27 Şubat 2014 Perşembe

The Wolf Of Wall Street (2013)


Yönetmen: Martin Scorsese
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Jonah Hill, Kyle Chandler, Margot Robbie, Rob Reiner, Matthew McConaughey, Jean Dujardin, Jon Bernthal, Joanna Lumley, Jon Favreau, P.J. Byrne, Kenneth Choi, Brian Sacca, Henry Zebrowski, Cristin Milioti, Shea Whigham, Jake Hoffman
Senaryo: Terence Winter, Jordan Belfort

Öncelikle bu filmle ilgili söyleyeceklerimin başında “bence”, “bana göre”, ya da sonunda “düşüncesindeyim”, “kanaatindeyim” ifadelerinin varsayılmasını istiyorum. Çünkü hakkında hiç iyi şeyler düşünmüyorum. The Wolf Of Wall Street, belki de sadece Martin Scorsese ve Leonardo DiCaprio isimlerinden dolayı insanların başını döndüren, ödüllere, festivallere, görkemli kritiklere meze olmuş uzun, sıkıcı, ruhsuz bir film. Hatta Scorsese’nin en kötü işlerinden biri. Ama o Scorsese kendisini haklı olarak kült yönetmen statüsüne ulaştıran onca sinema klasiği ile istatistiklerde ve gönüllerde o kadar güçlü bir konumda ki, onun yaptığı hiçbir film bu saatten sonra kötü olamazdı. Ne var ki bu büyük bir ilüzyon.

24 yaşında birkaç arkadaşıyla Wall Street borsasında Stratton Oakmont isimli bir yatırım firması kuran, bir çok yatırımcıyı yanlış yönlendirmelerle manipüle edip, kısa sürede milyonlarca dolar kazanarak zengin olan, ancak gece hayatı, uyuşturucu, seks ve lüks tutkusu sebebiyle dibe vurmaya başlayan Jordan Belfort’ın o dönemini işleyen The Wolf Of Wall Street, Belfort’ın kendi biyografisinden Terence Winter’ın senaryosunu yazdığı bir film. O Winter, çok mühim uzun metrajlara adını yazdırmamış da olsa, bir TV klasiği olan The Sopranos’un 25 bölümünü yazmış kredisi olan bir isim. Fakat her şeyden önce kısa sürede milyon dolarlar kazanıp bunu nasıl har vurup harman savurduğunu 180 dakika boyunca izlemek zorunda bırakıldığımız Belfort’ın bu derece kaliteli ellerde bir şeye benzetilme çabasının beyhudeliği göze çarpıyor. Belgesel çekmeyi de seven Scorsese’nin belki bu kitaptan uyarlama bir belgesel çıkarması daha yerinde olabilirdi. Zira uzun metraj fikri, bir sürü uzun ve gereksiz sahneyle filmi fena şişirmiş. Scorsese ve Winter’ın, Belfort’ın uçlardaki hayatını bitmek bilmeyen uyuşturucu, seks, eğlence ve çılgınlıklarla betimleyip filmin ana teması haline getirme düşünceleri ağır basmış. Sahi bu filmin ana teması tam olarak nedir?


Nitelikli bir senarist ve yönetmenden ele aldıkları film hakkında dişe dokunur sahneler, unutulmaz cümleler ve performanslar bekleme lüksümüz var. Oysa filmin başlarında Matthew McConaughey’nin canlandırdığı Mark Hanna’nın Belfort’a bu meslekle ilgili çok önemli tavsiyeler vereceğine dair beklentilerin boşa çıkması gibi bir sürü ıskalanmış sahne ve filmin kalibresini düşüren diyalog mevcut. Onun yerine şirkette yapılacak eğlencede hedefe fırlatılacak cücelerle alakalı bitmek bilmeyen konuşmalar, Belfort’ın uzadıkça uzayan, adam gibi bir yere de varmayan motivasyon konuşmaları, estetikten yoksun uyuşturucu tripleri birbirini izliyor. Filmin bitmesine yaklaşık 20 dakika kala hakim Belfort’a işlediği suçları sayarken geride bıraktığımız 2.5 saat içinde onun ne ara bu suçları işlediğini anlayamıyoruz. Çünkü büyük ihtimalle Belfort kitabında fazla detaya inmemiştir. Scorsese ve Winter da her şeyi boşverip parti derdine düşmüşler ve ortaya bu büyük sinema kandırmacası çıkmış.

Martin Scorsese’nin büyük aşkı Leonardo DiCaprio ile çektiği beşinci film olan The Wolf Of Wall Street, film kadar DiCaprio performansının da abartıldığı bir film. Bu beş filmden en iyisi olarak gördüğüm Shutter Island’ın her öğesi büyük bir ustalıkla işlenmiş yapısına son derece olumlu katkılar sağlayan aktör, Scorsese’nin anlamsızca kendisinden yaratmaya çalıştığı biyografik karakterlerden fizik olarak farklı olması bir yana, abartılı Hollywood performansları ile de göz boyamayı sürdürüyor. Hatta o sözünü ettiğimiz motivasyon konuşmalarının uzatılması tamamen DiCaprio’nun Oscar şansını arttırma amacı taşıyor. Bu rol Hollywood standartlarında üst düzey bir performans olmasına rağmen, abartısı ve en önemlisi Jordan Belfort gibi bir adamı temsil etmesi açısından samimi değil. Tek erdemi düzenbazlıkla zengin olmak ve parasıyla hava atmak olan Belfort’a çok fazla gelen bir performans. Kısacası DiCaprio bildiğiniz DiCaprio ama Belfort, temsil ettiği değerler açısından bir Ron Woodroof (Dallas Buyers Club), bir Solomon Northup (12 Years A Slave) veya bir Woody Grant (Nebraska) değil. Bu sebepten bir oyuncunun kendi duruşu kadar canlandırdığı karakterin de önemi ortaya çıkıyor. Sinema tarihi iz bırakan ve ödülleri hak eden çok kötü adam tiplemesi gördü. Fakat kötü adamla çapsız adamı ayırt etmek bu rolün çeperlerini anlamayı kolaylaştırabilir.


Hiç önem arz etmese de diğer karakterlere bakarsak Jonah Hill’in canlandırdığı Donnie Azoff’un sahneleri çıkarılsa film belirgin bir hafiflik yaşayabilirdi mesela. Ama bu niteliksiz biyografide ne yazık ki onun da önemli bir rolü var. Belfort dahil, birbirinden itici, güldürmeyen ölçüde karikatürize, tek boyutlu, seksist ve ruhsuz karakterler bütünüyle özdeşleşmek neredeyse imkansız. Matthew McConaughey, Jean Dujardin, Rob Reiner gibi isimler de sofrayı zengin göstermek için konmuş garnitürlerden farksızlar. Öyle ki Belfort’ın peşindeki dürüst FBI ajanı Denham ve onu canlandıran Kyle Chandler, ciddi bir figür olarak parlıyor. Kendisinden öyle üstün bir oyunculuk gördüğümüzden değil, bu kadar yoz ve karton karakter arasında sanki daha ciddi bir filmden kesilip bu filme yapıştırılmış gibi durduğundan. Aynı kes / yapıştır durum Belfort’ın karısıyla kavga ettikten sonra kızını alıp kaçmaya çalıştığı bölümde de hissediliyor. Bu kadar dalgacı bir filme çok eğreti duran bu bölümün filmin geri kalan dakikalarında en ufak bir altyapısı yok. Zaten filmi ciddi bir çıtaya çıkarabilecek hiçbir şeyin altyapısı yok.

Son paragrafı da büyüklüğü tartışılmaz usta Martin Scorsese’ye ayıralım. Kendisinden her daim Taxi Driver veya Goodfellas bekliyor değiliz. Ama özellikle milenyum sonrası çektiği birçok film geçmişi aratır nitelikte. (Hele 1-2 yerde The Wolf Of Wall Street’in Goodfellas ve Casino’yu tamamlayan bir suç üçlemesi olduğu yorumunu okudum ki kendimi tutamayıp güldüm.) Ama birilerinin ona özellikle şu biyografi uyarlama merakından uzaklaşması gerektiğini söylemeli. Shutter Island gibi kaliteli romanlar, günyüzüne çıkmayı bekleyen eski filmlerin yeniden çevrimleri veya birçok parlak senaristin özgün işleri dururken The Wolf Of Wall Street’e ya da Frank Sinatra’ya hiç benzemeyecek biri tarafından canlandırılacağı kesin olan Sinatra adlı biyografiye hiç gerek yok. Tüm bunlar Oscar’ı fazla kafaya takmasından (ve DiCaprio’ya dünya gözüyle bir Oscar kazandırmak istemesinden) kaynaklanıyor. Gözümüz yok tabii. Ama son dönemde Shutter Island’ı dışarıda tutarsak Scorsese adlı kral bir süredir gayet çıplak. Bence!

22 Şubat 2014 Cumartesi

Kvinden i buret (2013)


Yönetmen: Mikkel Nørgaard
Oyuncular: Nikolaj Lie Kaas, Fares Fares, Sonja Richter, Mikkel Boe Følsgaard, Peter Plaugborg, Claes Ljungmark, Michael Brostrup
Senaryo: Nikolaj Arcel, Jussi Adler-Olsen
Müzik: Patrik Andrén, Uno Helmersson, Johan Söderqvist

Cinayet masasında görevli Carl, başına buyruk, sorunlu bir polis olması yüzünden son işinde bir arkadaşının ölümüne, bir diğerinin de sakat kalmasına sebep olur. Birkaç aylık izinden sonra eski davaların tutulduğu Department Q'nun sorumlusu olarak atanır. Oraya daha önce atanmış olan Ortadoğulu Assad ile birlikte sadece faili meçhul cinayet dosyalarını tanzim etmekle görevlendirilir. Fakat Carl, yıllar önce almayı çok istediği Merete Lynggaard isimli bir kadının intihar kararıyla kapatılmış davası önüne gelince şüphelerine hakim olamaz ve Assad ile birlikte gizlice bu davanın peşine tekrar düşer. Bir meslektaşı tarafından apar topar kapatılmış bu davanın ardında başka sırlar gizlidir.

Jussi Adler-Olsen’in romanından, The Girl With The Dragon Tattoo, A Royal Affair gibi çok satan romanları da başarıyla beyaz perdeye uyarlamış Nikolaj Arcel’in senaryolaştırdığı Kvinden i buret (The Keeper Of Lost Causes), adı geçen yapımlar kadar ses getirmemiş olsa da sürükleyici bir polisiye gizem örneği. Bu haliyle büyük ümitler vaat eden bir polisiye dizinin başarılı pilot bölümü gibi durmakta. Özellikle finali bir devam filmine ya da dizi projesine yeşil ışık yakar nitelikte. Zaten yönetmen Mikkel Nørgaard, aralarında gittikçe geniş kitlelere yayılmaya başlamış Danimarka dizisi Borgen’in de yer aldığı çeşitli dizilerde çalışmış bir insan. Kağıt üstünde tüm karizmatik dedektif klişelerini kuşanmış Carl ve farklı karakteriyle onun negatifliğini dengeleme pozisyonundaki Assad ortaklığı artık bu tip filmleri bilen seyirciler için kanıksanması zor olmayan bir durum. Filmde kısa kısa sorunlu özel hayatına değinilen Carl’a rağmen, Assad’ın gizemli varlığı belki de devam yapımlar için türlü malzemeler içeriyor.

İkilinin araştırmak için seçtiği Merete Lynggaard davası ise The Silence Of The Lambs’den, The Cell’den, hatta son zamanların başarılı İspanyol filmlerinden biri olan El Cuerpo’dan izler taşıyor. Ama dediğimiz gibi bir sinema filmi kıvamından ziyade daha mütevazi tercihleriyle ve sanki özellikle sonlara doğru bir parça aceleye getirilmiş olmakla suçlanabilir. Zentropa yapımı bir filmden beklentiler daha farklı olabiliyor haliyle. Yine de bu onu kötü bir film yapmıyor kesinlikle. Danimarka sinemasının usta oyuncularından Nikolaj Lie Kaas ve Zero Dark Thirty, Safe House gibi Amerikan filmlerinde de görünmüş Lübnanlı Fares Fares, ikili olarak filmde adım adım iyi bir kimya yaratıyorlar. Yine de bazı şeyler hem ikisi, hem de film için eksik kalıyor. Bu yüzden hem ikili, hem de Department Q projesi daha detaylı işlenmek için sonraki fırsatları hak ediyor.

16 Şubat 2014 Pazar

You're Next (2011)


Yönetmen: Adam Wingard
Oyuncular: Sharni Vinson, Nicholas Tucci, Wendy Glenn, Joe Swanberg, AJ Bowen, Margaret Laney, Amy Seimetz, Ti West, Rob Moran, Barbara Crampton, Simon Barrett
Senaryo: Simon Barrett
Müzik: Mads Heldtberg, Jasper Justice Lee, Kyle McKinnon

Simon Barrett’in yazıp Adam Wingard’ın yönettiği You’re Next, “Home Invasion” alt türünün merakla beklenen filmlerinden biriydi. Wingard’ı en son V/H/S (2012) derlemesindeki Tape 56 ve V/H/S/2 (2013) serisindeki Phase / Clinical Trials kısa filmleriyle izlemiştik. Simon Barrett ise yine ilk V/H/S’teki Tape 56 ve The Sick Thing That Happened To Emily When She Was Younger’ı, ikinci V/H/S’teki Tape 49 ve Phase / Clinical Trials’i yazmıştı. 35. evlilik yıldönümleri için bütün aileyi bir araya toplayan Paul ve Aubrey çifti, onların dört yetişkin evladı ve sevgililerinden oluşan kalabalığın daha ilk akşam yemeklerinde uğradıkları saldırıyı konu alan film, ev istilasını slasher unsurlarıyla harmanlayan bir gerilim. WingardBarrett ortaklığı ve güzel fragmanıyla ümit saçmasına, türün meraklılarını memnun edecek sürükleyicilikte olmasına karşın You’re Next, genelinde hiç de öyle farklı bir kimlik ortaya koyamıyor.

Ürkütücü hayvan maskeleri takan istilacılar tarafından ev sakinlerinin birer birer avlanması, içlerinden birinin çetin ceviz çıkıp (ki o kişinin bir kız olma geleneği burada da sürüyor) katillerin kabusu olmaya başlamasıyla rollerin değişmesi, sürprizler, orijinalleştirilmeye çalışılmış cinayet anları ve kaçınılmaz mantık hataları You’re Next’i akranlarından çok da ayrı kılmıyor. Elini korkak alıştırmayan Wingard, gerilim ve slasher harcını kararken ne gerekiyorsa yapıyor ama beklentilerin aksine stilize bir bütün sunamıyor. Bu kadar insanın katledilme gerekçesini kapsayan sürpriz ise, ortaya çıktığı andan itibaren filmin elde bulunan tüm gizemini buharlaştırarak onu “ava giden avlanır” ekseninde çakılı kalmış biçimde saçmalaştırıyor. Yani istedikten sonra bu mesele çok daha sinsice halledilebilecek iken ok tabancasının, kuzu, kaplan, tilki maskelerinin, kanla duvara ustaca “You’re Next!” yazılmasının gereksizliği fena sırıtıyor. (Bu arada filme adını veren "You’re Next" olayının hiçbir esprisi olmaması da ayrı bir boş atış.)

Pek tanınmayan, ama ekranda çok da sırıtmayan oyuncu kadrosu arasında kısa rollerle Simon Barrett ve yine V/H/S çetesinden Ti West de var. Ailesinden her duruma karşı tedbirli olmayı öğrendiğinden dolayı katillere kök söktüren Erin rolünde Avustralyalı güzel oyuncu Sharni Vinson, Drake rolünde ilk V/H/S’te bir bölümde oynayıp bir bölümü de yöneten Joe Swanberg ve kilit rollerden birine sahip AJ Bowen diğer öne çıkan isimler. Austin, Gérardmer, Neuchâtel ve Toronto gibi festivallerin özellikle fantastik film ayağında 8 ödülü bulunan You’re Next, izlenebilirliğine rağmen ikinci yarısında bir miktar Home Alone çağrışımı yapan ve ortaya çıkan sürpriziyle kendi ayağına kuru sıkı tabanca sıkarak yaralanmış rolü yapan orta karar bir slasher kimliğinde.

12 Şubat 2014 Çarşamba

Her (2013)


Yönetmen: Spike Jonze
Oyuncular: Joaquin Phoenix, Amy Adams, Rooney Mara, Chris Pratt, Olivia Wilde, Matt Letscher, Scarlett Johansson
Senaryo: Spike Jonze
Müzik: Arcade Fire and Owen Pallett

Boşanma aşamasındaki Theodore Twombly, sipariş üzerine insanlara özel günleri için el yazısı formatında mektuplar yazan bir şirkette çalışmaktadır. Yalnız yaşamını video oyunlarıyla, chat odalarıyla ve az sayıdaki arkadaşlarıyla geçirmektedir. Birgün OS1 adıyla piyasa sürülen yeni bir işletim sistemi dikkatini çeker. Bu ürün, dünyanın yapay zekaya ve bilince sahip ilk işletim sistemidir. Theodore’un satın aldığı, kendisine Samantha adını vermiş işletim sistemi, sanal ortamdaki üstün becerileri ve etkileyici sesiyle bir anda onun hayatının önemli bir parçası oluverir. Hatta Theodore ve Samantha arasında sıra dışı bir aşk filizlenmeye başlar.

Amerikan sinemasının en orijinal isimlerinden biri olan Spike Jonze, Being John Malkovich, Adaptation, Eternal Sunshine Of The Spotless Mind, Synecdoche, New York gibi sürüden ayrılmış filmlerin özgün senaristi Charlie Kaufman ekolünden gelmesine rağmen, senarist olarak pek çalışkan sayılmaz. Daha çok fikir insanı bir yönetmen olarak hınzır video kliplerin, reklamların ve kısa filmlerin ağırlıkta olduğu kariyerinde Being John Malkovich ve Adaptation yönetmenliği de bulunmakta. Tabii parlak fikirlerini kendisine ait olmayan senaryolarda da kullanmasına izin verildiği biliniyor. Zaman zaman Jackass tayfasıyla takılması da gelişkin duygusal zeka sahibi kişilerin göstermiş olduğu arızaların farklı bir yansıması olarak görülebilir. Yönettiği kitap uyarlaması Where The Wild Things Are’ın iki senaristinden biri olmasını saymazsak, Spike Jonze’un tümüyle sadece kendisinin yazıp yönettiği ilk uzun metraj olan Her, epey geç kalmış bir film.

90’lardan beri müzik ve sinema sektöründe yer alan senarist, yönetmen, yapımcı, oyuncu Spike Jonze, fikir aşamasında “satın aldığı işletim sistemine aşık olan adam” şeklinde tek cümleyle özetlenebilecek senaryosunu o kadar ustalıkla boyutlandırıyor ki, neredeyse hiç boş alan bırakmıyor. Teknolojinin günümüzde geldiği yeri, insan hayatına olan etkilerini hepimiz kendimize göre örneklendirip yorumlayabiliriz. Ama bu örnek, etki ve yorumları birkaç adım ileri götürüp fantastik boyutlara taşımak, fantastik olandan da güncel gerçeklikleri yakalamak pek kolay sayılmaz. Jonze, yarattığı Theodore özelinde müthiş bir genelleme sahası oluşturuyor. Her, Belçika yapımı Ben X’in konu edindiği üzere insanların günlük yaşamlarından farklı olarak sanal aleme saldıkları alter egolarının zamanla onları ele geçirmeye başlamalarına değil, teknolojik yenilenmelerin ortaya çıkardığı ilginç buluşların bireyin gerçek yaşamına bir şekilde ortak oluşuna değinen harika bir fikir.


Beraber büyüdüğü, önce çok iyi arkadaş olduktan sonra evlendiği eşi Catherine’den boşanmak üzere olan Theodore, Catherine tarafından “her zaman hayatın gerçekleriyle uğraşmanı gerektirmeyecek bir eşin olsun istemiştin” şeklinde suçlanıyor. Bu da teknolojinin insanlara sunduğu kolaylıkların onları zamanla nasıl duygusal açıdan tembelleştirdiğine vurgu yapan bir durum. Mektup sözlerini anında el yazısına dönüştüren ve gönderen bir teknolojiden bahsediyoruz. Minimal duruşuna rağmen hüzünlü hali ve yalnızlığı her açıdan fark edilen Theodore, büyük aşkı Catherine’in boşluğunu yazdığı dijital mektuplarla, geceleri küçük bir uzaylıya yardım ettiği interaktif oyunla ve tek gecelik sanal seks yaptığı chat odalarıyla dolduruyor. Ne zaman ki yapay zekaya sahip işletim sistemi Samantha ile tanışıyor, yeni bir ilişkinin sıra dışı bir ortamda filizlenişini izlemeye başlıyoruz. Bu andan itibaren Jonze bize gerçek ve sanal iletişim arasındaki benzerlikleri / farklılıkları hiç zorlanmadan karşılaştırabileceğimiz birçok kanal yaratıyor.

Etkileyici bir sese (ki o ses Scarlett Johansson’a ait), haliyle her türlü bilgi edinme, depolama, düzenleme becerisine, espri anlayışına, duygusal zekaya ve erkeği kendisine bağlayacak tutkuya sahip Samantha, Theodore gibi teknoloji konformisti bir adamın yalnızlığı için bulunmaz bir nimet. Theodore’un sadece bir tablet veya bir telefonla istediği yere götürdüğü, her şey hakkında istediği saatte konuşabildiği, kur yaptığı, sanal olarak seviştiği Samantha, Theodore’un yalnızlığına derman olduğu kadar onun dijital ortamdaki depolama, düzenleme, e-mailleri kontrol etme, gerekirse cevaplama gibi pek çok ayak işini de gördüğü için büyük bir boşluğu dolduruyor. Ama bu anormal ilişkinin seviyesi ilerledikçe ve normal bir ilişkide yaşanan monotonluk, kıskançlık, bağlılık meseleleri su yüzüne çıktıkça sanal olandan gerçek olana, teknolojik olandan insan olana yaşanan sancılı dönüşüm süreci başlıyor. O süreç, herkesin kabulleneceği çarpıcı hakikatlerden ibaret. Samantha’nın bile erişemeyeceği, bu yüzden umutsuzca kendini maddeleştirmeye çalışacağı gerçeküstü anlar da bu sürece dahil.

Samantha’yı sadece kendisine özel sanan Theodore’un durumu, sahip olduğumuz her türlü tekno yenilikle bütünleşip kendimize ait sanan, ona karşı tuhaf bağlılıklar gösteren ve onu kısa sürede en yenisiyle değiştirmeye meyilli olan bizler için pek yabancı sayılmaz. Evimizden, odamızdan çıkmadan yapabileceklerimiz artık inanılmaz boyutlarda. Gelgelelim teknoloji insanları o kadar bencilleştiriyor, rahat, kibirli ve gururlu hale getiriyor ki, kaybedilen verilerin, dostlukların, sevgilerin yerine her zaman yenilerini koyabileceğimize olan inancımız ürkütücü biçimde artıyor. Farklı yöntemlerle de olsa alternatiflerin ve meşguliyetlerin çokluğunun farkında olmak bu defa ironik biçimde insanı yalnızlaştırmaya başlıyor. Theodore’un çöpçatan arkadaşları sayesinde tanıştığı kızın günün sonunda açık ettiği niyeti, bu samimiyetsiz sarmalda zamanın nasıl kayıp gittiğini, insanların nasıl umutsuzluğa düştüklerini çok güzel özetliyor. Geçmiş, bazılarımıza göre önemli kayıplardan, Samantha’ya göre ise kendimize anlatıp durduğumuz hikayelerden ibaret.


Samantha’nın tıpkı son model bir cep telefonu gibi binlerce kişiye ait oluşu, üstelik sahip olduğu zeka ve sevgiyi sadece Theodore’un hizmetine sunuyor olmayışı bir insan için aldatılma hissinin çok farklı biçimde tezahürüne yol açıyor. Bir işletim sisteminin kalbe sahip olabilme ihtimalinin Samantha tarafından “kalp içini doldurabileceğin bir kutu değildir, sevdikçe büyümeye devam eder” şeklinde dile getirilmesi olağanüstü bir senaryo zekası. İşletim sistemlerinin ve insanların kendi veritabanlarında biriktirdikleri arasındaki farklar, yeri dolmayacak olanları su yüzüne çıkarabildikçe değerlenir. Tabletten kitap okumak ile gerçek bir kitabın sayfalarını çevirerek okumak arasındaki farkın dillere pelesenk olmuş klişeliğini bambaşka bir fantezi bünyesinde yaşayan Theodore, başka insanların sevinçlerini, üzüntülerini, kutlamalarını, pişmanlıklarını dile getirdiği mektuplarla geçimini sağlayan bir adam. Ama kendi için yazdığı ve gücünü basitliğinden alan son mektubu filmin en kalp kırıcı mesajını iletmeyi başarıyor.

Joaquin Phoenix’in benimsetmekte hiç sıkıntı çekmediği Theodore, filmde de gördüğümüz üzere etrafımızda kulağında bir aparatla yürürken kendi kendine konuşup gülen insanlardan sadece biri. Spike Jonze, insanların teknolojik araçlar sayesinde kendilerine yarattıkları farklı alemlerin, paralel evrenlerin onları nasıl izole ettiklerine dair müthiş bir deneyim sunuyor. Üstelik Amy Adams’ın canlandırdığı Amy ile benzer ihtiyaçların ve hayalkırıklıkların sadece tek bir cinse ait olmadığına iniyor. Teslim alan, bencilleştiren, yalnızlaştıran, savunmasız hale getiren eşyanın, kendisini icat eden insanı soktuğu kısır döngü kendi felsefi boyutunu yaratıyor. Her, seyirciyi ruhsuz biçimde teknolojik detaylarla bunaltmadığı gibi, artık Eternal Sunshine Of The Spotless Mind gibi hüzünle yoğrulmuş sıra dışı aşk hikayelerinin gelmeyeceğine yönelik umutsuzluğu da ortadan kaldırmaya oynuyor.

8 Şubat 2014 Cumartesi

Mandariinid (2013)


Yönetmen: Zaza Urushadze
Oyuncular: Lembit Ulfsak, Giorgi Nakashidze, Elmo Nüganen, Michael Meskhi, Raivo Trass, Zurab Begalishvili
Senaryo: Zaza Urushadze
Müzik: Niaz Diasamidze

1990 yılında Abazya'daki bir Estonya köyünde yaklaşan Gürcü ve Çeçen savaşı yüzünden tüm köy halkı Estonya'ya göç etmiştir. Köyde sadece Ivo isimli bir yaşlı marangoz ile Margus isimli komşusu kalmıştır. Margus bahçesindeki mandalinaları toplayıp elde ettiği para ile Estonya'ya gitmek niyetindedir. Ancak savaş kapıya dayanmıştır. Bir gün hemen evlerinin önünde meydana gelen bir çatışmada bir Gürcü ve bir Çeçen askeri yaralı olarak kurtulur. İki dost, savaşın iki cephesinde yer alan bu iki düşman askeri evlerine alıp tedavi ederler. Aynı zamanda birbirine düşman bu iki askerin birbirlerine zarar vermemeleri için tetikte olmak zorundadırlar.

Zaza Urushadze’nin yazıp yönettiği Estonya / Gürcistan ortak yapımı Mandariinid, konusu itibariyle akıllara 2001 yapımı Danis Tanovic filmi No Man’s Land’i getiriyor. Savaşın orta yerindeki bir Estonya köyünde bir çatışma sonrası Çeçen askeri Ahmed ile Gürcü asker Nika’nın yaralanıp aynı eve sığınmak zorunda kalışları, başta evden çıkar çıkmaz birbirlerini öldürmeye yemin edip zamanla birer insan olduklarının farkına varmaları üzerine sessiz ama etkili bir film. Arkadaşı Margus’un yardımıyla evine aldığı bu iki askerin birbirlerine zarar vermelerini önlemek isteyen yaşlı Ivo ise savaşın anlamsızlığının sembolü bir hakem konumunda. Zamanında oğlu Gürcü askerler tarafından öldürülen Ivo’nun Nika’nın hayatını kurtarması ve ona bakması filmin hümanist damarını yapmacıklıktan uzak biçimde gözler önüne seriyor. Ahmed ve Nika’nın savaşın iki tarafını temsilen birbirlerine düşmanca tavırları, Ivo ve Margus’un insancıl yaklaşımlarıyla yerini temkinli bir hoşgörüye bırakmaya başlıyor.

Zaza Urushadze, savaşın anlamsızlığını çoğunlukla karakterleri üzerinden iletse de, filme adını veren mandalinaların savaşın ortasında kalıp heba olabilecekleri gerçeği bu mütevazi filmin çerçevesini daha da genişletiyor. Mandalinaların bolluk ve bereketi, Ivo’nun da hoşgörüyü temsil ediyor olmaları, savaş olgusu karşısında ulvi değerlerin ne kadar çaresiz kaldıklarına işaret eder nitelikte. 80 küsür dakikalık süresini iyi kullanan, sakinlik ve gerilim arasındaki dengeyi çok iyi tutturan, etkileyici finaliyle bunlara film boyunca fona yerleştirilen hüznü ekleyen Mandariinid, başta Ivo rolündeki Lembit Ulfsak ve Ahmed’i canlandıran Giorgi Nakashidze’nin başarılı performanslarıyla etkileyici bir savaş karşıtı duruş sergiliyor.

1 Şubat 2014 Cumartesi

Dallas Buyers Club (2013)


Yönetmen: Jean-Marc Vallée
Oyuncular: Matthew McConaughey, Jared Leto, Jennifer Garner, Denis O'Hare, Steve Zahn, Michael O'Neill
Senaryo: Craig Borten, Melisa Wallack

Dallas’ta elektrikçilik yapan Ron Woodroof, küçük rodeo bahislerinde düzenbazlıklar yapan fırlama, bencil, homofobik bir kovboydur. 1986 yılında birgün geçirdiği baygınlık sonucu gittiği doktordan HIV virüsü taşıdığını ve 30 günlük ömrü kaldığını öğrenir. Teşhiş sonrası FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi) kurumundan yasal onaylı olarak kullanabileceği tek ilaç olan AZT'yi almaya başlayan Ron, bu ilacın hastalık karşısında hiç de etkili olmadığını fark eder. Çareyi ABD'de yasal olmayan ama dünyanın dört bir yanında bulunan doğal ilaçlara başvurmakta bulur. Türlü yollarla yurtdışından aldığı ilaçları ülkeye sokar. Bir süre sonra kendisi gibi hastalar için bir iletişim ve satış ağı kurmuş olur. “Dallas Buyers Club” adındaki bu oluşum FDA'nın tedavisi yerine alternatif tıbbı tercih edenlerin çaresi olur. Başlangıç için alınan üyelik ücreti dışında hastalardan hiç para talep edilmez. Fakat bu durum çok geçmeden fark edilir. İlaç firmaları ve FDA Ron'a karşı savaş açar.

Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée’nin yönettiği Dallas Buyers Club, 30 günlük ömrü kaldığını öğrendikten sonra azmi ve kendi doğal yöntemleriyle 2191 gün daha yaşamayı başaran Ron Woodroof'un gerçek olaylara dayalı kişisel mücadelesini anlatan bir film. Başta kendisini iyileştirmek için çıktığı bu yolu, biraz da parayı seven karakteri yüzünden bazı yasadışı yollarla kesiştiren Woodroof, yine de onlardan biri olduğu için AIDS mağduru müşterilerini sömürmeden, biraz daha uzun yaşamalarını sağlamak uğruna kendini ortaya atmış cesur bir adam. Bu ilginç gerçek yaşam öyküsünün iki tecrübesiz senariste emanet edilmesi ne kadar zayıf bir hamleyse, yönetimi Jean-Marc Vallée’e bırakmak iyi bir seçim. Ne var ki, senaryodaki birtakım boşluklar, bu güçlü hikayenin dramatik köşelerini bütünüyle keskinleştiremiyor. Haklı olarak Woodroof’a ve onun gayretlerine odaklanan film, biraz da fazla duygu sömürüsüne kaçmamak adına yer yer gücünü inkar eder hale geliyor.


Dallas Buyers Club meselesini anlatabilen bir film. Hatta tepeden bakıldığında Jonathan Demme filmi Philadelphia’dan (1993) daha fazla malzemeye sahip. Ama toplumsal homofobiyi 1-2 sahneyle geçiştiren, Woodroof’un bencil bir homofobikten, cesur ve hoşgörülü bir aktiviste dönüşüm aşamalarını boş bırakan, FDA ve güçlü ilaç firmalarına karşı eleştirilerinde bağımsız film ligi statüsünde kalan film, oyuncu performanslarını önde tuttuğunu hissettiren yapısıyla “mütevazi” kalmayı tercih ediyor. Belki daha şaşalı bir senaryoda ve epik anlatımlara meraklı Hollywood memuru bir yönetmenin gözetiminde yine hoşnut etmeyecek bambaşka bir film de çıkabilirdi. David O. Russell’ın American Hustle, Ron Howard’ın Rush gibi balonlarının yanında Dallas Buyers Club’ın kendini dik tutan unsurları da bu tevazudan çıkıyor denebilir. Yani minor motivasyonlarını kimi zaman major elementlerle desteklemiş olması gereken bir film olsaydı etkisi daha kalıcı olabilirdi. Zira bu kalıcılığı hak eden bir adam ve onun hikayesi söz konusu.

Matthew McConaughey’nin metod oyunculuğunda hayat bulan Ron Woodroof, fizik ve karakter yönünden bambaşka bir oyunculuk deneyiminin öznesi halinde. McConaughey o kadar iyi ki, böyle bir adamın gerçekten yaşadığına dair seyirciye geçmesi gereken bezginlik / azim, güç /zayıflık, ümit / ümitsizlik gibi zıtlıklar su gibi akıyor. Jean-Marc Vallée elindeki bu kozu çok iyi kullanıyor. Jared Leto’nun canlandırdığı Rayon ise, her ne kadar oyuncu tarafından çok iyi işlenmiş olsa da, senaryonun sözünü ettiğimiz zayıflığının en çok etkilediği karakter. Tıpkı McConaughey gibi Leto’nun da hem performans, hem de fiziki değişim yönünden albenisi çok yüksek. Ama Rayon, filme olan etkisi düşünüldüğünde geleneksel “yardımcı oyuncu” kalıplarını sadece kağıt üstünde bırakan bir rol olmuş. Bunda ne Rayon’un, ne de Leto’nun kabahati var. Özellikle Ron ve Rayon’un arkadaşlığı üzerine daha fazla düşülmesi filmi çok daha yukarılara taşıyabilirdi. Bu haliyle film için öncelikle McConaughey ve Leto performanslarının haklı gururuyla promosyon yapan bir yapım hüviyetinde diyebiliriz.