28 Haziran 2020 Pazar

Oh Boy (2012)


Yönetmen: Jan-Ole Gerster
Oyuncular: Tom Schilling, Marc Hosemann, Friederike Kempter, Ulrich Noethen, Justus von Dohnányi, Arnd Klawitter, Michael Gwisdek
Senaryo: Jan-Ole Gerster
Müzik: Cherilyn MacNeil, The Major Minors

Jan-Ole Gerster'in yazıp yönettiği ilk film olan Oh Boy, iki yıl önce hukuk fakültesini bırakıp kendini Berlin'deki sıkıcı hayatının akışına bırakmış 25 yaşlarındaki Niko'nun türlü insan ve olaylarla dolu bir gününü anlatıyor. Sabahın ilk ışıklarında kız arkadaşından tek bir bakışla ayrılan, sonra sinir bozucu bir psikoloğun yaklaşımı yüzünden alkollü araç kullandığı için el konulan ehliyetini geri alamayan Niko, yeni taşındığı binadaki meraklı komşusu Karl'ın bitmeyen sızlanmalarına maruz kalıyor. Oyuncu arkadaşı Matze ile buluşup gittikleri kafede 13 yıldır görmediği, okulda şişmanlığıyla dalga geçtiği Julika'nın yeni haliyle karşılaşıyor. Onun performans gösterisine davet edildikten sonra Matze'nin oyuncu arkadaşı Phillip'in rol aldığı filmin setine gidiyorlar. Orada Nazi Almanya'sında geçen bir imkansız aşk filminden bir sahnenin çekilişini izliyorlar. Niko, golf oynayan babası Walter'ı ziyaret edince yalanı ortaya çıkıyor. Marcel adlı bir torbacı, onun ninesi, Julika'nın gösterisi (ve sonrasında yaşananlar), bardaki yaşlı adam derken bir günde Niko'nun etrafında dönüp duran bu insan ve olay kalabalığını ince kara mizah dokunuşlarıyla resmeden bir buçuk saat yaşıyoruz. Siyah beyaz olarak yaşadığımız bu insan ve olay kalabalığının renkliliği dramatik, sinir bozucu, hüzünlü, komik sahneleri sıraya diziyor. Her biri kendi içinde farklı açılımlar barındıran skeç tadındaki bu sahneler boyunca dikkat çeken bir başka şey de, bulunduğu tüm ortamlarda Niko'nun bir türlü kahve içememesi.

Jan-Ole Gerster, filmde geçen "etrafınızdaki herkesin tuhaf olduğunu düşünüp, ardından sorunun sizde olduğu hissine kapıldınız mı hiç" cümlesinin altını yarı yarıya doldursa da, insanların tuhaflığının Niko'nun sorunlarıyla pek alakası yok. Niko aslında pek derinliği olmayan, sorumsuz, kaygısız bir zengin çocuğu. Ama şımarık değil ya da zamanında yaptığı şımarıklıklardan hırpalanıp durulduğu, yaşadığı hayat üzerine kederlenmeye başladığı bir dönemde izliyoruz onu. Babasının üniversite okuduğunu düşünerek gönderdiği paraları ezmiş olan Niko, musluk kesilince de babasından bunun nedenini sormaya gidecek, okulu bıraktığı yalanı ortaya çıkınca bunu açıklayamayacak, hatta sadaka gibi verilen son harçlığı alacak kadar çaresiz. Ayrıca yıllar önce okulda lakap takarak dalga geçtiği, intiharı düşündürecek kadar psikolojisini etkilediği Julika'yı karşısında görünce vicdanıyla yüzleşmek istemeyecek kadar da üşengeç. Öte yandan izlediğimiz bir günde karşısına çıkan insanların ve olayların tuhaflığı belli normallik seviyelerinin üzerine çıkmıyor. Bu bir günden daha tuhaf ve sinir bozucularını yaşamış olanlarımız vardır. Bu nedenle Gerster'in amaçlarını farklı şekillerde yorumlamak mümkün. Bazen Niko'ya hak ettiği dersleri vermek, bazen onu gerçek aşk, arkadaşlık ve evlat olma konularında daha sağlıklı düşündürmek, bazen de aslında yanı başında duran akıl huzurunun kıymetini göstermek istiyor olabilir. Konumu, karakteri, yaşadıkları ne olursa olsun, onun bu bir günde yaşadıklarına seyirciyi ortak etme becerisi dikkat çekiyor. Zira nasıl ki Niko bu olayları bir yandan yaşayıp, bir yandan da seyirci pozisyonunda kalıyorsa, seyirci de film boyunca onunla aynı kaderi paylaşıyor.

Oh Boy, Berlin içinde spontane gelişen lokasyonlara bir gün içinde yapılan kısa ziyaretlerden oluşan küçük bir yol filmi gibi adeta. Kısa, küçük ve siyah beyaz kalma tercihi, içerdiği renklerin daha iyi görünmesini sağlıyor. Coğrafyası daha geniş bir filmde Niko'nun (hele de aynı gün içinde) psikologla, babasıyla ve Julika ile olan diyaloglarındaki akıcılık, giriş-gelişme-sonuç sahiciliği belki onun bu dar şartlar altındaki sıkışmışlığını, kaybolmuşluğunu aynı seviyede etkin kılmayabilirdi. Niko'nun bir türlü kavuşamadığı kahve sembolünü de onun bu yoksunluklarının küçük bir bahanesi haline getiren Gerster, onun bir gün içinde karşılaştığı insanları, yaşadığı küçük olayları adım adım birer dönüşüm bahanesi olarak kullanıyor. Sabaha karşı önce bir hastanenin koridorunda, sonra da bir kafede bu dönüşümü tamamlıyor. Görüntü yönetmeni Philipp Kirsamer'in retro hissiyatı yaratan, büyüsü bu hissiyatın ufak detaylarında gizli siyah, beyaz, gri dokunuşları, The Major Minors adlı grubun Berlin görüntüleri eşliğinde aralara serpiştirilmiş caz dokunuşlarıyla birleşince filmin ten teması daha da güçleniyor. Niko rolüyle Almanya, Bavyera, Bambi, Oldenburg festivallerinden En İyi Erkek Oyuncu ödülleri kazanmış Berlinli aktör Tom Schilling'in minimal biçimde sıradan Niko karakterini derinleştirme başarısı gösterdiği performansı da Oh Boy'un küçük ve özel filmlerden biri olmasına katkı sağlıyor.

20 Haziran 2020 Cumartesi

A Vida Invisível (2019)


Yönetmen: Karim Aïnouz
Oyuncular: Julia Stockler, Carol Duarte, António Fonseca, Flávia Gusmão, Gregório Duvivier, Bárbara Santos, Maria Manoella
Senaryo: Murilo Hauser, Inés Bortagaray, Karim Aïnouz, Martha Batalha
Müzik: Benedikt Schiefer

Brezilyalı yazar ve gazeteci Martha Batalha'nın "A Vida Invisível de Eurídice Gusmão" adlı romanından Murilo Hauser, Inés Bortagaray ve Karim Aïnouz tarafından senaryolaştırılan, Aïnouz'un yönettiği A Vida Invisível, 2019 Cannes Film Festivali'nde Belirli Bir Bakış ödülü kazanmış çok güçlü bir dönem dramı. 1950'li yıllarda Rio de Janeiro’da yaşayan iki kız kardeşten Eurídice iyi piyano çalan, Viyana'ya gidip piyano eğitimi alma hayalleri kuran bir genç kız. Yunan denizci Iorgos'a aşık olan ve onunla evlenip Atina'ya yerleşmek isteyen Guida'nın ise gözü başka hiçbir şey görmemektedir. Guida geceleri gizli gizli kaçıp sevgilisiyle buluşurken Eurídice onu idare eder. Bir elmanın iki yarısı gibi olan kardeşler için Guida'nın bu aşkı sonun başlangıcıdır. Bir gece eve dönmeyen Guida, ardında Iorgos ile Yunanistan'a giden bir gemiye bindiğini, onunla evlendikten sonra Brezilya'ya geri döneceğini yazdığı bir mektup bırakıp gider. Birkaç yıl sonra Eurídice'in düğününde buluruz kendimizi. Viyana hayallerini gerçekleştiremeyip Antenor adlı bir gençle evlenen Eurídice, Rio de Janeiro’da başka bir eve taşınır. Bir gün Iorgos tarafından terk edilmiş şekilde karnı burnunda eve dönen Guida, annesi tarafından hoş karşılansa da, babası Manoel onu evden kovar. Eurídice'in nerede olduğunu sorduğunda ise evlenip Viyana'ya taşındığını söyler. Filomena adlı iyi kalpli bir kadınla karşılaşan Guida ise çocuğunu doğurup Rio'nun arka sokaklarında fahişelik yapmaya başlar. Guida'yı Atina'da sanan Eurídice, Eurídice'i Viyana'da sanan Guida birbirlerinden habersiz aynı şehirde, aynı havayı soluyarak hayallerinden uzakta kendi yaşamlarına dalmışlardır.

Dramatik açıdan son derece geniş bir vizyona sahip romanı, o vizyonu bozmadan ve ağırlaştırmadan senaryo haline getiren Aïnouz ve ekibi, bir Eurídice'in, bir Guida'nın hayatına girerek adeta iki filmi birlikte götürüyor. Farklı karakterlere sahip iki kardeşten Eurídice, piyano yeteneğini sanatsal ve akademik bir düzeye taşıma hayalleri kurarken, Guida ise sadece kalbinin sesine kulak verip gerçek aşk sandığı duygunun peşinden gitmeye odaklanmış bir genç kız. Dönemin erkek egemen yapılanmasının altını baba Manoel ve Eurídice'in kocası Antenor ile çizen film, özellikle Manoel'in evden kaçıp hamile olarak geri dönen Guida'yı topluma karşı utanç içinde kalacağı düşüncesiyle evden kovmasını hikayenin dönüm noktası olarak tanıyor. Onun dışında bu egemenliğin belirgin bir baskısı hissedilmiyor. Hatta Eurídice'in güçlü bir karakter oluşu, her ne kadar Antenor ona karşı çıksa da piyanoya dair ideallerini tamamen unutmasına izin vermiyor. Ama A Vida Invisível bütün benliğiyle iki kardeşin babaları tarafından ayrı düşürülmesi ve bu ayrılıktan haberleri bile olmaması üzerine nefes alıp veriyor. Ataerkillik saplantıları veya döneme dair dolaylı politik fonlar oluşturmuyor. Birbirini Avrupa'da sanan kardeşlerin aynı şehirde iki farklı yaşam içinde yaşadıkları iniş çıkışlar ve birbirlerine karşı duydukları derin özlem filmin her yanını kaplıyor. Guida'nın bıkmadan kardeşi Eurídice'e yazdığı, ne var ki sebebini sonra öğreneceğimiz şekilde bir türlü ona ulaşmayan mektupların bu özlemin canlı tutulmasında payı büyük.


Bu sıra dışı ayrılık hikayesinin hüzünlü ve gizemli olduğu kadar gerilimli bir yanı da var. Gerçeğin ne zaman açığa çıkacağı, tepkilerin ne olacağı, birbirine çok yakın bu iki hayatın nasıl kesişeceği gibi istim üstünde bir dramın etkisi altındayız. Çift taraflı bilinmezliğin yarattığı olağanüstü bir zemin inşa eden film, özellikle restoran sahnesinde büyülü olduğu kadar, o ramak kalma duygusunun iliklere işlediği çok yoğun bir an yaşatıyor. Yıllar geçtikçe örselenen özlemin bir yandan da tutkulu halini koruduğu duygusu, iki kardeşin hayatlarındaki gelişmelerin hep bir adım önünde duruyor. Filme bakarak Martha Batalha, romanında toplumsal normların el üstünde tuttuğu Eurídice'i ve o normların dışladığı Guida'yı seçimlerinden dolayı yargılamıyor. Her seçimin kişinin hayatındaki önemine dışarıdan, biz okurların ya da seyircilerin gözünden bakmaya çalışıyor. Onların yargılanışları da okurlar/seyirciler tarafından gerçekleştiriliyor. Onlara yapılan büyük haksızlığı daha fazla kaşıyor. Bunu yaparken farklı ihtimalleri de gözden geçirmemizi sağladığı anlar oluyor. Mesela Guida evi terk etmeseydi, Eurídice evlenmeyip hayallerinin peşinden koşsaydı, babası Guida'yı kovmasaydı, bir yan dramın öznesi olan anneleri Ana, Guida'nın söylediği gibi "kocasının gölgesi" olmasaydı gibi farklı ihtimaller bu hikayeyi bu kadar güçlü kılmayabilirdi. Birbirleriyle çok iyi anlaşan iki kardeş için bu ayrılık sürecinin başı, ortası, sonu fark etmeksizin derin bir hasret ve kederle yoğrulmuş şekilde konumlandırılması, edebi ve beşeri yönlerden bu eseri yüceltiyor.

Her ikisi de bu filmle São Paulo ve Valladolid Film Festivallerinden En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanmış Julia Stockler (Guida) ve Carol Duarte (Eurídice), kendi farklı hayatlarının odak noktası olmayı bilen performanslarla bu güzel romanı/senaryoyu/filmi gururlandırıyorlar. Bedenen ayrı, kalben bir olan iki insanın kardeşlik duyguları çerçevesinde, hatta o çerçeveyi de aşan bir bağlılıkla yükselttikleri A Vida Invisível, ortak maziye sahip ama bir şekilde kopmuş, birbirlerine göre görünmez hayatlar yaşayan milyonlarca insanın hislerine tercüman olacak bazı detaylarla örülü incelikli bir film. Bir bakıma beklenmedik ama kesinlikle dokunaklı bir final bloğu ile bu narin hikayeye nokta konularak kalplere güçlü bir dokunuş gerçekleştiriliyor. Le meraviglie, Beach Rats, Petra, Lazzaro felice, Never Rarely Sometimes Always gibi farklı ülkelerden onlarca filmin görüntü yönetmenliğini yapmış Hélène Louvart'ın, müzikleriyle Alman besteci Benedikt Schiefer'ın da bu dokunuşta önemli rolleri var. Romana hakkını verdiğini düşündüren, 2000'li yılların en iyi uyarlamalarından biri olan A Vida Invisível, her ne kadar "Eurídice Gusmão'nun Görünmez Yaşamı" olarak anılsa da, aslında Eurídice ve Guida kardeşlerin birbirlerine karşı eşit derecede görünmezliklerinden kuvvet bulan, bu iki hayatın talihsizliklerini çok iyi dengelemiş bir yapım.

15 Haziran 2020 Pazartesi

Les Misérables (2019)


Yönetmen: Ladj Ly
Oyuncular: Damien Bonnard, Alexis Manenti, Djebril Zonga, Steve Tientcheu, Almamy Kanouté, Issa Perica, Al-Hassan Ly, Jeanne Balibar
Senaryo: Ladj Ly, Giordano Gederlini, Alexis Manenti

Senaryosu Ladj Ly, Giordano Gederlini ve filmde Chris rolünde izlediğimiz Alexis Manenti'ye, yönetmenliği ise Mali doğumlu yönetmen/oyuncu Ladj Ly'ye ait Les Misérables, aynı adlı Victor Hugo'nun klasik romanının geçtiği Paris'in Montfermeil bölgesindeki sorunlu bir mahallede yaşananları anlatan bir film. Bölgedeki Suçla Mücadele Timi'ne atanan Stéphane'ın, ekibin deneyimli üyeleri olan yeni iş arkadaşları Chris ve Gwada ile birlikte çıktığı ilk devriyede ve sonrasında çıkan olaylara bakarak lokalden genele güçlü bir profil çıkaran Ly, sistemsizliğin yol açtığı kaos vurgusunu gerçek bir ateş hattından yapıyor. Sondan başlarsak, filmin finalinde Victor Hugo'nun Sefiller romanından "Şunu unutmayın dostlarım. Yabani bitki ya da kötü insan diye bir şey yoktur. Sadece kötü uygulayıcılar vardır." sözlerinden alıntı yapılarak filmde birbirine giren farklı kesimlerin sebep olduğu kanunsuzluklar zincirinde birinci derece suçlunun tepedeki uygulayıcılar olduğu mesajı dolambaçsız veriliyor. Başa dönersek, Fransa'nın Dünya Kupası'nı kazandığı görkemli görüntülerle açılan Les Misérables, sevinç gösterileri içeren bir etkinlik içinde de olsa ilerde de sık sık altı çizilecek olan kontrol edilmesi güç kalabalıkların gerilimine alıştırmaya başlıyor.

Üç polisin ilk devriyesi, Montfermeil ve dolayısıyla Paris'in multikültürel yapısının tekinsiz yanlarını yansıtıyor. Chris ve Gwada, artık avuçlarının içi gibi bildikleri mahalleleri, ciğerlerini bildikleri karakterleri bu rutin çerçevesinde gezerlerken Stéphane gibi ilk kez gezen seyirci için de bu ortamın dinamikleri birer birer ortaya çıkıyor. Kuzey Afrika kökenliler, çingeneler, İslami cihatçı gruplar ve onların kurdukları farklı düzenlerle uğraşmak zorunda kalan emniyet güçleri de bu düzenlere ayak uydurarak dengeleri sarsmamaya çalışıyorlar. Fakat özellikle kıdemli Chris'in bu dengelerin üstünde bir güç olarak pasifize olmayı reddetmesi, bu reddi kabul ettirmek için de sertliğe başvurması zaten gerilmiş ortamları iyice ısıtmaya başlıyor. Bölgenin baş belası simalarından olan 14 yaşındaki Issa'nın çingene sirkine ait bir yavru aslanı kaçırması ile kıvılcım bekleyen husumetler bir anda geri sayıma giriyor. Belalı sirk çalışanı çingeneler olay çıkarmasın diye yavru aslanı aramaya başlayan polis ekibi, Issa'nın izine ulaşınca, arkadaşları da Issa'yı polise vermemek için direnince çıkan karışıklıkta flash-ball ile onu yaralıyorlar. Tüm bu olanları kaydeden dronu fark edince, bu kez dronun sahibi aynı yaşlardaki Buzz'ın peşine düşüyorlar. Montfermeil'de elinde polis şiddetini belgeleyen bir kanıt olunca işler gittikçe içinden çıkılması güç bir hal alıyor.


Bölgedeki her şeyden haberdar olan pazarcı kılıklı "Belediye Başkanı", polise yakın duran "Kelepçe", müslüman kitleyi temsilen herkesin saygıyla karışık korku beslediği dönerci Salah gibi tekinsiz tipleri muhtemelen içerden yaptığı gözlemlerle tasarlayıp konumlandıran Ladj Ly, drone içindeki diske kayıtlı görüntülerin ele geçirilip polise karşı koz olarak kullanılmak istenmesi üzerinden gergin çatışmalar kurarak, aynı zamanda 2005 yılında bir polis soruşturması sırasında Afrika kökenli iki çocuğun öldürülmesi sonrasında başlayan ve Ekim-Kasım aylarında 3 hafta boyunca devam eden ayaklanmalara göndermeler yaparak bu tip kitlesel hareketlerin nasıl çıkabileceğine dair fikir de veriyor. 1995 yılına ait Mathieu Kassovitz klasiği La Haine'den bu yana pek çok kez izlediğimiz öteki Fransa'nın mozaiğinde yaşamanın zorluklarını 2018'e taşırken değişen pek bir şey olmadığının altını tekrar çiziyor bir yerde. Bahsi geçen "kötü uygulayıcılar" sayesinde yıllar boyu süren başarısız göç politikalarının arttırdığı çarpık yapılaşmaya, işsizliğe, gelir adaletsizliğinin büyümesine, suç oranlarının artmasına çanak tutuldu. Bu kitleler büyüdükçe sefil banliyölere hapsedildiler, başlarına da Suçla Mücadele Timi adı altında yozlaşmaya müsait polisler dikildi. Yani durum Amerika'dan, Brezilya'dan veya Rusya'dan pek farklı değil. Sistem onları sefiller olmaktan hiç kurtaramadı, kurtarmak istemedi, hatta onların sefilliğinden her dönem oy ve prestij devşirdi. Onlar da kendi kurdukları suç düzeninde bunu değiştirmek için fazla çaba göstermediler. Hayalleri vardı ama bunları gerçekleştirmek için seçtikleri yollar, içinde bulundukları şartlar neticesinde yasal olmaktan uzaktı. Zira bu yasalar, uygulayıcılar tarafından konunca, bu uygulayıcılar da Victor Hugo'nun 157 yıl önce söylediği gibi kötü olunca suç ve yozlaşmanın önünü almak gitgide zorlaştı.

Ladj Ly'nin sistem çürümelerine lokal bakışında polisleri rehber olarak kullanması, sadece tarafsız bir perspektif sunmak değil, aynı zamanda bireysel vicdan vurgusu yapmak istemesi. Ekibin iki tecrübelisi Chris ve Gwada da mesaileri bitince toplu konutlardaki evlerine, mütevazi ve öteki Fransa'nın sıkıntılarıyla çevrelenmiş özel hayatlarına dönüyorlar. Bölgeye yeni atanan Stéphane ile özdeşleşerek kişileri, bağlantıları, husumetleri, olayları onun gözünden öğrenmeye, anlamaya başlamamız talep ediliyor. Özellikle Issa olayında ve sonrasında polis olmanın sinsi özgüveninden uzakta bir vicdan temsili olarak sivrilmesi, Ly'nin "iyi uygulayıcılar"a olan inancını yansıtsa da, özellikle finalde o vicdanın karşılığına olan yaklaşımını belirsiz bırakması, tipik bir "seyirciye topu atma" hamlesi olarak kalıyor. Yine de mevcut çevresel düzeni kendi kurmacasına mümkün olduğunca uyarlayarak aktarma, o düzendeki doğal gerginlikleri iletken kılma becerisiyle çarpıcı olabiliyor. Avrupa Film Ödülleri, Cannes, Goya, César, Atina gibi pek çok festivalden ödüllerle dönen, En İyi Uluslararası Film dalında Fransa'nın Oscar adayı olan Les Misérables, oyuncu kadrosunun kimi zaman doğallığı profesyonellikle birleştiren, kimi zaman da amatörlüğü fırsata çeviren performanslarıyla göz dolduran bir suç dramı. Belki de en önemlisi, 150 yıl sonra bile kötü uygulamalar ve uygulayıcılar açısından Fransa'da değişen bir şey olmadığına dair ismini aldığı romanla arasında kurduğu bağı farklı bir açıdan dillendirme niyeti olabilir.

13 Haziran 2020 Cumartesi

La jaula de oro (2013)


Yönetmen: Diego Quemada-Díez
Oyuncular: Brandon López, Rodolfo Domínguez, Karen Martínez, Carlos Chajon
Senaryo: Diego Quemada-Díez, Gibrán Portela, Lucía Carreras
Müzik: Leonardo Heiblum, Jacobo Lieberman

İberya Yarımadası doğumlu Diego Quemada-Díez, usta yönetmen Ken Loach'un Land and Freedom (1995), Carla's Song (1996), Bread and Roses (2000) filmleriyle başladığı kamera asistanlığı ve operatörlüğü kariyerinde Isabel Coixet, Oliver Stone, Tony Scott, Alejandro G. Iñárritu, Fernando Meirelles gibi yönetmenlerle çalışmış bir sinema emekçisi. 2013 yılında hikayesini kendisinin, senaryosunu ise Gibrán Portela ve Lucía Carreras ile birlikte yazdığı Meksika/İspanya/Guatemala ortak yapımı La jaula de oro (The Golden Dream) adlı ilk yönetmenlik denemesini çekti. Juan, Sara ve Samuel adlı 15 yaşlarında üç arkadaşın sefalet içindeki memleketleri Guatemala'dan kuzeye, oradan da Amerika'ya göç etmek için yola çıkmaları ve yolda yaşadıkları üzerine çok güçlü bir film olan La jaula de oro, Orta Amerika'nın içinde bulunduğu yoksulluğu, çaresizliği, suçla kuşatılmış yoz yapısını çiğ bir dille ele alıyor. Bir yandan belgesel anlatıma yakın bu çiğlik, diğer yandan oyuncu bile olmayan gençlerin dramatik yapıya kattıkları güç filmi sağlam bir dengede tutuyor. Üç arkadaşın her şeyi göze alıp çıktıkları bu yolculuk onlara hayallerini gerçekleştirecekleri bir seyahat gibi gelirken, onları bekleyen tehlikeleri pusuda bekleten Quemada-Díez, aralarına aynı yaşlardaki Guatemala yerlisi Chauk'u da katarak ergenliğin verdiği uçarılıklarını da bu sefalet yolculuğuna katık ediyor. Yolda daha fazla gitmeyi göze alamayan Samuel'in ayrılması, diğer üçünün polise yakalanması, serbest kaldıktan sonra tekrar bir araya gelerek kaldıkları yerden devam etmeleri, sade, sakin ama içinde bulundukları sefaleti de yadsımayan bir bakışla işleniyor.

Hedefine kilitlenmiş aksi Juan, saçlarını kesip erkek gibi görünerek yolculuk eden sevimli Sara ve dillerini bile bilmediği bu iki arkadaşın peşinden ayrılmayıp bir aidiyet hissetmek isteyen Chauk arasında ufak tefek paylaşımlar, gelgitler yaratarak onları seyirciye daha da benimseten Quemada-Díez, ergenliğin getirdiği dünyaya bakışın küçük çaplı yansımalarıyla hikayesinin otantik yumuşaklığını bu yoklukların arasından var ediyor. Ama bu bir göç hikayesi ve biliyoruz ki göç yolu tehlikelerle doludur. Her coğrafyanın kendi güzergahındaki tehlikeler de farklı farklı. Bu güzergahlar üzerinde yetişkinlerin kurduğu suç şebekelerinin bitmek bilmeyen göç dalgalarından acımasızca nemalanmaları sonucu üç gencin temsil ettiği saflığın bu dünyanın acı gerçekleriyle karşılaşması kaçınılmaz hale geliyor. Göç olgusunun dünyanın pek çok yerinde sonu gelmeyecek bir yaşam biçimi olarak kanıksandığını, suç kalemleri oluşturarak sektörleştiğini, bir hayatta kalma mücadelesine dönüştüğünü anlatan çok film izledik, izlemeye de devam edeceğiz. Yol hikayeleri de keyiflidir, eğlencelidir, karakterlerin hayata ve kendilerine dair keşiflerini, değişimlerini izleriz. Ama La jaula de oro bu hikayelerden farklı olarak göç yolculuğunun önce kendi sefaletinde mutlu, lakin giderek genç insanların yaşlarından büyük trajedilerin de o yolculuğun bir parçası olduğunu hatırlatan bir film. 2013 Cannes Film Festivali'nde Belirli Bir Bakış Ödülü dahil pek çok ödül ve adaylığı hakkıyla hayalleri süsleyen daha iyi bir yaşam özleminin aracı olan göç üzerine yapılmış en çarpıcı yapımlardan birisi.

9 Haziran 2020 Salı

Diecisiete (2019)


Yönetmen: Daniel Sánchez Arévalo
Oyuncular: Biel Montoro, Nacho Sánchez, Lola Cordón, Chani Martín, Itsaso Arana, Carolina Clemente
Senaryo: Daniel Sánchez Arévalo, Araceli Sánchez
Müzik: Julio de la Rosa

Birkaç kısa filmin ardından 2006'da çektiği ilk uzun metrajı Azuloscurocasinegro ile harika bir başlangıç yapan İspanyol yönetmen Daniel Sánchez Arévalo, o zamandan bugüne kendi halinde uzun ve kısa metrajlar yaptı. Ama hiçbiri Azuloscurocasinegro'nun kalitesine ulaşmadı. Ama bu filmden 13 sene sonra birden karşımıza çıkan Diecisiete (Seventeen) ile adeta o ruhu yeniden yakalamış gözüküyor. Gizlice bir AVM'ye sızıp gece birkaç şey aşırdıktan sonra alarmın çalmasıyla kaçan ama çok geçmeden kendini hakimin karşısında bulup, daha önceki birkaç vukuatından dolayı ıslahevine gönderilen 17 yaşındaki Héctor'u izliyoruz be defa. Üstün zekalı, fikirlerini hiç çekinmeden söyleyen, becerikli, inatçı, bunun yanında asosyal, uyumsuz ve suça eğilimli Héctor'un yakalanmasını sağlayan ise ağabeyi Ismael'dir. Kardeşinin sürekli başını belaya sokmasından bıktığı, başka sorun yaşamasını istemediği için kardeşini ihbar etmiştir. Islahevinde de yalnız takılan, hatta yalnız kalmak için sık sık kaçmaya çalışarak hücre cezası alan Héctor, bir gün engelli çocuklar için barınaktan getirilen köpeklerden biriyle ilgilenmeye zorlanır. Zaman geçtikçe "Koyun" adını verdiği köpekle arasında güçlü bir bağ oluşur. Fakat bir gün köpeklerin getirildiği arabada Koyun yoktur. Barınak sahibi onu bir aileye vermiştir. Bunu hazmedemeyen Héctor, ıslahevinden kaçar. Onu hastanede yatan felçli büyükannesi Cuca'nın odasında yakalayan Ismael, terapi köpeğini bulma konusunda kararlı olan Héctor'a yardım etmeye razı olur. Oksijen seviyesi 70'in altına düşmemesi gereken, "tarapara"dan başka bir şey söylemeyen büyükanneyi de yanlarına alan kardeşler, Ismael'in bekar evine benzeyen karavanıyla beraber köpeği bulmak için yola çıkarlar.

Senaryoyu Araceli Sánchez ile birlikte yazan Daniel Sánchez Arévalo, tıpkı Azuloscurocasinegro gibi duygu dünyası ve duygusal zekası zengin bir film ortaya koyarak o ruhu geri getiriyor. Özellikle genç olmak, genç haliyle beklenmedik zor şartlar altında sorumluluk üstlenmek, kardeşlik, hayatı daha çekilir kılacak basit bir amaç edinme çabası gibi ortak temaları farklı bir hikaye bünyesinde tecrübe etmek, bunları benzer bir sevimli hüzün atmosferinde solumak, eski bir dostla karşılaşmak gibi. Diecisiete her şeyden önce çok güzel bir yol filmi. Bu türün temel taşlarını yerine oturttuğu kadar, o taşların yerleriyle oynamayı da ihmal etmiyor. İlişkileri iyi olmayan ağabey-kardeşin zoraki yolculuğu, zıt kutuplar gibi görünen iki karakterin kendilerini ve birbirlerini keşfedecekleri bir yol hikayesi yaratmakta hiç sorunla karşılaşmıyor. Kız arkadaşıyla sıkıntılar yaşadığı için köhne karavanında ikamet etmeye başlayan, bir de üstüne kardeşi ıslahevinden kaçan Ismael'in bu dengesiz pozisyonuna rağmen bir denge unsuru haline gelmesini de ancak Héctor gibi sıra dışı bir karakter sağlayabiliyor. Aslında zekası sayesinde o da istediği zaman bir denge ve mantık timsali olabiliyor. Sürekli çatışma halinde olan, bu şekilde kendi dengesizliklerini dengeleyebilen, gittikçe birbirlerini tamamlayabildiklerini fark eden iki kardeşin bir köpeği arama yolculuğu, bu amacın çıkış noktasıyla bambaşka yönlere saparak, her durakta yeni çatışmalar ve keşiflerle türlü yüzleşmeler yaşamalarını sağlıyor.


Büyük kardeş Ismael'in, ıslahevinden çıkmasına ve 18 yaşına girmesine az bir zaman kala kaçtığı için işleyeceği herhangi bir suç nedeniyle mahkumiyet koşulları değişecek olan Héctor'u yolculuk esnasında yasadışı olaylardan uzak tutmaya çalışması, terapi köpeğinin muhtemel adreslerini ziyaret etmeleri sırasında eğlenceli anları da beraberinde getiriyor. Yol filmlerinin olmazsa olmazlarından komedi-dram dengesinin ne kadar sağlıklı olduğunu da sürekli hatırlatan anlar izliyoruz. Arévalo filmin başından beri geçtiği yerlere bıraktığı türlü ayrıntıları bir kenarda tutmayı, zamanı geldiğinde alıp kullanmayı seviyor. Hakimin duruşmada Héctor'a verdiği Ceza Kanunu kitabından alıntılar, barınaktan çaldıkları üç bacaklı köpek, Héctor'un ıslahevinde köpekler hakkında öğrendiği bilgiler, sır gibi saklanan Ismael'in kız arkadaşıyla bozuşma nedeni gibi pek çok unsur senaryoyu bir an olsun boşlukta bırakmıyor. Büyükannenin ölme ihtimaline karşı gömülmek istediği memleketlerine gitme fırsatı da buna eklenince, yol filmi üzerine kısa süreli bir eve dönüş filmi tadı ekleniyor. Fakat tüm bu dinamikler temelde uzun süre kopmuş iki kardeşin birbirlerine karşı içlerinde kalan öfkelerini, sevgilerini dışa vurma fırsatına hizmet ediyor. Filmde de benzetildiği üzere MacGyver gibi zeki, ezberi çok güçlü ve tüm bunların yanında çocuksu bir saflığa sahip Héctor ve başta onu beladan uzak tutmak için olsa da sonradan yolculuğun amacına kendini kaptıran Ismael, çeşitli yönlerden akıllara Rain Man'i getiriyor. Diecisiete, iki kardeşin sorunlu hayatlarını bir süreliğine paylaşmalarından çok gerçekçi bir kimya üretiyor. Doğrudan bağırış çağırışla yapabilecek bir yüzleşme sahnesini dolaylı biçimde WhatsApp mesajlarının okunma sahnesiyle, üstelik beklenmedik güçlü bir etki bırakarak yapıyor.

Azuloscurocasinegro'da genç Jorge için "siyaha çalan koyu lacivert" ceket metaforu nasıl ki onun amacı ile arasındaki şeyi temsil ediyorsa, Diecisiete'de de köpek "Koyun"u bulma gayesi benzer bir anlam taşımakta. Farkında olsak da olmasak da amaçlarımızın arkasında ve arasında mutlaka alakasız gözüken ama alakalarıyla hayatımızın birer parçası halinde orada öylece duran başka isteklerimiz bizi motive ediyor. Koyun ile ilgili sürpriz bize bunu en iyi anlatan örnek. Biz de Héctor gibi o yolculuğun bitmesini hiç istemiyoruz. Çünkü hataları ve yanlış anlamaları düzeltmeye, kendini ve sana en yakın olabilecek kişi olan kardeşini bile yeniden tanımaya yarayabilecek bir yolculuk bu. Sefil ama mutlu bir konforu beraberinde taşıyan, iki kardeşi de ayrı ayrı büyüleyen, arındıran, hüzünlendiren ve umutlandıran, sık sık güldüren, finaliyle gözyaşlarını çok fazla zorlayan bu macera muhtemelen daha önce tecrübe etmediğimiz türden değil. Ama bu tip ruhu olan yol maceralarını ve onların yakaladıkları manaları izlemekten sıkılmamız da çok zor. Biel Montoro ve Nacho Sánchez'in hayat verdiği Héctor ve Ismael'in uyumu, rol icabı yarattıkları uyumsuzluklar da dahil olmak üzere her yönüyle çok çekici. Daniel Sánchez Arévalo çok uzun bir ara vermiş olsa da, Diecisiete ile bunu telafi ediyor, telafi etmekle kalmayıp özellikle 90'larda önemli örnekler vermiş olan yol hikayelerine olan inancı yeniden canlandırıyor.

3 Haziran 2020 Çarşamba

Mali Blues (2016)


Yönetmen: Lutz Gregor

Televizyona yaptığı birkaç belgeselden sonra ilk uzun metraj belgeselini yapan Alman yönetmen Lutz Gregor'un çektiği Mali Blues, Batı Afrika ülkesi Mali'nin en önemli dört müzisyeni eşliğinde hem ülkenin müzikal yelpazesine, hem de radikal İslamcıların baskısı altındaki sosyo kültürel yapıya bakıyor. Mali, kölelik döneminde oradan kaçırılan köleler tarafından Amerika'nın pamuk tarlalarına getirilen blues ve cazın doğum yeri olarak kabul edilir. Ülkenin kültürel kimliğini tanımlamada en önemli rolü hep müzik üstlenmiştir. Hoşgörülü bir İslam ve barış içinde bir ülke hayal eden Mali halkının sözcülüğünü yapan dört cesur müzisyeni yakın plana alarak bu önemli rolün etkilerini şiirsel, gerçekçi, eğlenceli, hüzünlü açılardan başarıyla yansıtan Lutz Gregor, karışık bir kurguyla Fatoumata Diawara, Ahmed Ag Kaedi, Bassékou Kouyaté, ve Master Soumy gibi dört güzel insan aracılığıyla çarpıcı bir Mali portresi sunuyor. Bu sayede belki de bu portreye bakmanın en işler yolunun müzikten geçtiğini, ülke insanına ve genel olarak Afrika kültürüne yaklaşmanın en etkin yolunun müzik olduğunu doğruluyor.

Malili bir aileden Fildişi Sahili doğumlu Fatoumata Diawara, adını Batı Afrika'daki kültürel ve tarihi bölgeden alan bir müzik türü olan Wassoulou ve Afro-Küba cazı tarzında üç albümü bulunan bir müzisyen, aynı zamanda aralarında bol ödüllü Timbuktu (2014) filminin de bulunduğu birkaç filmde yer almış bir oyuncu. Ergenliğinde Mali'nin başkenti Bamako'ya teyzesinin yanına gönderilen, 18 yaşında Fransa'ya taşınan Diawara, ailevi sebeplerle uzun süre uzak kaldığı memleketinde ilk konserini vereceği dönemde belgesele konuk oluyor. Kidal doğumlu Tuareg blues gitaristi Ahmed Ag Kaedy, 90'larda Libya'da askeri eğitim aldığı dönemlerde ilgi duyduğu müziği daha da ileri götürmek isteyen, Kidal'a döndüğünde bu tutkusundan vazgeçmeyen, 2012'de radikal İslamcıların yönetime gelmesiyle yasaklı hale gelen bir müzisyen. Evi yıkılan, enstrümanları yakılan, Kidal'dan sürgün edilen, eğer geri dönerse parmaklarının kesilmesiyle tehdit edilen Ahmed Ag Kaedy, müziği bırakmayıp Portland'a giderek orada çalışmalarını sürdürüyor. Amanar isimli grubuyla iki albüm, 2019'da da Akaline Kidal adında ilk solo albümünü yapıyor. Diawara ve Ag Kaedy, belgeselde hayatlarının çeşitli dönemlerini samimi ve hüzünlü, ama müziğe olan tutkularını hissettirerek anlatıyorlar. İkisinin sohbetleri yanında, bir Bamako gecesinde halı üzerinde açık havada seslendirdikleri şarkı, belgeselin en büyülü anlarından biri olarak göz kamaştırıyor.


Ségou doğumlu tecrübeli müzisyen Bassékou Kouyaté, 12 yaşında bir geleneksel Mali gitarı olan ngoni çalmaya başlamış, 80'lerin sonlarına doğru da Bamako'ya taşınmış. Daha sonra şarkıcı olan eşi Amy Sacko'nun da yer aldığı Ngoni ba adlı grubuyla müzik yaparak 2007'den bu yana beş stüdyo albümü çıkarmış ve çeşitli uluslararası festivallerde pek çok konser vermiş. Etnik gruplardan biri olan Mande halkına ait Mande müziğinin en modern örneklerini vermiş. Mali'nin en eski enstrümanlarından biri olan, hatta blues müziğin doğduğu yer olduğu için banjonun ondan evrildiği kabul edilen ngoniyi çalmayı müzisyen babası Mustapha Kouyaté'den öğrenmiş. Ngoniyi manyetik, amplifikatör, wah wah pedalı ve birkaç ekstra tel ile modernleştiren Bassékou Kouyaté, bu müziğin yerelliği kadar evrenselliğine, birleştirici gücüne, kültürel ehemmiyetine sonuna kadar inanan bir müzisyen. Ailesi ve grubuyla huzurlu bir yaşam sürerken kültürüne sahip çıkıyor, kendini ülkenin sorunlarından soyutlamıyor, 300'den fazla etnik grup barındıran Mali'nin barış ve kardeşlik içinde yaşaması gerektiğini savunuyor. Bamako'da genç kesimin çok sevdiği rapçi Master Soumy'yi de belgesele taşıyarak ülkenin müzikal yelpazesini tamamlayan Lutz Gregor, onun göç, eğitim, din ve kişilik özgürlüğünden bahseden cesur lirikleriyle bezeli şarkılarından, coşkulu konserlerinden örnekler gösteriyor.

Her ne kadar müzisyen olarak son derece yetenekli, tutkulu, başarılı olsalar da, star kavramından uzakta kendi alanlarına ışık olmuş bu dört müzisyeni ışıltılı konserlerin, kalabalık konserlerin dışında normal hayatlarının mütevaziliğinde de görmemiz, belki onlara olan saygımızı daha da katlıyor. Haksız yere sürgün edilmiş karizmatik Ahmed Ag Kaedy'nin hüzün yüklü izole duruşu, Bassékou Kouyaté'nin ailesi ve grubuyla müziğin çevrelediği rutin yaşamı, evinden çıkıp avluda dedesiyle sohbet ettikten sonra sokaklara karışan rap yıldızı Master Soumy'nin mahallenin yakışıklı ve saygılı delikanlısı profili o kadar samimi tatlar barındırmakta ki, bir belgeselin amaçlarından biri de bu doğallık sayesinde farklı coğrafyaların birbirlerine ayna tutmalarını sağlamak. Geceleri konserlerde halkı coşturan, gündüz Cuma namazında yine halkla birlikte saf tutan Bassékou Kouyaté ve Master Soumy, ülkesinin kırlarından, sokaklarından, tozundan toprağından bir parça olduklarını hiç unutmamış Ahmed Ag Kaedy ve Fatoumata Diawara, Mali'den çıkan daha yüzlercesini temsilen çok yönlü bir resim çiziyorlar. Diawara'nın yıllar sonra eve dönüşünün şiirsel hüznü, köyü olan Ouelessebougou'da kadınlar tarafından şarkılarla, danslarla karşılanışı, onları karşısına alıp ülkenin kanayan yaralarından biri olan genital mutilasyondan bahseden şarkısını söylediği inanılmaz bölüm belgeseli çok daha yukarılara taşıyor. Her sahnesi Lutz Gregor ve görüntü yönetmeni Axel Schneppat'in muhteşem görüntüleriyle, Mali'nin rengarenk kıyafetleriyle, kederli insan yüzleriyle, çok uzun bir ömre sahip müzikleriyle bezeli Mali Blues, iyi bir müzik belgeselinin sadece bir müzik belgeseli olmadığının kanıtlarından biri.