25 Kasım 2012 Pazar

Hotel Transylvania (2012)


Yönetmen: Genndy Tartakovsky
Seslendirenler: Adam Sandler, Andy Samberg, Selena Gomez, Kevin James, Steve Buscemi, Fran Drescher, Molly Shannon, David Spade, CeeLo Green, Jon Lovitz, Brian George
Senaryo: Peter Baynham, Robert Smigel, Todd Durham, Dan Hageman, Kevin Hageman
Müzik: Mark Mothersbaugh

Kont Dracula, biricik kızı Mavis’in 118. Yaş günü şerefine insanların yerleşim yerlerinden uzakta Otel Transilvanya adındaki lüks otelinde büyük bir davet verme hazırlığındadır. Hem Mavis’e, hem de aralarında Frankenstein, Mumya, Görünmez Adam, Kurtadam ailesi ve daha pek çok canavarın bulunduğu konuklara unutulmaz bir gün yaşatmak isteyen Dracula’nın planları, tesadüfen oteli keşfeden gözükara turist Jonathan’ın gelmesiyle altüst olmak üzeredir. Çünkü Dracula, o güne dek maceraperest bir kişiliğe sahip olan, ama hiç dışarı çıkamamış kızı Mavis’i bu arzusundan vazgeçirebilmek için özenle hazırlanmış, her detayı düşünülmüş, kötülüklerle dolu uydurma hikâyeler anlatmıştır. Kızı ve misafirleri rahatsız olmasın diye Jonathan’ı da bir canavar olarak tanıtan Dracula, hem söylediği bu yalanla, hem de Mavis ve Jonathan’ın birbirlerinden hoşlanmaya başlamalarıyla iyice zor duruma düşer.

Star Wars: Clone Wars, Dexter's Laboratory, Samurai Jack, The Powerpuff Girls gibi animasyon serilerinin birçok bölümünü yönetmiş Rus Genndy Tartakovsky’nin yönettiği Hotel Transylvania, son yıllarda küçükler kadar yetişkinlere de çok kaliteli örneklerle hitap eden animasyon yapımlar düşünüldüğünde birkaç gömlek altta kalır gibi görünse de, teknikleri, esprileri ve içerdiği önemli mesajıyla görülmesi gereken yapımlardan biri. Özellikle adı geçen figürlere hayranlık besleyenlerin farklı bir kulvar içinde sevimli bulabilecekleri ayrıntılar taşıması da sebeplerden biri sayılabilir. Daha çok çocukları hedef aldığı söylenebilecek film, buna rağmen ciddi mesajını sinema tarihine korku salmış karakterleri sevimli kılmak suretiyle farklı ama etkili biçimde iletmeyi de başarıyor bana göre. Görünmez Adam’ın sessiz sinema oynaması, Kurtadam ve kalabalık ailesinin otelin altını üstüne getirişleri, ailenin sevimli amcası konumundaki Frankenstein’ın sevimli saflığı ve daha birçok ayrıntı, kendilerine zarar vermesinden korktukları insan ırkından uzakta mutlu, huzurlu bir doğumgünü etkinliği geçirmek üzere toplanan bu büyük “öteki” aileyi başarıyla resmediyor.


Verilmeye çalışılan mesaja gelirsek, ırkçılığa varan bu canavar / yaratık düşmanlığı ile, özellikle bağnaz insanlar tarafından öldürülmüş karısının acısıyla insanlara karşı nefret yüklü Dracula (ve benzer sebeplerden ötürü insanlar tarafından mimlenmiş diğer yaratıklar) bünyesinde filmi izleyen çocukların bu karşılıklı nefreti algılamasına yönelik gerekçeler sağlandığı söylenebilir. Ya da canavarların ve otele gelen Jonathan’ın sempatikliğini, hele de Jonathan ve Mavis arasındaki elektriği hissetmelerinden ötürü böylesi bir ayrımcılığın yanlışlığını kavrama yönünde fazla sıkıntı çekmeyebilirler. Belki de bu basit ayrımcılıktan hareketle, ileride rastlayacakları başka ötekileştirme çabalarına karşı çocukça da olsa bir refleksin temellerini atabilirler bilemeyiz. Mesela Dracula ve arkadaşlarının Jonathan’ı geri getirmek üzere çıktıkları yolda karşılaştıkları yaratık festivalinde insanlarla işbirliği yapmalarını çok yerinde bulan ve buna çok sevinen küçük bir seyirciyle aynı evde yaşıyorum.

Son olarak mecburen dublajlı izlediğim filmdeki seslendirmelerin, filmin tek kötü adamı sayılabilecek Karadeniz şiveli Quasimodo haricinde (ki onun konuşmalarının genel olarak çocuklarca anlaşılamaması yüzünden) çok başarılı olduğunu söylemeliyim. Zaten bol miktarda dublajlı animasyon izleyen seyirciler için kendisinden önce sesi tanınan tiyatro kökenli emekçilerin sesleri mutlaka aşinalık yaratacaktır. Orijinal seslendirme kadrosunda Adam Sandler, Steve Buscemi, Kevin James, David Spade, CeeLo Green, Jon Lovitz gibi isimlerin yer aldığı filmi bizde adeta sesleriyle oyunculuk yapan daha mütevazi bir kadronun konuşması alışıldık bir durum. Onlara bazı popüler yeniyetme dizi oyuncularının özelliği olmayan sesleriyle seslendirme yaptığı bir film sonrasındaki kadar ilgi gösterilmez. Galalar yapılmaz, seslendirdiği karakter hakkında röportajlar vermesi istenmez. Ama biz o sesleri hep duyar, benimser ve oldukları gibi severiz.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Four Lions (2010)


Yönetmen: Christopher Morris
Oyuncular: Riz Ahmed, Nigel Lindsay, Kayvan Novak, Adeel Akhtar, Arsher Ali, Preeya Kalidas, Mohammad Aqil, Craig Parkinson, Julia Davis
Senaryo: Jesse Armstrong, Sam Bain, Simon Blackwell, Christopher Morris

Omar, Waj, Barry ve Faisal adında dört adam, cihat adına şehirde büyük bir eylem gerçekleştirip ses getirmek, aynı zamanda şehit olmak istemektedirler. Ama ne sabit bir planları, ne de seçtikleri bir hedefleri vardır. Omar ve Waj, kendilerini ıspatlamak için Pakistan’daki eğitim kampına giderler. Ancak işler umdukları gibi gitmez ve bir dizi sakarlığın ardından apar topar İngiltere’ye geri dönerler. Bu arada Barry, davaları için ışık gördüğü genç Hassan’ı da ekibe dahil eder. Uzun tartışmalar, sakarlıklar ve başarısızlıkların ardından, katılımın yüksek olacağı kostümlü maratonun eylemleri için bir fırsat olduğunu düşünerek harekete geçerler.

İngiltere’nin dizi sektöründe yapımcılık, yönetmenlik, senaristlik, bestecilik ve oyunculuk (The IT Crowd dizisinden Denholm Reynholm olarak hatırlanabilir) yapan Christopher Morris’in yönettiği Four Lions’ın senaristleri ise Morris ile birlikte Jesse Armstrong, Simon Blackwell ve Sam Bain’den oluşuyor. Bu insanların komedi dizilerinde edindikleri alışkanlıklarını ve tecrübelerini Morris’in yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metraj Four Lions’a aktardıkları çok belli. Zira film gerçekten komedinin hakkını veriyor. Ama komedinin konusu bir grup Müslüman intihar bombacısı ve onların gerçekleştirmek üzere olduğu terör eylemi üzerinden ilerleyince ister istemez bazı algılar hassaslaşıyor. Yine de filmin düşülmesi muhtemel çeşitli tuzaklardan başarıyla sıyrılan zeki senaryosu bu eylemlerin mantıksızlığı üzerine sözünü sakınmayıp haklı olarak bu insanların aptallığından dem vurduğu gibi, sıklıkla onları sempatik kılan saflıklarını ön plana çıkararak insanı bir boyuta da geçiyor.


Terör eylemcilerinin aptallıklarının ırkı, dini, milleti olmadığına dair genel bir duruşa sahip film, eleştirelliğini mizahla ustaca şeffaflaştırıyor. Tabii radikal dinci kesime bakışı oldukça cesur ve o yönde bir alınganlığı da haklı olarak fazla umursamıyor. Ekibin en zekisi ve lider konumundaki modern bir Müslüman olan Omar’ın iyi bir işe, huzurlu bir aile ortamına sahip olduğu halde neden böyle bir eyleme ihtiyaç duyduğunun açılımı tam olarak yapılmasa da, özellikle yapılacak eylemin teori ve uygulama aşamalarında yaşanan süzme salaklıklar bile kara mizah dinamiğine hakim. Eylemin ses getirmesi ve ılımlıların radikalleşmesi için cami bombalamayı savunan Barry, interneti havaya uçurma fikrini öne süren Waj, kargaların üzerine bomba bağlayıp onları Yahudilerin yoğun olduğu gökdelenlere uçurmak isteyen Faisal ve intihar bombacılarını rock yıldızları gibi sevdiğinden sonunu düşünmeden onların arasına giren rapçi Hassan’dan oluşan ekiple Omar’ın işi çok zor.

Çok komik esprilerle, güncel politik göndermelerle, absürde varan diyaloglarla, sebep-sonuca dayalı hararetli ve komik tartışmalarla süren film, en çarpıcı eleştiri yöntemlerinden birinin mizah olduğu gerçeğini bir defa daha kanıtlıyor. Sanıldığının aksine İslam’ı değil, İslam’ı kendi politik çıkarları uğruna istedikleri gibi yorumlayanları ve bu sevimli çete gibi milyonlarca saf ve temiz Müslümanı boş vaatlerle kandırıp kötücül amaçları doğrultusunda beyinlerini yıkayanları yeriyor. Bunu yaparken kör göze parmak sokmayıp, doğrudan hedef göstermiyor. Mesela Barry’nin, “kadınlarımız artık bize dikleniyor, enstrüman çalan insanlarımız var, İslam çöküyor” gibi serzenişlerde bulunduğu senaryo seyircinin bunu tersten okuyacağını bilerek hareket ediyor. Bu gibi yobaz çıkışlar ya da mantıksız fikirler Omar’ın mantık duvarına takılıyor. Onun bir terörist olma motiasyonunu ise batı emperyalist kültürü ve onun dayatmalarının şekillendirdiği fikrine dayandıracağız artık.


Waj’in çocuksu saflığı da, adeta bir peygamber gibi gördüğü Omar’ın yönlendirmelerine muhtaç. İçlerindeki tek “beyaz” İngiliz Barry’nin liderlik ihtirası da Omar’ın karşısında saf tutmakta. Davasına kilitlenişinin altyapısı pek iyi oturtulmamış Omar ise kendi öz kardeşinin koyu dindarlığıyla alay edebilecek kadar çağdaş bir Müslüman. İşte filmde aynı dine mensup, ama farklı biçimlerde yorumlanan yaşam tarzlarından hareketle İslama dair önyargılara yönelik bu komik yaklaşım, altında daha derin anlamlar saklıyor. Omar’ın Waj’a eylemi gerçekleştirirken aklıyla değil kalbiyle hareket etmesi gerekliği üzerine yaptığı kafası karışık konuşma, son dakikaya kadar bu eyleme mantıklı bir kılıf aranması (ama bulunamaması), bu insanların paramparça olmuş bir karga veya koyun aklıyla eş tutulan eylem bilinçleri hep bir şeyler söylüyor aslında.

Özellikle Riz Ahmed, Nigel Lindsay ve Kayvan Novak’ın yıldızlaştığı Four Lions, Riz Ahmed’in hayat verdiği Omar tiplemesi ile (biraz çelişkili de olsa) filmin yoğun komedi atmosferinde ayakları yere basan ve bu sayede dramatik incelik de barındıran bir farklılık taşıyor. Herşeye rağmen Four Lions’a öncelikli olarak komedi gözüyle bakmak gerekiyor. Ama In The Loop’un Oscar adayı olmuş senaristleri Jesse Armstrong ve Simon Blackwell’e ait, muhteviyatında önemli şeyler saklayan zeki ve kaliteli bir komedi bu. Eylem öncesi değişik zamanlarda kaydedilmiş video kayıtları sırasındaki tüm konuşmalar, Faisal’ın 3 yıl boyunca nasıl likit peroksit stokladığını anlattığı sahne, ekibin Hassan ve komşuları Alice’i evde yakaladıkları bölüm, çatıdaki iki keskin nişancının hedefleri üzerine yaptıkları tartışma ve daha pek çok an, kendi gülme efektinizi kendinize yaptıracak kadar eğlenceli. Four Lions, “uzun zamandır iyi bir şeylere gülmedim” diye düşünenleri memnun etmeye talip şahane bir komedi.

14 Kasım 2012 Çarşamba

The Horseman (2008)


Yönetmen: Steven Kastrissios
Oyuncular: Peter Marshall, Caroline Marohasy, Brad McMurray, Jack Henry, Evert McQueen, Christopher Sommers, Robyn Moore
Senaryo: Steven Kastrissios
Müzik: Ryan Potter

Steven Kastrissios’un yazdığı, yönettiği, yapımcılığını üstlendiği, kurgusunu yaptığı Avustralya yapımı The Horseman, kızı Jesse’yi pençesine alan ve aşırı dozdan ölümüne sebep olan bir yeraltı porno ekibinden teker teker intikam alan haşere ilaçlama görevlisi Christian’ın hikayesi. Christian’ın benzin istasyonunda tanıştığı kızı yaşındaki hamile Alice’i de filme dahil eden Kastrissios’un elinde aslında yazılı bir senaryo varmış gibi de durmuyor. Kızı öldükten sonra bilinmeyen biri tarafından kendisine gönderilen porno film kaseti sayesinde filme emeği geçen herkesi öldürmeye şartlanan kızgın baba Christian’ın bol işkenceli ve kanlı intikamları uzun skeçler şeklinde birbirini izliyor. Hemen başlarda vahşice işlediği ilk cinayetin ardından Christian’ın Alice ile karşılaşması ve onu gideceği yere kadar bırakmasıyla aralara serpiştirilmiş yol filmi sakinliği de kurgunun bir parçası haline geliyor.

Kastrissios’un her şeyini ortaya koyduğu ilk filmi olarak The Horseman, bol kanlı ve bazı hassas izleyiciler için yer yer rahatsız edici amacını meşrulaştırmak için intikam temasına oynasa da, Christian’ın ölen kızının küçüklük görüntülerinin aralara girişiyle bilindik duygu sömürülerinden nemalanıyor. Ayrıca yine bir istismar sineması örneği olarak The Horseman, sanki kendisine yöneltilecek bu derinlemesine eleştiri/analiz cümlelerini pek sallamıyor. Bu açıdan izlenirse özellikle 70’ler istismar sinemasının Peckinpah çiğliğinden etkilenmiş günümüz yansımalarından biri olarak görmek de mümkün. Tabii o dönemin içerdiği şiddetten çıkarılabilecek birtakım sosyal altyapı okumalarını The Horseman’in fazla yüzeysel bıraktığı da bir gerçek. Okuma olarak çıksa çıksa, ismen bas bas bağıran “Christian” özelinde porno sektöründen vahşice intikam alan muhafazakarlığın, mülayim bir babadan sıkı bir “badass”e evrilen bireysel yolculuğu çıkar sanırım.

Dediğimiz gibi Kastrissios’un en belirgin amacı, kan, işkence, intikam anahtar kelimelerinden medet uman seyirci profiline “hoşça” vakit geçirtmek. Bunu büyük oranda başardığı da söylenebilir. Böyle filmlerde Christian gibi karakterleri, artık şablon haline gelmiş istismar ruhsuzluğundan arındırabilmek, elbette onu canlandıran aktörlere bağlı. Televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip Peter Marshall, bir star olmaktan uzak görüntüsünü acılı, kızgın, aynı zamanda olayla alakalı birine karşı merhametli ve Alice’e karşı şefkatli bir adam halleriyle bertaraf ediyor. (Bir de bunu karşısındaki başarısız oyunculara rağmen başarıyor). Bir Jason Statham karakteri gibi yakışıklı ve burnu bile kanamadan işini görebilecek kadar becerikli olmayan Christian ile kurduğumuz intikam ortaklığı, onun gerilim dolu işkence sahnelerine, insanüstü kurtulma çabalarına ve türlü mantık hatalarına soluksuz katılımımızı sağlayabiliyor.

8 Kasım 2012 Perşembe

Killer Joe (2011)


Yönetmen: William Friedkin
Oyuncular: Matthew McConaughey, Emile Hirsch, Juno Temple, Thomas Haden Church, Gina Gershon, Marc Macaulay
Senaryo: Tracy Letts
Müzik: Tyler Bates

Uyuşturucu satıcılığı yapan aylak Chris'in (Emile Hirsch) annesi, ondan gizlice uyuşturucu zulasını çalar. Malını kaptıran Chris'in borçlu olduğu mafyadan canını kurtarabilmesi için en kısa zamanda 6000 dolar bulması gerekmektedir. Saf babası Ansel'i (Thomas Haden Church) de ikna eden Chris, annesinin hayatı üzerine bir plan yapar. Herkesin nefret ettiği öz annesinin yüklü miktarda bir hayat poliçesi vardır ve bu para hem Chris'in borcunu ödemeye, hem de hepsini zengin etmeye yetecektir. Hem polis olan hem de kiralık katillikle hayatını kazanan Joe Cooper (Matthew McConaughey), para karşılığı anneyi öldürmeyi kabul eder. Ama prensip olarak 25000 dolar da nakit ister. Bu parayı ödeyemeyen Smith ailesi için tam plan parasızlıktan yatmak üzereyken Joe, olan biteni uzaktan seyreden Chris'in kız kardeşi güzel Dottie'yi (Juno Temple) fark eder. Yeni bir teklif olarak para kendisine ödenene kadar Dottie’ye istediğini yapma sözü alır. Başta parası karşılığında rehine aldığı kıza daha sonra gittikçe bağlanmaya başladığını fark eder.

Sinema dünyasına The French Connection ve The Exorcist gibi iki klasik kazandıran yönetmen William Friedkin, bu iki filmden başka ses getiren işlere imza atamamış olmasına rağmen, artık araları oldukça uzasa da hala film çekmeyi sürdürüyor. En son 2006’da Bug adlı vasat bir gerilim çeken yönetmen, yine bu filmde beraber çalıştığı oyun yazarı/senarist Tracy Letts’in aynı adlı oyunundan senaryosunu yazdığı 2011 yapımı Killer Joe ile geri dönüyor. Bir tiyatro oyununa uygun tek mekan ve uzun konuşma sahneleri içermesi yanında, bir suç kara komedisinin gerektirdiği uzun metraja uygun kurgu düzenlemeleri de barındıran film, seyircinin her iki tadı da almasına fırsat tanıyor. Ancak bir tiyatro oyununa fazla kaçabilecek rahatsız edici bölümleriyle kendini tam manasıyla “sanatsal” kıvama sokamıyor. Belki öyle bir derdi yok diye de düşünülebilir. Orijinal metnin sahnede sergileniş biçimini görmek de farklı bir bakış getirebilir. Friedkin onun yerine edepsiz bir kara film olma çabası dahilinde şık karakter fotoğrafları çekip, aynı karakterlere kafası güzel laflar söyleterek tanımlanması güç sayılabilecek bir tavır benimsiyor.


Yozlaşmış bir polis, boğazına kadar kirli işlere batmasına rağmen huyundan vazgeçmeyen bir ağabey, kolayca ikna edilebilecek saftirik bir baba, onu parmağında oynatıp her türlü dolabı çevirmeye hazır bir üvey anne arasında saf ve temiz bir bakire olarak Dottie’nin merkeze konulması ilginç bir ahlak arayışını da beraberinde getiriyor. Bu kadar kirli ve tekinsiz karakterle kuşatılmış bir film izlerken kimin ahlaksızlığının kime galip gelmesi gerektiği yönünde fikirler yürütmeye başlarken buluyoruz kendimizi. Film bu noktada kimden yana olduğunu açık etmemeyi de başarıyor aslında. Mesleğinin yanında ek iş olarak kiralık katillik yapan Joe’nun ahlaksız teklifinin bir süre sonra ciddiye çalması ya da sigorta parasıyla borçlarını ödemek uğruna kızkardeşini başkasına peşkeş çekebilecek kadar karaktersiz Chris’in vicdanlı bir ağabey olduğunun farkına varması gibi yan pozitifliklerin zamanlaması da iyi düşünülmüş. Klişelere pek prim verilmemiş. Bu bağlamda kendi kirliliği içinde doğru yolu bulmaya çalışan ve seyirci vicdanında da bulan bazı kara filmlerin biraz aksine o yozlaşmayı iyice gözümüze sokan gerilimli uzun bir final eşliğinde perdeyi kapatıyoruz.

Bu kadar farklı arızalara sahip karakter zenginliğini ekrana yansıtan beş kişilik kadro, Killer Joe için söylenebilecek olumlu şeylerin en başında geliyor. Matthew McConaughey’nin asaletinin altında sağı solu belli olmayan bir psikopat saklayan Joe ve Emile Hirsch’in fırıldaklığı eline, diline vücuduna yansımış güvensiz Chris performansları göz dolduruyor. Ama Thomas Haden Church’ün kimi zaman sevimli bile olabilen alık halleri, Gina Gershon’ın tepeden tırnağa famme fatale kokan oyunu (hatta bazı eleştirmenler için sadece final performansı) ve tabii genç İngiliz oyuncu Juno Temple’ın masumiyet ile şapşallık arasında seyreden Dottie yorumu filmin elini en fazla güçlendiren etkenler. Herşeyi toplarsak, elimizde özellikle oyunculuk yönünden çok güçlü, yönetmenlik yönünden kariyerinde iki mühim başyapıt bulunan bir yönetmenden ortalama, senaryo yönünden ise her bünyeye hitap etmeyebilecek, fakat yine de kendine bağlamasını bilen karakterde suç örgüsü taşıyan bir film var demek doğru olacaktır.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Sherlock Holmes: A Game Of Shadows (2011)


Yönetmen: Guy Ritchie
Oyuncular: Robert Downey Jr., Jude Law, Jared Harris, Noomi Rapace, Stephen Fry, Paul Anderson, Rachel McAdams, Kelly Reilly, Eddie Marsan
Senaryo: Michele Mulroney, Kieran Mulroney, Arthur Conan Doyle
Müzik: Hans Zimmer

Guy Ritchie, Joel Silver, Robert Downey Jr. özel tasarımı Sherlock Holmes, macerasına kaldığı yerden Sherlock Holmes: A Game Of Shadows ile devam ediyor. Karakter olarak ilk filmle benzerlikler taşıyan A Game Of Shadows, 2009 tarihli yapımın sonlarında gölgesini gördüğümüz Profesör James Moriarty’nin bir dünya savaşı çıkarma ve bu savaştan nemalanma plânlarını engellemek üzerine kurulmuş. Zekice kurgulanmış ufak tefek vakaların adamı Sherlock Holmes, ilk filmde bu özelliğini başarılı biçimde geliştirip bir gişe heyecanı yaratmıştı. Fakat artık iyiden iyiye toplu tüfekli bir aksiyon figürüne dönüşmüş durumda ki, o heyecanı biraz farklı bir alana kanalize etmiş durumda.

Dehası, dövüş ustalığı, karizması, esprileri yerli yerinde duruyor. Ancak Hollywood’un alışıldık “devamı gelecekse daha ihtişamlı olsun” mantığının yarattığı aksiyonel mantıksızlıklar silsilesinin kurbanı olduğu da söylenebilir. Seyirciye “Bond’dan önce Holmes vardı” diye çağrışımda bulunurken Bond formatını (süper güçleri birbirine kızıştırıp dünya çapında bir savaş çıkarmak suretiyle ondan sebeplenmek isteyen dahi ve karizmatik kötü adam, ona engel olup dünyayı kurtaran kahramanımız, kilit rol üstlenen bir Holmes kızı, Fransa, Almanya ve İsviçre’yi kapsayan kısa bir Avrupa turu vs.) benimsemesi de bir meydan okuma olarak görülebilir. Ritchie’nin bu defa çalıştığı senaristler pek fazla tecrübesi bulunmayan, sadece 2009’daki bağımsız komedi Paper Man’i yazıp yöneten Kieran ve Michele Mulroney kardeşler olmuş ki, onların bu filmle Arthur Conan Doyle’un Holmes külliyatına zeval getirmeyecek bir iş çıkarttıklarını söylemek mümkün.


Doyle’un Sherlock Holmes’un kötücül versiyonu olarak tasarladığı Profesör James Moriarty’nin üstün zekasıyla yaratılan deha çatışması, ikilinin karşılıklı sahneleri dışında pek fazla kendini belli etmiyor. Yüzeyde görülen, tüm ilmi ve mali imkânlarıyla büyük bir savaş çıkarmaya çalışırken, bir yandan da bu savaşın gereçlerini bünyesinde toplayarak rant elde etme amacı güden kötü adam ile onu alt etmeye kendini adamış Holmes arasındaki mücadelenin satranç oynadıkları sahneler gibi senaryo ışıltılarıyla bezeli yanları yok değil. Ne var ki, sanki buradaki kahramanımız Iron Man, karşısındaki kötü adam da onunla husumeti olan bir başka uçuk kaçık bilim adamıymış gibi bir hava da sezilmiyor değil. Holmes ve ekibinin ormanda Moriarty’nin adamlarından kaçtıkları sahnedeki görsel/işitsel şıklığa rağmen buna benzer bilim kurgu tadındaki fikirler bir Sherlock Holmes sinematografisine pek gitmiyor bana kalırsa. Balkondaki Holmes – Moriarty kapışması gibi yine orijinal fikir ürünü bir final mücadelesi ise, teknik anlamda yarattığı heyecanı, akıbet konusundaki kolaycı yaklaşımıyla saf dışı edebiliyor.

İlk filmde Robert Downey Jr. ve Jude Law’ın meydana getirdiği enfes kimya aynen sürmekte. İsveç’in Hollywood’a en son armağanı Noomi Rapace ise Madam Simza rolüyle ikiliye oyunculuk yönünden koltuk çıkma gayreti içinde. Soğuk yapısı arasından süzülen oyunculuk kırıntıları nadir de olsa görülebiliyor. Moriarty’yi canlandıran kıdemli İngiliz aktör, Mad Men’in Lane Pryce’ı Jared Harris’i izlemek büyük keyif. Karizması, aksanı ve tekin olmayan elit duruşuyla çok etkileyici bir antagonist profili yaratıyor. Eğer Arthur Conan Doyle, Moriarty’yi Harris’in bünyesinde görseydi belki de yarattığı karakterlerden en fazla onu beğenirdi diye hayal edebiliyor insan. Fransız görüntü yönetmeni Philippe Rousselot’nun ilk filmde de iyi işler çıkaran kalitesi ve Hans Zimmer’ın müzikleri Guy Ritchie’nin yükünü hafifleten unsurlar. Bir zamanların şahane suç filmlerinin yazar/yönetmeni Ritchie’nin bu kadar büyümesi aslında onun o dönemine hâlâ hayran seyirci için tehlike yaratmıyor değil. Çünkü ne kadar büyürse, işler onun kontrolünden o kadar çıkıyormuş gibi duruyor. Neyse ki Transformers yerine Sherlock Holmes filmleri çekiyor da sevenlerinin gönlünde yaktığı ateşi canlı tutmayı başarabiliyor.

1 Kasım 2012 Perşembe

Ruby Sparks (2012)


Yönetmen: Jonathan Dayton, Valerie Faris
Oyuncular: Paul Dano, Zoe Kazan, Chris Messina, Annette Bening, Antonio Banderas, Steve Coogan, Elliott Gould, Toni Trucks, Aasif Mandvi
Senaryo: Zoe Kazan
Müzik: Nick Urata

Michael Arndt’a En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ı kazandıran 2006 yapımı Little Miss Sunshine’dan beri film çekmeyen Jonathan Dayton ve Valerie Faris ikilisinin uzun bir aradan sonra yönettiği ilk film olma özelliği taşıyan, bu yüzden de merakla beklenen Ruby Sparks, ilk romanıyla büyük bir başarı elde edip yıldızlaşan Calvin Weir-Fields’ın yeni romanı için ilham beklerken, hayalini kurduğu kız olan Ruby hakkında bir şeyler yazmasından sonra birgün onun kanlı canlı biçimde evinde yaşamaya başladığını görmesi ile gelişen olayları konu alan bir romantik komedi. Senaryo ise filmde Ruby’yi canlandıran, aynı zamanda Paul Dano’nun gerçek hayatta da sevgilisi olan Zoe Kazan’a ait. Konu ve işleniş olarak 2006 tarihli Stranger Than Fiction’ı hatırlatabilecek orijinal ve fantastik bir fikirden yola çıkan film, hatırlattığı bu filmin gücüne erişemese de hoş bir seyirlik yaratmayı başarıyor. Ancak gerek yönetmenlere yönelik beklenti, gerek filmin kadrosu ve gerekse orijinal bir çıkış noktasının uzun metraj olarak hayata geçirilişi “hoş bir seyirlik”ten fazlasına sahip olması gerektiğini düşündürebiliyor.

Yazar Calvin’in her antisosyal genç gibi hayalinde bir sevgili yaratması ve işi bir adım daha ileri götürüp onu Ruby Sparks adı altında detaylandırarak yeni romanına konu etmesinin ardından birgün etiyle kemiğiyle Ruby’yi oturma odasında görmesi, bu cümle içinde çok çekici görünse de, tecrübesiz Zoe Kazan’ın senaryosunda aynı çekiciliği aceleye getirilmiş ve (fantastik yapısına rağmen) çocuksu tavrından dolayı hissedemediğimi belirteyim. Film bir şekilde akıyor. Yalnız bu akış, Calvin’in ağabeyi Harry’ye Ruby olayını anlatmaya çalıştığı sahneler gibi gereksiz hantallaşmaları da yanında taşıyor. Tıpkı Stranger Than Fiction’da yazar Karen Eiffel’ın romanında yarattığı Harold’ın hayatına hükmetmesi gibi Calvin’in kendi kurgusu Ruby’ye her istediğini sadece daktilosuna yazarak yaptırabilmesi, yazarların Tanrı’yı oynamasına yönelik benzer bir yorum getiriyor. Bunu Catcher In The Rye'dan alıntıladığı üzere "kurgunun nadir mucizesi olarak hayal gücü, kâğıt ve mürekkeple bir insan daha yaratıldı" cümlesiyle de destekliyor. Ama yine de Stranger Than Fiction’ın katmanlı özgün yapısı yanında Ruby Sparks’ın sadece CalvinRuby aşkı üzerine oynaması bir süre sonra tahmin edilebilir olay akışı ve sıradan finaliyle fazla sade kalıyor.


Birçoğumuza yabancı olmayan bir aşk hikayesini (hayali sevgili yaratma, onunla gezip tozduğunu, aynı evde yaşadığını hayal etme vs.) fantastik bir dönüşümle gerçek hayata geçiren filmin Stranger Than Fiction gibi bir tabana sahip olma iddiası var mıdır, yok mudur tartışılır. Şu haliyle yok gibi görünüyor. Ama yine şu haliyle ondan fazlasıyla etkilenmiş göründüğü de bir gerçek. Bu fantastik Yazar/Tanrı benzetmesinin sadece gerçek aşk üzerine yansımalarına eğilen Ruby Sparks, Stranger Than Fiction kadar, çeşitli yönlerden (500) Days Of Summer olmaya da çalışıyor ki, ikisini bir arada yürütmek için Zoe Kazan’ın nefesi pek yetmiyor. Seyircinin sadece Ruby Sparks’ı görmesini istiyorsa sadece Ruby Sparks olmaya çalışacağını göstermesi gerekirdi. İlişki profilleri çıkarma, bunları analiz etme yönünden elinde sadece Calvin’in istediği gibi yönlendirebildiği hayali sevgilisinin vücuda gelmiş hali ve bir süre sonra bundan sıkılmaya başlayıp sorgulaması kalacaktır. Bunun nereye gideceğini bilmek için kahin olmaya gerek yok. Başlangıçta (500) Days Of Summer’da da işler öyle gözüküyordu. Ama film, kurgu ustalığına olduğu kadar (acı) gerçekçi karakter/olay dönüşümlerine de sırtını dayamış şekilde hüzün yüklenerek kendini mahzene koymayı başardı.

Ruby Sparks, özellikle sonlara doğru Calvin ve Ruby’nin gerçeklerle yüzleştikleri bölümde yükselen dramatik yapısına herhangi bir sürpriz ekleyemeden (ki öyle bir sürpriz olduğu da şüpheli) yüzlerce romantik komedinin son düzlükte izlediği rotadan şaşmıyor. Çünkü Zoe Kazan risk alarak bu rotadan sapacak kalibreye sahip değil. Bu filmlerin sonunda karakterlerin yeni bir sayfa açıp yollarına devam etmeleri adettendir. Ama Stranger Than Fiction ve (500) Days Of Summer’ın açtığı sayfaların gerisine gizlenmiş burukluk Ruby Sparks’ta yok. Çünkü açılan yeni sayfa ne kadar ümit yüklü olsa da, buruşmuş o eski sayfaların üzerine damlamış gözyaşları ve silgi/kalem izleri hep akılların bir köşesinde kalmalıdır. Yoksa hayalgücü ürünü bir kızın varlığına kolayca inanırız ama tesadüfün iğne deliği şeklinde bir parkta gerçekleşen karşılaşma can sıkıcı olur. Zira bu kolaycı çözümler inandırıcılığını çoktan yitirmiştir.


Sesine, fiziğine, oyunculuğuna bir türlü alışamadığım Paul Dano’nun sevgilisi Zoe Kazan ile birlikte filmi romantik komedi çeperleri içinde sürüklediği söylenebilir. Tecrübeli oyuncuların tadında bırakılmış rollerle filme renk kattığı da bir gerçek. Ama Little Miss Sunshine da dahil olmak üzere yukarıda adı geçen etkilendiği filmlerin gerisinde kalmış bir yapım bana göre. Şahsım için büyük bir sıkıntı olan Paul Dano faktörünü saymazsak (gerçi asosyal bir tipin birden hayalindeki kıza kavuşunca onu bilinçsizce elinde tutmasını en doğal biçimde canlandıracak ergen görünümlü zayıf bir karakteri başka nerden bulurlardı bilinmez), bu geri kalmanın en mühim sebebi Zoe Kazan’ın güzel bir çıkış noktasını Michael Arndt, Zach Helm ya da Scott Neustadter & Michael H. Weber kapsamlılığında işleyemeyişi diye düşünüyorum. Yine de bahsi geçen karşılaştırmaların ardından umduğunu bulamayanlar kadar umduğundan fazlasını bulabilecek seyircilerin de hesaba katılacağı bir film.