2 Ekim 2014 Perşembe

Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)


Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: Muhammet Uzuner, Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Ercan Kesal, Murat Kılıç
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal

Nuri Bilge Ceylan’ın doğallıktan, gerçeklikten, kırsaldan çekip çıkararak çok değerli filmografisine eklediği Bir Zamanlar Anadolu'da, bu büyük auteur’un tekrar Anadolu’nun başka bir coğrafyasındaki hikayelerine görkemli dönüşünü müjdeliyor. Ama bu defa tek bir cümleyle özetlenebilecek polisiye kurmacasının izini sürerek. Biliyoruz ki bu tek cümle hiçbir zaman Ceylan sinemasında tek cümle olarak kalmayacak, açılacak, serpilecek, büyüyecek. Yine biliyoruz ki bu büyüme ve serpilme olağanüstü bir sinema dilinin yarattığı ironiyle içine kapanık bir biçimde kendini ifade edecek. Sessizliğiyle sesler, sabit planlarıyla yerinde duramayan ruhani hareketler bütünü yaratacak. Bu büyük filmde Anadolu’nun, Anadolu insanının ruh sıkıntıları bu defa bir savcı, bir doktor ve bir komiserin bünyesinde “resmi” olandan “insan” olana dair evrilmekte.

Bu memur üçgeninin fotoğrafında bir suçlunun da bulunuyor olması Nuri Bilge Ceylan öykülerinde pek alışık olmadığımız bir durum. Ama Ceylan işin “öykü” kısmıyla “gerçek” kısmını birbirine katarak unutulmaz bir gece yolculuğuna çıkarıyor seyircisini. Ceylan sinemasıyla artık iyice literatüre girerek her eleştiride mutlaka zikredilen karakterlerin iç yolculukları, fiilen bir yolculuğa dönüştüğünde sessizce ve derinden anlatacak daha fazla hikaye ortaya çıkıyor. Hatta bu yolculuğun görev icabı zoraki bir yolculuk olması, zaten sıkıntı ve efkar yüklü Anadolu insanının türlü suretlerini, derinlere saklanmış acılarını, özlemlerini, pişmanlıklarını gömülü oldukları yerden çıkarıyor. Ancak bu gömülü olanın ortaya çıkma hali yine sessiz iç fırtınaların kopmasıyla çoğu zaman detaylandırılmayıp kendi muğlaklığını seyircinin yorumuna teslim ediyor.


Ceylan'ın alışıldık tarzı, polisiye gizeme haiz bir gece yol filmiyle buluştuğunda çeperleri biraz daralıyor. Doğayla baş başa kalmış bireyin yerel iç sıkıntılarının manalı suskunluklarla kutsanışı yine yerini alıyor. Bu suskunluğun, filmde daldan düşen elmanın kendi yolunu çizmesi gibi, gideceği yeri farklı zihinlerde farklı yansımalarla da olsa bilen karakteri yine belirginleşiyor. Köyde, kırsalda, kasabada kalmış, oraya sıkışmış ve buna alışmış hayatların anlam arayışlarında yer bulan eşsiz tevazu yine tüm versiyonlarıyla perdeye yansıyor. Doğallık yine filmin her sahnesinden fışkırıyor. Böylece bu çeper daralması aslında kendi içinde bir genişlemeye sebebiyet veriyor. Karakterler kalıp olarak temsil ettikleri mevki makamın dışına çıkmaya, acılarını, sıkıntılarını, pişmanlıklarını farklı şekillerde dışa vuran ya da fark edilebilecek derecede kendi içlerinde yaşayan birer "insan"a dönüşmeye başlıyorlar.

Senaryosunu Nuri Bilge Ceylan, Ercan Kesal ve Ebru Ceylan'ın yazdığı, Kırıkkale'nin Keskin ilçesi kırsalında 11 haftada çekilen Bir Zamanlar Anadolu'da, çeşitli kritiklerde Andrey Tarkovski, Dostoyevski, Çehov ve son dönem Rus sinemasının güçlü ismi Andrey Zvyagintsev referanslarıyla övgülere mazhar oldu. Ancak bu kadar filmden sonra Ceylan'ın bu referanslardan bağımsız olarak farklı bileşenlerle kendisine ait bir sinema dili yaratmış olduğundan artık çok daha fazla söz edilmeli. Sinema ve edebiyatın güçlü isimlerinden etkiler taşıyor olsa da, Ceylan'ın Anadolu'ya, Anadolu insanına ya da genel olarak Türkiye sınırlarına dair kesitlerinde yakaladığı yerelliği evrenselliğe dönüştürüşündeki ustalık her yönüyle hayranlık verici. Sinema yaparken beraberinde müthiş bir edebiyat da yaratan Ceylan, Cannes 2011'de Büyük Jüri Ödülü kazanan filmiyle adeta uzun ve çetrefilli bir roman yazıyor. Biz bu romanın cümlelerini o "Ceylan film yapmıyor, fotoğraf çekiyor" diyenlere inat, karakterlerin bakışlarından, kırsalın yalnızlığından esinlenerek kendimiz kuruyoruz. Üstelik o cümleler her izleyişte değişip dönüşebiliyor.

Doktor Cemal, Savcı Nusret ve Komiser Naci üçgeni, görev icabı yerine getirmek zorunda oldukları olay yeri tatbikatı için biraraya geldiklerinde ilk başlarda kişilik özelliklerini mesleki özelliklerinden ayrı tutan bir karakter sergiliyorlar. Cemal, sıra kendine gelene kadar hep gözlemci, ekonomik konuşan ve gizemli bir adam. Nusret, o topluluğun en yetkili kişisi olduğundan mağrur, otoriter ve öfkesini bastırmaya çalışan bir ruh hali içinde. Naci, kolluk ve kontrol gücü olarak işin homurdanma, asabiyet, küfür, dayak kısmını üstlenirken belki de en fazla kontrol edilmesi gereken karakter konumunda. Ama bu üçgenin uçları sık sık açılıp açıları genişletilerek bu kalabalık yolculuğun diğer aktörlerine de kısa bakışlar atılıyor. Şoför Arap'ın sert yapısının altında nedenini tam çözemediğimiz bir hüzün, zanlı Kenan'ın yüzüne yansımış öfke, çaresizlik ve pişmanlık hakim. Bu minimal duruş ve anlamlı bakışlar filmi bir sürü gereksiz cümleden kurtararak büyük bir hafifleme (ve beraberinde huzur) yaratıyor. Karakterler yavaş yavaş temkinli bir şekilde çözülmeye başladıkça bu zoraki yolculuğun sıkıntısı onları havada varoluşçu yanıtlar aramaya itiyor. Nuri Bilge Ceylan, bir cinayetin aydınlatılması ve detayların kayıt altına alınması için yapılan bu yolculuğun amacını değil, kendisini fiziki ve ruhani duraklarıyla incelemeyi daha uygun görüyor.


Bu duraklar, Kenan'ın olay yerinden tam emin olamayışı ile belirsiz bir zaman kaybı yaratırken, gerginliği, yorgunluğu ve tabii başka çözülmeleri de beraberinde getiriyor. Aslında bu kayıplar filme daha da bağlanılmasını sağlıyor. Çünkü bu gizemli, yorgun, hüzünlü yolculuk, yoldakilerin aksine, onları perdede izleyen bizlere tuhaf bir huzur aşılıyor. Nereye varacağı merak edilen ama acele edilmesi de istenmeyen bir yol tecrübesi bu. Ceylan da öyle düşünüyor ki, ekibin yolunu bu soğuk ve yorgun gecede Ceceli Köyü'ne düşürerek bu tecrübeyi daha da pekiştiriyor. Köy muhtarının evine konuk olup, yer sofrasında yemek yedikleri sahneye damgasını vuran ise muhtar rolüyle Ercan Kesal oluyor. Kesal öylesine doğal bir karakter çiziyor, köyün sorunlarını fırsat bu fırsat yemekte ağırladığı "ağır" misafirlerine öylesine yerel bir kibarlıkla dile getiriyor ki, onu tanımayan biri gerçekten o köyün muhtarı olduğunu dahi sanabilir. Ama Ceceli Köyü'nün filme vurduğu damga bununla kalmıyor. Elektrikler kesildikten sonra muhtarın kızı Cemile'nin misafirlere gaz lambasıyla çay servisi yaptığı bölüm unutulmaz bir şiirsellik barındırıyor. Karınları doyup rahatlayan misafirlere birer bardak sıcak çay veren bu meleksi güzelliğin gaz lambası eşliğinde günün gerginliğini ve yorgunluğunu taşıyan yüzlerde yarattığı aydınlanma, "bir zamanlar" diye başlayan bu masalın imgeselliğini kuvvetlendiren unutulmaz anlardan biri.

Nuri Bilge Ceylan, bu gece yolculuğundan önceki sıkıntılı hayatlarını yüzlerinden okuduğumuz karakterleriyle, o sıkıntılı hayatlara dair ipuçlarını da veriyor. Özellikle Cemal ve Nusret'in hayatına girmiş kadınların sebep olduğu sorunlu geçmişler, bu iki adama farklı yansımalar yapmış melankolik tepki / tepkisizlik emareleri taşıyor. Cemal suskunluğu ve huzursuzluğu belli sakinliğiyle, Nusret ise bıkkınlığı ve huzursuzluğu belirsiz savunma mekanizmalarıyla belirginleşiyorlar. Hem sinemayı bir kültürden ziyade bir eğlence aracı olarak algılayan çevrelerce, hem bu eğlence mantığına çanak tutan bazı sözde eleştirmenlerce, hem de taklitçi yönetmenlerce "uzaklara bakan adamlar" şeklinde içi boşaltılan huzursuz ruh hallerinin içini doldurmayı iyi bilen Ceylan, bu sessiz bakışların geçmişten geleceğe uzanan köprülerini kurmayı ihmal etmeyen bir yönetmen. Bu köprüleri bariz kılmadığı, çoğu kez sisler içinde bıraktığı için film içinde tamamlayıcı unsurlar olarak belirlenmiş büyümeye namzet küçük kesitleri (bazen hikayeleri), sözünü ettiğimiz ruh hallerinin önüne geçirmiyor, ustalıkla altyapının harcına katıyor. Böylece karakterler uzaklara bakarak yakınındaki, hatta ta içindeki statik veya dinamik tepkileri iletebilmek için doğru kanalları bulabiliyorlar. Bunları yapan Muhammet Uzuner, Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış gibi her biri filmdeki karakterlerinin anlamını yüklenebilmiş oyuncular olunca işler daha da kolaylaşıyor.


Bir Zamanlar Anadolu'da'nın bazı Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi tümüyle sessiz sakin bir yoğunluğa kendini teslim etmiş bir film olduğunu söyleyemeyiz. Hiç kimsenin yapmaktan mutlu olmadığı bu resmi görevin yarattığı stres, inandırıcılıktan yoksun ağdalı bir dil yerine günlük hayatın sıradanlıklarından dem vuran bir üslupla beliriyor. Hatta bazen kara mizahın acı tebessümlerini yüzümüze koyuyor. Manda yoğurdu, Ceceli Köyü, mücavir alan, Clark Gable, digoksin gibi birbirinden alakasız desenler bu Anadolu masalının kilimlerinde kendine irili ufaklı yerler açıyor. Sessizliğiyle konuşan, konuşmasıyla sessizleşen senaryosu, Anadolu kırsalını noir atmosferle bütünleyen şahane görüntü yönetimi, tecrübenin doğallığını yansıtan performanslar ve hiçbiri diğerinin önüne geçmeyen, sadece bu sancılı yolculuğu katmanlaştıran muğlak dramlar bu büyük filmi bir deneyim haline getiriyor. Hayat, kalanlar için kaldığı yerden devam ediyor. Bir zamanlar Anadolu'da buna benzer şeyler hep yaşandı, yaşanıyor, yaşanacak. Ama bunlar hiçbir zaman "bir zamanlar" diye başlayan bir peri masalı gibi anlatılmadı. Mahkeme dosyalarında, sabıka kayıtlarında, özensiz tutanaklarda, yorgun dimağlarda kayboldu gitti. Gözyaşları hemen kurudu, erkekler sıkıcı işlerine, kadınlar yaralı hayatlarına, çocuklar oyunlarına döndüler. Sonra herşey tekrar başa sarıldı. Bu yüzden Bir Zamanlar Anadolu'da özünde bir sinema filmi değil. Sürekli yaşanacak bir döngüden kesit. Başı sonu olmayan alternatif, çiğ, tozlu, tezekli bir masal. Kaybedenlere, tutunamayanlara ya da tutunduğu yerden kımıldayamayanlara yazılmış bir ağıt. Bir kültür!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder