç bilimi, temelde bu western ruhuna hizmet ediyor. Bir bakıyorsunuz tüm bu moderliğin içinden sürüsünü eski usül evine götüren bir kovboy, çocuğuna ata binmeyi öğreten geleneksel bir baba veya Amerika'nın ücra ve soğuk bir köşesine hapsedilmiş bir kızılderili ailesi geçiyor.


Wind River, yaşanmış bazı olaylardan esinlenmiş bir film. Zaten filmin sonunda verilen genel bilgi de bunu doğrular nitelikte. Bu yüzden Sheridan senaryosu birçok Hollywood kurgusundan çok daha gerçek tonlar taşıyor. Başlangıçta "katil kim" polisiyesi izleyeceğimizi düşünürken ve uzun süre de öyle gitmişken, hatta başka bir ceset daha bulunmuşken filmin kendi zamanıyla geçmişteki bir sahnesini ustalıkla birleştiren flashback bölümü ile düğümü çözmeyi son dakikalara bırakmak istemiyor Sheridan. O uzun flashback sahnesinde anlatılan hoş bir anı, sevgi dolu dakikalar ve sonrasında yaşanan trajik anlar sadece çözdüğü cinayet düğümünün değil, filmin iyi ve kötü kavramlarına dair tüm motivasyonlarının adını koyuyor. Ondan sonra inanılması güç bir hayatta kalma mücadelesinin, ücra beldelerde yapılan kötülüğün kötülerin yanına kar kalmasının, parçalanmış ailevi değerlerin, ertelenmek zorunda kalmış hayallerin, iletişimsizlik pişmanlıklarının muhasebesini daha da koyultuyor. Yürek parçalayan bu bölüm, seyirciyi Lambert ve Banner tarafına daha fazla yakınlaştırırken, Sheridan'ın vahşi batı adaletini yürürlüğe koyacağına dair sinyalleri de veriyor. O adalet de Sicario ve Hell or High Water'dan soyut izler bulabileceğimiz biçimde sağlanıyor.

Belki geçmişte kızını da benzer biçimde kaybetmiş ana karakter Cory Lambert'ın, cesedini bulduğu Natalie'nin kaybolan kendi kızının arkadaşı olması vesilesiyle yaşadığı "kaderiyle hesaplaşma" fırsatı biraz klişe durabilir. Üstelik Lambert'in kızılderili karısından boşanmış, kendini oğluna adamış, bilgece laflar eden bir adam olarak resmedilmesi de bu klişeye iliştirilebilir. Genç FBI ajanı Jane Banner'ın geçmişi üzerine hiç, karakteri üzerine ise fazla düşülmemesinin onu bazı açılardan suni bıraktığı da söylenebilir. Ama Sheridan, ortasından yakalayıp seyirciyi dahil ettiği bu hikayenin geçmişini daha çok toplumsal açıdan ele aldığı için, Jane gibi karakterlerin geçmişinin bu hikaye önünde engel oluşturmasını istememiş olabilir. Natalie ve Jane'in hayatta kalmaya çalışan birer "savaşçı" olmalarının ortak noktasında Jane'i az da olsa boyutlandırmak olası bir hal alabiliyor. Jeremy Renner ve Elizabeth Olsen gibi iki iddiasız oyuncunun karakter işlenişine de bariz katkıları olmuyor. Ancak hikaye ne kadar güçlü olursa ve ne kadar ciddi ele alınırsa, film de o kadar sağlam yere basabiliyor. Senaryo ve yönetim becerileri o karakterleri kendi işlemeye başlıyor. Cannes Film Festivali'nin Belirli Bir Bakış bölümünde Sheridan'a En İyi Yönetmen ödülü kazandıran Wind River, bu haliyle şimdilik Sheridan üçlemesinin son halkası gibi duruyor. Tabii yeni senaryolar ve filmler de gelecektir. Sheridan'ın hayata karşı direnme öyküleri merakla beklenen bir hal aldı. Çünkü güç kavramını hayatta kalabilme kabiliyeti açısından tanımlayan bu öyküler, filmde geçen "kurt şanssız geyiği değil, zayıf olanı avlar" sözünde olduğu gibi işini şansa değil, gerçeklere emanet etmiş görünümlere sahip.

25 Kasım 2017 Cumartesi

Justice League (2017)


Yönetmen: Zack Snyder
Oyuncular: Ben Affleck, Henry Cavill, Gal Gadot, Jason Momoa, Ezra Miller, Ray Fisher, Jeremy Irons, Diane Lane, Amy Adams, J.K. Simmons, Joe Morton, Connie Nielsen
Senaryo: Chris Terrio, Joss Whedon
Müzik: Danny Elfman

Marvel ve DC arasındaki ezeli rekabet tüm hızıyla sürmekte. Bir Marvel All-Star filmi olacak Avengers: Infinity War için nefesler tutulmuşken, Marvel'in güçlü Thor: Ragnarok kartına DC' nin cevabı Justice League oldu. Üstelik ilk iki Avengers filminin yazar/yönetmeni Joss Whedon'un senaryo katkılarıyla. Batman v Superman: Dawn Of Justice'ın senaristi Chris Terrio'nun yanında görevlendirilen Whedon tercihi gösteriyor ki, hem bu filme bağlantılı olarak büyük birleşme gerçekleşsin, hem de bu birlik Avengers kimyası yakalasın. Zira Avengers öncesi, tıpkı yıldız futbolcularla dolu bir takımı nasıl idare edeceği merak konusu olan teknik direktörler gibi, süper kahramanları tek bir filmde toplayan Whedon'un performansı önemliydi. Whedon bu işi iyi yönetince DC'nin Justice League birleşmesi için Whedon transferi gerçekleşti. Fakat birleşme öncesindeki solo filmler de önemli olduğundan burada Marvel'in üstünlüğü göze çarpıyordu. Whedon, yazıp yönettiği filmlerde iyi bir kimya yakalarken, DC'den sorumlu Zack Snyder, Man Of Steel ve  Dawn Of Justice ile Superman'e itibar kazandırmaya, Nolan sonrası Batman'e cila çekmeye, Patty Jenkins'in yönettiği Wonder Woman'ı geniş kitlelere yaymaya çalışıyordu. Kanımca bunların hiçbirinde tam başarı sağlayamayıp klişelere teslim filmlerle DC evrenini bir türlü parlatamadı.

Oysa aynı Zack Snyder, 2009'da iki deneyimsiz senaristin revize ettiği Watchmen ile 300 sonrası yine harika bir iş çıkarmış, hiçbirinin solo filmi bulunmayan beş arızalı süper (!) kahramandan ezber bozan bir birleşme filmi meydana getirmişti. O filmin gerektirdiği polisiye örgüye, felsefi derinliğe, kara mizaha hakim bir örnek ortaya koyan Snyder, Marvel karşısında DC'yi hüsrana uğratmamak adına kendi vizyonundan ödün veren filmler çekmeye, çekenleri finanse etmeye başladı. Superman'in ölümü sonrası Bruce Wayne'in yaklaşan yeni bir tehlike karşısında güçlü bir birlik kurmak için harekete geçmesiyle başlayan Justice League, Wonder Woman'ı cepte sayıp birliğin diğer üç üyesi olan Aquaman, Flash ve Cyborg'u bir an önce seyirciye benimsetme misyonu üstleniyor. Bu üç yeni DC kahramanının soloları 2020'ye bırakılmış. Yani ortada ciddi bir zamanlama hatası var. Haliyle Justice League'in ilk yarısında onların hikayelerini özet geçmek zorunda hisseden ve bu uğurda kurgusal acelecilik, özensizlik, düzensizlik içine düşen Terrio, Whedon, Snyder üçlüsü, sanki apar topar vazifeye çağırılmış kötü adam Steppenwolf'un hangi amaca hizmet ettiği tam olarak anlaşılamayan "evrenin çeşitli yerlerinde korunan gizemli kutuları toplayıp onlardan yenilmez bir güç yaratma" misyonuna engel olma yönünde ekibi şekillendirmeye çalışıyorlar. Tabii tıpkı Loki'nin, Ultron'un veya Hela'nın olduğu gibi Steppenwolf'un da ucubelerden kurulu bir ordusu var. Zaten bu ordular olmazsa süper kahramanların bireysel yeteneklerini sergileyebilecekleri aksiyon sekansları oluşturmak zorlaşır.


Steppenwolf'u yeterince kötücül hale getirdiğini sanarak yoluna devam eden film, güç bela aynı ortamda topladığı bu ekibin olmazsa olmazı olan nazlanma, birbiriyle anlaşamama, güç yarıştırma, amaca kilitlenme ve diğer unsurları sürekli yüzeysel bırakarak ya da aceleye getirerek süreci iyice basitleştiriyor. Üstelik sıkıcı ergen Spiderman'ın DC'deki yansıması olan Flash, cool bir heavy metal figürden öteye geçemeyen Aquaman, en ufak bir özdeşlik kurma açığı bulunmayan Cyborg, Ben Affleck'in oynadığı Batman ve Gal Gadot'un süper güzelliğinden gerisi yalan olan Wonder Woman, bu haliyle düşmanla baş edemeyecek kadar çaresiz duruma düşüyorlar. Zaten öldüğüne kimsenin ihtimal vermediği Superman ile işin güç boyutunu da halleden ekibimizin düşmanı tokatlama adı verilen sekanslarını izlemeye başlıyoruz. Onun haricinde geriye zengin Bruce Wayne'in görgüsüzlüğünden veya Flash'in ergen hezeyanlarından espriler üretmeye çalışan, Aquaman'in potansiyelinden bir Thor fenomeni yaratamamış, senaryo derinliği sağlamayı hiç kafaya takmayan bir film kalıyor. Bir kere en baştan adında "adalet" bulunan bir süper kahraman oluşumunun adaletin tam olarak hangi kısmıyla hemhal olduğunu anlamak güç. Masum sivilleri dünya dışı güçlerden kurtararak adalet sağlamak diye aşırı zorlama bir durumdan söz ediliyorsa, neresinden tutsak elimizde kalır. Jeremy Irons, Diane Lane, J.K. Simmons, Amy Adams veya Ingvar Eggert Sigurðsson gibi isimleri bu filmde figüran olarak görmemizden ötürü bir adaletsizlik söyleminde bulunabiliriz belki.

Belli ki Zack Snyder bu işin peşini bırakmayacak, daha bir dolu DC filmi çekecek. Solo filmler vasat veya rezalet olabiliyor. Ama tüm kahramanların toplandığı Justice League'in öyle bir lüksü yoktu. Terrio, Whedon ve Snyder sanki varmış gibi rahat hareket etmişler. Ya da tam tersi, o lüksün olmadığı gerçeğinin altında kalmışlar. DC daha özgün olup, daha radikal kararlar alıp, riskli senaristler ve hatta Snyder dışında daha taze ve tutkulu bir yönetmenle (Thor: Ragnarok - Taika Waititi örneğinde olduğu gibi) bu Adalet Birliği'ni gerçekleştirebilirdi. Milyonlarca dolar harcamak her zaman işe yaramıyor. İşe yarar birkaç fikir, ezber bozan yaratıcı teknikler, güçlü bir mizah duygusu, iz bırakacak 1-2 sekans olmayınca Jason Momoa'nın karizması, Gal Gadot'un efsane güzelliği, Ezra Miller'ın sempatikliği havada öylece asılı kalıyor. Ben Affleck, Henry Cavill, Ray Fisher zaten dümdüz adamlar. Fakat bu saydığımız özelliklere sahip sağlam bir senaryo bile bu düz adamları hizaya koyabilirdi. James Gunn bunu bir özel efekt ürünü bir rakunla dahi yapabiliyorken Terrio ve Whedon'un:

Clark Kent: "Bizim ipotekli evi bankadan nasıl geri aldın?"
Bruce Wayne: "Bankayı satın aldım."

şeklindeki diyalog seviyesine ne demeli bilmiyorum. İlk cümledeki ezeli rekabet benzetmesi boşuna değil. Fanatik DC hayranları filmi yere göğe sığdıramıyorlar. Oysa Justice League, Thor'un kendi solosunda kurduğu yan oluşum "Revengers" kadar bile olamayan bir film.

18 Kasım 2017 Cumartesi

Thor: Ragnarok (2017)


Yönetmen: Taika Waititi
Oyuncular: Chris Hemsworth, Tom Hiddleston, Cate Blanchett, Mark Ruffalo, Idris Elba, Jeff Goldblum, Tessa Thompson, Karl Urban, Anthony Hopkins, Benedict Cumberbatch, Taika Waititi
Senaryo: Eric Pearson, Craig Kyle, Christopher Yost
Müzik: Mark Mothersbaugh

2011'de Kenneth Branagh yönetmenliğinde beyaz perdedeki solo hayatına başlayan İskandinav Şimşek Tanrısı Thor, ilk Avengers macerasıyla yerini sağlamlaştırıp 2013'te bu defa Game Of Thrones yönetmenlerinden Alan Taylor'ın çektiği ikinci solo Thor: The Dark World için vize aldı. Başta Chris Hemsworth'ün karizması olmak üzere yıldız oyuncu kadrosunun hem birbirleriyle, hem de seyirciyle tutan kimyası sonucu üçüncü filme kadar gelindi. Tabii arada çeşitli Marvel filmleri ve ikinci Avengers macerası da bu halkaya dahil oldu. Thor filmleri genelde büyük infialler yaratacak cinsten olmadığı için tüm Marvel klişelerini kendi mitolojik evreni içinde modernize etmeye çabalayan, buradan bir mizah ya da dram çıkarmaya çalışan filmler olarak göründü. Açıkçası üçüncü bir Thor filmine gerek var mıydı, bence yoktu. Ama yapımcılar o kadar zengin ki, sürekli temcit pilavı gibi Örümcek Adam serisi başlatmalarının, Antman için bile solo film çekmelerinin yanında üçüncü Thor filminin lafı bile olmazdı. Üstelik her Marvel filmi, birbiriyle bağ kurmak gibi bir yan misyon da üstlenmiş durumda. Bu yüzden şovun devam etmesi gerekiyor. Kesenin ağzı yine açıldı ve merakla beklenen yeni Thor filmi Ragnarok, seriye güçlü bir halka ekledi. Ama bu kez beklentiler daha farklı hale geldi. Zira yönetmen koltuğunda Taika Waititi oturmuştu.

Eagle vs Shark, What We Do In The Shadows, Hunt For The Wilderpeople gibi bağımsız komedileri yönetmiş olan Yeni Zelandalı Waititi, potansiyel gişe canavarı devasa bir Marvel prodüksiyonu için çok ilginç bir isimdi. Aslında Avengers gibi dev bir serinin Joss Whedon gibi TV kökenli bir yönetmene teslim edilmesi veya daha önce hiç kayda değer bir film yapmamış James Gunn'ın Guardians Of The Galaxy'yi bir fenomene dönüştürmesi de biraz buna benziyordu. Zaten artık kurumsallaşmış Marvel prodüksiyonlarının mutfağındaki hazır materyaller, şablonlar, yazılımlar, efektler, koltuğa kim oturursa otursun onun işini epeyce kolaylaştırıyor. Buradan Whedon, Gunn veya Waititi'nin hazırcı yönetmenler olduğu anlamı çıkmasın. Hepsi de Marvel yönetim kurulunun beklentilerini boşa çıkarmayan filmler çektiler. Zaten mesele büyük oranda bunu yapabilmek üzerine. Ama enteresan işlere imza atmış yönetmenlerin bu şablonlara katacağı farklılıkları cesaretlendirmek gibi bir amaç da güdülüyorsa bu çok hoş. Bu amaç, adı geçen yönetmenler sayesinde belli alanlara sirayet edebiliyor. Oturmuş şablonlar içinde fark yaratmak gibi bir yan uğraş da edinmiş oluyorlar.


Taika Waititi'nin bir Marvel filmi çekeceği duyulduğunda, adı geçen önceki filmlerindeki minimal mizah anlayışının büyük bütçeli bir filmde nasıl bir kimya yaratacağı en merak edilen konulardan biriydi. En kibirli süper kahraman olarak nam salmış Thor'un bu özelliğine ters düşen olaylar yaşamasıyla ortaya çıkan doğal mizahın üzerine biraz daha fazla gittiğini düşündüren Waititi, kendine ait olmayan senaryodaki bazen zeki, bazen hınzır bir tebessüm konduran, bazen de hiç güldürmeyen komik anların bolluğundan bir film üretmeye çalışıyor. İzlemediğim Thor: The Dark World nerede bitmişti veya ondan sonra gelen ikinci Avengers filmi nerede kalmıştı hatırlamıyorum. Ama Thor'u alevler içindeki dev Surtur'a esir düşmüş şekilde bularak filme başlıyoruz. Odin dünyada sürgünde, hain evlat Loki Asgard'a heykelini diktirmiş gününü gün etmekte, gözcü Heimdall kayıp. Sıkı bir aksiyon sekansından sonra Surtur'un tacını (boynuzlarını) ele geçirerek Asgard'a dönen Thor, Loki'yi de alarak babası Odin'i görmeye gidiyor. Odin de onlara kötü haberi veriyor: Oğullarının tanımadığı sürpriz ablaları Hela, Thor'un çekici Mjollnir'i un ufak edebilecek kadar tehlikeli güçlere sahip ve sürgüne gönderildiği için öfkeli biçimde Asgard'ı ele geçirmek üzere harekete geçmiş vaziyette.

Asgard'a giden geçitte Hela tarafından başka bir evrene itelenen Thor, orada Grandmaster denilen bir dövüş simsarının eline düşüyor. Oradan kurtulup Asgard'ı ele geçiren ablası Hela'yı alt etmek zorunda. Böylece sürprizlerle, esprilerle, çılgın aksiyon sahneleriyle macera başlıyor. Özellikle Hulk'ın dahil olmasıyla iyice şenlenen film, ufak tefek sapmalar dışında klasik Marvel gidişatına riayet ediyor. Kendi yarattığı klişelerden faydalanıyor. İyice dibe vurmadan yükselemeyen kahramanın görkemli dirilişini tekrarlıyor. Tabii bunları bolca lunapark eğlencesi içinde yapıyor. Yani bazı ufak kırıntılar haricinde bunun bir Taika Waititi filmi olduğuna dair fazla emare göremeden film bitiyor. İlk solosuyla ortamlara akan Dr. Strange ve Waititi'nin canlandırdığı taş adam Korg karakterlerinin filme öylesine iliştirilmiş sahneleri, tatminkar biçimde işlenmediğini düşündüğüm Grandmaster tiplemesi, baş ağrıtan 3D kasmaları ve olmazsa olmaz bazı kötü esprileri haricinde bir Marvel ürününden beklenenin bir tık fazlasını Ragnarok'ta bulabiliyoruz. Bonus olarak belki de hiçbir Marvel filminde bu kadar net biçimde verilmeyen, üzerinde de sakil durmayan güncel bir mesaj üzerine düşünebiliyoruz.


Thor, Hela yüzünden Sakaar gezegenine düşüp orada Grandmaster tarafından esir alınınca, doğal olarak Asgard'a dönüp biricik vatanını bu kötü gücün elinden kurtarmak istiyor. En kibirli süper kahraman olmasının bedelini hep biryerlere sürgüne gönderilerek, şimdi de Ragnarok denen kıyamet yüzünden "mülteci" veya "göçmen" durumuna düşerek ödeyen Thor için bu düşmüşlük, küllerinden yeniden doğma fırsatı anlamına geliyor. Fakat burada asıl önemli olan, Odin'in oğullarına söylediği üzere "Asgard bir yer değil, halktır ve halk nereye giderse Asgard orasıdır". Heimdall'ın, Hela'nın zulmünden kaçırıp sakladığı Asgard halkını, hem içinde bulunduğu, hem de yaklaşan kıyametten tahliye etmek, yani bu defa gezegeni değil, oranın halkını kurtarmak fikrine odaklanan film, kurmaca bir evrenden günümüz mülteci sorununa ortak sinyaller gönderebiliyor. Solo bir Marvel yapımı olmasına rağmen Avengers benzeri bir ekip (Thor'un bulduğu isme göre Revengers!) sayesinde bunu başarmaya kilitlenen film, bu yeni takıma adil roller dağıtmak suretiyle aksiyonu tavana çıkarıyor. Marvel finallerinin vazgeçilmezi olan "güç içinde" mottosu dahilinde Şimşek Tanrısı Göçmen Thor'un küllerinden doğuşunu bu defa Led Zeppelin'in efsanevi The Immigrant Song'u eşliğinde Marvel antolojisine geçecek bir sahneyle taçlandırıyor.

Bu sahneyle birlikte kadın savaşçılardan oluşan Valkyrie ordusunun Hela tarafından yok edilişinin yer aldığı epik flashback ve tabii Thor ve Hulk'ın arenada kapıştığı bölüm filmin can alıcı anlarını oluşturuyor. Bunun dışında Mark Mothersbaugh'un 80'ler etkisindeki tema müzikleri (ki Taika Waititi'nin 80'ler takıntısı, Bruce Banner'ın Duran Duran albümü Rio temalı tişörtüne kadar sirayet etmiş vaziyette), bir tecrübe abidesi olarak İspanyol görüntü yönetmeni Javier Aguirresarobe'un (The Others, Hable Con Ella, The Sea Inside, Vicky Cristina Barcelona, The Road, Blue Jasmine) etkileyici kareleri, bir şehir nüfusu kadar görsel efekt çalışanının şık tasarımları, Hemsworth, Hiddleston, Blanchett, Elba, Goldblum, Hopkins, Ruffalo diye giden kadrosu (Hunt For The Wilderpeople'ın sinir bozucu polisi Rachel House bile varken, keşke Julian Dennison'a da birşeyler ayarlansaydı dedim, onu da Deadpool kapmış) ve tabii tüm bu bileşenleri 40 yıllık Marvel emekçisi gibi olması gerektiği gibi biraraya getirmeyi başarmış küçük bağımsız filmlerin sevimli yönetmeni Taika Waititi'nin şu an itibariyle yaklaşık 530 milyon dolar hasılat yapmış bir filmin yönetmeni olarak yeni bir lige yükselmesi. Ama kolay kolay o bağımsız ruhtan kopamayacağını kendisi de söylüyor, çok da iyi ediyor. Zira tarih onu Thor: Ragnarok'un yönetmeni diye değil, What We Do In The Shadows ve Hunt For The Wilderpeople'ı çeken adam olarak tanımalı öncelikle.

9 Kasım 2017 Perşembe

Pokot (2017)


Yönetmen: Agnieszka Holland
Oyuncular: Agnieszka Mandat-Grabka, Wiktor Zborowski, Jakub Gierszal, Patrycja Volny, Miroslav Krobot, Borys Szyc, Tomasz Kot, Andrzej Grabowski
Senaryo: Olga Tokarczuk, Agnieszka Holland
Müzik: Antoni Lazarkiewicz

Olga Tokarczuk'un "Drive Your Plough Over The Bones Of The Dead" adlı romanından, Tokarczuk ile birlikte aynı zamanda filmi yöneten Agnieszka Holland'ın senaryosunu yazdığı Pokot, iki köpeği ile Polonya'nın Dolnoslaskie kırsalında yaşayan 60'lı yaşlarındaki Janina Duszejko'nun merkezinde olduğu ilginç bir polisiye. Yönetmenliğe Krzysztof Zanussi'nin asistanı olarak başlayan, Andrzej Wajda ile senaryo çalışmalarında bulunan Agnieszka Holland, Polonya sinemasına kapalı kalmayıp kısa sürede dışarı açılmış, Almanya, Fransa, Polonya ortak yapımı Europa Europa ile 1990'da En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar adaylığı kazanmış, günümüze gelene kadar The Wire, The Killing, Treme, House Of Cards gibi dizilerin bazı bölümlerini yönetmiş tecrübeli bir yönetmen. En son 2011'de yönettiği ve bu defa Polonya'nın En İyi Yabancı Film Oscar'ı adayı olan In Darkness'tan bu yana uzun metraj çekmeyen Holland'ın bu tecrübesini aktardığı Pokot, gerek ana akım, gerekse bazı kaynaklarda benzetmesi yapılan Fargo gibi kült polisiyelerin hiçbirine yüzde yüz ait durmayan, sadece onlardan bazı parçalar almış gibi duran bir film.

Av mevsiminin kurallarına uyulmadığı bu kırsalda her daim kaçak avcılarla ihtilaf halindeki eski mimar, yeni İngilizce öğretmeni Bayan Duszejko'nun evlatları kadar sevdiği iki köpeği birgün kaybolunca ve devamında kasabada bazı şüpheli ölümler gerçekleşince bir seri katil hikayesi izleyeceğimizi düşünüyoruz. Ama ısrarla konuyu basit bir cinayet araştırması boyutlarına çekmek istemeyen film, hem birer birer dahil olan tekinsiz karakterlerle, hem de Duszejko'nun ateşli bir hayvan hakları savunucusu olmasının dramatik çaresizliğiyle akış belirliyor. Ama bunu yaparken zaman zaman fazla dağılıp ağırlaşarak bu akışı sağlayamıyor. Bu anlarda kolayca oluşturabileceği gerilimi de bir nebze törpülüyor. Bu anların oluşmasında filme dahil edilen yan karakterlerin gerekliliği veya rol ağırlıkları da etkili oluyor. Roman içinde ilginç gelebilecek kimi roller, filmi ağırlaştırabiliyor. Mesela polis merkezinde çalışan genç Dyzio senaryoya destek babında ne kadar işe yarar bir yan karakter ise, özünde ilginç bir adam olan doğa bilimci Boros hiç olmasa da olur bir tipleme olarak göze çarpıyor. Romanın tarzı nasıl ve Holland bu tarza ne ölçüde sadık kaldı bilemiyoruz. Fargo odağında olmasa da ortada genel anlamda iyi bir film var. Aksama, hantallaşma kadar, akıcı ve sarsıcı anlar da mevcut ki, filmin kendinden koparmamaya gayret eden bir yanı hep hissediliyor.

Filmini "janrlar arası, anarşist-feminist bir polisiye" olarak tarif eden Agnieszka Holland, bu tarife katılacağımız ve katılmayacağımız noktaların birbirine karışarak sıralandığı bir film çekmiş. Politika, din, bürokrasi, çevre, hayvan hakları alanlarında söyleyecek sözleri olan ve bunları genelde Duszejko'nun insan sevgisine denk tuttuğu hayvan sevgisi üzerinden veya direk kendi anarşist-feminist-hümanist kişiliğinin toplumla yarattığı çatışmalardan devşirerek dile getiren film, cinayetlerin sadece insanlara karşı değil, hayvanlara karşı da işlendiğinin altını çizmekten hiç vazgeçmiyor. Öldürülenler bir polis şefi, bir rahip, bir kumarhane/genelev işletmecisi ve bir vali olunca, bu makamların temsil ettiği değerlerin çıkaracağı malzemeyi de iyi değerlendirdiği söylenebilir. Uzun süre hedef saptırmayı başaran, lakin tahmin etmesi de pek zor olmayan, yine de sürpriz sayılabilecek final, ardından hiç de alternatif bir polisiyeye uymayan ikinci bir final ile nihayetlenen Pokot, sonuç olarak savunduğu her şeyi seyirciye geçirmeyi başaran bir yapım. Üstelik başta Duszejko rolüyle adeta filmi tek başına sırtlayan Agnieszka Mandat-Grabka'nın deneyim kokan performansı olmak üzere, görüntü yönetmenleri Jolanta Dylewska ve Rafal Paradowski'nin etkileyici görsellikleri ile de artılarına artı katıyor.

4 Kasım 2017 Cumartesi

Jestem Morderca (2016)


Yönetmen: Maciej Pieprzyca
Oyuncular: Miroslaw Haniszewski, Arkadiusz Jakubik, Michal Zurawski, Agata Kulesza, Magdalena Poplawska, Tomasz Wlosok, Piotr Adamczyk, Karolina Staniec
Senaryo: Maciej Pieprzyca
Müzik: Bartosz Chajdecki

1970'lerde Polonya'da yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen Jestem Morderca (I'm A Killer), kurbanlarını kadınlardan seçen, Silezya Vampiri olarak adlandırılan bir seri katili yakalamaya çalışan polis teşkilatındaki birimin başına geçen evli ve bir çocuk babası Janusz Jasinski'nin araştırma sürecini konu alıyor. İdealist Jasinski için önemli bir kariyer fırsatı olan bu davada son kurban valinin yeğeni olunca, katilin bulunması yönünde hem üst makamlardan, hem de kamuoyundan yoğun baskılar geliyor. 1972'de başlayıp uzun bir zaman dilimine yayılan bu dönem, tipik bir katil kim filmi gibi işlense de, Jasinski'nin dönüşüm sürecini de odak noktasına alıyor. Kendisine verilen görevi çok ciddiye alan, yabancı kaynaklara, teknolojik gelişmelere dayalı bir araştırma içine giren Jasinski için bu dava bir saplantı haline geliyor. Son cinayet sonrası olay yerinde görülen, tıpkı katil gibi 41 numara bot giyen, sorunlu bir evlilik yaşayan Wieslaw Kalicki'yi yakalıyor ve ondan itiraf almaya çalışıyor. Ne var ki bazı deliller onu işaret ediyor görünse de, Kalicki katil olmadığında ısrar ediyor. Kalicki yakalandıktan sonra cinayetlerin durması, Jasinski'nin elini güçlendiriyor ve iki adam arasında psikolojik bir savaş başlıyor.

Polonya tarihindeki önemli suç davalarından biri olan bu olayı senaryolaştırıp yöneten Maciej Pieprzyca, temposu düşmeyen, dönem detaylarını atlamayan güçlü bir suç gerilimi çekmiş. Bir süre olayın seri katil takibi şeklinde sürmesi, ardından Wieslaw Kalicki'nin yakalanışı, sonra da onun gerçekten katil olup olmadığı yönünde ikilemler yaratılması filmi hep diri tutmakta. Elinde Kalicki'den başka hiçbir şey olmayan Jasinski'nin, gördüğü yoğun baskılar sonucu yüzde yüz inanmasa da onu üstlerine ve topluma Vampir olarak tepside sunma zorunluluğu, vicdanının önüne geçiyor ve film burada psikolojik dram ile gerilim arasında tutturduğu dengeyi korumayı başarıyor. İdealizmin yozlaşmaya doğru evrilmeye başlaması noktasında filmin en önemli mesajlarından biri, görev bilinci ve vicdan olgusunun şöhret ve para karşısında fazla direnç gösteremeyişi, bu sayede bireyin sağlam ilkelerinin kolayca yıkılabilmesi, hatta onu başka insanların hayatlarını hiçe saymaya kadar götürmesi olarak özetlenebilir. Vampiri yakalayan polis olarak bir halk kahramanına dönüşen Jasinski'nin, bu uğurda evliliğini, dostluklarını, en önemlisi de iş ahlakını yitirmeye başlaması, kısacası bir protagonistin aşama aşama bir antagoniste dönüşümü, kendine filmin suç örgüsünden bağımsız bir yol çizmeyip, bir şeridin iki yanında aynı istikamete ilerlediğini hissettiriyor.

Yalnız aynı istikamete gidilirken, zaman zaman Jasinski'den karışık sinyaller alıyoruz ki, senarist ve yönetmen Maciej Pieprzyca burada tutarsızlık gösteriyor gibi bir algı oluşabiliyor. Örneğin Jasinski'nin Kalicki ile dostluk kurması, kimi zaman ondan itiraf alma amaçlıyken, kimi zaman da gerçekten samimi duygular dahilinde yansıyor. Belki Pieprzyca bu iki hissiyatı aynı anda vermek istiyor. Fakat bu bir şöyle, bir böyle durum, karakter istikrarı yönünden kısa bir süre savrulduğunu düşündürüyor. Neyse ki yaşanan önemli bir kırılma noktasının ardından bu savrulma, duracağı yeri kesinleştiriyor ve tekrar aynı istikamette yol alma sürüyor. Tabii bu yol, adaletsizliğin, yozlaşmanın, vicdansızlığın acı sonuçlarına doğru giden bir yol ve herkesi derin sorgulara itecek derecede güncel. Zaten 70'lerdeki bu olaylar zinciri, suç tarihinde farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda benzerleri defalarca yaşanmış, hala da yaşanmakta olan adalet kirliliğinin halkalarından sadece biri. Miroslaw Haniszewski ve Arkadiusz Jakubik gibi Polonya sinemasının iki tecrübeli oyuncusunun müthiş performanslarıyla gücünü ikiye katlayan Jestem Morderca, suç ve ceza üzerine derin fikirlere sürükleyecek güçlü bir yapım.

31 Ekim 2017 Salı

La Noche de los girasoles (2006)


Yönetmen: Jorge Sánchez-Cabezudo
Oyuncular: Carmelo Gómez, Judith Diakhate, Celso Bugallo, Manuel Morón, Mariano Alameda, Vicente Romero, Walter Vidarte, Fernando Sánchez-Cabezudo
Senaryo: Jorge Sánchez-Cabezudo
Müzik: Krishna Levy
 
Sekiz kişi, altı bölüm. İspanya-Fransa ortak yapımı La Noche de los girasoles sanıldığı türden bir “kesişen hayatlar” filmi değil. Çok daha dar bir alanda, kırsal kasabanın birinde ve kısıtlı bir zaman diliminde yaşanan birbirinden ilginç olaylar ve bu olayların kahramanları üzerine önce uzak, sonra yakın plan yapan bir yöntem üzerinden ilerliyor. Aslında karakterlerden ziyade, onların başlarına gelen trajik olaylara zoom yapıyor. İçinden çıkılması güç hatalar, suçlar ve onları düzeltme çabaları filmin kemik yapısını karakterlerin kendisinden önde tutuyor da denebilir. Tedirgin edici bir atmosfere sahip filmin dram altyapısı da kaya gibi sağlam. Geride ise film boyunca pusuda bekleyen bir gerilim. Dar zaman ve mekana rağmen sekiz kişiyi belli yönleriyle işlemek için ise farklı bir kurgu stili benimsenmiş.
 
Önce karakterlerin kaderlerinin nasıl kesiştiğini gösteriyor, sonra geriye sarıp istediği karakteri yakın plana alıyor film. Dağdaki bir mağarayı incelemek üzere gelmiş üç kişilik bir ekip, tuhaf bir satıcı, iki geçimsiz ihtiyar, yozlaşmış fırsatçı bir polis memuru ile onun hem kayınpederi, hem de tecrübeli amiri olan bir şerif. Cinayet, tecavüz, şantaj, ihanet kavramlarını bu dar konsepte başarıyla sığdırmayı başaran ise ilk uzun metrajını yazan ve çeken Jorge Sánchez-Cabezudo. Yalnız yönetmenin bu karakter bolluğunun altından kalkmakta zorlandığı anlar da olmuyor değil. Ardında sorular/sorunlar bırakmayı seven filmlerden hoşlandığı az da olsa belli olan yönetmen, yazıp yönettiği filminde serbest bir oyun sahası rahatlığında hareket etmiş. Oyuncular da vasatın çok üzerinde olunca iç ritmini bulmuş bir kara film izleme zevki yaşayabiliyorsunuz. İstediğiniz sonla bitmeyen filmleri ve benim gibi Calvaire, Bosque de Sombras, El Aura benzeri taşra gerilimlerini sevdiyseniz Ayçiçeklerinin Gecesi’ni mutlaka görün.

25 Ekim 2017 Çarşamba

The Beguiled (2017)


Yönetmen: Sofia Coppola
Oyuncular: Nicole Kidman, Colin Farrell, Kirsten Dunst, Elle Fanning, Oona Laurence, Angourie Rice, Addison Riecke, Emma Howard
Senaryo: Thomas Cullinan, Albert Maltz, Irene Kamp, Sofia Coppola
Müzik: Laura Karpman, Phoenix

Thomas Cullinan romanından uyarlanan, Clint Eastwood'un başrolde yer aldığı 1971 tarihli aynı adlı Don Siegel filmi The Beguiled, 46 yıl sonra bu kez Sofia Coppola tarafından yeniden yorumlanıyor. Amerikan İç Savaşı sırasında yaralanan Kuzeyli Birlik askeri John McBurney (Colin Farrell), Güney'deki Konfederasyon'a bağlı bir yatılı okulda kalan küçük bir kız olan Amy tarafından bulunup okula götürülüyor. Sadece kız öğrencilerin kaldığı ve Martha Farnsworth'ün (Nicole Kidman) yönettiği okulda bakımı yapılıp iyileştirilen yakışıklı düşman askeri McBurney, zamanla oradaki herkesin arzu nesnesi haline geliyor. Hal böyle olunca kadınlar arasında yaşanan ufak tefek çatışmalar kademeli olarak büyütülüp trajik boyutlara taşınıyor. Martha ve Edwina yanında, onlar tarafından ilim ve sanatla yetiştirilen genç kızlar, bu beklenmedik erkek misafir karşısında kadın olduklarının bilincine vararak rutinlerinden sapmaya başlıyorlar.

Don Siegel'ın erkek merkezli bakışına alternatif olarak bu uyarlamaya daha kadın odaklı yaklaştığı söylenen Coppola, bu yaklaşımı sonuna dek hissettiren bir yorum sunuyor. Siegel filmini izleyenlerin Coppola filmi ile karşılaştırma yapmaları kaçınılmaz mıdır, değil midir bilemiyorum. Ancak Coppola'nın gözünden de gayet iyi gözüktüğü söylenebilir. İki yetişkin kadın ve beş kız çocuğunun huzurlu ve güvenli alanlarına insani nedenlerden dolayı kendi rızalarıyla yaralı bir düşman askerini dahil etmeleri, cümle olarak bile gerilim titreşimleri yayarken, Coppola'nın bu titreşimleri gayet olgun, abartısız, dönem ruhuna uygun biçimde idare etmesi seyirciyi ikiye bölebilir. Örneğin dar alanda bu kadar geniş ilişki ağı gerektiren bir konuyu 90 dakikaya sığdırmak için tempolu bir anlatım tercih eden Coppola'yı aceleci olmakla eleştirenler, yavaş ve uzun bir filmi de gereksiz uzunlukla suçlayabilirlerdi. Karizmatik McBurney'nin bu ortama adaptasyon sürecini benimsetmede pek sıkıntı yaşanmazken, McBurney'nin Edwina ve Alicia yakınlaşmalarında yaşanan oldu bittiler göze batıyor.

Orijinal filmde yer alan bazı sahnelerin Coppola tarafından geçiştirilmiş olduğu iddiası, bu sahnelerin ilgili filmin seyircileri üzerinde bıraktığı etkilerle değer bulacağından, yönetmenin yorumlayış biçiminin hizmet ettiği amacın önemi ortaya çıkıyor. Yani isteyen kişi bu konu üzerinden komedi de çekebilir, istismar filmi de. Buradaki amaç ise, uzun süre kendi hemcinsleriyle vakit geçirmek durumunda kalan çeşitli yaş aralığındaki bir grup kadının, çekici bir erkek figür karşısında bastırılmış aşk, şehvet, özgürlük, beğenilme gibi duyguların çocuksu ve kadınsı versiyonlarını serbest bırakışında yaşanan dalgalanmalar olsa gerek. Zira Lost In Translation gibi 2000'lerin en naif filmlerinden birine imza atan Sofia Coppola'dan beklentiler çok uç boyutlarda olmayacaktır. Güçlü oyuncu kadrosunun temsil ettiği çeşitli değerleri genel olarak doğru yansıtması bir yana, yine de yaratılan cinsel gerilimin üzerine biraz daha gidilebilir, bu sayede umulan etkiyi bırakmayan final daha etkileyici kılınabilirdi. Kısacası bir filmi çekmek kadar, onu uzatıp kısaltmak da emek ve beceri isteyen bir iş.

17 Ekim 2017 Salı

The Mist (2007)


Yönetmen: Frank Darabont
Oyuncular: Thomas Jane, Marcia Gay Harden, Laurie Holden, Jeffrey DeMunn, Andre Braugher, William Sadler, Nathan Gamble
Senaryo: Stephen King, Frank Darabont
Müzik: Mark Isham

Kasabaya tuhaf bir sis tabakasının çökmesi üzerine korku ve panik içinde süpermarkete sığınan kasaba halkı arasında David Drayton ve küçük oğlu Billy de vardır. Koyu ve kalın sis tabakasının içinde esrarengiz bazı yaratıkların pusuya yatmışçasına gizlendiğini ilk fark eden David olmuştur. Bu dünyaya ait olmayan öldürücü, korkutucu yaratıklardır.

The Mist, Stephen King’i en iyi uyarlama başarısına sahip bir yönetmen/senarist olarak kabul edilen Frank Darabont’un bir ürünü. Green Mile ve kısa hikayesinden uyarlama da olsa The Shawshank Redemption’ın bu ortaklığın nadide eserleri olduğu düşünülünce haliyle beklentiler ayyuka çıkıyor. Ben ustanın beyaz perdeye uyarlanan onca eserinden Misery’yi de sevmiştim. Stephen King’in hep önce okunması gereken bir yazar olduğuna inandım. Hiçbir eseri filme alınmasa da olurdu. Ama alınacaksa da Darabont gibi bir adam alsın bence de. Çünkü Darabont’un, bugüne dek King romanlarını perdeye uyarlamış bir araba dolusu yönetmenin ve senaristin gösteremediği, lüzumsuzca alttan aldığı, gişe dostu-mainstream yancısı zihniyete zıt giden sert bir tarafı var. King’in “insanı” yazan tarafına sızmayı çok iyi beceriyor. Oraya sızıldığında ise idealist yansımalar, insanı insan yapan dürüst hatalar, duygusal zaaflar yanında, akıl almaz kötülükler, içten pazarlıklar, toplum ve sistem eleştirileri Darabont’un elinde kaşla göz arasında şekilleniyor.

The Mist
özellikle yaratık odaklı korku filmlerine meraklı seyirci kitlesinin beklentilerine ters köşe yapan bir film. Bırakın sadece King uyarlamalarını, bünyesinde türlü türlü tehlikeli yaratıklar barındıran, ama buna rağmen gerçek kan emici, duygu sömürücü ve ölümcül ihtirasları olan yaratığın insan olduğuna bu kadar güzel vurgu yapan kaç film izlediniz? Veya “yaratık filmi” diye yüzeysel bir imaj bırakan, ancak yaratıkların sadece figüran olduğu, buna karşın fantastik dram öbeğini eleştirel yönde evriltebilen kaç yapım gördünüz? Romanlarda asla göremeyeceğimiz ani fiziksel tepkiler verdiren korku klişeleri kolaycılığı yerine, vicdani, toplumsal ve insanın insana duyduğu korku ile nefrete yerinde tespitleri-temasları olan bir film The Mist. Her kesimden, her huydan insanların toplandığı süpermarketler gibi sosyal alanlardan bir gerilim yaratma fikrini, çeşitli tasarımlardan mülhem yaratık aleminin saldığı korkunun bile önüne geçirebilecek dahiyanelikte işlemiş bir filmle karşı karşıyayız.
 
 
Fakat film genel olarak bütünüyle olmasa da finaliyle izleyenleri ikiye bölüyor. Ben maalesef King’in bizzat övdüğü bu Darabont finalini beğenmeyenler arasındayım. Banal bir mutlu son beklentisi yönünden değil elbette. War Of The Worlds frekansı yaydığı bazı anlar, belli bir çoğunluğa bu (yanlış) fikri vermiş olabilir. Darabont’un son derece haklı olarak yaratmak istediği çıkışsızlığı verebilmek için ve filmin tüm karamsarlık disiplinine çok başka (hatta bence alakasız) bir karamsarlıkla bulduğu abartılı çözüm yönünden… Tabi bu final de sapına kadar insana, onun yüzyıllar boyu süregelen ve sürecek trajedisine atılan son yılların en sert tokatlarından biri. Fakat o ana kadar genel bir insani boyut sağlamışken aniden kişisel bir trajediye bağladığı finali topyekün The Mist ile bağdaştıramadım. Bu bağdaştırmayı zihinlerinde sağlamış olanlar mutlaka vardır. Yine de bence bir filmin, senaryonun ya da finalin sabit bir bağdaştırma sağlamasından ziyade böyle ikilemlerle zekice kafa karıştırması daha tercih edilebilir bir durum.

Standartları sarsmayan oyunculuklar arasında bana göre filmin yıldızı Mrs. Carmody, yani Marcia Gay Harden idi. İzleyicinin sinirleriyle bu kadar iyi oynayabilen karakterlerin dini figürlerden çıkması, There Will Be Blood’dan sonra The Mist’te de mükemmel sonuç vermiş. Birçok tartışmalı sahne arasında biri ayrıca beni çok etkiledi: İnsanların markete hapsolduğu ilk başlarda, küçük çocukları evde yalnız olduğu için dışarı çıkmak isteyen ama aradığı yardımı hiç kimseden bulamayan kadının içine düştüğü durum, filmin insancıl boyutunun düştüğü ikilemi çok çarpıcı biçimde vurguluyordu. Hem dışarı çıkmak isteyen kadın, hem de içerde kalmak isteyen diğerleri arasında içine düşülen çelişkiler yumağı, bir bilim kurgu fanteziye derinlik, ciddiyet ve haysiyet katan uyarlamanın kritik dakikalarından sadece biriydi.

7 Ekim 2017 Cumartesi

Gerald's Game (2017)


Yönetmen: Mike Flanagan
Oyuncular: Carla Gugino, Bruce Greenwood, Henry Thomas, Carel Struycken, Kate Siegel, Chiara Aurelia
Senaryo: Stephen King, Mike Flanagan, Jeff Howard
Müzik: The Newton Brothers

Stephen King romanından Mike Flanagan ve Jeff Howard'ın uyarladığı, daha çok orta karar korku / gerilim filmleri çekmeyi seven Flanagan'ın yönettiği Gerald's Game, Gerald ve Jessie çiftinin göl kenarındaki evlerine gitmeleriyle başlıyor. Viagra ve kelepçe objelerinden fantezi yapmaya kararlı olduklarını anlamamız uzun sürmüyor. Tabii fikir Gerald'a ait ve karısı Jessie de onu kırmamak için uyum sağlamak niyetinde. Gel gör ki, kelepçe ile birlikte Gerald'ın başka ufak talepleri de oluyor ki, aralarında tartışma yaşanıyor. Akabinde Gerald yatakta kalp krizi geçirip ölüyor. Bunun spoiler olmaması gerek. Zira henüz filmin başlarında gerçekleşen bu olay sonrası filmin asıl konusunu oluşturuyor. Elleri kelepçeli şekilde yatakta kalan Jessie'yi civarda duyabilecek kimse yok. Kelepçenin anahtarları ve cep telefonu uzanamayacağı bir yerde. Yatak oldukça sağlam ve en önemlisi, çift bahçeden içeri girerken kapıyı açık bırakıyorlar. Böylece tek mekanda geçecek sıradışı bir kurtulma mücadelesi izlemeye başlayacağımızı sanıyoruz. Fakat bu çevre düzeni içinde fazla fikir üretemeyen King romanının başka yönlere sapmış olmasıyla kendi adıma hayal kırıklıkları beni bekliyor.

Stephen King'in Misery, Secret Window gibi izole bir coğrafyada kurguladığı gerilim hikayelerinin tadını almayı beklediğimiz Gerald's Game, iyi bir başlangıç yapmasıyla, eve giren sevimsiz köpeğin yarattığı gerilimi hep yanıbaşında tutup, istediği an faydalı biçimde kullanmasıyla bu tadı sağlamakta gecikmiyor. Ama adı geçen King uyarlamalarında ana karakterin başına bela olmuş antagonistler sayesinde bu kapalı kalma durumundan üretilebilecek malzeme bolluğu, burada Jessie'nin konumlandırılış biçimi yüzünden birtakım dezavantajlar içeriyor. Elleri yatağa kelepçeli vaziyette böylesi bir kötü adamla uğraşabilmesi zor olabilir. Ama öte yandan Buried gibi tek bir karakterle 95 dakika toprak altında geçen bir filmin üretebildiği gerilim ve dram malzemesini andıran bir sürükleyicilik sağlamak zor sayılmaz. Kaldı ki, Jessie'nin sadece su içmeye çalıştığı bölüm bile bu filmin yaklaşık 90 dakika yatakta geçebileceğine dair parlak fikirler üretme potansiyeli bulunduğunu gösteriyor. Üstelik o fikirlerden birini daha üretip, ona yatağın dışından bakan bir Gerald ve bir Jessie ile hem evlilik muhasebesi, hem de geçmişe dair sırlar üzerine rahat rahat birşeyler söyleyebiliyor. Ama o da bir yere kadar.

Filmin bu noktadan yürüyeceğini, tek mekan filmlerindeki yaratıcılığa yaslanıp yeni fikirler üreteceğini beklerken ne yazık ki çok başka bir mecraya girilerek, artık bayatlamış bir çözüm olarak Jessie'nin geçmişindeki travmatik olayın deşilmesi, o olayın güneş tutulmasıyla ağdalı ve zoraki biçimde ilişkilendirilmesi, bir seri mezar soyguncusunun peydah oluşu, Buried ve benzeri filmlerin tek mekan meydan okumalarına şahit olmak isteyen seyirciyi dağıtıyor. Elbette bu, meydan okumayı seven tutkulu bir genç sinemacının senaryosu değil, bir Stephen King romanı uyarlaması. Kendisi romanın sürükleyiciliğini sağlayabilmek, gerekli mesajları ileterek okuyucuyu kaybetmemek için bu hamlelere ihtiyaç duyuyor. Öyle olunca da, tek mekanda geçen onlarca başarılı örnekten biri olmasını beklerken, klişelere ve mantıksızlıklara teslim olan, kötü de bir final yapan bir filme dönüşüyor. Yıllarca hak ettikleri yere gelemediklerini düşündüğüm iki iyi oyuncu olan Carla Gugino ve Bruce Greenwood'un performanslarına rağmen başladığı gibi bitiremeyen Gerald's Game, romansal çekiciliğini filme de yansıttığı söylenilebilecek, fakat aynı zamanda sözünü ettiğim "tek mekan" beklentisi yüksek sinema severlerde bir nebze hayal kırıklığı yaratabilecek bir yapım.

26 Eylül 2017 Salı

Going By The Book (2007)


Yönetmen: Ra Hee-chan
Oyuncular: Jeong Jae-yeong, Son Byung-ho, Lee Young-eun, Ko Chang-seok, Lee Chul-min, Joo Jin-mo-I, Kong Ho-seok, Jo Si-nae, Hwang Hyo-eun, Son Byeong-wook, Uhm Soo-jung
Senaryo: Jang Jin, Lee Gyoo-bok
Müzik: Jae-kwon Han

Şehirde gerçekleşen bir dizi banka soygunu, hem şehir sakinlerinin paniklemesine, hem de emniyet teşkilatının güvenilirliğinin sorgulanmasına neden olmuştur. Üst makamlar ve kamuoyu, yeni atanmış polis amiri Lee Seung-man'den suçluların yakalanmasını ve bu soygunların son bulmasını beklemektedirler. Seung-man'in ilk icraatı, gerçeğe yakın bir soygun tatbikatı yapmaktır. Yapılacak olan tatbikatla başarı elde edip polis teşkilatını halkın gözünde yüceltmek amacındadır. Teşkilattaki tüm güvenlik personeline bu tatbikatta kimin ne görev alacağına dair kura çektirir. Ama kimin soyguncu olacağı çok önemlidir. Kurada bu görev başkasına çıkmasına rağmen Seung-man soyguncu rolü için, şehire girerken kendisine trafik cezası kesen polis memuru Jung Do-man'i seçer. Teşkilatta dürüstlüğüyle, alay konusu olacak derecede herşeyi kitabına uygun yapmasıyla ünlü, hatta bu özelliği nedeniyle valinin karıştığı yolsuzlukların üstüne gitmesi yüzünden trafik polisliğine düşürülen Do-man, bu tatbikatta soyguncu olarak çok ciddi bir seçimdir. Seung-man ondan işini gerçekçi yapmasını ister. Üstlendiği işi kitabına uygun yapan Do-man ise soyguncu rolünü ciddiye aldığı anda işler karmaşık bir hal alır.

Japon Kunihiko Toi ve Hiroshi Saitô'ya ait olan orijinal hikaye ve senaryodan, Jang Jin ve Lee Gyoo-bok'un uyarladığı, Ra Hee-chan'ın yönettiği Going By The Book, her senarist ve yönetmenin ağzını sulandıracak bu enfes konunun hakkını verir nitelikte komedi ağırlıklı bir polisiye yapım. Tabii bir Güney Kore klasiği olarak bu komedi yapısının içine ustalıkla sızdırılmış dramatik öğelerin de unutulmadığı bir film aynı zamanda. Dürüstlük timsali Do-man'i kısa ama etkili anlarla kabul ettirip seyirciye sevdiren film, amirinin ona bir soyguncu rolü vererek soygun tatbikatının ciddiyetini arttırmasını da ikna edici hale getiriyor. Dürüst, namuslu ve işini ciddiye alan bir polisten rol icabı nasıl soyguncu olabilir sorusuna yaratıcı detaylarla bezeli birçok cevap veriyor. Basit ve sevimli olduğu kadar, zeki bir mizah anlayışına sahip olması sonucu, komik anlar birbirini izliyor. Do-man'in bankada rehinelerle girdiği türlü komik durumlar ve diyaloglar, bu mizah seviyesi sınırları içinde ayakları yere sağlam basar vaziyette seyrediyor.

Kanun adamı - soyguncu kontrastının Do-man üzerinde yarattığı baskıyı, aynı zamanda işini kitabına göre yapmayı şiar edinmiş bir görev adamının soğukkanlılığını aynı potada eritmeyi çok iyi beceren film, dürüstlük tanımına getirdiği bu yaratıcı zemin sayesinde dinamizmini hep diri tutuyor. Patladığı varsayılan silahlar, öldüğü varsayılan rehineler, bir türlü başarıya ulaşamayan kurtarma operasyonları ve tüm bunların bir oyun olmasının verdiği konfor üzerinde kendini dürüstçe tanımlayabilen bir film. Tabii soyguncu olduğu varsayılan, gerçekte anne babası ve kardeşiyle kıt kanaat yaşayan genç bir polis memurunun kamuoyuna vereceği önemli mesajı da bu görev bilincine katık etmesi, klişenin dibi bir tabirle, güldürürken düşündürüyor. Renkli yan karakterler bir yana, Güney Kore sinemasının en beğenilen aktörlerinden biri olan Jeong Jae-yeong'un zeki, soğukkanlı, kestirilemez, aynı zamanda güven veren saf bir dürüstlük ve hüzün içeren Do-man performansı filmin güçlü dokusuna tam oturuyor. Going By The Book, bu ülke sinemasını neden sevdiğimize dair gösterebileceğimiz kanıtlardan birisi.

21 Eylül 2017 Perşembe

Persepolis (2007)


Yönetmen: Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi
Senaryo: Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi
Müzik: Olivier Bernet

Kendi dinini kurmayı hayal eden, öğrenmeyi seven, Bruce Lee hayranı küçük Marjane, Şah idaresindeki İran şehri Tahran'da yaşamaktadır. 70'lerin sonlarında Marjane ve ailesi, baskıcı Şah iktidarının devrilmesini büyük bir sevinç ile karşılarlar. Yıllarca ekonomik ve toplumsal anlamda yaşanan zorlukların sona ereceği düşünülmektedir. Sancılı yılların ardından demokratik bir yönetimin geleceğini ümit eden İranlılar, Şah’ın baskısından sonra bu defa mollaların baskısının gelmesiyle bir kez daha hayal kırıklığına uğrarlar. Ülkedeki siyasi boşluğu fırsata çevirmek isteyen Saddam sayesinde İran-Irak savaşının da başlamasıyla hayatları iyice zorlaşan Marjene'in ailesi, kızlarını Avusturya'ya bir liseye gönderir. Orada da ekonomik, siyasi, sosyal ve duygusal sorunlarla karşılaşan Marjane, İran ve Avrupa arasında sıkışmış özgürlüğüne sahip çıkmaya çalışacaktır.

Marjane Satrapi’nin aynı adlı otobiyografik çizgi romanından Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud'nun beyaz perdeye siyah beyaz animasyon olarak aktardıkları Persepolis, Şah döneminin son günlerinde hayatını izlemeye başladığımız Marjane'ın çocukluk ve genç kızlık çağlarındaki kişisel büyüme sorunlarını, İslam Devrimi, İran - Irak savaşı gibi tarihsel süreçlerin bünyesinde ele alan bir film. Şah iktidarının sona erişi, Avrupa günleri ve rejim değişikliği sonrası tekrar İran dönemi olmak üzere üç bölüme ayırabileceğimiz film, Marjane özelinde hem bireysel, hem de genel çıkarımlarda bulunabilen yapısıyla dikkat çekiyor. Bunu yaparken bir animasyon olmasının avantajlarıyla dinamik bir kurgu, şiirsel bir anlatım, mizahi bir dil geliştirdiği çeşitli anlar yaratıyor. Politik ve duygusal yönler birbirinden rol çalıyor gibi görünse de, esasen filmi politik çalkantıların gölgesinde şekillenen bir büyüme hikayesi olarak özetlemek mümkün.

Persepolis'in, Marjane'ı bu farklı yaşam koşulları altında incelerken, onu sadece bir birey olarak değil, kadın bir birey olarak belirlemesi, eleştirel alanlarının daha da genişlemesine sebep oluyor. Makul, bilinçli ve zeki bir rotada ilerleyen feminist ton, "İran'da kadın olmak" yanında "Avrupa'da kadın olmak" başlıklarını genel anlamda kadın olmanın ince ruhlu, aynı zamanda çile yüklü boyutlarına taşımasını biliyor. Saf bir oyun çocuğu, isyankar bir üniversiteli ve duygusal özgürlük elde etme uğruna evlenme ironisine itilmiş genç bir kadın kimliklerinin hepsi Marjane'ın üzerine oturuyor. Bunlar aslında hem modern toplumlarda, hem de İran gibi rejim değişikliğinin neden olduğu kafa karışıklıklarından muzdarip kapalı yapılarda yaşayan kadınlara dair ortak sorunlar. Tabii her kadının Marjane gibi anlayışlı ebeveynleri, Büyükkanne ve Anoush Amca gibi bilge yakınları olmayabiliyor. Fakat koşullar nasıl olursa olsun, bu koşulları zorlayabilecek, onlara göğüs gerebilecek kadar güçlü, aynı zamanda seçimlerinde masum hatalar yapabilecek kadar da zayıf gerçeklikte bir kadın karakter olarak Marjane, baskı ve savaş ortamında olduğu kadar, huzur ve refah simgesi Avrupa'da da kendi iç savaşlarını vererek evrensel bir kimliğe bürünebiliyor. Persepolis, Catherine Deneuve, Sean Penn, Gena Rowlands, Iggy Pop gibi konuk seslendirmeleri bile gölgede bırakan hikayesi ve estetik yapısıyla Cannes 2007'de Jüri Ödülü dahil 30 ödül kazanmış, Oscar ve BAFTA dahil 50 küsür adaylık elde etmiş bir yapım.

15 Eylül 2017 Cuma

Guardians Of The Galaxy Vol. 2 (2017)


Yönetmen: James Gunn
Oyuncular: Chris Pratt, Zoe Saldana, Dave Bautista, Michael Rooker, Kurt Russell, Karen Gillan, Pom Klementieff, Elizabeth Debicki, Sean Gunn, Sylvester Stallone, Chris Sullivan
Senaryo: James Gunn
Müzik: Tyler Bates

Galaksiyi korumak için biraraya gelen Star-Lord lakaplı Peter Quill, Gamora, Drax, Rocket ve Baby Groot, bu kez Sovereign Gezegeni'nin çok değerli bataryalarını korumak üzere tutulmuşlardır. Gezegene musallat olan boyutlararası bir canavarı yok edip ödüllerini küstah ve diğer ırkları aşağılayan Baş Rahibe Ayesha'dan alırlar. Fakat ayrılırken Rocket bu bataryalardan birkaç tanesini çalar. Bunu fark edip gurur meselesi yapan Ayesha, ordusuyla Galaksinin Koruyucuları'nın peşine düşer. Gizemli bir uzay gemisi tarafından kurtarılan kahramanlar, bu uzay gemisinin kaptanı, aynı zamanda kendine ait bir gezegene sahip olan Ego sayesinde hayatta kalırlar. Ego'nun amacı, Peter'ı kendi gezegenine götürmektir. Çünkü Ego, Peter'ın hiç tanışmadığı babasıdır. 2014 yılında Dan Abnett ve Andy Lanning'in çizgi romanından James Gunn'ın uyarladığı Guardians Of The Galaxy, yine Gunn'ın imzasıyla Vol. 2 olarak geri dönüyor. İlk filmde tanınıp sevilen kahramanlarımız yeni maceralar peşinde sürüklenirken, biz de ilk film ile kıyaslamalar yapmaktan geri durmuyoruz. Yine bol esprili, atışmalı, aksiyonlu ve duygusal anlar barındıran Vol. 2, bu dinamik tarzından ötürü bazı Marvel devam filmlerinin vasatlıklarına yenik düşmemiş, iyi ki dönmüş dedirten bir yapım.

Bu defa ana konusunu Ego ve Peter arasındaki baba oğul meselesi etrafında şekillendiren film, bu konu etrafında dallanıp budaklanan, başka canlı türlerinin de işin içine dahil olmalarıyla renklenen, görkemli aksiyonu ile şenlenen stilini sürdürüyor. Ego'nun harikulade gezegeninde baba özlemini giderme fırsatı yakalayan, öte yandan gizemli ve tehlikeli bu adam karşısında kafası karışan Peter, onun amacını ve bu gezegenin varlık sebebini anlamaya çalışıyor. Diğer taraftan Yondu'ya karşı çıkan isyan, isyancılara esir düşen Yondu, Rocket ve Baby Groot'un kurtulma çabaları başka bir katman oluşturuyor. Peter'ı çocukken kaçıran Yondu, Gamora'nın yarı makine kızkardeşi Nebula gibi ilk filmden hatırladığımız karakterlere bu defa Ego'nun yardımcısı Mantis, isyan sonucu kendi adamlarına esir düşen Yondu'yu kurtaran Kreglin ve Galaksinin Koruyucuları'nı yakalamayı saplantı haline getiren Ayesha gibi yenileri ekleniyor. James Gunn, üzerimize CGI boca ederken atmosfer yaratma ve tasarladığı evrenlere ruh katma peşinde olduğu için elinden geldiğince ilk filmde tanıştırıp sevdirdiği karakterlerini serinin ikinci ayağında da taze tutmaya çalışıyor.


Artık oturmuş olan bu karakterlerin öfkeli, neşeli, temkinli, alaycı, esprili ve atarlı yanlarını yine sahnelere serpiştiren Gunn, film içinde ikişerli kader birlikleri kurarak ekibin dramatik dengelerini de kuruyor. Rocket ve Yondu'nun hapiste başlayan birbirini anlama, Gamora ve Nebula kardeşlerin yüzleşme, Peter ve babası Ego'nun birbirlerine yönelik farklı beklentilere girme, Drax ve Mantis'in hem komik, hem de saf dürüstlük içeren yakınlaşma hislerinden kolektif bir bütünlük elde ediyor. Tabii tüm şirinliğiyle Baby Groot'un eğlenceli ve bir o kadar da kritik varlığı bu bütünlüğe renk katıyor. Marvel klişelerini mümkün olduğunca göze batırmamak gayreti her zaman işe yaramasa da, o klişelerden farklı versiyonlar oluşturmak, son dakika gollerini epik hale getirmek, absürt veya durumlardan devşirilen küçük samimi anlarla mizahını güçlendirmek bu seriye az da olsa kendine özgü bir karakter katıyor. Aslında bu sayede grafik roman mantığının beyaz perdeye aktarımındaki sahici amaç ortaya çıkıyor. Görkemli aksiyon ve etkileyici teknik görsellikten fazlası olmaya, Peter ve Ego ile baba - oğul, Rocket ve Yondu ile ötekileştirilmiş bireyler, Gamora ve Nebula ile sevgi - nefret içeriğinde kendini arayan kardeş bağı gibi meseleleri özüne dahil etmeye çalışıyor. Eksantrik türler, birbirinden ilginç gezegenler, tuhaf düşmanlar, komik yan karakterler ve dahası Guardians Of The Galaxy evrenini kemikleştiriyor.

Çekirdek oyuncu kadrosuna tecrübesiyle takviye yapan Kurt Russell ve Kreglin rolüyle James Gunn'ın başarılı oyuncu kardeşi Sean Gunn, Kanadalı genç oyuncu Pom Klementieff, ayrıca Sylvester Stallone, Ving Rhames, Michelle Yeoh sürprizleri, Stan Lee, David Hasselhoff, Jeff Goldblum, Don Johnson, Pacman cameoları filmin diğer renkli anlarını oluşturuyorlar. Tyler Bates'in güçlü tema müzikleri yanında, ilk filmden de bildiğimiz üzere filmde çalınan şarkılara ayrı bir önem bahşeden James Gunn, Vol. 2'de yine 70'lerin kaliteli şarkılarından bir demet sunuyor. Biri aksiyon, biri duygusal olmak üzere iki güzel final barındıran, "end credits" bölümünü bile küçük esprilerle donatan Guardians Of The Galaxy Vol. 2, genel olarak ilk filmin gölgesinde kalmayan, malzemesinin bolluğuyla sonraki devam filmleri için umut vaat eden keyifli bir Marvel deneyimi. Elbette diğer Marvel filmleri gibi popüler gişe sinemasının para basan bir mamülü. Bu sınırları aşmayacak biçimde izlenmesi ve değerlendirmesi gerek. Fakat yine diğer curcunalı Marvel filmleri arasında çizgi roman ruhuna en yakın filmlerden biri olarak değer bulması da boşuna değil.

10 Eylül 2017 Pazar

Perfetti sconosciuti (2016)


Yönetmen: Paolo Genovese
Oyuncular: Giuseppe Battiston, Marco Giallini, Kasia Smutniak, Valerio Mastandrea, Anna Foglietta, Edoardo Leo, Alba Rohrwacher, Benedetta Porcaroli
Senaryo: Filippo Bologna, Paolo Costella, Paolo Genovese, Paola Mammini, Rolando Ravello
Müzik: Maurizio Filardo

Yedi kişilik samimi bir arkadaş grubu, bir akşam yemeği için biraraya gelmek üzere estetik cerrah Rocco ve psikolog Eva çiftinin evinde toplanırlar. Neşe içinde hem yemek yer, hem de sohbet ederler. Arkadaşlıklarının ne kadar güçlü olduğundan, birbirlerinden saklayacak hiçbir şeyleri olmadığından dem vururlar. Bu iddia büyür ve yemek boyunca bir oyun oynamaya karar verirler. Herkes telefonlarını masaya koyacak, gelen telefonlara, resimlere, mesajlara hep beraber bakacaklardır. Başlangıçta eğlenceli süren bu oyun, saatler ilerledikçe gergin ve can sıkıcı bir hal almaya başlar. Çünkü hepsinin gizlediği önemli sırlar vardır ve bunlar teker teker açığa çıkacak gibi görünmektedir. Beş kişilik bir senaryo ekibinin yazdığı, bu beş kişi arasında bulunan Paolo Genovese'nin yönettiği Perfetti sconosciuti (Perfect Strangers), tek mekanda geçen, son derece akıcı diyalogların yer aldığı, komedi, dram, hatta trajedi öğelerini büyük bir ustalıkla biraraya getirmiş müthiş bir yapım. Mükemmel bir tiyatro oyunundan uyarlanmış hissi veren, zekice diyalogların, esprilerin, olay örgülerinin birbirine bağlandığı Perfetti sconosciuti, aralarında Tribeca'nın da bulunduğu çeşitli festivallerden senaryo ağırlıklı ödüllerle dönmüş bir film.

Yemekte buluşacak olan üç çiftin evlerinde yaptıkları hazırlıklarla açılan film, burada kurduğu diyalogların bazılarını gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar gündeme getirmek üzere kısa ama kalıcı bir girizgah yapıyor. Yemeğe yeni sevgilisi ile beklenen Peppe'nin, sevgilisinin rahatsızlık bahanesi ile katılmaması yüzünden tek başına gelmesi ile ekibin tamamlanması, yemekte girilen neşeli diyaloglar ve alkolün de verdiği özgüven sayesinde birbirlerinden saklayacak hiç sırları olmadığı iddiasına kadar gelen genel hava, modern çağda adeta insanın bir uzvu haline gelmiş cep telefonlarının masaya konup gelecek tüm mesaj ve aramalara birlikte bakılması yönünde kurgulanan bir oyuna dönüşünce çok geçmeden sadede geliniyor. Birkaç itiraz olsa da, böyle bir amaçla oynanacak oyuna itiraz etmek, saklayacak birşeyleriniz olduğu anlamına gelebileceği için herkes razı gelmek durumunda kalıyor. Zaten o ana kadar da gayet güzel ilerleyen muhabbet, telefonlar ortaya konduktan sonra gelmeye başlayan arama ve mesajlarla iyice çeşitleniyor.

Aile, dostluk, evlilik, eski sevgililer, çocuk sahibi olma, ayrılık, fiziksel görünüm, cinsel kimlik, sırlar ve daha birçok konunun konuşulacağı bu oyunun gidişatı o kadar ustaca ayarlanmış ki, gelen arama ve mesajların niteliğine göre dozu yavaş yavaş artan bir tansiyon sayesinde karakterlerle yaşanan özdeşleşme de giderek artıyor. Mesela hoparlöre verilen aramalarla hissedilen gerilim, o arama sonlandıktan sonra belirlenen gündem, çiftler arasında yükselen gerilim, tarafların kendilerini haklı çıkarmak için ortaya koydukları argümanlar, çatışmalar, konuya uzak olan diğerlerinin yorumları, gizlenen tek bir sırrın bile ne kadar önemli ve çok katmanlı olduğunu gösteriyor. Tam o aramanın ateşi sönmeden başka birine bir mesaj geliyor ve gündem bir anda değişiveriyor. Aynı süreç, farklı tasarım ve boyutlarla tekrar dolaşıma giriyor. Birbiriyle alakasız bu olaylar arasında yapılan geçişlerin doğallığı, tartışılan konuların bir anda değişmesi, ilginin bir karakterden diğerine geçişi hayranlık verici. Bu sürecin bir süre sonra sıkıcı olabileceği ihtimalini göz önünde bulunduran senaristler, yine müthiş bir hamle tasarlayarak hiç çaktırmadan filme bir başka kırılma noktası daha ekliyorlar.


Telefonları aynı olan Lele ve Peppe'nin, Lele'nin her akşam belli bir saatte gelmesini beklediği uygunsuz olabilecek bir mesaj yüzünden gizlice telefonları değiştirmesi üzerine yaşananlar, komedi ve gerilimin iç içe geçtiği, filmin kendinden başka kısa filmler çıkarabilecek kadar muktedir bir senaryoya sahip olduğu çok güçlü anlar yaratıyor. İnsanların kara kutusu haline gelmiş telefonların, başkasıyla değiştirildiğinde bile ne kadar tehlikeli olabileceğine dair emsal teşkil edebilecek bu bölümden sonra dramatik dozunu iyice arttıran film, çiftlerin ve çok yakın arkadaşların dahi birbirlerinden ne kadar çok şey gizlediklerini teker teker ifşa ediyor. Gelen her telefon ve mesajın kendi içinde sağlam mesajları var. Bu mesajlar bazen afili cümlelerle, bazen de seyircinin duygusal zekasına güvenerek iletiliyor. WhatsApp, Facebook gibi paylaşım hesaplarını da barındıran bu telefonların, içindeki sırlarla birer canlı bomba gibi taşınıyor olmasındaki dehşeti bu yedi karakter aracılığıyla yüzümüze vuran film, yaşanan birtakım yüzleşmelerle seyirciye ayna tutmasını da çok iyi beceriyor. İnsanların iş ve özel hayatlarında sakladıkları sırların açığa çıkıyor olmasından duyacağımız rahatsızlık / rahatlama kontrastı da böylelikle mükemmel biçimde o aynadan ekrana, yani bize yansıyor.

İçinde onlarca sürpriz barındıran Perfetti sconosciuti, teker teker açığa çıkan gerçekler sayesinde çiftlerin, arkadaşların birbirlerine karşı ne kadar sırdaş, aynı zamanda ne kadar ikiyüzlü olduklarını göstermesi açısından rahatsız edici yönlere de sahip. Ama bu, filmin gerçekçiliğini daha da sivrilttiği için, bazı sırların ve ikiyüzlülüklerin yüzümüze vuruluyor olmasından kaynaklı bir rahatsız etme hali. İşinde gücünde olan, çoluk çocuk ve sorumluluk sahibi insanların kendilerine ait güvenli alanlar yaratma ihtiyaçlarıyla, tutkularını, kaçamaklarını, fetişlerini boca ettikleri bu telefonlar insanların vazgeçilmezi olduğu kadar celladı da olabiliyor. Zaten bu yedi kişinin birbirleriyle yüzleşmeleri kadar kendileriyle de yüzleşmiş olmalarından kaynaklı müthiş bir trajik canlılık hakim senaryoya. Karakterlerin hepsinin kendine ait zayıf anlarından, onları canlandıran oyuncular güçlü performanslar ortaya çıkarıyor. Bunu sağlayan da cıva gibi yerinde duramayan, ne zaman ne şekilde karakterleri sıkıştıracağı, ezeceği, yok edeceği belli olmayan tekinsiz senaryo. Ama film en büyük ters köşesini sona saklıyor ki, burada da asıl darbeyi seyirciye vurarak misyonunu tamamlıyor adeta. Onlara gelen her telefon veya mesaj üzerine, onların yaptığından çok daha fazlasını tartışmamız, üzerine çok şeyler söylememiz mümkün. Perfetti sconosciuti'yi basitçe özetlemenin imkanı yok. 2016'nın en iyi 10 filminden biri olduğunu söylemek belki bir özet sayılabilir.