27 Kasım 2010 Cumartesi

The Secret Reunion (2010)


Yönetmen: Hun Jang
Oyuncular: Kang-ho Song, Dong-won Kang, Hyuk-kwon Park, In-gi Jeong, Jeong-won Choi
Senaryo: Hun Jang
Müzik: Hyung-woo Noh

Kuzey Kore gizli ajanı Ji-won (Kang Dong-won) bir görevde Kuzey ve Güney Kore'nin gerçek sınırı olan 38. Paraleli geçtiğinde, Han-gyu’nun (Song Kang-ho) başında olduğu Milli İstihbarat Servisi (NIS) müdahale eder. Ji-won, Gölge adlı profesyonel tetikçinin peşinde olduğu bir ailenin infazına tanık olmak zorunda kalır. Onu Seul’un göbeğinde bir silah çatışması takip eder. Ji-won ve Gölge kaçmayı başarınca, Han-gyu kovulur ve Ji-won da açığa çıktığı için birimi tarafından yüzüstü bırakılır. Altı yıl sonra, ikisi tesadüfen karşılaşır ve birbirlerinden bilgi çalmak amacıyla bir iş ortaklığına başlarlar.

2008’de çektiği Rough Cut ile başarılı bulsam da, henüz bir filmi bütünüyle tasarlama veya tasarladığını sonuca ulaştırma konusunda yeterince pişmiş görmediğim genç yönetmen Hung Jang, o filmde Ki-duk Kim ile birlikte yazdığı ilginç senaryonun özellikle senaryo olarak tam hakkını verememişti bana göre. Yönetmenlik konusunda ise Jang’ın diğer örneklerden çok ayrıksı durmayan, fakat hâkimiyetini sezdiren üslubu özellikle yakın dövüş filmlerden hoşlananlara biraz değişik bir tecrübe vaat ediyordu denebilir. Jang’ın yeni filmi The Secret Reunion ise, daha önce pek çok kereler işlendiği üzere Kuzey-Güney gerginliğini, tarafları temsil eden iki karakter sayesinde masaya yatırarak “insan olarak yok aslında birbirimizden farkımız” mesajını kuşanan yapımlardan. Zıt kutupların kapıldıkları çekimi daha çok kardeşlik bazında ele alan filmler arasında, yapmak istediğini iyi etüd etmiş ve her an bozulabilecek bu kardeşliği gerilimli, aynı zamanda sıcak bir dostluk öyküsüyle işlemiş bulunuyor. Ağır ve emin adımlarla iki düşman ülke vatandaşının, akıcı bir casusluk hesaplaşması yörüngesinde ağabey-kardeş ilişkisine kadar varması, filmin dramatik yönden ağlarını çok iyi ördüğünü gösteriyor.

Ne var ki bence filmin bitmesi gereken çok iyi bir nokta olmasına rağmen, son bir duygusal final daha hazırlanmış olmasını (gayet sevimli de olsa) biraz zorlama buldum. Kuzey-Güney çatışmasını, karakter olarak oldukça güçlendirilmiş iki birey yardımıyla dramatik bir polisiyede bu derece iyi organize etmiş, üstelik kaçak yabancı gelin sorununu da konusuna bütünüyle alâkasız sayılmayacak ölçüde yedirebilmiş bir filmin böylesi bir sevimliliğe ihtiyacı olmadığı görüşündeyim. Yine de çoğu seyirciyi memnun edecek bir sevimlilik olduğunu inkâr etmek olmaz. Usta oyuncu Kang-ho Song’un gözalıcı performansının her zaman olduğu gibi kapıp götürdüğü, çekimi, olay örgüsü ve dantel gibi işlenmiş dostluk öyküsüyle başarılı bir yapım The Secret Reunion.

20 Kasım 2010 Cumartesi

The Crow (1994)


Yönetmen: Alex Proyas
Oyuncular: Brandon Lee, Rochelle Davis, Ernie Hudson, Michael Wincott, Bai Ling, Sofia Shinas, Anna Levine, David Patrick Kelly, Angel David
Senaryo: James O'Barr, David J. Schow, John Shirley
Müzik: Graeme Revell

90’lı yıllar, 80’ler sonrası çekidüzen yılları gibi gelir bana. Kılık kıyafet, müzik, politik yapılanma ve sosyal bilinç 80’lere göre daha bir değişim geçirmeye başladı. Değişim dediğimiz şey de sancısız olmaz. Bireysel bunalımlar da beraberinde geldi haliyle. Buna mukabil, eserlere de yansıması kaçınılmaz hale geldi. Hep öyle değil midir zaten? Sinemada film noir hortladı, müzikte Grunge patladı, iç savaşlar azıttı.

Böyle bir dönemde The Crow’un efsaneleşmesi kadar normal bir şey olmamalı. Crow’u kültleştiren unsurun büyük ölçüde, çekimler sırasında karnına giren kurşunla daha 30’una gelmeden hayata veda eden, Bruce Lee’nin kendi kadar bahtsız oğlu Brandon Lee olduğu düşünülür. Tabiî öyle bir etki yadsınamaz. Ancak ben bu efsaneyi, yukarıdaki şartlara sahip döneme cuk oturan filmin kendine has karanlık, ümitsiz yapısına bağlıyorum. Daha 35 yaşına gelmeden göçüp giden nice oyuncunun filmi bu denli ilgi görmezken, The Crow’u “Brandon Lee’nin sette öldüğü film” olarak yüceltenlerden rahatsızım. Bir kere filmden önce James O'Barr çizgi romanının temelden sağlam bir hayran kitlesi zaten vardı. Film sadece bu kitleyi daha da genişletti. Ama çevirirken ellerimizi kurutan sayfaların yarattığı tuhaf etkiyi bu kez gözlerimize yaşatarak.

Serseriler tarafından vahşice öldürülen müzisyen Eric Draven ve nişanlısının intikamını almak için, Draven’in tekrar Crow olarak hayata geri dönüşünün hikayesi çok önceleri bir fenomendi. Film için dönemin yükselen değerlerinden, babası gibi dövüş sanatları ve drama eğitimi almış Brandon Lee’nin düşünülmesi mutlaka başlarda soru işareti uyandırmıştır. Benzetmede hata olmaz bu, Jet Li’nin Örümcek Adam olması gibi bir durumdu. Ama birkaç vurdu-kırdının ardından Junior Lee için bu film tam bir atlama taşı olacaktı, oldu da... Lee’nin Draven-Crow yorumu zaten tartışılmaz ama hikayenin ve Alex Proyas’ın kapkara yönetiminin, Crow’u özel yapan ilk etmen olduğunu düşünüyorum. Lee yaşasaydı belki Crow 2-3 saçmalıklarında da oynayacaktı, bilemeyiz. Ölmüş birinin nasıl kariyer yapacağı sunî bir tartışmadan öteye gitmez.


Joker-Robert Smith karışımı Crow, gotik, trajikomik ve hüzünlü yapısıyla çok özel bir süper kahraman. Aslında süper kahraman diyesim de gelmiyor. Çünkü alacalı bulacalı, daracık ve çoğu kez komik kostümlerle boy gösteren benzerlerinden farklı, zifiri bir özelliği var. Ama diğer kahramanlar gibi o da ikilemler denizinde çırpınıyor. 90’lar Grunge kuşağının onu bağrına basması boşuna değil. Onun serserilerden alacağı intikam, 80’lerin uyuşturucu havasından sıyrılan ve su yüzüne çıkan gerçekliklerin farkına varıp 2000’lere doğru hesap sorma yolunu yöntemini araştıran, kendince bir öç altyapısı arayışı içinde olan bireylerin intikam konseptine uyuyor. Zaten 90’lardaki Grunge kuşağının Jack London kitaplarından fırlamış görüntüsü ve o cayır cayır müziği, zamanında biriktirdiği fikirleri daha verimli bir platforma taşıma arzusu depreşecektir. Çünkü Grunge tümüyle köklerine bağlıydı. Belki de bu yüzden The Crow soundtrack albümünün Grunge şarkılarla dolu olması sadece Draven’in bir rock müzisyeni olmasından kaynaklanmıyordu. Draven-Lee figürü kaçınılmaz bir biçimde Kurt Cobain ile de özdeşleştirildi. Ama Cobain’in intihar-cinayet gizemi aydınlanmadığı sürece bu özdeşlik hiç adil değil. Cobain’in intihar zayıflığıyla, Crow’un kararlılığı benim için tezat. Benim Grunge kültürden algıladığım bu idealsizliğe ters. Bu yüzden Kurt Cobain’in öldürülmüş olmasını yeğlerim.

The Crow’da Brandon Lee’den başka mühim bir şahsiyet daha bulunmakta. Michael Wincott... Rutger Hauer kadar karizmatik, William Forsythe kadar zalim bu güzel-kötü adam üzerine ne methiyeler düzülse az. Robin Hood:Prince Of Thieves, 1492: Conquest Of Paradise, The Three Musketeers, The Count of Monte Cristo, The Crow’daki konseptine çok benzettiğim Strange Days ve daha nice filmin kötü adamı Wincott, Ridley Scott, Jim Jarmusch, Kevin Reynolds, Michael Cimino gibi yönetmenlerinde favori ismi aynı zamanda.

31 Mart 1993 öğlen 01:04’te hayatını kaybeden Brandon’un cenazesine, aralarında David Carradine, David Hasselhoff, Keifer Sutherland’in de bulunduğu 400’den fazla insan katıldı. Mezarı ise 90’larda Grunge’ın patladığı Seattle’da, babası Bruce Lee’nin yanında bulunmakta. Yakında her efsanenin geri döndürülme modasından The Crow da payını alacak. Yönetmen olarak ilk Blade filmi dışında pek parlak bir kariyeri bulunmayan, esasen özel efekt uzmanı olan Stephen Norrington'ın yöneteceği The Crow, 2011'de intikam almaya yeniden başlayacak. Brandon Lee'nin rolü için düşünülen isimler şu an için Mark Wahlberg ve Ethan Peck... Doğru, benim de yüzüm buruştu. Ama bu filmin senaryosunu Nick Cave'in yazmış olması işin rengini baştan aşağı değiştiriyor. Hiç aklıma gelmemesine rağmen, belki de bu iş için en uygun isimdi kendisi. Öbür türlü The Crow'un yeniden çekilmesi fikri hiç, ama hiç çekilmezdi.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Winter's Bone (2010)


Yönetmen: Debra Granik
Oyuncular: Jennifer Lawrence, John Hawkes, Dale Dickey, Garret Dillahunt, Shelley Waggener, Casey MacLaren, Isaiah Stone, Casey MacLaren, Lauren Sweetser
Senaryo: Debra Granik, Anne Rosellini, Daniel Woodrell
Müzik: Dickon Hinchliffe

Alabama'nın küçük bir kasabasında iki küçük kardeşine ve hasta annesine bakmak zorunda kalan 17 yaşındaki Ree’nin uyuşturucu işine girmiş babasını bulma çabasını anlatan Winter’s Bone, böyle filmleri çok seven Sundance Film Festivali’nde büyük jüri ödülü kazanmış, Berlin Film Festivali’nde de iki ödül almış bir dram. Hani çok aradığımdan değil ama filmin görünür bir mesajı, hatta hiç mesajı yok. Sadece Ree’nin evlerini kaybetmemek uğruna polisle başı dertte olan babasını mahkemeye gitmeye ikna etmek için bulma çabası sırasında yaşadıklarını sade ama hissedilir bir gerilimle aktarıyor.

Bana göre en belirgin başarısı, Ree ve ailesinin yaşadığı güç şartları fazla duygu sömürüsüne kaçmadan, bunun yanında çevresel zorlukları soğuk iklimine uydurarak aktaran doğal anlatımında. Güneşli bir soğuk kış gününde uzun mesafe yürüyüşlerde yaşanan terleme halini yanıbaşımda hissettim örneğin. Ree’nin kayıp babasının nerede olduğu, başına ne geldiği, hepsi birbirini tanıyan kasaba halkının ne sakladığı yavaş yavaş artan bir gizemle bu anlatıma yediriliyor. İşin içine uyuşturucu meselesinin girişiyle bambaşka bir mecrada durağan bir mafya hikâyesine kaysa da, bir süre sonra o başkalığı da kendi özünde eritebiliyor. Bu yüzden redneck uyuşturucu mafya ailesi fikri hiç de sırıtmıyor.


Yerel, iklimsel ve suç gerilimi yönlerinden, aynı zamanda zorluklara karşı güçlü kalmak, ailesini bir arada tutmak zorunda kalan kadın karakterinin dramı üzerine yoğunlaşan Courtney Hunt filmi Frozen River’ı andıran Winter’s Bone, aslen bir roman uyarlaması. Yönetmen Debra Granik’in çektiği ise roman olduğunu fazla hissettirmeyecek ölçüde hem durağan, hem de hızlı denebilecek bir sinema filmi. Sefalet içinde yaşama tutunmaya çalışan hayatlar, para uğruna orduya katılmayı bile göze alabilecek çaresizlikler (belki mesajın bir kısmı da buradadır), kadının dağılan parçaları bir arada tutan/tutmaya çalışan anaçlığı gibi hayattan âşina olduklarımızı farklı bir coğrafyada da olsa kabul ettiren bir dengeye sahip. Yine de kaçak göçmen sorunundan güçlü insanî çıkarımlar yapmamızı sağlayan Frozen River kadar kökleri sağlam, dalları uzun olmadığı kanaatindeyim.

2011 Oscar'larında En İyi Film, En İyi Kadın ve En İyi Yardımcı Erkek, En İyi Uyarlaa Senaryo ödüllerine aday olan film, kazanamasa bile bu adaylıkları hak etmiş bir yapım. Ama özellikle ailenin aynı anda birkaç ferdi olmak zorunda kalmış Ree’yi canlandıran Jennifer Lawrence’ın, ayrıca oynadığı her sahneye fazladan bir gerilim katan amca Teardrop rolüyle John Hawkes'ın fark yarattıkları görülüyor. Etkili yan rollerden birini üstlenen Dale Dicky de filme önemli katkı sağlamakta. Winter's Bone, 2010 yılının en iyi bağımsızlarından biri.

11 Kasım 2010 Perşembe

Death Sentence (2007)


Yönetmen: James Wan
Oyuncular: Kevin Bacon, Kelly Preston, John Goodman, Stuart Lafferty, Jordan Garrett, Garrett Hedlund
Senaryo: Brian Garfield, Ian Jeffers
Müzik: Charlie Clouser

Nick Hume (Kevin Bacon) istikrarlı, rahat bir yaşamı olan sade bir vatandaştır. Bir sigorta şirketindeki orta kademe yöneticiliği yapmakta, güzel eşi Helen ve ergenlik çağındaki iki oğlu Brendan ve Lucas ile ilgilenmektedir. Hume ailesi banliyö mutluluğunun somut bir örneği olan orta sınıf bir ailedir. Bir gece Brendan’ın hokey maçından dönen baba oğul, durdukları bir benzin istasyonunda saldırıya uğrarlar. Brendan’ı vahşice öldüren serseriyi kendi çetesi bırakıp kaçar. Yakalanan katilin 2 veya 3 yıl ile kurtulacağını öğrenen Nick, mahkemede katil aleyhinde tanıklık yapmaktan son anda cayar. Çünkü katil ve onun bağlı olduğu çete ile ilgili başka planları vardır.


Death Sentence, Brian Garfield’in aynı adlı romanından uyarlanmış bir intikam hikayesi. O Garfield, 1974 yılında yazdığı bir başka romanından uyarlanan Death Wish filminde de benzer bir temayı işlemiş, Charles Bronson’un canlandırdığı sade Amerikan vatandaşı Paul Kersey’in sokak serserileri tarafından öldürülen karısının intikamı için New York sokaklarında insan avına çıkmasını konu edinmişti. Daha sonra bu kez Garfield’ın sadece karakterlerini tasarladığı 4 adet Death Wish devam filmi daha çekildi. Bu temayı çok sevdiği belli olan Garfield’ın 2000’li yıllara kadar uzanmış geleneğinde değişen pek bir şey olmadığını Death Sentence ile görebiliriz. 70’li yıllardan günümüze kadar gelmiş, geleceğe de uzanacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek olmayan bu intikam temasının haliyle artık çok fazla klişe olduğu tartışılmaz. Ama bu tür filmlerin hala belli bir izleyici kitlesini peşinden koşturmasına, yeni hayranlar edinmesine şaşmamak gerek. Çünkü özellikle metropol veya banliyö hayatının mutlu aile atmosferini parçalayan bir trajedinin telafi edilme şekli ile, ya da tamamen intikama olan bakış açımız göz önüne alındığında karakterlerle özdeşlik kurmak iyi bir aksiyon/gerilim filmi bünyesinde çoğu kez kolay olmuştur.

Temelde formül çok basit: Orta sınıfa mensup sade bir vatandaşın sevdiği insanı veya insanları kötülüğe kurban vermesinin ardından içine düştüğü ikilem sonucu değişim geçirmesi, adaleti ödeşmede araması. Sağlıklı olsun veya olmasın, adaletin istediği biçimde tecelli etmemesini hazmedemeyen bireyin, kendi içinde o zamana dek fark edemediği yabancının ortaya çıkması ile öldürmeye başlaması. Tabi arada ufak tefek yan dramlar da olsa fena olmaz. Mesela Death Sentence’da olduğu gibi, ailenin altın çocuğu, elini attığı alanlarda bir numara olmuş Brendan’ın gölgesinde kalan küçük kardeş Lucas tarafından kıskanılması. Yine de bunların öykünün iç dinamiğine pek katkısı yoktur. Bu basitliğin zamanla kısır döngüne, vasatlığa, kalitesizliğe yol açması şaşırtmamalıdır. Nihayetinde defalarca elden geçirilmiş bu tip intikam teması etrafında dönen bir konudan bahsediyoruz. Tam bu noktada devreye anlatım biçimi giriyor. Yönetmen seçimini yapmak zorunda. Klasik anlayışa uygun bir hava mı sergileyecek, türler arası bir stil arayışına mı girecek, yoksa kendi tarzını oluşturma yolunda özgün olma çabasıyla radikal çözümler mi üretecek. İşte Garfield’in klasik anlayışa meyilli romanını uyarlama görevi, son yılların en stilize, en zeki gerilimlerinden biri olan ve ikinci sınıf devam filmleriyle istismar edilen ilk Saw filmini Leigh Whannell ile yazıp kendi tarzına göre yöneten genç James Wan’a düşmüş.

Bir David Lynch ve Dario Argento hayranı olan James Wan’ın üçüncü uzun metrajı olarak Death Sentence, bir başka korku-gerilim bekleyen kesim için sürpriz sayılabilir. Çünkü sözünü ettiğimiz 70’lerden gelen klasik intikam maceralarının günümüz normlarına uyarlanması sonucu ortaya çıkan, başı sonu belli bir aksiyon-macera için James Wan ismi ilk akla gelenlerden olmasa gerek. Peki sonuç? Aynen bir önceki cümlede belirtilen bir aksiyon-macera. Ve bu eski hikaye klasik anlamda günümüze nasıl uyarlanmalı ise aynen öyle. Bu klasik tabirinin tipik Hollywood klasikliğine yaslandığı yerler, hızlı kurgunun getirdiği kendi iç mantığına sırtını döndüğü anlar, yukarıda sözünü ettiğimiz başarılı ağabey gölgesinde kalmış küçük kardeş benzeri basit iliştirmeler, hatta John Goodman’ın filmden tamamen çıkarılsa bile hiçbir şey fark etmeyecek gereksiz tiplemesi gibi tasarımlar bulunmakta. Yine de Wan’ın ellerinde gayet akıcı, sürükleyici ve vasatın üzerinde bir aksiyon disiplini olan bir film görünümünde. Katlı otoparkta sonlanan alabildiğine hoyrat takip sahnesinin dinamizmi tuhaf bir coşku yaratıyor örneğin. Bazı çevrelerce Neil Marshall, Alexandre Aja, Eli Roth, Rob Zombie, Darren Lynn Bousman gibi son dönemlerde ivme kazanan gore meraklısı yeni nesil yönetmenlerin de içinde bulunduğu bir güruha dahil edilen James Wan, bu hamlesiyle belki bu yaftanın üzerine yapışmasından endişe eder bir tavır mı alıyor bilinmez. Ama yaratıksız, seri katilsiz, bilmece, bulmacasız, sürprizsiz tipik bir intikam hikayesine adını yazdırmakla kendi limitlerini veya limitsizliğini test ediyor sanki.


Sade bir vatandaşın patlamaya hazır bir bombaya dönüşümünü ele almak çoğu zaman inandırıcılıkla boğuşmak anlamına gelir. Mülayim bir insanın bir anda gözükara bir katile, ya da yine bu senenin bir başka benzer temaya sahip Neil Jordan yapımı The Brave One’daki Erica Bain’in bünyesinde canlandırılmak istenen sokakların kurtarıcısına uzanan süreci dikenlerle doludur. Bir kurban verilmiştir ve hayat devam etmektedir. Serserilerin katlettiği Erica Bain’in sevgilisi gibi Nick Hume’un oğlu Brendan da yok yere öldürülmüştür. Adalet yerini bulmadığında ise seçilen yol her iki karakter için aynı olsa da, ödenen bedeller söz konusu olduğunda Nick’in hasarı daha fazladır. Bu ve diğer başka sebepler yüzünden sanki Nick’in intikamı, Erica’nın intikamından daha sağlam gerekçelere dayalı. Mesele sevgili veya evlat ayırımı değil. Mesele her iki film izlendiğinde daha iyi idrak edilecek başka bir şey.

Birbirine çok yakın duran bu iki film ve iki karakter, kağıt üzerinde büyük şehir paranoyasının doğurduğu bir çıkış arayışından besleniyorlar. Erica’nın biraz da şiirselliğe meyleden şiddet yorumları akla yatkın olsa da, Nick’in ödeşme manasına gelen eşitlik kavramının sebebiyet verdiği kaos vurgusu çok daha gerçekçi. İşte tam da bu yüzden Nick Hume, Erica Bain’den ziyade Tom Stall’a daha yakın sanki. David Cronenberg’in A History Of Violence filminde sıradan bir aile babası olarak tanıştığımız Tom, karanlık geçmişiyle yüzleşmek, hatta ödeşmek için kaosu göze almış bir karakter olarak bu bağlamda Nick ile aynı kaldırımda yürüyor. Sonuç olarak bir Haneke gerçekliği izlemiyoruz ve aile kurumunun üzerine kabus gibi çöken belanın kendi belasını bulmasından haz alıyoruz. Bu belanın başına bela olan kişinin kolaylıkla özdeşlik kurabileceğimiz orta sınıf bir aile babası olması ve o bela ile aynı dilden konuşmaya başlaması yüreğimizi soğutuyor. Yani Erica Bain’in deyimiyle içimizdeki yabancıyı uyandırıyoruz. Ve tuhaf biçimde eşitliğin getirdiği kaos, bizi o karaktere yabancılaştırmıyor, yaklaştırıyor.


Brian Garfield’in intikam mekanizmasından ötürü karşılaştırma durumunda bırakılan Charles Bronson-Kevin Bacon benzemezliği elbet göze batacaktır. Ama o kadar alakasız bir benzetme ki bu, her ikisi de kendi çöplüğünde devleşen kurmacalar olduğundan, geçirdikleri değişimin kabul edilirliği üzerinde fazla durmak da gereksizleşiyor. Bir kere Kevin Bacon filmin kendi doğal klişesi içinde üzerine düşeni kusursuz yerine getiriyor. Geçirdiği insani/fiziki değişim üzerinde ne tür tartışmalar dönerse dönsün, hastaneden kaçtıktan sonraki Nick Hume’a baktıktan sonra gerisi pek önem arzetmiyor. Çok fazla ses getirmiş yapımda oynamamış olmasına rağmen, onun bir nesil sonrasının Christian Bale olduğunu söylemek doğru bir tespit olacaktır düşüncesindeyim. Sleepers’da canlandırdığı pedofil gardiyan tiplemesi bile tek başına onun oyun gücü hakkında bir fikir verebilir. Nick Hume’ün öncesini ve sonrasını çok iyi yansıttığı gibi, başrol tarafından bir film nasıl taşınır sorusunun yanıtını cebinde taşıyor. Yine klişelere sadık kalan bir yorumla Nick Hume’ün bu hayranlık verici dönüşümünü en iyi özetleyen filmin baş kötüsü oluyor.

Final ise, Dead Man's Shoes kadar sıra dışı bir intikam finali olmasa da, sanki 70’lerin alaycı kara finallerine bir gönderme gibi duruyor. Sonuç olarak modern bir metropol westerni olma yolunda sağlam adımları olan, şahsi yorumlara binaen bu adımların bir kısmını özgün olma iddiası taşımadan, türünün klasiklerine saygılı bir üslupla atan bir aksiyon gerilim ile karşı karşıyayız. Klişeler zaten böyle filmlerin olmazsa olmazlarıdır. Mühim olan onların küllerinden bir şeyler çıkarabilmek. Kim ne derse desin, bence Peckinpah bu ufak tefek Malezyalı’yı görseydi belli sebeplerden onunla gurur duyardı.

O Homem Que Copiava (2003)


Yönetmen: Jorge Furtado
Oyuncular: Lázaro Ramos, Leandra Leal, Luana Piovani, Pedro Cardoso
Senaryo: Jorge Furtado
Müzik: Leo Henkin

Gündüzleri fotokopi çeken, geceleri dürbünü ile etrafı, daha çok da bir mağazada tezgahtarlık yapan ve tuhaf babasıyla birlikte yaşayan Sílvia’nın dairesini izleyen André’nin merkezinde çok akıcı bir yapım. Annesi ile yaşıyor olmasına rağmen yalnız ve hüzünlü bir genç olan André’nin kendine yarattığı dünyayı izlerken onun monologları eşliğinde harika bir senaryoya çarpılıp kalıyor insan. Hatta André’nin bir o kadar da renkli iç dünyasından küçük demetler halinde katıksız başyapıt Amélie tadı almak bile zaman zaman mümkün. Ama film André’nin kalpazanlığa meyletmesiyle bir anda farklı bir düzleme giriyor. Orada da yavaş yavaş kendi halinde bir suç hikayesine dönüşüyor. Aslında başlangıç olarak sorun yok. Fakat banka soygunu, hele hele şu piyango hadisesinden sonra gitgide Amélie rotasından uzaklaşıp biraz hevesleri kırıyor. Romantik komedi tanımında da hiçbir sorun yok bence. Öyle olması (ya da gözükmesi) filmin güzelliğinden hiçbir şey götürmediği gibi, çok şey kattığı bile söylenebilir. Üstelik romantik komedilerde sıklıkla rastladığımız, genelde bir çiftten oluşan yan karakterler de tam isabet olmuş. Yazan yöneten Jorge Furtado’yu takibe almak gerekebilir. Her filmi olduğu gibi kabul ettiğimizden, şöyle böyle olsaydı yaklaşımlarını bir kenara koyduğumuzda dolu dolu bir iki saat geçirdiğinizi fark ediyorsunuz. Önemli olan da bu…

9 Kasım 2010 Salı

Ri-teon (2007)


Yönetmen: Kyoo-man Lee
Oyuncular: Yu-seok Jeong, Myeong-min Kim, Roe-ha Kim, Tae-woo Kim, Yu-mi Kim, Kwak Min-Seok
Senaryo: Kyoo-man Lee, Hyeon-jin Lee

Küçük Sang-u ameliyat olurken anestezik farkındalık, yani anestezi altında olmasına rağmen ameliyat acısını hissetme, ama acısını belli edememe durumu yaşıyor. 90’ların başında böyle bir durumdan haberdar olmayan doktorlar, acıyı hissettiğini söyleyen Sang-u’ya inanmıyorlar. Bu olayın üzerinde bıraktığı psikolojik etki aradan 25 yıl geçtikten sonra kendisine bu acıyı yaşatan doktorları, hatta onların çoluğunu çocuğunu öldürerek intikam alma noktasına getiriyor. Öte yandan başarılı doktor Ryu ise, bir ameliyat sonrası kaybettiği hastasının kocası tarafından sürekli tehdit ediliyor. Birbiriyle alakasız gibi görünen bu iki durum gittikçe başka karakterlerin de devreye girmesiyle medikal-polisiye-gerilim alanı dahilinde kesişmeye, başka yan kollara ayrılmaya, sonra yine kesişmeye başlıyor.

Amerikan yapımı Awake’den sonra bu anestezik mevzuyla ilgilenen bir başka film Return… Hem tıbben, hem de polisiye açısından Awake’den çok daha zeki, donanımlı ve sürükleyici olduğunu düşünüyorum. Awake’in tek sürprizine ve kırılma noktasını oluşturan ters köşesine, çeşitli sürprizler ve birkaç kırılma noktasıyla cevap veriyor. Üstelik çok daha başarılı oyunculuklar, çok daha makul gerekçeler, ufacık da olsa tıbbi genel kültür içeriyor. Ryu’yu tehdit eden merhum hastanın kocası yanında, Ryu’nun Amerika’dan gelen gizemli kan kardeşi Uk-hwan, hastaneden yakın arkadaşı Jang, hipnoz konusunda uzman Dr. O gibi “katil kim” oynamaya son derece elverişli karakter bolluğunu başarılı biçimde yap-boz oynatabilen bir senaryosu da var. Hatta sonlara doğru tırmanan gerilim atmosferi içinde büyük bir risk alarak başrol babında şoför değiştirmesini de takdir etmek gerek.

Yalnız şu başlatılan hipnozu telefonla sürdürme gibi birtakım hadiselerin psikoloji literatüründe yeri olup olmadığını bilmeden akıllara yatması zor görünse de, aynı senaryonun sürpriz(ler) yaratma becerisini gayet pozitif buldum. Neticede bir senaryo harikası değil, fakat elinden geleni en iyi biçimde sunma niyeti ve bahsettiğim şoför değiştirme olayından anlaşılabileceği üzere karakterlerini benimsetmeyi becerebilen bir film. Bunda başta Ryu’yu canlandıran Myeong-min Kim olmak üzere tüm oyuncuların kapasitesi etkili. Hele de Kim’in terastaki sahnesindeki performansı olağanın da üzerindeydi. Awake’i çekenler hiç boşa masraf etmeden az bekleyip neden bu filmi yeniden çekmediklerine hayıflanıyor olabilirler.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Robin Hood (2010)


Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Russell Crowe, Cate Blanchett, Max von Sydow, William Hurt, Mark Strong, Oscar Isaac, Danny Huston, Mark Addy, Kevin Durand, Scott Grimes, Eileen Atkins, Matthew Macfadyen, Douglas Hodge, Léa Seydoux
Senaryo: Brian Helgeland, Ethan Reiff, Cyrus Voris
Müzik: Marc Streitenfeld

13. yüzyıl İngiltere’sinde Robin Hood ve arkadaşları, yaşadıkları köydeki yozlaşmanın karşısına dikilmiş, krala karşı isyana kalkışarak güçler dengesini sonsuza kadar değiştirmişlerdi. Kimilerince hırsız, kimilerince kahraman olarak nitelenen bu mütevazi adam, kendi halkının özgürlük sembolü oldu.

Kral Richard’ın ordusunda Fransızlara karşı hizmet verirken sadece kendi çıkarlarını düşünen Robin Longstride, Nottingham’a gittiğinde despot ruhlu şerifin baskısı ve ağır vergilerle inim inim inleyen bir kasabayla karşılaşır. Orada Lady Marion adlı dul bir kadına aşık olur. Ancak Lady Marion’ın, ormanlardan gelen bu adamın hareketleri ve kimliğiyle ilgili bazı kuşkuları vardır. Sevdiği kadının kalbini kazanmak ve kasabayı kurtarmak isteyen Robin, kendi yaşam tarzına uygun insanlardan bir çete kurar. Şerifin adaletsizliğini yok etmek için üst sınıftan işbirlikçileri teker teker avlamaya başlarlar. Robin ve adamları, hayatlarının en büyük macerasına yelken açarlar. Bu sıradışı kahramanlar ve müttefikleri, ülkeyi kanlı bir iç savaşın içine düşmekten kurtarıp İngiltere’ye bir kez daha zaferle döneceklerdir.


Usta yönetmen Ridley Scott’ın tarihi filmler için bir şablon çıkartmış olduğu Robin Hood ile iyice kendini belli ediyor. 2000’lerin sinemada moda haline getirdiği Amerikan klişelerinden biri olarak bir efsanenin efsane olmadan evvelki hazırlık evresine dönen yapımlar kervanına at sırtında Robin Hood da katılıyor. Errol Flynn’den bugüne kadar TV dizileri, slapstick Mel Brooks komedisi, pornosu, çizgi filmi ve 90’lar nesline 80’li yıllar saç modeliyle cilâ çekilerek sunulan Kevin Costner’lısı bile yapılan Robin Hood’un hazırlık sınıfındaki maceralarına dönmek için geç bile kalınmış olabilir. Belki de bu film sayesinde insanlar, zaten tanıdıkları bir kahramanın nasıl kahraman olduğunu izlerken, onun hakkında daha önce bilmedikleri bazı gerçekleri öğrenip şaşıracaklar, filmdeki bazı tuhaflıkların da gerçek olup olmadıklarını öğrenmek için (ümit ederiz) araştırıp okuyacaklar. Zira Robin Hood öyle anonim bir figür ki, onu filme alan her senarist ve yönetmen kendinden bir şeyler katmadan duramıyor.

Ridley Scott ve Brian Helgeland’ın (L.A. Confidential, Conspiracy Theory, Mystic River, Man On Fire) eline düşmüş 2010 model Robin Hood’un da farklı bir yorumdan nasibini almaması düşünülemezdi. Robin Hood’un tarihsel gerçekliği hakkında çoğumuzun bilgisi film ve dizilerle şekillenmiş olabilir. Kendi adıma Robin Hood’un araştırıp incelenecek bir kahraman olduğunu hissetmemiş olmayı, biraz da bu yapımların sebep olduğu tembelliğime vermişimdir. Oysa Robin Hood 2010, aslında altyapısı sağlam bir yükseliş öyküsü olarak tarihi, politik, dramatik ve tabiî aksiyonel arka plânlarla zenginleştirilen gişe hedefli bir başlangıcı olmuş. Fakat filmde yer alan ya da almayan birtakım unsurların eksikliği veya fazlalığı da göze batmıyor değil.

Bir kere Scott’ın Gladiator ve Kingdom Of Heaven rotasından şaşmadığı, Robin Hood’u da o şablona uydurmak için kastığı, bu yüzden tipik bir Hollywood seyirliği seviyesine indiği anlar oldukça sırıtıyor. Robin Longstride’ın Robin Hood olduktan sonraki popüler kültür beslenmelerimiz ile, Longstride hakkında burada sunulanlar arasındaki kısmen olgun sayılabilecek üslüp farkına rağmen, Scott’ın benzer bir popülizme çanak tuttuğu söylenebilir. Bu durumun Gladiator ve Robin Hood’da işe yaramaması mümkün değil. Ama benim için Scott’ın bu üç tarihi yapımı arasında Kingdom Of Heaven’ın sivriliyor olmasının en önemli nedeni, hem politik entrikaların, hem etkileyici bir savaş dramının, hem de işi romantizme, komikliğe, absürdlüğe vurmayan olgunluğunun daha belirgin olmasıdır.


Bir Robin Hood filminde günümüz global siyasetinin entrikalarına, masonik motiflere, derebeylik sisteminin ve haçlı zihniyetinin güncel yansımalarına, Britanya ordusunun Irak’ta yediği haltlara göndermeler yapılacağını pek kimse ummuyordu. İçinde bulunduğumuz yılda bir Robin Hood filmi çekiliyorsa bunların bir şekilde filme yedirilmesi de ihtiyaçtandır. Yedirilmeye çok uygun bir zemine sahip olduğu kesin. Bazı yorum farklılıklarına karşın eski Robinler gibi avcı palavralarını aratmayan fantastik ok atışları yapan, yoldaşlarıyla şakalaşan, Marion ile alttan alttan cilveleşen, Nottingham şerifine ayar veren bir Robin yine var. Öte yandan filmin çok ciddiye bindirdiği, bindirmekle iyi de ettiği tarihi fonda gelişen hadiselere bakışındaki çeşitli farklılıklar kafa karıştırıyor. Mesela Marion hiç de öyle çıtkırıldım bir kokona leydi değil, içine ninja kaçmış toprak sahibi, aynı zamanda emekçi bir kuğuymuş. Keza Longstride da tam bir anglo sakson Rambo’ymuş. Çıkarma botları nasıl oluyorsa ilk defa 13. yüzyılda kullanılmış. Scott ve yazar ekibi sıkı bir Fransız düşmanıymış. (Robin Hood’un Cannes Festivali’nin açılış filmi olarak belirlenmesi çok acayip bir durum. Antalya Film Festivali’ni Midnight Express ile açmak gibi bir nevi.) Yine de filmin hedefi, 10 yıl önce Gladiator ile başarılan epik gişe operasyonunu Robin Hood’a uyarlamak olunca bu ayrıntıların doğruluğu veya uydurukluğu üzerine konuşmak fazla bir anlam ifade etmiyor.

Ridley Scott’ın altına imza attığı, üzerine de dört başı mâmur film çektiği senaryolarda çağının çok sonrasına yapılan nokta atışlı siyasi eleştiriler kadar dinî “yeniden yapılandırmalar” da dikkat çekiyor. Hıristiyanlığın toplumsal, politik, maddi, manevi suistimallerini enine boyuna ele alan tutuma alışığız. Ama müslüman sempatizanlığı özellikle bu tarihi filmlerinde daha belirginleşiyor. Bunda samimi olup olmadığını anlamak için karşısına nasıl bir zıt fikir sunulabilir bilmiyorum. Günah çıkarmanın ötesinde, hıristiyanlığı ve daha derinde Tanrı inancını sorgulamak için başka bir dinin araç edinilmesi de bu fikirlerden biri olabilir. Benzer bir durum, dolaylı yollardan kardeşi Tony Scott’ın son filmlerinde de görülüyor. Çok uygun ortamlar yaratılmasına rağmen kritik terör saldırılarını müslüman kökenlere yıkma paranoyası şöyle dursun, neredeyse adını bile anmıyor, bu saldırıları askeri veya bireysel hırs tabanlı kendi iç meseleleri olarak görüyor.

İki kardeş arasındaki benzerlikler sadece Crowe-Washington fetişinden ibaret değil elbette. İkisi de ne oyuncu, ne de konu olarak birbirinin benzeri filmlerin dışına çıkmıyorlar son zamanlarda. Neredeyse Danzel Washington’sız film çekmeyen Tony Scott, neredeyse Russell Crowe’suz film çekmeyen Ridley Scott’a karşı daha zayıf yapımlar ortaya koyuyor o ayrı. Burada her ikisi için de kariyeri durduk yere riske sokacak hareketlerden kaçınıldığı düşüncesi akıllara gelmeden olmaz. Özellikle her tarihi figürü işlerken Gladiator modelinden kopamayan Ridley Scott için nedeni anlaşılmaz bir tekrar söz konusu. Şahsi fikrim, dizisi hiç çekilmeyip bu kadar sükse yapmamış olsaydı, Ridley Scott mutlaka Spartacus’ü de elden geçirmek isterdi bir şekilde.


Ridley Scott’ın tarihi yapımlarındaki ince işçilik ve teknik üzerine söylenecek şeyler haklı olarak her zaman olumludur. Oyuncu kadrosunun yaydığı göz kamaştırıcı ışık da güven verici. Daha iyi bir cast düşünülemezdi sanırım. Hele de Max von Sydow gibi bir ustanın hâlâ böyle popüler filmler için tercih edilmesi, oynadığı sahnelerdeki genç rol arkadaşlarını bile gölgede bırakması harika. Kötü adam olarak görmek içimi biraz yaksa da, Mark Strong’un performansı onu günden güne bu kontenjanın vazgeçilmezleri arasına koyuyor. Ama bunlar bile filmi beğenmem için yeterli olmadı. Şayet çekilecekse ben bu Robin Hood’un devamını izlemek istemem. Alt sınıftan gelip, kralların adaletsiz uygulamalarına karşı soylu kanının son damlasına kadar mücadele eden, onurlu, devrimci, savaşçı olduğu kadar barışçı, efsaneleşmiş bir kahramana dönüşen halk çocuğunun hikâyesini Scott elinden Maximus aracılığıyla izlemiştik. Bu konsepti ikinci kez benzer bir karakter üzerinden izlemek kadar sıkıcı bir şey olamaz.

Film tam da Longstride’ın zenginden alıp fakire veren Hırsızlar Prensi Robin Hood olduğu yerde bitiyor. Tüm sevaplarına ve günahlarına rağmen şu filmin bitiş şekli çok yerinde. Bundan sonrasını değişik şekillerde de olsa çoğumuz biliyor veya hatırlıyoruz. Bu filmin gösterdiği şekliyle dozajları tam olarak ayarlanamamış politik, romantik, komik, aksiyon unsurlarıyla Robin Hood 2 izlemek isteyenler, genelde bu ilk filmi çok beğenenler ya da aynı hikâyeyi Ridley Scott tarzıyla tekrar yaşamak isteyenler olur muhakkak. Ama taytlı, komik şapkalı, aşk çocuğu bir Russell Crowe izlemeyi, bunlar olmasa bile yeni bir Robin Hood izlemeyi kaldıramam doğrusu.


Zenginden alıp fakire verme gibi ulvî bir amacın sembolü haline gelmiş Robin Hood’u materyalist bir dünyada her zaman romantik bir sembol olarak kalmaya mahkum ediyoruz farkında olmadan. Bu amacın temelini biraz daha belirginleştirmek amacıyla böyle bir “Robin Hood Begins” düşüncesine gerek olup olmadığı tartışma konusu. Görünen o ki, bu filmin sundukları üzerine olumlu veya olumsuz kafa yoruluyor olması da bu amacın samimiyetini masaya yatırmakta. Kabul etmeli ki, ezilenin yanında yer alan, bununla kalmayıp onlar için türlü kahramanlık maceralarıyla davası uğruna hayatını ortaya koyan bir figür, sadece naif bir figür olarak kalıyor günümüzde. Metrelerce uzaktan tam hedefini bulan okuna, bu amacında samimi olup olmadığından daha önce ikna oluyoruz. Böyle filmler için para ödeyip sinemaya gidiyoruz. Beğenmezsek beğenmediğimizle ve para vermişliğimizle kalıyoruz. Fakirleşmiyoruz belki ama böyle olacağını önceden tahmin etsek o parayı vermeyeceğimizi biliyoruz. Zenginleşenler ise dünyaca ünlü yönetmenler, senaristler ve oyuncular oluyor. Bizim elimizde ise sadece kuru bir kıssadan hisse kalıyor.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Vier Minuten (2006)


Yönetmen: Chris Kraus
Oyuncular: Monica Bleibtreu, Hannah Herzsprung, Richy Müller, Sven Pippig, Jasmin Tabatabai, Stefan Kurt, Nadja Uhl
Senaryo: Chris Kraus
Müzik: Annette Focks

Yaşlı piyano öğretmeni bayan Krüger, kadın hapisanesinde ceza çekmekte olan mahkumlar arasından kendisine öğrenci seçmek ister. Seçmelere gelen gizemli ve asi Jenny ile ilk başta anlaşamaz. Ancak cinayet suçundan içeri düşmüş hırçın Jenny’nin kolay kolay kimsede olmayan bir piyano çalma yeteneği vardır ve bayan Krüger bunu değerlendirmek ister. Jenny’yi yeni yeteneklerin yarıştığı bir yarışmaya hazırlamaya başlar. İki farklı kuşaktan kadının ortak tutkuları müzik sayesinde birbirlerine insani yakınlaşmaları üzerine gözardı edilmeyecek bir Alman dramı Vier Minuten.

Aslında belli bir hapisane ve genç-yaşlı dramı formülü üzerinden gidilmiş. Yani dört duvara sığmayan sıra dışılığına rağmen düşmüş bir “içerideki” ile, geçmişine ait trajik bir dönemeç sonrası koskoca dünyaya hapsolmuş bir “dışarıdaki”nin zıt kutuplar dahilinde aşamalı olarak aynı kutupları yakalamaya başlamaları formülü. Tabi formüller üzerinden yine yeniden güzel hikayeler çıkarılabiliyor. Disiplinli bir piyano öğretmeni, aynı zamanda bir eşcinsel olan Krüger’in savaş anında büyük aşkı ile yaşadıklarına yapılan geri dönüşler, hayatı üçüncü sayfa hikayeleriyle dolu Jenny’nin yakasından düşmeyen koğuş hanımağası ve gardiyanlar, filmin ağırlaşmasına izin vermiyor. Fakat iki kadın oyuncunun çok başarılı oyunlarına rağmen soğuk yaradılışları bazı kuvvetli sahnelerin şiddetini etkiliyor. Mesela ikilinin dansettiği sahne bana göre en belirgin olanı. Yine de birbirlerine açıldıkları ve tartıştıkları bölümler bu soğukluğu fazla yüzeye çıkarmıyor. Genç oyuncu Hannah Herzsprung, Jenny’nin gizemini kendi gizemi ile sürüklemede sorun yaşamamıştır muhtemelen. Keza Krüger rolündeki Monica Bleibtreu (ki kendisi Moritz Bleibtreu’nun annesi olurlar) da canlandırdığı karakterin tüm özelliklerine hakim denebilir.

Film için “son 4 dakikası için bile seyretmeye değer” diyorlardı. Adından belli inanılmaz bir finali var filmin. Her ne kadar “tamamını izlemeyin, son dakikalarını izleyin” demek istemiyorsa da bu cümleye katılmıyorum. Çünkü bir şeyleri biriktirip o finale kadar taşımış olan film, sonunda yaşattığı bu duygu patlamasıyla o ana kadar atılmış olan temellerin yeteri kadar sağlam atılıp atılmadığının da sağlamasını yapıyor aslında. Kendisini tanımaz etmeyiz ama Annette Focks’un harika müziklerinin payı bu biriktirme ve sağlama yapmada o kadar fazla ki, ben de filmin bütününe haksızlık etmeden şöyle diyeyim: Müzikleri için bile izlemeye değer bir film.