31 Mayıs 2013 Cuma

El Cuerpo (2012)


Yönetmen: Oriol Paulo
Oyuncular: Belén Rueda, Hugo Silva, José Coronado, Aura Garrido, Oriol Vila, Cristina Plazas, Nausicaa Bonnín, Juan Pablo Shuk
Senaryo: Oriol Paulo, Lara Sendim
Müzik: Sergio Moure

Bir gece morg görevlisi korkuyla morgdan kaçıp ormanda koşmaya başlar. Yola çıktığında ise bir arabanın ona çarpması sonucu komaya girer. O gece, bir iş görüşmesi için Los Angeles’tan döndüğü gün kalp krizinden ölen başarılı ve varlıklı iş kadını Mayka Villaverde’nin morgdaki cesedi kaybolmuştur. Dava ile ilgilenmesi için dedektif Jaime Pena görevlendirilir. Jaime de eşini kaybetmiştir ve bu travmanın izlerini henüz tam olarak atlatamamıştır. Mayka’nın şüpheli ölümünün ardından şimdi de cesedi kaybolunca dava iyice karmaşık bir hal almıştır. En önemli şüpheli ise Mayka’nın ondan yaşça genç kocası Álex’tir. Üniversitede ders verirken Mayka ile tanışması sonucu onun ilaç şirketinde yöneticiliğe kadar yükselen Álex, dedektif Jaime tarafından morga çağrılarak sorgulanır. Álex’in Carla adlı genç ve güzel öğrencisiyle yasak ilişkisi ortaya çıkınca ve morgda tuhaf olaylar baş gösterince gece daha gizemli bir hal almaya başlar.

İspanyol yapımı El cuerpo, senaryosunu Lara Sendim ile birlikte yazan Oriol Paulo’nun yönettiği ilk film. Tek mekanda sıkıntılı ve yağmurlu bir geceyi sabaha bağlayan zaman diliminde geçen El cuerpo, çok başarılı kurgusu ve sürükleyici polisiye örgüsüyle son zamanların kaliteli yapımlarından biri. Oriol Paulo sıkça başvurduğu geri dönüşlerle kendini bu tek mekan ve zamana hapsetmeyip hikayesinin farklı boyutlarına gereken ilgiyi göstermesini bilen bir anlayışa sahip. Mayka Villaverde’nin cesedinin morgda kaybolmasıyla start alan bu hikaye, kontrollü bir şekilde geri dönüşlerini morgda süren soruşturma gecesiyle harmanlayarak olayın perde arkasını yavaş yavaş incelemeye başlıyor. Ama buradaki yavaşlık tempo düşüklüğü olarak algılanmasın. Tam aksine, El cuerpo, ele aldığı zaman diliminin içinde ve dışında sürekli kendini yenileme peşinde bir film. Yeni ipuçları, sürprizler, sebeplerin bize sunulan sonuçları, karakterlerin o gecenin öncesinde ve esnasında yaşadıkları birbirini izliyor.


Lara Sendim ve Oriol Paulo, polisiye zekası inkar edilemeyecek senaryolarında zaman zaman bazı aksaklıklar yaşasalar da, Paulo’nun kaliteli yönetimi bunları kapatmayı çoğu kez başarıyor. Dikkat çeken bir başka nokta da, morgdan kaybolan bir cesetten hareketle kolayca farklı kulvarlara sıçrayabilecek bir filmin uzun süre bilinmezde kalıp ilgiyi canlı tutması, bunun yanında farklı ihtimallerin de göz ardı edilmemesi. Bu ihtimallerin fantastik ve bilimsel karşılıkları da mevcut. Fakat bilinmezliğin yarattığı boşlukta asılı kalma halini, finalinde dramatik biçimde yere inerek gerçekleştiren film, bu sayede ciddiyetini muhafaza ediyor. Teknik olarak ifade etmek gerekirse, The Usual Suspects’in finalinin öncülük ettiği, bütün filmi kilit noktalarıyla hızlıca elden geçiren kurgu yöntemiyle asıl derdini dile getirerek sıkı bir son gerçekleştiriyor. Bu asıl derdin, filme bağlanmış tüm seyircileri aynı anda memnun edip etmeyeceği tartışılır.

Bazı filmlerin gövdesi tamamen sürpriz final kaygılarından oluşturulmaya çalışıldığı için samimi durmaz. Ama El cuerpo’nun bu filmlerden olmadığı, gövdesine ihanet etmediği söylenebilir. Yine de fırtınalı Mayka ve Álex ilişkisinin sonuçlarının gerisinde bu kadar yoğun bir entrika bulunması kimi seyircilere fazla gelmiş olabilir. Kaldı ki o yoğunluk filmin üzerine birden bire bindirilmiş de sayılmaz. Filmin içinde pek dikkat çekmeyen birtakım ayrıntıların öne çıkmaları da plansız programsız bir senaryo zihniyetinin ürünü değil. İspanyol sinemasının üç deneyimli ismi olan Belén Rueda, José Coronado ve Hugo Silva’nın ölçülü performanslarıyla, Óscar Faura’nın görüntü yönetmenliğiyle, Sergio Moure’nin atmosfere uygun müzikleriyle güç kazanan El cuerpo, Hollywood’un yeniden çevrim haklarını satın almaya yelteneceği türde filmlerden biri. Oriol Paulo’nun kariyerinin ilk halkası.

28 Mayıs 2013 Salı

Searching For Sugar Man (2012)


Yönetmen: Malik Bendjelloul
Müzik: Malik Bendjelloul, Sixto Rodriguez

60´ların sonunda prodüktör Mike Theodore tarafından Detroit´te köhne bir barda keşfedilen Rodriguez adındaki müzisyene yapımcılar kendi kuşağının en büyük sanatçılarından biri olacağına inandıkları için bir albüm kaydederler. Stüdyoda gerekli tüm altyapı ve araç-gerece sahip olmasına, arkasında kendisine büyük yatırımlar yapan büyük isimlere ve kaydedilen güzel şarkılara rağmen albüm hiç ses getirmez. Ardından ikincisi de gelir. Onun akıbeti de farklı olmaz. Rodriguez’i hiç kimse tanımamaktadır. Sahnede seyirciler önünde kendini ateşe verdiği ya da yine sahnede kafasına sıkıp intihar ettiği yönünde söylentiler çıkmıştır. Yaşayıp yaşamadığı, yaşıyorsa nerede yaşadığı, hatta en baştan kim olduğu bile belli değildir. Öte yandan işin çok ilginç bir başka yönü daha vardır. Amerika’da bazı yapımcılar dışında neredeyse kimsenin tanımadığı Rodriguez, Güney Afrika’da ise o dönemde Elvis’ten daha ünlü, The Rolling Stones’tan daha fazla albüm satmış efsanevi bir figürdür.

İşte Searching For Sugar Man, İsveçli genç yönetmen Malik Bendjelloul’un bu süper gizemli figürün izini sürdüğü, aralarında En İyi Belgesel Oscarı’nın da yer aldığı otuzdan fazla ödül kazanmış harikulade bir belgesel. Rodriguez’in ilk ortaya çıkışından itibaren onun etrafında yaratılan gizem halesinin itinayla korunduğu filmin usta kurgusu, henüz ilk filmini çeken Bendjelloul’un büyük bir başarısı. 70’lerin daha başında kendi şarkılarını yazıp söyleyen isimlerden neredeyse bir tek Bob Dylan’ın en çok tanındığı bir ortamda, türün tüm gereklerini yerine fazlasıyla getirmiş iki Rodriguez albümünün satmaması, yapımcı Mike Theodore’un bile anlamlandıramadığı bir şey iken film çok gerekli müdahalelerle aynı anda hem bu yeni müzisyenin gizemini koruyor, hem de o gizemin perde arkasına geçmeye uğraşıyor.

Rodriguez’in 1970’te çıkan ilk albümü Cold Fact’in yapımcıları Mike Theodore - Dennis Coffey ikilisinin ve 1971’de çıkan ikinci albüm Coming from Reality’nin yapımcısı Steve Rowland’ın müthiş betimlemeleri ve izlenimleriyle kafalarda şekillenmeye başlayan Rodriguez, hani bu iki albümdeki sesi ve kapaklarındaki resimleri olmasa gerçekten yaşadığından bile şüphe edilecek biçimde esrarlı bir havaya bürünüyor. Ama işin içine Rodriguez’in Amerika’dan daha meşhur olduğu, gerçek kıymetinin bilindiği Cape Town’da bir müzik mağazası sahibi olan Stephen 'Sugar' Segerman’in ve saygın müzik yazarlarından Craig Bartholomew Strydom’un girmesiyle işin çehresi değişmeye başlıyor. Rodriguez’in kısa süren bir rüya, sonu trajediyle biten bir kaybeden, sis perdesi ardındaki bir şehir efsanesinden öte gerçek bir kişi olduğunu kanıtlamaya çalışan bu iki adam sayesinde belgesel, hüzünlü ve gizemli içeriğine bir de dedektif hikayesi hüviyeti katıyor.


Rodriguez’in Amerika’da hayalet, Güney Afrika’da ise bir efsane oluşu bir müzikseverin Cold Fact albümünü Güney Afrika’ya getirmesiyle, daha sonra albümün elden ele, kulaktan kulağa gezip bir fenomene dönüşmesiyle gerçekleşiyor. Bu albüm belgeselde Güney Afrika’nın o dönem içinde bulunduğu kaos ortamıyla da ilişkilendiriliyor. Şarkı sözlerindeki isyankar ve döneme göre müstehcen sayılabilecek birtakım lirikler, özellikle ırkçılık ve sansürle boğuşan Güney Afrika halkının bastırılmaya çalışılan duygularına tercüman olduğu için kolayca sahipleniliyor. Rodriguez, hiçbir promosyon, konser, reklam olmadan, sadece biri tarafından ülkeye sokulan ve korsan olarak çoğaltılan tek bir albümle Güney Afrikalı müzisyenleri, müzik eleştirmenlerini, müzikseverleri büyülüyor. Öyle ki Cape Town’da hemen herkes Rodriguez’den bahsederken sanki Bob Dylan’dan, Elvis Presley’den, Stevie Wonder’dan bahsedermiş gibi gözleri parlıyor.

Hakkında çıkan efsanevi ölüm senaryolarıyla gizemini kat kat arttıran bu adamın gerçek akıbetini araştırmaya, en azından albümünün satış gelirlerinden ne kadar kazandığını öğrenmeye çalışan Strydom, Mike Theodore’u aradığında hiç de beklemediği sürpriz bir cevap alıyor. Bu noktadan sonra belgesel bambaşka bir yöne giriyor ve artık anlatılmaz, izlenir, dinlenir dakikalar başlıyor. Bir büyük şarkıcı / bestecinin geç kalmış itibar teslimi en güzel şekilde, en olması gereken yerde yani Güney Afrika’da gerçekleşiyor. Bugüne dek eşi benzerine rastlanmamış tarihi bir konser tüm gerçekliği ve samimiyetiyle vücut buluyor. Bu olağanüstü hikaye ise şanına yakışır benzersiz bir belgeselle biz seyircilere ulaşıyor. İnsanların gözünün önündeki bazı değerlerin farkına bile varamadığı, ama dünyanın başka bir coğrafyasındaki başka insanların aynı değerlere gönülden sahip çıkmaları umudun şahlanışı gibi adeta. Dünyada iyi şarkılara sahip çıkacak birilerinin her zaman olacağına dair inancı güçlendiren Rodriguez gibi sanatçılara, onların farkına varmamızı sağlayan Searching For Sugar Man gibi filmlere hep ihtiyacımız olacak.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Maniac (2012)


Yönetmen: Franck Khalfoun
Oyuncular: Elijah Wood, Nora Arnezeder, Liane Balaban, Megan Duffy, Jan Broberg, America Olivo, Sammi Rotibi, Genevieve Alexandra, Steffinnie Phrommany, Joshua De La Garza
Senaryo: Alexandre Aja, Grégory Levasseur, C.A. Rosenberg, Joe Spinell
Müzik: Rob

1980 yapımı William Lustig filminin yeniden çevrimi olan Maniac’in yönetmenliğini bu kez Franck Khalfoun yapıyor. Cansız manken dükkanı sahibi Frank’in geceleri bir seri katile dönüşerek öldürdüğü kadınların kafa derilerini yüzüp mankenlere takma saplantısı üzerine şekillenen film, korkudan çok psikolojik gerilime oynuyor. İlk filmi izlemediğim için nasıl bir remake ile karşı karşıya olduğumuzu bilemeyeceğim. Orijinal filmin senaryosunu C.A. Rosenberg ile beraber yazan ve Frank rolünü oynayan Joe Spinell’in ardından yeniden çevrim için Alexandre Aja’nın senarist ve yapımcı olması farklı bir heyecan dalgası yaratmıştı. Gösterildiği ufak festivallerde de iyi eleştiriler aldı. Ama ortada (bazı eleştirilerde okuduğum üzere) çok fazla abartılacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Hatta birçok yönden filmin vasat ve altı olduğu bile söylenebilir.

Hitchcock klasiği Psycho’dan bu yana defalarca işlenen bir seri katil profiline, hele de mankenlerin kafasına gerçek kafa derisi yerleştirme saplantısının bile 1980’de ele alınmışlığına yeni bir şeyler katamayacağını bilen Alexandre Aja ve Franck Khalfoun, filmi stilize bir teknikle ele almayı uygun görmüşler. Bu da filmi Frank’in gözünden izlediğimiz bir POV sıkıcılığına hapsetmiş. Bunun seyirciyi karakterle özdeşleştirme yöntemi olması, karakterin temelleri Oedipus’a dayanan kompleksleri ve yüzlerce benzerine tanık olduğumuz hikayenin akmaması yüzünden bu defa geri tepiyor denebilir. Şayet kasten özdeşleştirmeme amacı güdülüyorsa bu da çok sığ bir tercih. İmdada yetişen dikiz, tavan, boy aynaları, su birikintileri ve vitrin camları Frank’in (ve Elijah Wood'un) suratını ara ara görmemizi sağlıyor ama orada da bir oyunculuk değil, sadece bir duruş gördüğümüz için havaya girmemiz zorlaşabiliyor. Gereksiz yeniden çekimlerden biri.

19 Mayıs 2013 Pazar

The Last Stand (2013)


Yönetmen: Kim Jee-woon
Oyuncular: Arnold Schwarzenegger, Forest Whitaker, Jaimie Alexander, Rodrigo Santoro, Peter Stormare, Eduardo Noriega, Johnny Knoxville, Luis Guzmán, Zach Gilford, Genesis Rodriguez, Harry Dean Stanton, Christiana Leucas
Senaryo: Andrew Knauer
Müzik: Mowg

Kötü sonuçlanan bir operasyondan sonra Los Angeles Polis Departmanı’nın Narkotik bölümündeki görevinden ayrılan Şerif Ray Owens (Arnold Schwarzenegger) Los Angeles’tan ayrılıp sessiz sakin bir sınır kasabası olan Sommerton’a yerleşerek şeriflik görevini yapmaktadır. Ama bu huzurlu ortam, Pablo Escobar’dan sonra gelen en büyük uyuşturucu baronu Gabriel Cortez’in (Eduardo Noriega) ölüm hücresine nakledilirken FBI konvoyundan kaçmasıyla bozulacaktır. Zira Cortez, Sommerton’da gizli işler çeviren Burrell’ın (Peter Stormare) liderlik ettiği bir grubun yardımıyla içinde bir rehinenin olduğu özel olarak tasarlanmış Corvette ile hızla Amerika-Meksika sınırını geçmeye kararlıdır. Cortez’in geçmeyi planladığı yolun üzerinde sadece Summerton vardır. Ajan John Bannister’ın (Forest Whitaker) liderliğindeki tüm birimler, Cortez sınırı geçmeden onu yakalayıp cezalandırabilmek için Summerton’dan geçmesine engel olmak zorundadırlar. Çünkü o kavşağı da geçerse yasaların hiçbir hukuki yaptırımı kalmayacaktır. Ray’in elinde ise sadece iki şerif yardımcısı, nezarethanede bir suçlu ve kasabanın çılgın tipi Lewis vardır.

Senaryosunu muhtemelen eş dost ve yakın çevresi dışında kimsenin tanımadığı Andrew Knauer’in yazdığı, özellikle son üç filmi A Bittersweet Life, The Good, The Bad, The Weird ve I Saw The Devil ile güçlü vizyonunu tüm dünyaya kabul ettiren Kim Jee-woon’un yönettiği The Last Stand, tüm normalliğine (klişe kelimesinin de Hollywood çeperlerinde iyice “klişe” olduğunu düşünürsek) rağmen çeşitli enteresan ilklerin yaşandığı bir aksiyon. Bunlardan biri Kim Jee-woon’un ilk Hollywood çalışması, diğeri ise eski California Eyaleti Valisi Arnold Schwarzenegger’ın başrol olarak tekrar sinemaya döndüğü ilk film olması. Duyurulduğu andan beri tepeden tırnağa neyle karşılaşacağımızı bildiğimiz bir filmi bu ilklerle izlemenin ilginç, bir o kadar da endişe verici bir tecrübe olacağı kesin gibiydi. Hayranları, Schwarzenegger’ın The Expandables ısınma turlarının ardından ortalığı birbirine katacak dev bir aksiyon beklentisi içindeydiler. 2003-2011 yılları arasındaki valilik kariyerinin ve sonrasında ortaya çıkan skandalların izlerini silip eski parlak Hollywood günlerine dönme eşiğinde tekrar dibe batmak da mümkün olabilirdi.


Öte yandan Kim Jee-woon’un patronuna isyan eden fedaisinin dramında (A Bittersweet Life) ve iki adamın intikam ekseninde amansız bir takibe dönüşen macerasında (I Saw The Devil) hissedilen western ruhu, Packinpah sertliğinin günümüz şartlarında daha da koyultularak sunulmasıyla şekilleniyordu. The Good, The Bad, The Weird ise Kim Jee-woon’un bu teorik western tutkusunu modern suç dünyasından asıl mecrasına taşıyarak pratiğe dökmüş bir aksiyon cümbüşüydü. Günümüz Güney Kore sinemasının üç büyük yönetmeninden biri olan Kim Jee-woon’un ilk Amerika macerasından beklentilerin tam olarak ne olduğu bilinmese de, belki de bilinen tek şeyin yine bu western bağlılığından izler taşıyacağıydı. Usta yönetmen de bu beklentileri boşa çıkarmayıp, hazır batıya gitmişken batının bağrından eski westernlere basit ve naif göndermeler içeren keyifli bir aksiyon çekmiş.

Konusundan da anlaşılacağı üzere çok önemli bir uyuşturucu baronunun sınırı geçiş yolu üzerindeki tek yerleşim birimi olan Sommerton’ın eski batı kasabalarına benzeyen görüntüsü, kasaba halkının büyük bir bölümünün önemli bir etkinlik için kasaba dışına çıkması, Şerif Ray’in de izin gününde olması gibi çevre düzenlemeleri, Kim Jee-woon’a istediği serbest oyun alanını yaratıyor. Cortez ve çetesinin gücü karşısında zayıf görünen Ray ve ekibinin adım adım büyük karşılaşmaya hazırlanışları, süvarilerin bürokratik işlemler yüzünden gecikecek olması, sınırı geçmek isteyenle ona engel olmak isteyenler arasındaki zamana karşı yapılan mücadele ve tabii biri araçlarla, diğeri göğüs göğüse iki final kapışması birden tam olması gerektiği (ya da olmasını istediğimiz) gibi vücut buluyor. Ray’in kasabaya dönüşü bile eskiden okuduğumuz western çizgi romanlarının finallerine nostaljik bir referans içeriyor. Colt Revolver ve Winchesterların yerini otomatik silahlar, bazukalar, pompalı tüfekler alsa da, görkemli bir sahnesi bulunan “Vicky” adındaki 1939 model mitralyöz rolünü çalmayı biliyor.


The Last Stand, sıkı bir dönüş olarak Arnold Schwarzenegger’a cuk oturan bir film. Şerif Ray Owens rolü için valilikten şerifliğe düşmüş Schwarzenegger esprisi de filme ayrı bir zevk katıyor. Artık Bruce Willis, Stallone, Liam Neeson gibi yaşlı aksiyoncular için yazılan rollerden o da payını alacaktır bundan sonra. Oscarlı oyuncu Forest Whitaker da canlandırdığı rolün telaşlı halini iyi yansıtıyor. Eduardo Noriega ve Peter Stormare filmin kötü kontenjanında iyi işler çıkarıyorlar. Bazen fazlaca karikatür kaçsalar da Luis Guzmán ve Johnny Knoxville ise bu kez mizah kontenjanından filme renk katıyorlar. Bir kontenjan da romantizmden açılmış ki, orada da Rodrigo Santoro ve Jaimie Alexander, Frank ve Sarah arasında geçmişe dayalı ilişkinin zorlu bir süreçle test edilişiyle nefes almaya çalışıyor. Her ne kadar ortada üstün oyunculuk performansı gerektirecek bir rol olmasa da Güney Koreli Kim Jee-woon, Amerika, Porto Riko, İspanyol, Brezilya kökenli oyuncuları çok iyi idare ederek bir yönetmenin her dili konuşabileceğini gösteriyor.

The Last Stand’in Kim Jee-woon kariyerinde çok önemli bir yer işgal etmeyeceği kesin. Filmde sürpriz yok neredeyse. Ama ona keyif veren tam da bu formülsüzlüğü ya da eski formüllere olan bağlılığın modern yansımaları. Hatta bana göre iki The Expandables’ı toplasan bir The Last Stand etmez. Çünkü onda Kim Jee-woon’un çocuksu, ergensi heyecanları, çizgi roman nostaljisi, Pazar sabahı kovboy filmleri keyfi ve usta bir yönetmenin bu western sevgisini özgürce bir potada eritme hevesi var. Yine de kendisinin Hollywood’u mesken tutmasını istemem. A Bittersweet Life’ın görüntü yönetmenliğini de yapmış olan Kim Jee-yong’un çatışma sahnelerindeki dinamiğinin de katılacağı temiz işçiliği, I Saw The Devil’ın müziklerini de yapmış olan Mowg’un müzikleri (özellikle de ekibimizin çatışmaya hazırlık için mühimmat donandığı sahnede çalan filmle aynı adlı tema müziği), belki başka bir yönetmenle B sınıfına girebilecek bir filmi güçlü kılan diğer unsurlar. The Last Stand her şeyden evvel bir “I Am The Sheriff” filmi ve western hayranları bilir ki, iyi bir “I Am The Sheriff” filmine yan bakılmaz.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Stand Up Guys (2012)


Yönetmen: Fisher Stevens
Oyuncular: Al Pacino, Christopher Walken, Alan Arkin, Mark Margolis, Julianna Margulies, Addison Timlin, Lucy Punch, Vanessa Ferlito, Katheryn Winnick, Bill Burr
Senaryo: Noah Haidle
Müzik: Lyle Workman

Geçmişte bir soygun sırasında kazara soygunu organize eden mafya babası Claphands’in oğlunu öldüren Val (Al Pacino), yakalandıktan sonra hiçkimsenin ismini vermediği için 28 yıl hapis yattıktan sonra dışarıya çıkar. En iyi arkadaşı Doc (Christopher Walken) ise Val’i almaya gelir. İkili daha sonra soygunlarında şoförlük yapan ve şimdilerde bir huzurevinde pinekleyen eski dostları Hirsch (Alan Arkin) ile buluşur. Aralarında güçlü bir bağ olan üç arkadaş kaybettikleri ve tekrar kazandıkları özgürlükle içlerinde kalan şeyleri gerçekleştirmek istemektedirler. Fakat oğlunun intikamını almak için Val’in çıkmasını bekleyen Claphands tetiktedir. Val’i öldürmek için tuttuğu kişi ise Doc’tır. Bunu bilen Val’in, en yakın dostu tarafından öldürülmeden önce kalan vaktini en iyi şekilde geçirmekten başka düşüncesi yoktur.

Uzun bir oyunculuk kariyeri bulunan, ara sıra da yapımcılık ve yönetmenlik yapan Fisher Stevens’ın yönettiği Stand Up Guys, başta üç büyük aktörün sebep olduğu yüksek beklentilere cevap vermekte hayli zorlanan bir film ne yazık ki. Bunda en büyük pay, filmin Noah Haidle adlı tecrübesiz senaristine ait. Dışarıya verdiği ilk imajı “yıllar sonra son bir soygun için tekrar bir araya gelen ekip” olan film, neyse ki konu olarak bu klişeden kendini sıyırıyor. Ama iş o konuyu senaryoya dönüştürmeye gelince bu kez başka klişeler, beceriksizlikler, sıradanlıklar ortaya çıkıyor. PacinoWalkenArkin üçlüsü engin tecrübeleriyle kendilerini kurtarsalar da bence bu senaryoyu onlar bile kurtaramıyor. Val, Doc ve Hirsch’ün geçmişte birlikte sıkı işler çevirdiğine, iyi arkadaş olduklarına, yaşlandıktan sonra da paslanmadıklarını kendilerine kanıtlama ihtiyacı duymalarına bizi bu senarist değil, oyuncuların kendileri ikna ediyorlar.

Belki sevimli bir kaçış / yol hikayesi olarak da tasarlanabilecek olan bu üç veteranın hikayesi, en çok da Doc’ın dramı ve onu canlandıran Christopher Walken’ın usta oyunuyla ayakta durmaya çalışıyor. Bunun dışında film basiretsiz senaristin elinde sürekli belden aşağı esprilere maruz kalıyor. Hele şu mezarlık sahnesi ve 2 Emmy, 1 Altın Küre sahibi Julianna Margulies’in son derece ruhsuz, dümdüz oyunu (tabii senaryonun ona yüklediği saçma sapan metanet duygusunun da bunda payı büyük) içler acısı. Zaten Margulies’in canlandırdığı Nina karakteri o kadar gereksiz ki, onun az sayıdaki sahneleri filmden çıkarılsa hiçbirşey fark etmez, hatta Hirsch’ün dramatik konumunu daha da güçlendirebileceği için daha iyi olurdu. Fisher Stevens’ın fena bir yönetmenlik gösterdiği söylenemez. Oyuncular zaten malum. Lakin filmi ziyan eden Noah Haidle, iyi oynayan takımın kötü kalecisi olduğu için skora doğrudan etki ediyor. Böylece üç ikon oyuncunun rol aldığı bir film kötü olmayı başarıyor.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Iron Maiden: Flight 666 (2009)


Yönetmen: Sam Dunn, Scot McFadyen

Metal: A Headbanger’s Journey ve Global Metal belgeselleriyle takdire değer işler yapan Sam Dunn ve Scot McFadyen’in, dünyanın yaşayan en büyük gruplarından biri olan Iron Maiden’ın 2008 yılında başlayan Somewhere Back In Time turunun perde arkasını anlatan belgeselleri Iron Maiden: Flight 666, DunnMcFadyen ikilisinin, özellikle de Iron Maiden’ın büyük hayranı Dunn’ın rock belgeselleri konusunda gerçek bir usta olduğunu bir kez daha tescilleyen harika bir yapım. Fakat bu tur, sıra dışı özellikleriyle bugüne kadar yapılmış hiçbir tura benzemiyor. Bunlara geçmeden önce bu turun Sam Dunn’ı gerçek bir Iron Maiden hayranı yapan 1985'teki klasik World Slavery turunun üzerine kurulduğunu belirtmek gerek. Dunn bunu özellikle vurguluyor. Çünkü o zamanlar hayranı olduğu grubun 2008 versiyonuna bu defa sosyoloji tahsilli rock yetişkini olarak, hele de bugüne kadar medyaya karşı mahremiyetini korumuş, kameraları özel hayatlarına sokmamış yaşayan efsane konumundaki bir grubu görüntüleyen başarılı bir belgeselci olarak katılıyor olması çok önemli.

Hindistan, Avustralya, Japonya, ABD, Kanada, Meksika ve Güney Amerika’yı kapsayan Somewhere Back In Time turu, 45 günde 5 kıtaya yayılmış 12 ülkede 23 konseri kapsıyor. Bu da 70.000 kilometre demek. Bulunan çözüm ise grubun “Ed Force One” adını verdikleri Boeing 757 uçağına 70 kişiyi ve 12 ton ağırlığındaki ekipmanları yükleyip yola koyulmak. Yasal izinlerin alınması, uçağın o kadar yükle havalanabilmesi için mühendislerce gerekli denemelerin yapılması derken bir yılı bulan ön hazırlık sonrası Sam Dunn ve Maiden ekibi 28 Ocak 2008’de havalanıyor. En önemlisi de uçağı uçuran pilotun grubun vokalisti Bruce Dickinson oluşu. İlk iki belgeselinden de aşina olduğumuz üzere Sam Dunn müthiş görüntüler, röportajlar ve bunların bir araya getirildiği kurguyla baştan sona bizi bu turun hem uçağına, hem sahne önüne, hem de arkasına tüm samimiyetiyle dahil ediyor.


Artık biliyoruz ki bir Sam Dunn rockumentary’si asla sadece bir rockumentary değildir. Bu yüzden grubun gittiği her ülkede Iron Maiden fenomeninin toplumsal ve ekonomik yansımaları, o ülkelerin dinleyicilerinin grup özelinde bu müziğe olan tutkuları da tüm gerçekliğiyle ekrana yansıyor. Farklı kıtaların, farklı ülkelerin, farklı kültürlerin, farklı insanların benzersiz Iron Maiden müziğine ortak tepkileri veriyor oluşlarının sebeplerine ilk iki belgeselde heavy metal genelinde tanık olmuştuk. Iron Maiden özelinde ise birçok çevre tarafından dünyanın en iyi grubu olarak kabul edilen bu emektarların kuruldukları 1975’ten ve albüm yapmaya başladıkları 1980’den beri yarattıkları destansı müziği (zaman içinde yaşadıkları ufak tefek ayrılıkları saymazsak) günümüze hayranlık verici bir istikrarla taşımaları yeterli bir nedendir. Etkiledikleri yüzlerce grup onların müziğine doğrudan vakıf olamayacaklarını anladıkları noktada beslenebilecekleri ne varsa almaya çalışmışlar, bunları sürekli yenilenen kuşaklara aktaramaya çalışmışlardır. Ancak Iron Maiden müziğinin “unique” yapısı onları başka herkesten daha kıymetli yapmış, 80’den 2010’a 15 albüm ve sayısız konserle her seferinde kutsadıkları dinleyicilerini hep kendilerine sadık hale getirmişlerdir.

Belgeselde grup elemanlarının da dile getirdiği üzere Iron Maiden’ın 80’lerden bu yana dinleyici kitlesinin yaşlanması diye bir şeyin sözkonusu olmadığının da altı çiziliyor. Özellikle konserlerdeki dinleyici kitlesinin hep aynı yaşta kalması, hatta gençleşmesi grubun zamansızlığına en güzel örnek. Çocuklar, gençler Iron Maiden hayranı ebeveynleriyle birlikte konserlere gidiyorlar. Kuşaktan kuşağa aktarılan Maiden sevgisi, yıllar yılı müziğinden ödün vermemiş grubun dinleyici kitlesindeki bu yaş kavramını silip atıyor. Sadece yaş kavramını da değil. Belki de hayatında bir defa yaşayacağı Iron Maiden’ı sahnede canlı görme fırsatını kaçırmamak için işinden ayrılanlar, konser sonrası hala olayın şokunu üzerinden atamayıp hüngür hüngür ağlayanlar, Steve Harris’ten imza aldıktan sonra bile buna inanamayıp “fuck!” çekenler, kendi deyimleriyle “dünyanın kıçında” yaşayan, tüm toplumsal ve ekonomik sıkıntılara rağmen dünyada yalnız olmadıklarını hissedecek kadar büyük bir müzik olayına tanıklık edecek olmanın coşkusuna teslim olan Güney Amerikalı gençler, konserlerden günler önce kurulan kilometrelerce uzunluktaki çadırlar, “Iron Maiden Is My Religion” yazılı pankartlar ve daha birçok şey bu sevginin boyutlarını gözler önüne seriyor.


Sam Dunn bu hayati fırsatı yakalamışken Iron Maiden’ı oluşturan altı yaşayan efsaneyi de mercek altına almayı ihmal etmiyor. Vücudunun 162 yerinde Iron Maiden dövmesi bulunan Brezilyalı genç bir rahibin oğluna ismini verdiği, Japon bir kızın “keşke onun kızı olsaydım” dediği, Hintli bir ergenin imzasını aldıktan sonra kendinden geçtiği Steve Harris, kesinlikle gruba şimdiki karakterini veren en önemli parçası. Şarkıların çoğunu yazan, yazmadıklarında bile düzenlemelerine katkıda bulunan Harris, konserlerdeki şarkılara ağzıyla eşlik eden o hırçın görüntüsünün aksine utangaç, mütevazi ve tam bir aile babası. Dave Murray az ama öz konuşan bilgeliğiyle müthiş bir denge unsuru. Adrian Smith özellikle ses düzeni konusunda çok titiz ve grubun müziğinin ayaklar üstünde durabilmesinin önemli bir parçası. 1990’da gruptan ayrılan Adrian Smith’in yerine gelen ve 1999’da Smith geri döndüğünde herkesin onayıyla grubun altıncı üyesi olarak kalan, sosyoloji diplomalı Janick Gers grubun en matrak aynı zamanda kendi halinde takılmayı seven elemanlarından biri. Steve Harris’in bas omurgasıyla sınırlarını çizdiği şarkıları Murray, Smith, Gers üçlüsünün rock formuna evrilten olağanüstü katkıları hem ritim gitarın, hem de şahane soloların “Maidenize” oluşlarındaki sırrı ortaya koyuyor adeta.

Grubun en yaşlısı olan davul üstadı Nicko McBrain, bir Guy Ritchie filminden fırlamışçasına esprili, deli dolu ve müthiş kafa bir adam. Gittiği her yerde golf merakını gidermeye çalışan bu güzel insan, grup arkadaşları hakkında da çok içten tespitlerde bulunuyor. McBrain belki de yeryüzünde başka hiç kimsenin üstesinden gelemeyeceği inanılmaz davul teknikleriyle grubun soundunu belirleyici hayati bir öneme sahip. Ve Bruce Dickinson… Gündüzleri üniformalı bir pilot, geceleri bir dakika bile yerinde duramayan çılgın bir solist olarak enerjisi en yüksek olması beklenen ve beklentileri her yönüyle karşılayan gerçek bir “frontman”. Gruptan ayrıldığı 93-99 arasında Iron Maiden The X Factor ve Virtual XI adlı iki albüm yaptı. Bu iki albüm grubun en vasat albümleri olarak kabul edildi ve bunun yegane sebebi kesinlikle Dickinson’ın yokluğuydu. Her yola gelebilen, istediği yere girip çıkan, bir enstrüman gibi şarkılara yön ve ruh veren Dickinson vokali, bir vokal olmanın ötesinde destansı bir karakter yoğunluğu içeriyordu. Grubu en iyi tanıyanlar yine grup üyeleri olduğu için Sam Dunn sıklıkla birbirleri için ne hissettiklerini soruyor ve belki de kimsenin yorumlayamayacağı gibi samimi cümleler duyuyoruz.


2013 itibariyle destansı Steve Harris (57), Dave Murray (57), Adrian Smith (56), Bruce Dickinson (55), Nicko McBrain (61), Janick Gers (56) kadrosunu koruyan Iron Maiden, bu enfes belgesel boyunca Hindistan’da Aces High, Japonya’da The Trooper, Meksika’da Wasted Years, Brezilya’da Heaven Can Wait, New Jersey’de Rime Of The Ancient Mariner, Kolombiya’da Run To The Hills, Arjantin’de Fear Of The Dark, Kanada’da Hallowed Be Thy Name ve daha pek çok farklı yerde başka marş olmuş Maiden parçalarından unutulmaz sahne performansları göstererek onları canlı izlemenin ne kadar büyük bir deneyim olduğunu biz ekranları başındaki fanilere hissettiriyorlar. Öyle ki Toronto’daki son konserde bile sanki oradaymışçasına bu masalın bitiminden dolayı içimiz burkuluyor.

Sam Dunn ve Scot McFadyen yine müthiş bir belgesele adlarını yazdırıyorlar. Sadece Iron Maiden hayranlarına veya sadece heavy metal dinleyicilerine değil, gerçek bir idolün kişi için neden idol haline gelmiş olduğuyla, o idol bütününü oluşturan parçaların aslında birer birer ne kadar da “insan” oluşlarıyla alakalı sosyolojik bir vaka görmek isteyenlere hitap edecek bir belgesel. Gündüz uçakta, gece binlerce kişilik kalabalıkların önünde adrenalin dolu bir yaşam süren bu şanslı insanların, onları canlı görmeyi de ayrı bir şans olarak addedecek hayranlarıyla birlikte paylaştıkları ortak paydalara tanık olabilmemiz için mühim fırsatlardan biri.

2 Mayıs 2013 Perşembe

De rouille et d'os (2012)


Yönetmen: Jacques Audiard
Oyuncular: Marion Cotillard, Matthias Schoenaerts, Armand Verdure, Corinne Masiero, Bouli Lanners, Céline Sallette, Yannick Choirat
Senaryo: Jacques Audiard, Thomas Bidegain, Craig Davidson
Müzik: Alexandre Desplat

Un prophète, De battre mon coeur s'est arrêté gibi filmleriyle severek takip ettiğimiz Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın son filmi De rouille et d'os (Rust and Bone), yolları kesişen iki kaybeden arasındaki inişli çıkışlı ilişkinin odağında şekillenen ağır bir dram. 5 yaşındaki oğluyla birlikte sefil bir hayat sürerken kızkardeşi Anna’ya sığınan Ali ile, geçirdiği kaza sonucu iki ayağını birden kaybeden katil balina eğitmeni Stéphanie’nin normal şartlarda kesişmesi mümkün olmayan hayatlarını bu anormal şartlara iyi adapte eden film, birçok yönden hem senaryo, hem de yönetim anlamında kendini gerçek kılabiliyor. Oğluna, kızkardeşine, beraber olduğu kadınlara, genel olarak hayata karşı güçlü bir sorumluluk duygusu taşımayan Ali ile, kazadan önce insana aynı şekilde bir sorumluluk hissi aşılamayan soğuk Stéphanie’nin arızalı beraberliğinin rotası bir süre sonra tıkanmaya mahkum.

Ali’nin etrafındaki herkese zarar veren bu sorumsuz karakteri, sadece kavga ederken ve seks yaparken nefes alabildiği için derinlikten yoksun. Bir gece kulübünde fedai olarak işe başlayıp daha sonra gündüzleri sokak dövüşlerine katılan, geceleri marketlere gizli kamera yerleştirme işine bulaşan Ali’nin Stéphanie’nin tutunacak tek dalı olması (pek inandırıcı gelmese de) meselenin vahametini iyi özetliyor. Ali’nin oğlu Sam ile ilişkisi de duygu sömürüsüne müsait olduğundan, bu yöndeki sorumsuzluğu rahatsız edici boyutlara varıyor. Hem Stéphanie’ye hem de Sam’e olan ilgisizliği ya da zoraki (ve acemi) ilgisi Ali’yi sinir bozucu bir karakter yapmaya yetiyor. Bu belki Audiard’ın bilinçli tercihi olabilir. Zaten Ali ve Stéphanie’ye olduğu kadar diğer yan karakterlere de rahat yüzü göstermeyen senaryo zaman zaman arabeskleştiğini düşündürse de, De rouille et d'os’nun genel anlamda tüm bu karakterlerin sancılı iyileşme süreçlerinden vücuda geldiğini söylemek mümkün. Bu sancılardan en çok Ali’nin nasibini alması da yeterince adil.


Ali’ye dair sözünü ettiğimiz bu negatif özellikleri Matthias Schoenaerts bünyesinde rahatça görebiliyoruz. Kaba saba, ruhsuz bu rol ona o kadar uygun ki, ilk kez bir filmini izlediğim aktörün aktör olduğu bile anlaşılmıyor. Ama oyunculuk aranıyorsa, kısa süre içinde kendini beğenmiş bir imaj yarattıktan sonra yıkık dökük bir başka karaktere ustalıkla adaptasyon sağlayan Marion Cotillard’a bakmak gerek. Hüzünlü yüzünün ardına sakladığı ufak umut ışıklarını, kapalı gökyüzünden sızan ışık huzmeleri gibi aktarmakta hiç sıkıntı çekmiyor. Örneğin terasta tekerlekli sandalye üzerinde balinaları yönlendirirken yaptığı hareketleri tekrar ettiği sahne bile tek başına şiirsel bir nitelik taşıyor. Arızalarına rağmen Un prophète ile büyük bir suç yapımına imza atan Jacques Audiard, ondan daha iyi olmayan De rouille et d'os ile bunalımlı psikolojik dramlardan hoşlananları memnun edecek bir film sunuyor.