30 Ocak 2012 Pazartesi

Le Gamin au Vélo (2011)


Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Oyuncular: Thomas Doret, Cécile De France, Jérémie Renier, Egon Di Mateo
Senaryo: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne

Jean-Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin Cannes Film Festivali’nde Bir Zamanlar Anadolu’da ile Jüri Özel Ödülü’nü paylaştığı Le Gamin au Vélo, klâsik Dardanne gerçekçiliğini tüm hücrelerinde hissettiren etkileyici bir yapım. Ona bakamayacağı gerekçesiyle kendisini yetimhaneye bırakıp aramayan, bisiklet de dahil olmak üzere elindeki her şeyi satıp kaybolan babasını ümitsizce arayan 12 yaşlarındaki Cyril’ın yürek burkan dramı, Dardenne kardeşlerin Japonya’da duydukları gerçek bir olaydan esinlenilerek senaryolaştırılmış. Gerçek bir olayın, Dardenne kardeşlerin kendilerine has gerçekçi üsluplarıyla birleşimi Le Gamin au Vélo’yu Le fils (2002) ve L'enfant (2005) gibi yapımlarından hiç de aşağı bırakmıyor.

Aslında Cyril çok güçlü bir çocuk. Ama ne kadar güçlü olursa olsun bir çocuğun babasından uzak kalması onu sürekli rahatsız edecek, etrafına karşı hırçınlaştıracak, asileştirecek, kendisini suçlatacaktır. Üstelik kendisini istemediğini yüzüne söyleyen bir babadan bunu duymak çok daha yaralayıcı olacaktır. İşte film bu psikolojiyi mükemmel betimleyen bir yapıda. Sürekli hareket halindeki Cyril’ın nefes nefese yaşadığı bu itilmiş hayat, saplantı haline getirdiği babasından kalan son şey olan bisikletle daha farklı bir boyuta çıkar. Bisikletle daha da hızlanacak, çocuk aklıyla böyle bir sembolü babasının yerine koyarak acısını biraz daha hafifletip normale dönebilecektir. Bu sancılı süreç içinde tanıştığı (ki çok etkileyici bir tanışma sahnesidir o!) orta yaşlı güzel kuaför Samantha’nın haftasonları koryucu anneliğini üstlendiği Cyril’ın, öfkesiyle aynı boyutlarda seyreden zayıflığıyla yanlış seçimlere yönelmesi kaçınılmaz. Dardenne duyarlılığı ve sahiciliği tüm bu evrelerde soluksuz bir dram sunuyor.


Jean-Pierre ve Luc Dardenne, sağlam gerekçeleri bulunan Cyril sayesinde seyircinin sigortalarıyla oynuyor, Cyril’ı kazanmak için her şeyini feda etmeye hazır Samantha sayesinde de anaç hislerine ayna tutuyorlar. Kendi evladını istemeyecek kadar duygusuz insanların ve kendi evladı olmayanı bile koşulsuz sevip sahiplenecek sabırdaki kanatsız meleklerin varlığı kimseye hayal mahsülü gelmemeli. Bunlardan daha beter vakaları, bunlardan daha yoğun sevgileri günlük yaşamımızda da okuyor, duyuyor, görüyoruz. Hamur gibi şekillenmeye müsait Cyril’ın Samantha ile yaşadığı nefes kesen gergin sahnelerde gösterdiği tepkiler de anormal değil. Çünkü çocukların hayatındaki model eksiklikleri yüzünden onlara çareyi her yerde aratabilecek olan açlık, onlara çiğ yiyecekler bile yedirebilir. Dardenne sinemasının en önemli beslenme kaynağı hayatın ta kendisi. Bu yüzden zaman zaman Cyril’a ne kadar kızsak da, hemen hemen aynı sebepler yüzünden onu anlayıp seviyoruz.

Özellikle seyirciyi diken üstünden indirmeyen finalinde bir başka baba-oğul ilişkisini de içeriğine katık ederek ahlâki ve insanî sorgulama gerçekleştiren Le Gamin au Vélo, kısa bir süreliğine birçok duyguyu aynı anda havada asılı bırakan olağanüstü bir an yakalıyor. Tarifi zor bir boşluk yaratan o an, Cyril’ın babasıyla ilk karşılaştığı ve bir süre takıldığı mutfak sahnesindeki savunmasız halini gözler önüne getiriyor. İşte o zaman bir çocuk için olduğu kadar, bir anne, bir baba, bir koruyucu anne/baba, bir seyirci, bir insan olarak sık yaşamadığımız bir deneyim yaşıyoruz. Dardenne’lerin birçok filminde bu havada bırakma anlarını yaşamışlığımız vardır. Ama yıllar geçtikçe ve biz büyüdükçe, onların en başta çocuk ruhuna, sonra da hangi ırk, cinsiyet ve yaşta olursa olsun insana dair hassasiyetlerini çok daha iyi etüd edebiliyoruz.


Cyril’ı canlandıran Thomas Doret müthiş bir doğallıkla terk edilmişliğini, yalnızlığını inandırıcı kılmayı başarıyor. Öfkesini, saflığını ve rahatsızlığını inanılması güç bir rahatlıkla perdeye sunuyor. Tıpkı filmde Cyril’ın söz dinlediği anlardaki masumiyetinde olduğu gibi Dardenne’ların isteklerini yerine getirmiş olmasının da etkisi büyüktür. Cécile De France da üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiği gibi, Samantha’nın Cyril kaynaklı iç ve dış çatışmalarını olması gerektiği gibi aktarıyor. Dardenne kardeşlerin favori oyuncusu Jérémie Renier da L'enfant’dan sonra bir kez daha asla baba olmaması gereken bir babayı canlandırıyor. Bir anlamda o filmdeki rolünü Le Gamin au Vélo’ya yıllar sonrasına taşımış görünüyor. Belki de ilerleyen yıllarda Dardenne yönetiminde biraz büyümüş olarak Cyril’ı farklı bir isimle ve farklı bir filmde tekrar gördüğümüzü sanabiliriz.

27 Ocak 2012 Cuma

The Ides Of March (2011)


Yönetmen: George Clooney
Oyuncular: Ryan Gosling, George Clooney, Philip Seymour Hoffman, Paul Giamatti, Evan Rachel Wood, Marisa Tomei, Jeffrey Wright, Max Minghella, Jennifer Ehle
Senaryo: George Clooney, Grant Heslov, Beau Willimon
Müzik: Alexandre Desplat

Ohio ön seçimlerine bir hafta kala başkan adaylığı için çekişmekte olan iki demokrat adaydan biri olan Mike Morris 'in (George Clooney) kampanya basın sözcüsü olan Stephen Myers (Ryan Gosling) Morris'e sadık biçimde var gücüyle çalışmaktadır. Delege sayısıyla önde görünen Morris için yine de adaylık garanti değildir. “Ohio neye karar verirse, tüm ülke de ona karar verir” gibi bir seçim deyişi vardır ve 356 delegesiyle desteklediği adaya seçimi kazandıracak olan Senatör Thompson’ın (Jeffrey Wright) kararı çok önemlidir. Ama beklenmedik bir skandalla karşı karşıya kalan Myers tüm kariyerini ve Morris’e olan sadakatini sorgulamaya başlayacaktır.

George Clooney’nin oyuncu, yapımcı, senarist ve yönetmen olarak ana akım sinemaya aktardığı politik duyarlılığı Syriana, Good Night, and Good Luck, Michael Clayton gibi örneklerin ardından The Ides Of March ile sürüyor. Demokrat adaylar arasında çok çetin geçen ön seçim sürecinde parlak başkan adayı Mike Morris’in ekibinde danışmanlık yapan Stephen Myers’ın merkezde yer aldığı film, yukarıda saydığım örnekler gibi sürükleyici bir politik dram. Birçok koldan siyasi eleştiriye çok müsait olan Beau Willimon'un Farragut North adlı oyunundan Clooney ve Grant Heslov’un senaryo haline getirdiği bir hikâyeye sahip olması işini kolaylaştırıyor gözükse de, seçim öncesi entrikaların yansıtılması esnasında yakalanan tempo özenli bir senaryo-yönetim başarısının ürünü. Akıcı diyaloglar, taşı gediğine koyan düşündürücü replikler ve son derece güçlü oyuncu kadrosu The Ides Of March’ı türünün önemli örnekleri arasına koymayı biliyor.


Nabza göre şerbet vermekten ziyade ilkeleri olan ve o ilkeler doğrultusunda halkın fikirlerinin oluşmaya başladığı seçim öncesinde kendi inandıklarını söylemekten çekinmeyen, hatta bu uğurda başkan adaylığını kesinleştirecek olan kaypak Senatör Thompson’ın 356 delegesini bile reddedebilen Morris’in idealize ettiği politikacı profiline her seçim döneminde aşinalığımız vardır. Sevmediği ve taviz vermek istemediği Thompson’ıın delege gücüne muhtaç olmak istememek, başka ülkeleri petrol yüzünden işgal etmemek, düşmanlara düşmanca karşılık vermemek söylemlerini duyuyoruz. Bununla da kalmıyor. Zenginleri kollayan vergi kanunları, gelir dağılımı, istihdam, teknolojik liderlik, kürtaj, vatandaşlık hakları gibi meselelerde gayet mantıklı, bazen fazla idealist. Morris’in özellikle ölüm cezasıyla ilgili fikirleri oldukça düşündürücü. Politikacıların bitmek bilmeyen seçim vaatlerinden pek farklı bir durum yok. Ama Morris’in en güvendiği yardımcısı Stephen’ı da sadakat sorgusuna sevk eden hatası, bürokratlara aklı hocalığı yapan birinin bile elinin kolunun bağlanabileceği bencilliklerle dolu politik arenanın kirliliğine vurgu yapıyor.

Tabiî burada konu edinilen kirlilik geçtiğimiz yıllardan tanıdık gelebilecek bir skandaldan çıkış alıyor ve bu sebepten biraz da kolaycılık kokuyor. Senaryo bu siyasi doğruluk heykelini yıkmak için biraz da sıradan bir çözüm bulmuş gibi düşünülebilir. Yine de seçmenlerine, yardımcılarına ve eşine siyaseten doğru görünen bir politikacının yanlış hamlelerinin bedelini ödeyen isimsiz insanların varlığına böylesine dikkat çekmek de önemli. Tüm bu idealist söylemlerin ardında istismar, yalan, şantaj, blöf yatıyor olması kimse için sürpriz olmasa da, bunları derli toplu bir dram içinde görmek de öyle.


Politikanın bazı erdemleri ne kadar kendi yozlaşmışlığına alet edebildiğine en güzel örneklerden biri de sadakat kavramında şekilleniyor. Morris’in baş danışmanlarından olan Philip Seymour Hoffman’ın canlandırdığı tecrübeli Paul Zara’nın Stephen’a verdiği sadakat örneğinin bumerang etkisi, “ne ekersen onu biçersin”in iyi ve kötü yanlarına çok sıkı birer eleştiri getiriyor. Bunun yanında Morris’in rakibinin başdanışmanı Tom Duffy’nin (Paul Giamatti) karşı takımı çökertmeye yönelik ayak oyunları ve ön seçim çekişmesini yakından takip eden gazeteci Ida Horowicz’in (Marisa Tomei) haber uğruna dostlarını bile satabilecek potansiyeli, filmin hedef tahtasını daha da genişleten unsurlar. Oyuncuların kalitesi zaten tartışılmaz. Başrolü hakkıyla idare eden Ryan Gosling ile yazar, yönetmen, yapımcı ve oyuncu olarak filme çok şey katmış George Clooney’nin rolüne cuk oturan halleri bir yana, özellikle Philip Seymour Hoffman ve Paul Giamatti’yi aynı filmde klaslarını konuştururken izlemek ayrı bir keyif. En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar adayı da olan The Ides Of March, politik gerilim sevenlerin kaçırmaması gereken başarılı bir yapım.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Import/Export (2007)


Yönetmen: Ulrich Seidl
Oyuncular: Paul Hofmann, Ekateryna Rak, Brigitte Kren, Michael Thomas, Natalja Epureanu, Lidiya Oleksandrivna Savka
Senaryo: Ulrich Seidl, Veronika Franz

Ukraynalı genç bir hemşire olan Olga, işinden ayrılınca internet üzerinden webcam ile erotik yayınlar yapan bir yerde çalışmaya başlar. Bir arkadaşının yardımıyla batıda daha iyi bir yaşam bulmak için annesini ve bebeğini terk eder ve kendini Avusturya'da bulur. Önce zengin bir ailenin evinde hizmetçilik yapmaya başlar ama kısa süre sonra iftiraya uğrayarak kovulur. Daha sonra bir huzurevinde temizlikçi olarak işe girer. Paul ise Avusturya’da sıkıcı bir hayatı olan, en son girdiği güvenlikçi işinden olaylı biçimde ayrılmak zorunda kalan Viyanalı bir gençtir. Üvey babasıyla doğuya gider ve kendini kızlarla içkinin bolca bulunduğu Ukrayna'da bulur. İkisi de başlarına ne geleceğini bilmedikleri yeni bir ülkeye gider. Yaşadıkları yerde de, gittikleri yerde de hayat Olga ve Paul için kolay değildir.


Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl’ın yazıp yönettiği Import/Export, Ukrayna ve Avusturya’nın soğuk ve bunaltıcı iklimini her karesine sindirdiği gerçeklik duygusuyla yansıtan bir film. Mutluluk hariç pek çok duyguyu muhteviyatında bulunduran film, birbirine göre içeri ve dışarı pozisyonlarında yer alan bu iki ülkenin yine birbirine göre “ithal” ve “ihraç” olarak değişen iki kaybedenini hiç yollarını kesiştirmeden mercek altına alıyor. Bu iki özelden genele ulaşarak, insanın ulusal dışlanmışlığının iki farklı (!) coğrafyada ayakta durmaya çalışan iki birey üzerine yansımalarından kurulan paralellik hayranlık verici. Bunu sağlayan kurgu, bir Olga’dan, bir Paul’den aldığı kesitlerle birbirinden habersiz iki insanın hayatlarının ortak sıkıntılarını yansıtmayı, daha doğrusu farklılıklarından ortaklık kurmayı çok iyi başarıyor.

2007’de Cannes’da Altın Palmiye’ye aday olup ödülü Cristian Mungiu’nun 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile başyapıtına kaptıran Import/Export, elinden tutulmamış bir başyapıt görünümünde ve bu film kadar sarsıcı niteliklere ve sinema duygusuna sahip. Seidl’ın çiğ ve tekinsiz anlatımı, ağır sayılabilecek ritmine rağmen iletmeye çalıştıklarını fazlasıyla iletebildiği gibi, iki ülke arasındaki kültür çatışmasından ziyade bu iki ülkenin kendi vatandaşları arasındaki kültür ve sınıf farklılıklarından kolektif bir yalnızlık, dışlanmışlık ve bıkkınlık hissiyatı ortaya çıkarıyor. Üstelik bunu hiçbir şekilde zorlama yöntemlerle değil, setlerin, oyuncuların ve günlük konuşmaların rutinliğinde gerçekleştiriyor. Elbette bu doğallıktan müthiş bir görsellik yakalamayı da ihmal etmiyor.


Olga ile Paul’ü canlandıran, aslında oyuncu da olmayan Ekateryna Rak ve Paul Hofmann’ın amatörlükleri, doğallıkları sayesinde pek fazla göze batmıyor denebilir. Zaten film izleyeni öyle doğal bir konuma yerleştiriyor ki, en sık gördüğümüz iki karakterin oyuncu olup olmadıkları, oyunculuk yapıp yapmadıkları bile önemini kaybediyor. Şimdilerde ekonomik sıkıntılarla boğuşan Avrupa’nın modern yanından çok farklı öteki yanını göç kavramını da içine alarak perdeye yansıtan film, özellikle Paul’ün üvey babasıyla birlikte iş için gittikleri Ukrayna’nın arka mahallelerini ve paçoz gece hayatını ürkütücü bir gerçeklikle resmediyor. Belgesel kökenli Ulrich Seidl, bu tecrübesini kurmaca bir dram formülü üzerine çok etkileyici biçimde kullanıyor ve çoğu anlarda filmi yalın bir sinema deneyimine dönüştürüyor.

20 Ocak 2012 Cuma

Buried (2010)


Yönetmen: Rodrigo Cortés
Oyuncular: Ryan Reynolds
Senaryo: Chris Sparling
Müzik: Víctor Reyes

Irak’a inşaat malzemeleri taşıyan bir şirkette kamyon şoförü olan Paul Conroy (Ryan Reynolds), bir grup isyancının saldırısına uğradıktan sonra gözlerini yerin altında bir tabutta açar. Yanına bir çakmak ve cep telefonu bırakılmıştır. Kurtulmak için zamana karşı yarışmak zorunda kalır. En büyük gücünü bu konunun sağladığı klostrofobiden alan Buried, sınırlı zaman ve mekan unsurlarına rağmen tansiyonunu hiç düşürmeyen, düşürdüğü sanrısı uyandırdığı anlarda bile bu durumu o yüksek tansiyona dramatik katkılar sağlamak için kullandığını hissettiren bir film. Tek karakter ve gömülü bir tabut gibi olağanüstü tek mekanla nefes kesen (gerçek anlamıyla nefes kesen!) bir hayatta kalma mücadelesini yaklaşık 90 dakikaya yayabilmiş olması, aynı zamanda sıra dışı bir “tek kişilik tiyatro oyunu” tecrübesi de yaşatıyor denebilir. Ama böylesi sınırlı bir zaman ve mekan birlikteliğini baştan sona sıkmadan sürdürebilmesi için, tek kişilik oyunlarda karakterin sesli düşüncelerini sıralamasından farklı olarak filmin çok daha etkili bir silahı var: Cep telefonu! Bu sayede tek kişilik oyun benzetmesinden, karakterin şiirsel monologlarının filmin gerçekliğine zarar vermesi muhtemel hantallığı anlaşılmamalı. Genç İspanyol yönetmen Rodrigo Cortés ve senarist Chris Sparling, ayrı dallarda ortak bir meydan okuma gerçekleştirmek için güç birliği yapıyorlar.

Bir kere en baştan filmi senaryo yönünden taşıması öngörülen o cep telefonunun yerin bilmem kaç metre derinlikten sinyal alıp alamayacağı tartışmalarını bir kenara bırakabildiğimiz sürece filmin muhteviyatlarını daha kolay sindirmek mümkün. Aksi taktirde “oksijen ve telefonun şarjı ne kadar dayanır, bu model telefon olayın geçtiği yılda çıkmış mıydı, Amerikan teknolojisi Paul Conroy’un yerini tespit edemez mi” soruları, filmin yaratıcı olmaya çalışan dokusunu zedeleyebilir. Oysa film, böyle zor bir ortamı kullanarak bundan başka şeyler söylemek istiyor. İnsan hayatının değersizleştiği en güncel coğrafyalardan biri olan Irak’ta geçen Buried, Paul’ün kurtulmak için tek çaresini cep telefonuna endeksleyerek dış dünya ile olan bağlantısından faydalanıyor. O vakit, filmin önce tüyler ürperten insani boyutlarına bakmak gerekiyor.


Amerikalı kamyon şoförü olan (Iraklılara göre onlar da birer asker) Paul Conroy’un fidye için korkunç bir yöntemle hapsedilmesi, onu bir süre hayatta tutmak ve iletişim kurmak için gerekli bazı araçların sağlanmış olması kadar, Paul’ün yaşam mücadelesi sırasında kendi ülkesinin gözündeki değerinin de sorgulanması, çift taraflı eleştirel bir denge sağlamaya oynuyor. Telesekreterler, 911 ve 411 görevlileri, rehine kurtarma yetkilileri, zengin nakliye şirketleri ve bir türlü ulaşılamayan aile fertleri, Paul’ün yardımıyla normal bir insanın başına gelmiş bu felaketten sonra onun nasıl bir hayatın içinde olduğuna dair bir “uyanış”a sebebiyet veriyorlar. Bu uyanışın bir tabutta gerçekleşmesi de ayrıca anlamlı.

Paul’ün telefonla aradığı yerlerde sürekli başka birimlere yönlendirilmesi, kendisine yardım yerine boş ümitler verilmesi, fidyecilerin baskıları, zaten atmosferiyle yeterince boğan filmi daha da bunaltmayı başaran etkenler. Ulaşamadığı karısı ve çocuklarıyla konuşma çabası ile, oğlunu bile hatırlamayan bakımevindeki yaşlı annesiyle yaptığı duygusal konuşma Paul’ün dramını daha da sivriltiyor. Tüm bunların üstüne, çalışıp emek verdiği şirketin aynı telefonla onu işten çıkarmasıyla (bir tabutun içinde gömülü vaziyetteyken işten çıkarılma hadisesinin eşi benzeri yoktur sanırım), fidyeci Iraklılar kadar, emek ve emekçiyi hiçe sayan oportünist ve bencil şirket politikaları birden aynı seviyede potaya giriyor. Böylece “ölmeden mezara girmek” tanımını tevriyeleştiriliyor bir bakıma.


Film boyunca gördüğümüz tek insan Paul. Ama sesini duyduğumuz sadece o değil. Böylelikle bir senaryonun normal işlevlerini, anormal bir durum içinden görebiliyoruz. Paul’ün içine düştüğü çaresizliğin bedensel yönden yansıtılışında üstün bir oyunculuk becerisi olmamasına rağmen (karanlığın ve sadece telefon ya da zippo ışığının etkilerinin bunda payı önemli) Ryan Reynolds’ın sesini kullanış biçimi çoğu kez bu açığı kapatmasını biliyor. Üstelik bu daracık alanda kameranın açısal arayışları da yer yer kendini fark ettiriyor. Yine de sözü edilen senaryo işlevleri bazen gereğinden fazla okuma gerektiriyor ki, bu durum da tabut içinde kalan oksijeni tüketmeye benziyor. Mesela Paul’ün yaşadığı telefon trafiğinin bir süre sonra video trafiğine dönmesi bana gereksiz geldi. Zaten Paul’ü oraya bırakanların yeterince ciddi olduklarını anlamışken, bu durumun video paylaşım sitelerinde tıklanma rekoru kıran gerçek infaz görüntülerine benzer bir sahtesiyle pekiştirilmesi, film için ihtiyaç mı değil mi tartışılır. Telefonun kamerasının belki de sadece vasiyet sahnesi için işlevini doğru yerine getirdiği düşüncesindeyim.

FBI yetkilisi Alan Davenport’un, Irak’taki rehine kurtarma yetkilisi Dan Brenner’ın, Paul’ün karısının ve annesinin Paul’ün içine düştüğü durumun güçlüğünü betimleyen vokal varlıkları, filmin bu formatı içinde adeta “canlı” yan performanslar sağlayabiliyorlar. Bu açıdan da denenmemiş, denendiyse de daha farklı kulvarlarda yüzmüş bu buluştan faydalanmasını bilen bir film olarak Buried, İspanyol Rodrigo Cortés’in şimdiye kadarki en dikkat çekici filmi. Genelde tersi yaşanır ama bu dikkat çekme durumunun bir ABD ortak yapımcılığında gerçekleşmesi de ayrıca ironik.

17 Ocak 2012 Salı

The Air I Breathe (2007)


Yönetmen: Jieho Lee
Oyuncular: Brendan Fraser, Forest Whitaker, Andy Garcia, Sarah Michelle Gellar, Kevin Bacon, Julie Delpy, Emile Hirsch, Clark Gregg, Kelly Hu
Senaryo: Jieho Lee, Bob DeRosa
Müzik: Marcelo Zarvos

Hayatı için bahse giren bir işadamı, geleceği gören bir gangster, bir pop star ve hayatının aşkını kurtarmaya çalışan bir doktor. Hikayede antik bir Çin atasözünün döngüsünde yaşananlar anlatılıyor. Hayatın duygusal olarak dört temel taşı vardır. İç içe geçen bu öykülerde kesişen dört duygu: mutluluk, haz, aşk ve acı...

Kesişen hayatlar hadisesi yeterince kaliteli örneklerle sunuldu. Tabi sürekli bu formül uygulanmaya devam edilecektir. Ama özellikle bu işin milatlarından biri haline gelmiş Inarritu örneklerinin The Air I Breathe gibi nice kötü yapımların önünü açtığına da tanık olduk, sanırım olacağız da. Hayatları kesiştirmek bu kadar basit olmamalı. İşin içine duygu, ruh, zamanlama, insani mesajlar ve puzzle zekası katmanız gerekiyor. Kesişen insanlar mı, yoksa kesişen öyküler mi o filmi kalite çıtasının üzerine taşıyor? Bunun cevabı elbette öyküler olacaktır. Çıkış noktasını dört element olarak belirlemiş bir filmin mantıklı kesişmeler sağlaması ancak çok usta senaryolarda gerçekleşebilirdi. The Air I Breathe kesinlikle onlardan biri değil. Dizi benzetmesi yapılmış. Diziler bu denli kalitesiz, dengesiz ve basit biçimde tasarlamıyorlar senaryolarını. Ama tabi dört hikayenin dördüne de bir kulp takacağım endişesi, acemice (hatta cahilce) aceleye getirilince, hikayeler arasında zamansal dengeler sağlanmayınca ucuz bir taklitten öteye geçemiyorsunuz.



Bir kesimin belli noktalarda mantıksız ve ruhsuz bulabileceği bir film olduğu kadar, popüler kadrolara veya standart olay akışına 1,5- 2 saatini harcamaya gönüllü bir başka kesimin de ilgisini çekebilir. Ancak böylesi popüler kalabalığın kesişen hayatlar teması dahilinde prim sağlayacağı yanlış fikri ne yazık ki hala bu işe milyonlar koyan film şirketlerinin ya da Oscar kazanmış oyuncuların kafasında yer edebiliyor. İşin hikayede yattığını göremiyorlar. Hiçbir özelliği olmayan bu filmi boyundan biraz büyük monologlarla süsleyerek veya belli sikletlerdeki oyunculara zoraki sahneler uydurarak bir "film" yarattıklarını sanıyorlar.

Aşk, Kader, Zevk ve Mutluluk gibi dört derya deniz başlık varken meydana getireceğiniz film bu değildir, onu geçtik. Mesela Forest Whitaker'ın hikayesi Mutluluk'un neresinden konuşuyor, Brendan Fraser'ın oynadığı bodyguardın adı niye Zevk ve onun anlatmak istediği Zevk neyin Zevk'i? Sarah Michelle Gellar ile yatmanın mı, yoksa ikide bir dayak yemenin ya da dayak atmanın mı? Dalga geçtiğim düşünülmesin. Kabaca anlatılan şey sahiden bunlardan başkasına fazladan vurgu yapmıyor. Tabi ki film, bu karakterlere göre belirlediği soyut kavramların altını doldurma endişesi de taşıyor. Ama o kadar zorlama şekilde yapıyor ki bunu, haliyle "evet bu karakter şu sebepten dolayı Mutluluk, bu sebepten dolayı Zevk'i temsil ediyor" diyebilirsiniz. Fakat bu söylediğinize bir zaman gelir kendiniz de inanmazsınız.

Durum böyle olunca takdir ettiğimiz bazı oyuncular değil filmin gidişatına müdahale etmek, onun bir parçası olmanın sıkıntısıyla size hiçbirşey ifade etmezler. Başka bir yönetmenin çekmesinin de hiçbir şeyi değiştireceğini sanmıyorum. Örneğin içler acısı son bölüm Love'da o havadan gelen para saçmalığını başka birisi nasıl anlatacaktı? Bob Dylan demiş ya: "Sistem değişmedikçe Amerika Başkanı ben olsam neye yarar?" En başta bu senaryo çöpe atılıp sil baştan yenisi yazılacak ki, ondan sonra yönetmen filmini mi çekiyor, kendi limitlerini mi zorluyor, yaratıcılığını mı deniyor, prodüktörleri mi memnun ediyor, ne yaparsa yapsın. Son olarak, kesişen hayatlar deyince neden bir arabanın önüne atlama sahnesi zorunluluğu hissediliyor onu da anlamam. Finlandiya yapımı Paha Maa da bile bu klişe vardı. Demek ki Amerikalıların tekelinde değilmiş.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Colombiana (2011)


Yönetmen: Olivier Megaton
Oyuncular: Zoe Saldana, Lennie James, Cliff Curtis, Jordi Mollà, Michael Vartan, Beto Benites, Jesse Borrego, Amandla Stenberg, Ofelia Medina
Senaryo: Luc Besson, Robert Mark Kamen
Müzik: Nathaniel Méchaly, Craig Walker

Kolombiya’nın suç baronlarından Don Luis ile ihtilafa düşen bir başka çete lideri Fabio’nun karısıyla beraber 9 yaşındaki kızları Cataleya’nın gözleri önünde katledilmelerinden sonra küçük kız Chicago’daki amcası Emilio’nun yanına sığınır. 15 yıl sonra intikam yemini etmiş bir şekilde profesyonel katile dönüşen Cataleya, bir yandan amcasının ayarladığı milyon dolarlık suikast işleri çevirirken, bir yandan da amcasından habersiz biçimde Don Luis’in dikkatini çekmeye çalışan cinayetler işlemektedir. Olaylar gelişir. Aslında bu gelişme hiçbir sürpriz içermeyen, artık ezberlenmiş formüller üzerinden sonuca ulaşır. İyiler kazanır, kötüler belâsını bulur. Transporter 3’ün ardından yine bir araya gelen Luc Besson, Robert Mark Kamen, Olivier Megaton üçlüsü, Besson’un son yıllarda ipini kopardığı aksiyon prodüksyonlarına bir yenisini eklemekten başka bir iş çıkarmıyorlar.

Colombiana, senaryo kankaları olan Besson ve Kamen’in bugüne dek yazdıkları The Fifth Element, Kiss Of The Dragon, Transporter 1-2-3, Taken gibi filmlerden irili ufaklı izler taşıyor. Tabiî Besson klâsikleri Nikita ve Léon’u da unutmamak lazım. Sözünü ettiğimiz son dönem Besson işleri, soluksuz aksiyon görmek için bilet alan veya evde abur cubur eşliğinde ekran karşısındaki yerini alan seyircileri yarı yolda bırakmayan türden. Bunun bilincindeki kurt sinemacı adeta seri üretime geçmiş biçimde eski ürünlerinden devşirme senaryoları farklı yönetmenlere çektirmekte. Arada Taken gibi sağlam aksiyonlar çıktığı sürece tür sevenlerin bu duruma pek itirazı olmaz.


Besson ve ekibinin bunca filmden sonra “bizde mantık aramayın” mesajını hâlâ alamamış kitlenin 9 yaşındaki bir kız çocuğunun türlü yöntemlerle mafyadan kaçma, hapisteki infaz, Karayipler’deki villa baskını, SWAT’ın elinden kurtulma gibi sahneleri uzun uzadıya tartışmaları tuhaf kaçıyor. Bu sahneleri bir çizgi film, bir anime edasıyla izlediğinizde çoğu zaman keyif bile alabilirsiniz. Bu ekibin estetik kaygılı koreografiden ve aksiyon trafiğinden (yine bu anime hissiyatıyla) iyi anlayan kişilerden oluştuğu da bir gerçek. Ortada dişe dokunur bir konu, yıldırımlar indiren oyunculuklar olmadığı için uç uca eklenmiş aksiyon skeçleriyle oyalanıyoruz. İşte o oyalama işinde Besson takımı gayet iyi işler çıkarmakta. Finale doğru banyo sahnesinin tadı damağımda kaldı mesela. Bazı çekimlerin görüntü estetiğinden Tony Scott aşinalığı yaşamak da mümkün.

Avatar ile neye benzediğini anlayamasak da adını geniş kitlelere duyuran Zoe Saldana’nın canlandırdığı Cataleya’da dişi Bourne, siyah Nikita, geçmişe dönmüş LeeLoo, büyümüş Mathilda kalıntıları çok bariz. Saldana’nın çekiciliğini de filmin fazla kalabalık olmayan artı hanesine eklemek gerek. Duru güzelliğini soğuk ama yerlerde sürünmeyen bir duruşla idare ediyor. Şimdilerde Taken’ın devam filmi üzerinde mesai yapan Besson, Kamen, Megaton triosundan ortama direk roketle giren dolambaçsız bir “izle unut” aksiyon olarak Colombiana (filmin adı neden “Cataleya” değilse artık!), Taken 2 öncesi bir oyalanma olarak da görülebilir.

10 Ocak 2012 Salı

Kill List (2011)


Yönetmen: Ben Wheatley
Oyuncular: Neil Maskell, Michael Smiley, MyAnna Buring, Harry Simpson, Emma Fryer, Struan Rodger, Mark Kempner
Senaryo: Ben Wheatley, Amy Jump
Müzik: Jim Williams

İki sıkı dost, aynı zamanda beraber çalışan iki tetikçi olan Jay ve Gal'in gizemli patronları tarafından üç kişilik bir suikast listesiyle görevlendirilmelerini konu alan İngiliz yapımı Kill List, aralarında korku/gerilim temalı olanlarında bulunduğu bazı festivallerden birçok övgü toplamış bir film. Seyirciyi zıplatan korku klişeleri içermese de sahip olduğu gizem ve tuhaf unsurlardan dolayı gerilim dozu abartılmamış bir suç filmi olarak seveni de, nefret edeni de olacak bir yapıda.

Eşi Shel ve oğlu Sam ile birlikte yaşayan Jay'in, Gal ve kız arkadaşı Fiona'yı davet ettikleri uzun akşam yemeği bölümüyle açılan film, esas meselesine girmekte fazla aceleci davranmadığı için sıkıcı olabilse de, o bölümdeki gerginliğe güçlü oyunculuklar sayesinde tempo kazandırabiliyor. Jay ve Gal'in bir rahip, bir kütüphaneci ve bir parlamento üyesinden oluşan ölüm listesini almalarıyla film başlıyor ve şiddet dozu bir anda artıyor. Son yarım saat ise bambaşka bir şeye dönüşüyor ki, aslında tam olarak ne tür bir film izlediğimizi anlamakta güçlük çekebiliyoruz. Neden ölüm listesine girdiği bilinmeyen kurbanların Jay'e karşı tutumlarındaki tüyler ürperten tuhaflık, gizemli patron, ürkütücü yüz ifadesiyle Fiona, Jay'in meçhul Kiev geçmişi, trajik bir sonla pat diye biten garip final ve daha satır aralarından çıkarılabilecek pekçok ayrıntı/soru birbirini kovalıyor.


Filmi Amy Jump ile birlikte yazan ve kendisi yöneten Ben Wheatley'nin böyle bir yazım/yönetim gerçekleştirirken çeşitli kaynaklardan beslendiği muhakkak. Belki fazla iddialı olacak ama ilk aklıma gelenlerden biri Kubrick'in ölmeden önce çektiği Eyes Wide Shut'taki bir evliliğin basit anatomisinden epik bir ritüele dönüşümünde izlenen ilginç yol oldu. Elbette Kill List'in bu klâsikten hem konu, hem de biçim olarak keskin çizgilerle ayrıldığı yönler oldukça fazla. Ancak filmin seyircinin kucağına bıraktığı bazı soruların düşündürücü yanı, Kubrick'in izinden gitmeye yeltenen bir sinemacının garip puzzle merakından ipuçları vermiyor değil. Özellikle üç başrol oyuncusu olan Neil Maskell, Michael Smiley ve MyAnna Buring'in performansları da filmin diken üstü ruh halini yaratan en büyük etkenlerden. Hakkında düzülen methiyelerin abartıya kaçmasını tipik bir pazarlama taktiği olarak görmek gerek. Yine de soğuk, kapalı, garip gibi sıfatların hakkını veren bir film Kill List.

8 Ocak 2012 Pazar

Kaybedenler Kulübü (2011)


Yönetmen: Tolga Örnek
Oyuncular: Nejat İşler, Yiğit Özşener, Ahu Türkpençe, İdil Fırat, Rıza Kocaoğlu, Serra Yılmaz
Senaryo: Tolga Örnek, Mehmet A. Öztekin
Müzik: Cavit Ergün, Erdem Tarabuş, Can Göksu

90’ların sonlarında Kent FM’de Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un sunduğu fenomen radyo programı Kaybedenler Kulübü’nün doğuşu ve gelişimini anlatan film, Tolga Örnek’in Devrim Arabaları’ndan sonraki filmi. En kestirme yoldan özetlersek bu programın yaratıcısı iki kahramanın burjuva köklerini, sözde umursamaz bir şekilde sürdürdükleri yaşam tarzlarını, bardan nasıl hatun götürdüklerini ve aşık olduklarında nasıl bir ruh haline girdiklerini işliyor. İzleyenleri de dinleyenler kadar ikiye bölen, genel olarak iyi çekilmiş bir filmden bu denli sığ çıkarımlarda bulunulmayacağının farkındayım. Filmde Aslı’nın radyo programındaki üslubu eleştirmesinden sonra Kaan’ın “sen programdan bunu mu anladın” sorusu gibi, “peki sen filmden bunu mu anladın” sorusu sorulabilir. Belli bir çevrede efsane olmuş programın arka plânında akıp giden olaylar, yani radyo programı dışında gelişen birçok şey bu sığlığa davetiye çıkarıyor sanki.

Kaybedenler Kulübü, kendi hayran kitlesini yaratmış birçok radyo programı gibi dinleyenleri arasında iyi bir frekans tutturmuştu. Ama ondan uzun metraj bir yapım çıkabilmesi için arka plânda daha fazlasına, daha ilgincine ihtiyaç varmış meğer. Kaybedenler Kulübü’nü anlatacak film bu olmamalıydı belki. Her şeyden önce onu anlatmak için bir filme gerek var mıydı? Kentli iki üst sınıf mensubu adamın özel hayatlarında yaşadıklarından, bir yandan üst sınıf nimetlerinden sonuna kadar (haklı olarak) faydalanırken, diğer yandan kendilerini “kaybeden” ilân edip üzerine bir de radyoda kulüp kurarak tabudeviren “kazanan”a dönüşmelerinden doğacak hikâye ilginçliğine sahip olmayan bir film bu. Zaten filmin bana göre yegâne ilginç anlarını da, gerçek kayıtlara sadık kalarak derlenen program sahneleri oluşturuyor. Kısacası filmi görünce karşılık beklemeksizin, sırf kendi zevkleri için Kaybedenler Kulübü’nü yaratan gerçek Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un birer program sunucusu olarak yaydıkları pozitif elektriğin, asiliğin, özgürlüğün sadece yayılan ses dalgalarında kalması daha iyi olurmuş diye düşündüm.


Filmin özgürlük anlayışından, seksist yaklaşımına, aşk aldanmışlığından, “kaybeden” mantığına kadar pek çok yanını paragraflar dolusu eleştirmek mümkün. Bu yüzden filmi uzun uzadıya eleştirmek, onu ciddiye almak demek anlamına geliyor. Film gereksiz yere kendini fazlasıyla ciddiye alıyor ki, radyo programı sayesinde intiharın eşiğinden dönen bir dinleyenin “bu da bizim 68’imiz” demesi bunun sadece bir örneği. 68 kuşağını tam olarak anlayamamış bir 90’lar gencinin (ya da onu dillendiren senaristin) bu benzetmeyi sebepleri kadar sonuçlarıyla da dünya tarihinde önemli yere sahip bir dönemin sadece pasifleşmiş “sonuç” kısmında takılıp kalmışlığıyla değerlendirmesi şaşılacak bir durum değil. Dinleyici profilinin çeşitliliğini yansıtmak, başına buyruk bir imaj yaratarak kitleleri etrafında toplamayı başarmış bir radyo programının yarattığı samimi havanın etkilerini göstermek için önemlidir. Ama seçilen tiplemelerin ve onların hayatı algılayış biçimlerini ele veren yavan yaklaşımlarının filme aktarılması esnasında hiçbir özen yok. Oysa Kaan ve Mete kadar, onların hitap ettiği kesimin filme yapacağı katkılar da önemliydi.


Benzer bir algı, “kaybeden” olma meselesinde de kendini gösteriyor. Buradaki kaybetmek basit bir burjuvazi romantizminden öte anlam barındırmıyor. Maddi kaygıları olmayan, iyi kötü sevdikleri işlerle meşgul iki şehirli adamın hobi olarak yürüttükleri radyo programcılığı sayesinde büyük bir hayran kitlesi edinmeleriyle eski yaşantılarının sakin rutinini kaybetmelerinden dem vuruluyorsa bu kaybedenlik bir nebze yerini bulabilir. Ama maddi kaygısızlıklara, cinsel bolluğa ve şimdi de şöhrete sahip ikilinin bu kayıpları pek bir önem arz etmiyor. Dertsiz başlarına yoktan dert yaratıyorlar, rahat onlara batıyor sanki. Şehirliyim ama daha sakin bir hayatı özlüyorum, etrafımda kadın çok ama gerçek aşkı arıyorum, kalabalıkta yalnızım türünden ıssız adam mızmızlıklarının haksız yere filmin olması gerektiği şeklin önüne geçtiği pek görülemiyor. Çünkü 90’ların dengesiz romantizmini ve sanki kendi buluşlarıymış gibi “kadınlar seni sen yapan özelliklere aşık olup sonra senden o özellikleri almaya kalkıyorlar” özlü sözünün açılımını yapan arızalı bir aşk hikâyesini “bu da bizim 68’imiz” gençlerine zahmetsizce pazarlıyorlar.

Peki olmamış bir filmin olması gereken yer neresidir? Bu olay ilk nerede patlak verdiyse kaynak orasıdır. Radyo! Tanınmış ve iz bırakmış bir radyo programı ve onun sıra dışı DJ’leri hakkında film yapılıyorsa Good Morning Vietnam, Talk To Me veya bazı kusurlarına rağmen The Boat That Rocked’a mutlaka göz atılmalı, orada üstünde durulan muhalif altyapının sağlamlığından dersler çıkarılmalı. Ders kelimesinin sevimsizliğinden barış, özgürlük, düzene karşı nüktedan ya da ciddi dik duruşlar türetilmeli, üzerine gidilmeli, rahatsız etmeli. Böylece “ev arkadaşınız ünlü bir radyocuysa tüm gün oturduğunuz koltukta bile sevişecek biri ayağınıza kadar gelebilir” gibi bir sürü ıvır zıvırla başınız ağrımaz. Şayet “kaybeden” olmanın altı maddi gerekçelerden bağımsız biçimde doldurulmak isteniyorsa apolitik takılmak gibi bir lüksünüz olmamalı. Tabiî bunu “bu da bizim 68’imiz” deyip işin içinden çıkan bir film için söylüyorsak boş konuşuyoruz o ayrı.


Tolga Örnek, iyi bir yönetmen olma yolunda yerini aldığını Devrim Arabaları filmiyle kanıtlamış bir insan. Kaybedenler Kulübü de özellikle kurgu masasında iyi işler çıkarılmış bir film olarak değerlendirilebilir. Ama böyle bir filmin teknik kabiliyetlerden çok daha fazlasına ihtiyacı var gibi geliyor bana. Biraz sivri dillilik, biraz “kaybedenlik” sorgusu, karakterleri kadın delisi özgür ruhlu maçolar yerine daha derinlikli müzik ve sanat tutkunları olarak göstermeye ihtiyaç duyan bir senaryo tadilatı birçok şeyi farklı kılabilirdi. Belki o zaman estetik sevişme sahnesi ya da özellikle The Truman Show’da çok güzel kurgulanmış bazı şov müdavimlerinin tepkileriyle nabız tutma alıntısı gibi pek çok yönetmen iyi niyetleri yerini daha sağlam bulabilirdi. Tabiî öncelikle Nejat İşler ve Yiğit Özşener’in sinir bozucu, ruhsuz, umursamaz, aşağılayıcı triplerine “cool” bir duruş gözüyle bakabilenlere hitap eden bir film Kaybedenler Kulübü.

5 Ocak 2012 Perşembe

Revenge: A Love Story (2010)


Yönetmen: Ching-Po Wong
Oyuncular: Juno Mak, Sola Aoi, Siu-hou Chin, Tony Ho, Tony Liu
Senaryo: Lai-yin Leung, Ching-Po Wong, Juno Mak
Müzik: Dan Findlay

Hong Kong, hamile kadınları öldürüp karnındaki bebekleri çalan seri katil cinayetleri ile çalkalanmaktadır. Kit adındaki genç katil bir süre sonra yakalanır. Ama yakalandıktan sonra benzer bir olay daha gerçekleşince polisin kafası karışır. Kit'in geçmişine döndüğümüzde ise olayların gerisinde çok trajik sonuçları olacak naif bir aşk öyküsünün yattığını görürüz.

Hong Konglu yönetmen Ching-Po Wong'un beşinci filmi olan Revenge: A Love Story, filmin başrolü Kit'i canlandıran genç oyuncu Juno Mak'ın hikâyesinden Ching-Po Wong ve Lai-yin Leung'un senaryolaştırdığı sert bir dram. Tabiî sözkonusu Hong Kong olunca bir parça aksiyon da olmazsa olmaz. Gizemli bir seri katil filmi olarak başlayan, daha sonra Kit'in geçmişine gidip sevdiği lise öğrencisi Wing ile yaşadıklarıyla kırılgan bir aşk hikâyesine dönüşen, iki sevgilinin başına gelen talihsizliklerden sonra soluğu ipini koparan bir intikam yapımı olarak alan Revenge: A Love Story'nin, istismar sinemasının ekmeğinden geçinen bir örnek olduğu su götürmez. Karnı deşilip bebeği çıkarılmış hamile kadınlar, gizem dolu bir katil, yozlaşmış polisler, tecavüz, işkence ve kavga sahneleri filmin kategorisini hemen belli ediyor.


Özellikle Güney Kore sinemasının neredeyse bir "İntikam Sineması" alt türü oluşturmasını sağlayan sınır tanımazlığına doymuş seyirci için hiç de farklı kumaşı olmayan intikam matematiğini de eklersek film kulağa rahatlıkla vasatın altı gibi gelecektir. Zaten sonlara doğru intikam üzerine verilen mesajın da pek tadı yok gibiydi. Gerçi tam olarak ne mesaj verildi ya da alınan mesajın arınma ve affetme üzerine sahip olmaya çalıştığı duruş amacına ulaştı mı tartışılır. Fakat dümendeki Ching-Po Wong'un bu vasatlığı stil arayışları (ve buluşları) ile aşmaya çalışması çoğunlukla olumlu sonuçlar veriyor. Sadece stil kaygısı taşıyan bir yönetmenin elinde bildik bir hikâyenin sömürüldük bir versiyonunun çekilmesi o filmi ekran karşısında çekilir kılıyor. Yoksa ne yukarıda saydığım bazı sebepler yüzünden, ne dokuz canlı iyi (kötü) adam profilinin işlediği vahşi cinayetleri doğru dürüst bir zemine oturtamamasından, ne de mantık hatalarını o övülen stilinin önüne geçirememesinden ötürü izlenmemesi çok büyük kayıp sayılmayacak bir film.