25 Ekim 2014 Cumartesi

Deux jours, une nuit (2014)


Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Oyuncular: Marion Cotillard, Fabrizio Rongione, Catherine Salée, Pili Groyne, Simon Caudry, Timur Magomedgadzhiev, Christelle Cornil, Hicham Slaoui, Batiste Sornin, Serge Koto, Yohan Zimmer
Senaryo: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne

Luc ve Jean-Pierre Dardenne kardeşlerin, bir şirkette çalışan 17 işçiden biri olan ve işini kaybetmemek için çalışma arkadaşlarını alacakları 1000 euroluk primden vazgeçirmeye çalışan Sandra’yı merkezine alan son filmi Deux jours, une nuit (Two Days, One Night), yine insanı çaresiz bırakan binbir türlü ikilemlerden birini perdeye yansıtan Dardenne sineması örneği. Geçirdiği depresyon sonrası işine bir süre ara vermiş, döndüğünde ise patronunun diğer işçilere "ya Sandra, ya da 1000 euro prim" dayatmasıyla zor durumda kalmış evli ve iki çocuk annesi Sandra'nın mücadelesine Cuma gününden itibaren dahil oluyoruz. Pazartesi yapılacak yeni oylamayla işini kaybetme tehlikesi bulunan Sandra'nın iki gün içinde diğer çalışanları ziyaret ederek onları 1000 euro gibi yüksek bir ikramiyeden caydırmaya çalışması, türlü ikilemleri ve farklı tepkileri de beraberinde getiriyor.

Dardenne kardeşlerin Sandra'yı merkezde tutarak katmanlaştırdıkları bu içinden çıkılması zor durum, işini kaybederek sahip olduğu evin borcunu ödeyememekten korkan bir kadın ile, Sandra'nın kovulması yönünde verecekleri oy sayesinde yüklü bir prime kavuşup türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecek çalışanlar arasındaki tüm açmazları göz önüne seriyor. Sandra lehine oy kullanma sözü verenler, onu sevmeyenler, onu sevdikleri halde ailelerini geçindirmek için bu prime ihtiyacı olanlar çeşitli yönleriyle sistemin içinde çaresiz duruma düşmüş çalışan kesimin çarpıcı numuneleri olarak dikkat çekiyor. Burada doğrudan bir sistem isyanı değil, o sistemi kendi keyfi uğruna kullanan işveren kesmin, çalışanlarını cazip primlerle tavlayarak istediği şekilde manipüle etme gücü söz konusu. Böylece sisteme karşı değil, güç sahiplerinin birbirine düşürdüğü işçi sınıfının toplumsal ve vicdani değerlerinin sistemin içinden verdikleri bir mücadeleye tanık oluyoruz. Başlarda dilenci gibi görüneceği için çalışma arkadaşlarının kapılarını çalmayı istemeyen Sandra'nın, kocası Manu'nun da manevi desteğiyle (zira Manu kredi borcu ödeyemeyecek konumda bir çalışan) başladığı ikna turları her seferinde farklı bir sosyal sıkıntıyı deşifre ediyor.


Sandra'yı prime tercih edenler, primi Sandra'ya tercih edenler şeklinde ikiye ayrılır görünseler de, Sandra'nın ikna etmeye çalıştığı iş arkadaşlarının vicdani yelpazesi bir yandan Sandra'nın merkez konumdaki dramını sivriltirken, bir yandan da doğrudan seyirciyle bu yan karakterlerin kısa süreli özdeşlik kurmalarına vesile oluyor. Seyirci Sandra'nın düştüğü duruma düşmek istemezken bir de üstüne "siz olsanız Sandra'ya ne cevap verirdiniz" açmazına sürüklenebiliyor. Tüm bu açmazların gölgesinde, hiç istemediği halde insanlarla kendi geleceği hakkında istekte bulunurken hırpalanan, kendini farklı bir hayat süzgecinden geçerken bulan Sandra'nın yaşadığı farklı süreç de yeşeriyor. Bir kuş kadar dertsiz, tasasız olmak istemekle intihara teşebbüs arasında salınan ruh halini "ben yokum" şeklinde özetlemeye çalışan Sandra'nın geçirdiği depresyon her ne kadar filmde altyapısız görünse de, hayata tutunma yönünde verdiği bu sistem içinde kalma mücadelesi onun varoluşunu ispat için çok önemli.

Pek çoğumuz bu mücadeleyi sevdiklerimiz ve çocuklarımız için verdiğimizi düşünüyoruz. Ancak onlara insanca yaşam şartları sağlayabilmek için önce kendimize sahip çıkmamız gerekliliğini öteliyoruz. İşte Sandra'nın finalde daha da anlamlanan duruşu, bireyin kurtlar sofrasındaki çalışan konumunun insanlığının bile önüne geçemeyeceğine dair ulvi bir gerekçe sunuyor. Aynı işyerinde çalıştığınız Timur gibi biri bu duruşu anlayabilir ama en tehlikelisi yine aynı işyerinde çalıştığınız Nadine gibileridir. Seyirciyi birden fazla kanaldan vicdan muhasebesine soyunduran Dardenne kardeşler, bu varoluş çabasının yoğunluğunu ve yorgunluğunu Sandra'nın kendini arayış yolculuğuyla bütünleştirerek, artık ne yazık ki gerçekçi gelmeyen ulvi tercih ve gerekçelerin ne kadar belirleyici olduklarına, onlara ne kadar ihtiyacımız olduğuna kendi mütevazi üsluplarıyla atıfta bulunuyorlar. Bu yolda ilk defa Oscarlı bir yıldızla çalışan ikili, kendini Hollywood yapımları dışında çok daha iyi ifade eden Marion Cotillard'ın olağanüstü performansıyla çağımızın kapitalist gerçekliğinden doğmuş hikayelerinin gerçekliğini ikiye katlıyorlar. Kendimizi çalıştığımız işle ya da kazandığımız parayla tanımlamamızın ne kadar yanlış olduğunu, sistem dayatmalarının bile dayatamayacağı çizgilerimizin aslen kendimizi tanımladığını iki Dardenne tokadıyla yüzümüze vuruyorlar.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Enduring Love (2004)


Yönetmen: Roger Michell
Oyuncular: Daniel Craig, Rhys Ifans, Samantha Morton, Bill Nighy, Lee Sheward
Senaryo: Ian McEwan, Joe Penhall
Müzik: Jeremy Sams
 
Ian McEwan'ın aynı adlı best-seller romanından Changing Lanes, The Mother, Notting Hill ve Venus filmlerinin yönetmeni Roger Michell'in yönettiği film, tuhaf bir balon kazasının ardından yolları kesişen bir yazar / üniversite hocası Joe (Daniel Craig) ile aynı kaza sonrası ona musallat olan garip adam Jed'in (Rhys Ifans) gerilimli hikayesini işliyor. Birkaç şok sahne barındıran film, kitaba ne kadar sadık kalıyor, kitabı okuyana sormalı. Ama anlatımda pek roman tadı yoktu. Kopukluklar yaşanması veya istenilen gerilimi hakkıyla verememesi filmi biraz zayıf göstermiş denebilir. Gizemin tırmandırdığı sürükleyici kalıbı nedeniyle uzunca bir Alacakaranlık Kuşağı tadı da yakalanabilir. Bunun yerine bir roman tadı verilebilecek doneleri de yok değil.
 
Son James Bond, Daniel Craig'in başrolündeki film, kendisinin oyunculuk yeteneği hakkında iyi bir fikir olabilir. Onun yanında Samantha Morton, Rhys Ifans, Bill Nighy gibi çok beğendiğim İngiliz oyunculardan kurulu kadroyu barındıran Enduring Love (bu arada neden Sonsuz Aşk, o da bende tam oturmuş değil!), yine de vasatın üstünde bir film olmuş bana göre. Şimdiye dek çeşitli ödüller kazanmış olan Enduring Love ile London Critics Circle film ödüllerinde Daniel Craig, yılın İngiliz aktörü seçilmiş. Ayrıca filmin başındaki nefis balon kazası sahnesi Empire Ödüllerinde yılın sahnesi ödülü almış. Adı geçen oyuncuları sevenler için atla deve olmasa da, izlendikten sonra geriye girişteki balon kazası ve finaldeki şok sahneler dışında birşeyler bırakmayacak olsa da Enduring Love tümüyle boş bir film de sayılmaz.

18 Ekim 2014 Cumartesi

The Three Burials Of Melquiades Estrada (2005)


Yönetmen: Tommy Lee Jones
Oyuncular: Tommy Lee Jones, Barry Pepper, Julio Cedillo, Dwight Yoakam, Melissa Leo, January Jones, Levon Helm, Vanessa Bauche
Senaryo: Guillermo Arriaga
Müzik: Marco Beltrami

Teksas'ta büyük bir çiftliğin sorumlusu olan Pete Perkins'in işe aldığı ve zamanla çok iyi dost olduğu kaçak göçmen Melquiades Estrada vurularak öldürülür. Bedeni alelacele defnedilir ve onu bir panik anında öldüren kişi sınır devriyesi Mike olunca olay şerif ve sınır polisi tarafından örtbas edilir. Bunu hazmedemeyen Pete, bir süre sonra izini bulduğu Mike'ı kaçırır ve zorla Melquiades'i gömüldüğü yerden çıkartmasını sağlar. Çünkü Pete, dostu Melquiades'e eğer ölürse onu Meksika'da ailesiyle birlikte yaşadığı kasabaya gömeceğine dair söz vermiştir. Böylece Pete, Mike ve ölü Melquiades, peşlerindeki kanun güçlerinden ve zorlu doğa şartlarından oluşan tehlikelerin gölgesinde bir Meksika yolculuğuna çıkarlar.

Amores Perros, 21 Grams, Babel, The Burning Plain gibi çetin dramların Meksikalı senaristi Guillermo Arriaga'nın yazıp usta aktör Tommy Lee Jones'un yönettiği The Three Burials Of Melquiades Estrada, adı geçen Arriaga filmleriyle ortak özellikler taşıyan güçlü bir modern western örneği. Artık Arriaga'nın karakteristik özelliği haline gelmiş "kesişen hayatlar" tarzının giderek katmanlara ayrılan dramatik yapısı bu filmde de derinden hissedilmekte. Üstelik henüz ilk yönetmenliğiyle Tommy Lee Jones, Arriaga'nın bir dönem kadim ortağı olan Alejandro González Iñárritu'nun stilize anlatımının gerisine düşmeyen bir yönetmenlik becerisi sunuyor. Jones, bu iki Meksikalının ileri geri kurguyla, epik görüntülerle bezeli minimal sahnelerle, hüzün zerk eden dramatik anlarla yarattıkları tarzlarını taklit etmiyor, sadece Arriaga'nın bir romanı andıran yol hikayesinin hakkını vermeye çalışıyor. Zaten bu senaryo alışkanlığı da bir yerde kendi tarzını oluşturmuş durumda. Ancak bu defa Pete ve kaçırdığı Mike'ın omurgasını oluşturduğu hikayenin dışında seyrediyor görünen diğer yan dramlar, bir kavşakta kesişmek yerine ortak bir duygunun özenle seçilmiş karakterler tarafından farklı boyutlarıyla yansıtılmasıyla vücut buluyor. O duygunun adı da yalnızlık!

Daha önce türlü kavramlar üzerine çarpıcı öyküler bütününden ortak paydalar elde eden, hatta bu sebepten bazı filmlerinde dağınık bir görüntü çizen Arriaga, bu defa yalnızlık teması üzerine en güçlü senaryolarından birine imza atıyor. Tabii burada da farklı konumlardaki kahramanların farklı suretlere bürünmüş yalnızlıklarını bu yol hikayesiyle bütünleştiriyor. Fakat bu defa yaşananları geri alıp "olayları bir de öteki karakterlerin gözünden izleyelim" yöntemi yerine insanların kendi doğal yalnızlıklarını ve en önemlisi o yalnızlıkların neden olduğu karmakarışık tercihleri irdeliyor. Geri aldıkları sadece Melquiades'in vurulma anı ve Pete ile Melquiades'in dostluklarının temellerini sağlamlaştırdıkları vatan ve aile özlemi içeren kısa sohbetler. Bu geri sarımların filmin yol filmi olma motivasyonunu adım adım güçlendirmesi de seyirci olarak edindiğimiz bir Arriaga senaryosu alışkanlığı. Kaçak göçmen sorunu, bunu daha büyük bir sorun haline getiren sınır görevlileri ya da bunun bir sorun olmasındaki temel ekonomik sıkıntılar filmin asıl temasından rol çalmaya çalışmıyor. Keza, uğruna yapılan kefaret yolculuğunun ahlaki ve vicdani verileri de öyle. Hiçbiri, binlerce şeklinden filmde sadece birkaçını gördüğümüz yalnızlık kavramının önüne geçmiyor, geçemiyor.


En başta, dostu öldürüldükten sonra boşluğa düşüp, tek amacı katilinin cezalandırılması ve ona verdiği defin sözünü tutmak olan Pete'in yalnızlığı. Adalet yerini bulmayınca ipleri eline almaya karar veren bu yalnızlık, ciddi sadakat sorunları olan evli Rachel'dan medet umacak kadar çaresiz bir durumda. Sonra güzeller güzeli eşi Lou Ann'e rağmen ruhsuz bir cinselliği, hatta erotik dergilerle mastürbasyonu tercih edebilecek kadar bezmiş Mike'ın yalnızlığı. Lise aşkı Mike ile evlenip onun peşinden Teksaslara kadar gelmiş ama umduğu hayatı bulamamış Lou Ann'in eşini aldatarak bile olsa nefes almaya çalışan yalnızlığı. Lisede çok popüler olan Mike - Lou Ann çiftinin artık o günlerden uzakta son şeklini alan evli yalnızlığı. Pete ve Mike'ın yol üstünde uğradıkları köhne bir evde tek başına yaşayan, tek dostu hiçbirşey anlamadığı İspanyolca yayın yapan radyosu olan, artık biri tarafından öldürülmeyi isteyecek derecede hayattan bıkmış kör adamın yalnızlığı. (Kısa rolüyle filmin havasını biraz daha koyultup adeta o süre içinde filmin başrolüne yerleşen, 2012'de hayata veda etmiş country sanatçısı Levon Helm bir harika.) Tüm bunların yanında kocasını hem Pete ile, hem de şerif Belmont ile aldatan garson Rachel'ın yalnız kalmaktan korkan dengesizliği. Ve tabii filme adını veren Meksikalı naif çoban Melquiades'ın ailesinden ve memleketinden uzakta tutunmaya çabalayan yalnızlığı. Ama finale doğru bir büyük sürpriz, tüm bu yalnızlıkları reddedercesine insanın yeri geldiğinde kendini kandırarak bile hayatta kalmak isteyebileceğine dair kusursuz bir yaşam arzusunun var olduğuna ikna ediyor.

Oyunculuk yönünden Tommy Lee Jones ve Barry Pepper'ın sürüklediği The Three Burials Of Melquiades Estrada, teknik açıdan Iñárritu beklentisi içindeki seyirciyi yarı yolda bırakmasa da, sürpriz sonrası şahane biçimde yeni bir bakış açısı elde eden senaryonun bitiş çizgisine çok basit bir tercihle ulaşmasıyla bir parça burukluk hissettirebiliyor. Ama bir avuç insanın farklı yalnızlıklarını ve bu yalnızlıkların sebep olduklarını kendi içlerinde tutarlı, derli toplu, yürek sızlatıcı biçimde kurgulayan Guillermo Arriaga ile, sinemada "karakter oyuncusu" kavramının en güçlü isimlerinden biri olan ve bunun üzerine sanki 40 yıllık yönetmenmiş gibi böyle bir filmi çekip çeviren Tommy Lee Jones ortaklığı çok iyi sonuçlar veriyor. Yalnızlık kelimesini çok kullandık ama film bize kimi zaman korku, kimi zaman huzur, kimi zaman belirsizlik, kimi zaman alışkanlık, kimi zaman reddediş aşılayan bu olgunun türlü hallerini tekrar gösterdiği için değerini daha da arttıran bir dram.

2 Ekim 2014 Perşembe

Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)


Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: Muhammet Uzuner, Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Ercan Kesal, Murat Kılıç
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal

Nuri Bilge Ceylan’ın doğallıktan, gerçeklikten, kırsaldan çekip çıkararak çok değerli filmografisine eklediği Bir Zamanlar Anadolu'da, bu büyük auteur’un tekrar Anadolu’nun başka bir coğrafyasındaki hikayelerine görkemli dönüşünü müjdeliyor. Ama bu defa tek bir cümleyle özetlenebilecek polisiye kurmacasının izini sürerek. Biliyoruz ki bu tek cümle hiçbir zaman Ceylan sinemasında tek cümle olarak kalmayacak, açılacak, serpilecek, büyüyecek. Yine biliyoruz ki bu büyüme ve serpilme olağanüstü bir sinema dilinin yarattığı ironiyle içine kapanık bir biçimde kendini ifade edecek. Sessizliğiyle sesler, sabit planlarıyla yerinde duramayan ruhani hareketler bütünü yaratacak. Bu büyük filmde Anadolu’nun, Anadolu insanının ruh sıkıntıları bu defa bir savcı, bir doktor ve bir komiserin bünyesinde “resmi” olandan “insan” olana dair evrilmekte.

Bu memur üçgeninin fotoğrafında bir suçlunun da bulunuyor olması Nuri Bilge Ceylan öykülerinde pek alışık olmadığımız bir durum. Ama Ceylan işin “öykü” kısmıyla “gerçek” kısmını birbirine katarak unutulmaz bir gece yolculuğuna çıkarıyor seyircisini. Ceylan sinemasıyla artık iyice literatüre girerek her eleştiride mutlaka zikredilen karakterlerin iç yolculukları, fiilen bir yolculuğa dönüştüğünde sessizce ve derinden anlatacak daha fazla hikaye ortaya çıkıyor. Hatta bu yolculuğun görev icabı zoraki bir yolculuk olması, zaten sıkıntı ve efkar yüklü Anadolu insanının türlü suretlerini, derinlere saklanmış acılarını, özlemlerini, pişmanlıklarını gömülü oldukları yerden çıkarıyor. Ancak bu gömülü olanın ortaya çıkma hali yine sessiz iç fırtınaların kopmasıyla çoğu zaman detaylandırılmayıp kendi muğlaklığını seyircinin yorumuna teslim ediyor.


Ceylan'ın alışıldık tarzı, polisiye gizeme haiz bir gece yol filmiyle buluştuğunda çeperleri biraz daralıyor. Doğayla baş başa kalmış bireyin yerel iç sıkıntılarının manalı suskunluklarla kutsanışı yine yerini alıyor. Bu suskunluğun, filmde daldan düşen elmanın kendi yolunu çizmesi gibi, gideceği yeri farklı zihinlerde farklı yansımalarla da olsa bilen karakteri yine belirginleşiyor. Köyde, kırsalda, kasabada kalmış, oraya sıkışmış ve buna alışmış hayatların anlam arayışlarında yer bulan eşsiz tevazu yine tüm versiyonlarıyla perdeye yansıyor. Doğallık yine filmin her sahnesinden fışkırıyor. Böylece bu çeper daralması aslında kendi içinde bir genişlemeye sebebiyet veriyor. Karakterler kalıp olarak temsil ettikleri mevki makamın dışına çıkmaya, acılarını, sıkıntılarını, pişmanlıklarını farklı şekillerde dışa vuran ya da fark edilebilecek derecede kendi içlerinde yaşayan birer "insan"a dönüşmeye başlıyorlar.

Senaryosunu Nuri Bilge Ceylan, Ercan Kesal ve Ebru Ceylan'ın yazdığı, Kırıkkale'nin Keskin ilçesi kırsalında 11 haftada çekilen Bir Zamanlar Anadolu'da, çeşitli kritiklerde Andrey Tarkovski, Dostoyevski, Çehov ve son dönem Rus sinemasının güçlü ismi Andrey Zvyagintsev referanslarıyla övgülere mazhar oldu. Ancak bu kadar filmden sonra Ceylan'ın bu referanslardan bağımsız olarak farklı bileşenlerle kendisine ait bir sinema dili yaratmış olduğundan artık çok daha fazla söz edilmeli. Sinema ve edebiyatın güçlü isimlerinden etkiler taşıyor olsa da, Ceylan'ın Anadolu'ya, Anadolu insanına ya da genel olarak Türkiye sınırlarına dair kesitlerinde yakaladığı yerelliği evrenselliğe dönüştürüşündeki ustalık her yönüyle hayranlık verici. Sinema yaparken beraberinde müthiş bir edebiyat da yaratan Ceylan, Cannes 2011'de Büyük Jüri Ödülü kazanan filmiyle adeta uzun ve çetrefilli bir roman yazıyor. Biz bu romanın cümlelerini o "Ceylan film yapmıyor, fotoğraf çekiyor" diyenlere inat, karakterlerin bakışlarından, kırsalın yalnızlığından esinlenerek kendimiz kuruyoruz. Üstelik o cümleler her izleyişte değişip dönüşebiliyor.

Doktor Cemal, Savcı Nusret ve Komiser Naci üçgeni, görev icabı yerine getirmek zorunda oldukları olay yeri tatbikatı için biraraya geldiklerinde ilk başlarda kişilik özelliklerini mesleki özelliklerinden ayrı tutan bir karakter sergiliyorlar. Cemal, sıra kendine gelene kadar hep gözlemci, ekonomik konuşan ve gizemli bir adam. Nusret, o topluluğun en yetkili kişisi olduğundan mağrur, otoriter ve öfkesini bastırmaya çalışan bir ruh hali içinde. Naci, kolluk ve kontrol gücü olarak işin homurdanma, asabiyet, küfür, dayak kısmını üstlenirken belki de en fazla kontrol edilmesi gereken karakter konumunda. Ama bu üçgenin uçları sık sık açılıp açıları genişletilerek bu kalabalık yolculuğun diğer aktörlerine de kısa bakışlar atılıyor. Şoför Arap'ın sert yapısının altında nedenini tam çözemediğimiz bir hüzün, zanlı Kenan'ın yüzüne yansımış öfke, çaresizlik ve pişmanlık hakim. Bu minimal duruş ve anlamlı bakışlar filmi bir sürü gereksiz cümleden kurtararak büyük bir hafifleme (ve beraberinde huzur) yaratıyor. Karakterler yavaş yavaş temkinli bir şekilde çözülmeye başladıkça bu zoraki yolculuğun sıkıntısı onları havada varoluşçu yanıtlar aramaya itiyor. Nuri Bilge Ceylan, bir cinayetin aydınlatılması ve detayların kayıt altına alınması için yapılan bu yolculuğun amacını değil, kendisini fiziki ve ruhani duraklarıyla incelemeyi daha uygun görüyor.


Bu duraklar, Kenan'ın olay yerinden tam emin olamayışı ile belirsiz bir zaman kaybı yaratırken, gerginliği, yorgunluğu ve tabii başka çözülmeleri de beraberinde getiriyor. Aslında bu kayıplar filme daha da bağlanılmasını sağlıyor. Çünkü bu gizemli, yorgun, hüzünlü yolculuk, yoldakilerin aksine, onları perdede izleyen bizlere tuhaf bir huzur aşılıyor. Nereye varacağı merak edilen ama acele edilmesi de istenmeyen bir yol tecrübesi bu. Ceylan da öyle düşünüyor ki, ekibin yolunu bu soğuk ve yorgun gecede Ceceli Köyü'ne düşürerek bu tecrübeyi daha da pekiştiriyor. Köy muhtarının evine konuk olup, yer sofrasında yemek yedikleri sahneye damgasını vuran ise muhtar rolüyle Ercan Kesal oluyor. Kesal öylesine doğal bir karakter çiziyor, köyün sorunlarını fırsat bu fırsat yemekte ağırladığı "ağır" misafirlerine öylesine yerel bir kibarlıkla dile getiriyor ki, onu tanımayan biri gerçekten o köyün muhtarı olduğunu dahi sanabilir. Ama Ceceli Köyü'nün filme vurduğu damga bununla kalmıyor. Elektrikler kesildikten sonra muhtarın kızı Cemile'nin misafirlere gaz lambasıyla çay servisi yaptığı bölüm unutulmaz bir şiirsellik barındırıyor. Karınları doyup rahatlayan misafirlere birer bardak sıcak çay veren bu meleksi güzelliğin gaz lambası eşliğinde günün gerginliğini ve yorgunluğunu taşıyan yüzlerde yarattığı aydınlanma, "bir zamanlar" diye başlayan bu masalın imgeselliğini kuvvetlendiren unutulmaz anlardan biri.

Nuri Bilge Ceylan, bu gece yolculuğundan önceki sıkıntılı hayatlarını yüzlerinden okuduğumuz karakterleriyle, o sıkıntılı hayatlara dair ipuçlarını da veriyor. Özellikle Cemal ve Nusret'in hayatına girmiş kadınların sebep olduğu sorunlu geçmişler, bu iki adama farklı yansımalar yapmış melankolik tepki / tepkisizlik emareleri taşıyor. Cemal suskunluğu ve huzursuzluğu belli sakinliğiyle, Nusret ise bıkkınlığı ve huzursuzluğu belirsiz savunma mekanizmalarıyla belirginleşiyorlar. Hem sinemayı bir kültürden ziyade bir eğlence aracı olarak algılayan çevrelerce, hem bu eğlence mantığına çanak tutan bazı sözde eleştirmenlerce, hem de taklitçi yönetmenlerce "uzaklara bakan adamlar" şeklinde içi boşaltılan huzursuz ruh hallerinin içini doldurmayı iyi bilen Ceylan, bu sessiz bakışların geçmişten geleceğe uzanan köprülerini kurmayı ihmal etmeyen bir yönetmen. Bu köprüleri bariz kılmadığı, çoğu kez sisler içinde bıraktığı için film içinde tamamlayıcı unsurlar olarak belirlenmiş büyümeye namzet küçük kesitleri (bazen hikayeleri), sözünü ettiğimiz ruh hallerinin önüne geçirmiyor, ustalıkla altyapının harcına katıyor. Böylece karakterler uzaklara bakarak yakınındaki, hatta ta içindeki statik veya dinamik tepkileri iletebilmek için doğru kanalları bulabiliyorlar. Bunları yapan Muhammet Uzuner, Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış gibi her biri filmdeki karakterlerinin anlamını yüklenebilmiş oyuncular olunca işler daha da kolaylaşıyor.


Bir Zamanlar Anadolu'da'nın bazı Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi tümüyle sessiz sakin bir yoğunluğa kendini teslim etmiş bir film olduğunu söyleyemeyiz. Hiç kimsenin yapmaktan mutlu olmadığı bu resmi görevin yarattığı stres, inandırıcılıktan yoksun ağdalı bir dil yerine günlük hayatın sıradanlıklarından dem vuran bir üslupla beliriyor. Hatta bazen kara mizahın acı tebessümlerini yüzümüze koyuyor. Manda yoğurdu, Ceceli Köyü, mücavir alan, Clark Gable, digoksin gibi birbirinden alakasız desenler bu Anadolu masalının kilimlerinde kendine irili ufaklı yerler açıyor. Sessizliğiyle konuşan, konuşmasıyla sessizleşen senaryosu, Anadolu kırsalını noir atmosferle bütünleyen şahane görüntü yönetimi, tecrübenin doğallığını yansıtan performanslar ve hiçbiri diğerinin önüne geçmeyen, sadece bu sancılı yolculuğu katmanlaştıran muğlak dramlar bu büyük filmi bir deneyim haline getiriyor. Hayat, kalanlar için kaldığı yerden devam ediyor. Bir zamanlar Anadolu'da buna benzer şeyler hep yaşandı, yaşanıyor, yaşanacak. Ama bunlar hiçbir zaman "bir zamanlar" diye başlayan bir peri masalı gibi anlatılmadı. Mahkeme dosyalarında, sabıka kayıtlarında, özensiz tutanaklarda, yorgun dimağlarda kayboldu gitti. Gözyaşları hemen kurudu, erkekler sıkıcı işlerine, kadınlar yaralı hayatlarına, çocuklar oyunlarına döndüler. Sonra herşey tekrar başa sarıldı. Bu yüzden Bir Zamanlar Anadolu'da özünde bir sinema filmi değil. Sürekli yaşanacak bir döngüden kesit. Başı sonu olmayan alternatif, çiğ, tozlu, tezekli bir masal. Kaybedenlere, tutunamayanlara ya da tutunduğu yerden kımıldayamayanlara yazılmış bir ağıt. Bir kültür!