27 Ağustos 2013 Salı

The Possession (2012)


Yönetmen: Ole Bornedal
Oyuncular: Jeffrey Dean Morgan, Kyra Sedgwick, Natasha Calis, Madison Davenport, Matisyahu, Grant Show, Rob LaBelle, Nana Gbewonyo, Jay Brazeau
Senaryo: Juliet Snowden, Stiles White
Müzik: Anton Sanko

Özellikle yazıp yönettiği son iki filmi Just Another Love Story (2007) ve Deliver Us From Evil (2009) ile daha geniş kitlelerce tanınan Danimarkalı yönetmen Ole Bornedal’ın ilk Amerika macerasından ümitli olan çok sinemasever vardı. Ama öte yandan bu macerada hayalkırıklığı yaşayan ve yaşatan sinemacıların fazlalığı da düşünülürse çok fazla ümitli olmamak gerektiği de açık. Ne yazık ki Bornedal da geleneğe uyup kendi ülkesi adına çektiği filmlerin kalitesinin çok çok uzağında klişe, vasat altı, sıkıcı bir gerilim filmine adını yazdırıyor. Leslie Gornstein'in gerçek olaylara dayalı Jinx In A Box adlı makalesinin hammaddesini oluşturduğu filmi senaryolaştıran Juliet Snowden ve Stiles White’ın bugüne dek kayda değer hiçbir işlerinin olmayışının da bu kalitesizlikteki payı büyük. Gerçi ortada posasının posası çıkarılmış “şeytan tarafından ruhu ele geçirilmiş küçük kız” konusu varken artık nasıl bir farklılık ve kalite beklenmeli orası da tartışılır.

Baştan sona bildik minvalde ilerleyen The Possession, boşanmış Clyde ve Stephanie çiftinin kızları Emily ve Hannah’yı haftasonu için alan babalarının onlara eski ev eşyalarının satıldığı bir kermesten aldığı gizemli ahşap kutunun yol açtığı olaylarla ilgili. Kutuyu çok seven Emily, onunla vakit geçirdikçe yavaş yavaş tuhaf davranışlar göstermeye başlıyor. Em için modern tıp çaresiz kalınca Clyde da Musevi din adamlarından medet umuyor. Sonrasını tahmin etmek de zor değil. Klişe bir konuya sahip olabilirsiniz. Nice klişe konular var ki senaristin ince ayarları, yönetmenin özgün dokunuşlarıyla çok başarılı olmuştur. Ole Bornedal’dan da böylesini beklemek lüks değil. Ama işin içine Amerikan standartları girince olay birden lükse dönüşüyor. Bornedal’ın filmlerinde beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Dan Laustsen’den kasvetli küçük Avrupa kasabası atmosferinin Amerikan uyarlamasını beklemek bile burada lükse kaçıyor adeta.

Acemi şoförün muavini çok olur. Herkes eleştirecek bir şeyler bulur. Ama ortada acemi bir adam yok, acemilik çok. The Possession’ı eleştirmek çok kolay. Zira ortada eleştirilecek, eleştirmeye değecek bir film yok. Şeytan çıkarma temalı filmler hakkında yapılmış herhangi bir eleştiriyi isimleri değiştirerek buraya kopyalayıp yapıştırsak çok fazla farklılık olmayacaktır. Neresinden tutulsa elde kalan filmi tecrübeli başrol oyuncuları Jeffrey Dean Morgan ve Kyra Sedgwick tarafından tutsak bile verim alamıyoruz. Kısacası yönetmen hanesinde Ole Bornedal yazması son derece talihsiz bir film The Possession.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

The Station Agent (2003)


Yönetmen: Thomas McCarthy
Oyuncular: Peter Dinklage, Patricia Clarkson, Bobby Cannavale, Michelle Williams, Paul Benjamin, John Slattery
Senaryo: Thomas McCarthy
Müzik: Stephen Trask

Yaşlı dostu Henry ile birlikte maket tren dükkanında çalışan Fin, 134 santim boyunda naif ve hüzünlü bir adamdır. Boyu yüzünden çevresinden aldığı farklı tepkilere alışmış olan Fin, işine hevesle bağlıdır. Ama birgün Henry ölünce ve ona New Jersey, Newfoundland'daki yarım dönümlük arazisini bırakınca gidecek başka yeri olmayan Fin’in hayatı farklı bir yöne döner. Trenlere tutkuyla bağlı olan Fin, kendisine miras kalan bu arazi üzerindeki kullanılmayan köhne bir tren istasyonunda kalmaya başlar. Tam istediği gibi sessiz sakin bir hayat yaşayacağını düşünürken, kahve dükkanı olarak kullandığı minibüsüyle Fin’in arazisi üzerinde mesken tutan arkadaş canlısı Joe ile karşılaşır. Fin’in iki defa aynı sakarlığına maruz kaldığı ikinci karşılaşacağı kasabalı ise, aslında ressam olan varlıklı sayılabilecek Olivia’dır. Fin pek istemese de bu birbirinden farklı iki insanla birlikte adım adım sağlam bir dostluk kurulmaya başlayacaktır.

90’ların başından bu yana aktörlük yapan Thomas McCarthy, The Station Agent ile birlikte senarist / yönetmenliğe soyunmuş bir adam. İlk filmi The Station Agent ile aralarında BAFTA ve Sundance olmak üzere çeşitli festivallerden genelde senaryo ağırlıklı 25 kadar ödül kazanan McCarthy, ara ara yine kendi yazıp yönettiği filmler çekmeyi sürdürüyor. Sıcak, sevimli, hüzünlü, umutlu gibi sıfatlarla tanımlanabilecek film, merkezindeki kahramanı Finbar McBride’ın etrafına farklı sınıf ve kişiliklere sahip Joe ve Olivia’yı koyarak ilerliyor. McCarthy önce Fin’in Newfoundland'e gelmeden önceki sıkıcı ama onu kendi halinde mutlu kılan yaşamına baktıktan sonra, bu iki insanla tanışacağı eski tren istasyonundaki yeni hayatına bakmaya başlıyor. Bu bakışı o kadar sade ve doğal yapıyor ki, filmin kırılgan havasına kendini kaptıran seyirciyi de bu yeni başlangıca ortak etmeyi başarıyor. Sonrası da zaten çorap söküğü gibi gelmeye başlıyor.


Fiziksel yapısı ve doğası gereği insanlarla ilişkilerine mesafe koymuş Fin’i yaşadığı küçük ortamda bir nebze sosyal olmaya zorlayacak Joe gibi girişken, Olivia gibi çekici iki insanın varlığı, McCarthy’nin senaryo yönünden kendisine meydan okuması gibi algılanabilir. Fin’in bu iki insanla kaynaşma sürecini kendince olabildiğince zorlaştırmaya çalıştıran yönetmen, kendi senaryosunu adım adım o kadar iyi işliyor ki, filmin Türkçeleştirilmiş adı olan “Hayatın İçinden” klişesi, basit formüllerin bazen en iyi formüller olduğunu düşündürüyor çoğu zaman. Üçlü arasında ilişkiler ilerledikçe farklı karakterlerin yaşadığı ufak gelgitlerin diğerlerine yansımaları da aynı gösterişsiz ama etkili formülde kendini ifade ediyor. Tüm bunlar olurken, baş karakter Fin’in kendi içinde yaşadığı kişilik olarak normal ama fiziken farklı çatışması da sık sık hatırlatıldığı gibi, Joe ve Olivia’nın onun bu durumunu hiçbir zaman garipsemeyişleri de filmin çok zeki bir dram dengesinde durmasını sağlıyor.

Thomas McCarthy’nin seyirciyi hikayesine ve onun baş karakteri Fin’in insani duruşuna ortak etmesindeki en önemli bir diğer etken de Fin rolündeki aktör Peter Dinklage’in naif ama karakter oyuncusu payesine layık performansı. Film içinde çevresinden gördüğü bazı tepkileri gerçek hayatta da (özellikle ünlü olmadan önce) yaşadığını tahmin etmek zor değil. Bu yüzden görünümü sebebiyle ötekileştirilme eğilimindeki bir karakteri canlandırırken oyuna 1-0 önde başladığı da bir gerçek. Ama Dinklage, hem anlamlı yüz ifadesi, hem de işini bilen oyunculuk yeteneğiyle bu avantajın üzerine yeni artılar eklemeyi başarıyor. Game Of Thrones’un Tyrion Lannister’ı olmadan önce de iyi bir oyuncu olduğunu bilen bilir. Patricia Clarkson ve Bobby Cannavale’nin tamamlayıcı oyunculukları sadece tamamlayıcı olmaktan yer yer sıyrılsa da, bu kendi küçük, duygusal hacmi büyük Finbar McBride’ın hikayesi. Ve sanki yolumuz New Jersey, Newfoundland'deki o eski tren istasyonuna düşse orada Fin ile, karşısında da minibüsü içinde sevimli geveze Joe ile karşılaşacakmışız hissi verecek kadar da doğal.

9 Ağustos 2013 Cuma

Millions (2004)


Yönetmen: Danny Boyle
Oyuncular: Alexander Nathan Etel, Lewis Owen McGibbon, James Nesbitt, Daisy Donovan
Senaryo: Frank Cottrell Boyce
Müzik: John Murphy

Film, İngiliz Sterlini’nin yürürlükten kalkıp yerini Euro’nun aldığı zamanda geçiyor. Bir soygun sayesinde birden 237 bin Sterlin bulan Anthony ve Damian kardeşlerin hikayesi. Büyük olan Anthony harcamak isterken, küçük Damian'ın ise maneviyatı biraz daha kuvvetlidir; o parayı fakirlere dağıtmak ister. Ellerindeki parayı bir hafta içinde harcamak zorundadırlar. İkisi bu zıt fikirleri savunurken parayı arayanlar ortaya çıkınca işler karışmaya başlar.

Filmle ilgili yorumda bulunmadan önce Danny Boyle sinemasının iniş-çıkışlarına kısaca değinmek gerek. Televizyondan sinemaya geçişi 1994 yılı yapımı Shallow Grave ile yapan Boyle, iki yıl sonraki Trainspotting ile tüm dünyayı yepyeni bir sinema dili ile tanıştırdı. Oyuncuları birer yıldız oldu ve film kült mertebesine erişti. Hala beğeniyle izlenen, her izlenişinde aynı etkiyi yaratmayı başarabilen bu safkan, zamansız İngiliz yapımı için, uyuşturucu üzerine yapılmış bir 5. Senfoni deyimini kullananlar bile var. Haliyle Danny Boyle ismi de tüm dünyaca ve yine haliyle Hollywood tarafından kabul gördü. Trainspotting ile çıtayı en yükseğe çıkarınca beklentiler arttı. 97’deki bol Amerikan yıldızlı uzun bir video-klip gibi duran A Life Less Ordinary, 2000’deki DiCaprio’lu The Beach, Hollywood sinemasının baskıcı tutumunun Boyle üzerinde ne derece etkili olduğunun işaretleri gibiydiler.

Büyük umutlar beslenen bu iki film, istemese de Boyle’un çıtasını düşürmesine yol açtı. Uluslar arası arenada pek duyulmamış birkaç filmin ardından 2002’de kıyamet senaryolu vampir-zombi filmi 28 Days Later geldi. Cillian Murphy, Christopher Eccleston gibi tanınmış İngiliz oyuncularla çektiği bu son film, bir nevi özüne dönüş gibi gözükse de bu kez arızalı veya fazla Amerikanvari bir konuyu klişeli bir şekilde işlediğinden, belki de zamanında bulaştığı Amerikan etkisinden ötürü bu film de azalmaya yüz tutmuş Boyle hayranları tarafından fazla benimsenmedi. Çünkü bir sürü filme rağmen, o her zaman Trainspotting’in yönetmeniydi. 2004 yılı yapımı Millions ise Danny Boyle için “özüne dönme” çabasının pozitif yansıması olarak adlandırılabilecek bir film.


Başrolde herkesten rol çalan bir Alex Etel var ki, filmde ne varsa onun etrafında dönmekte. Büyük kardeş Anthony’nin masumane paragözlüğünü, küçük Damian kendi etik değerleri ve maneviyatı ile çok güzel dengeliyor. Rol yaptığı kesinlikle söylenemez. Zira bu, yüz ifadesi ve konuşmasından da rahatlıkla anlaşılabilir. O kadar gerçek ki, tüm filmde ona kamerayı göstermeden filme almışlar sanki. Onun varlığı, sadece kardeşinin hırsının değil, Boyle’un Trainspotting döneminden kalma asiliğinin de balans ayarını ustaca yapıyor. Yine onun gerçekliği sayesinde filmin fantastik öğelerinden rahatsız olmuyoruz. Ama Boyle, bu küçük çocuğun ahlaki duruşuna rağmen, konu itibarıyle olası gereksiz mesaj kaygısına ve dinsel temalarla örülü sıkıcı ahlaki söylemlere pek fazla prim de vermiyor. Verdiği primler de senaryo ve görüntülerin zekasında kendini buluyor. Bloody Sunday'in unutulmaz oyuncusu James Nesbitt’i de çocukların babası Ronnie rolünde görmek ayrı bir zevk. Nesbitt gibi güçlü bir oyuncu da bu güzel filmin önemli bir artısı. Millions, para, din, aile kavramları üzerine yormadan düşündüren ve de en önemlisi eğlendiren mütevazi, sıcacık bir film...

Anthony ve Damian kardeşlerin farklı perspektiflerinden para kavramını ele alması, dolayısıyla maddiyat-maneviyat tartışmasını oldukça sade, eğlenceli, duygulu ve fazla olmasa da politik yönlerden işlemesi açısından çok parlak bir film. Özellikle Shallow Grave ve Trainspotting filmlerindeki Boyle’un, konu olarak olmasa da, kurgu, işleyiş ve dinamizm olarak geri dönüşünün müjdesi. Bu başarılı geri dönüş, eski başarısızlıkları tekrarlama kaygısıyla gelen bir zorlamanın sonucu değil, adı geçen kült filmlerde zaten şahit olduğumuz potansiyel Boyle büyüsünün bir eseri. Joint çeken azize ve yalnız Damian’e gözüken tuhaf görevlere sahip diğer azizler, soygunun anlatıldığı flashback, ayrıca finalin ustaca çözümlenmesi Boyle’un perdeye yansıttığı eski sıra dışı gerçekliğin hala yaşadığının işaretleri.