23 Haziran 2011 Perşembe

Game Of Death (1978)


Yönetmen: Robert Clouse
Oyuncular: Bruce Lee, Colleen Camp, Dean Jagger, Gig Young, Tai Chung Kim, Kareem Abdul-Jabbar, Robert Wall
Senaryo: Robert Clouse
Müzik: John Barry

Gençliğimizin kahramanlarından biri olan Bruce Lee, 3 film birden sinemaların kötü kokulu, kalabalık, köhne atmosferlerinde, yüreğimize dövüş sporları ateşi düşürmüş, karizmatik olduğu kadar sevimli, iyi de rol kesen bir aktör, estetik bir şampiyon, kült bir insandı. Sinemaya bir Bruce Lee filmi geldiğini duyanlar birbirlerine ilk olarak “gerçek Buruş Li’nin filmi mi?” diye sorardı. Çünkü o dönemler, sırf çekik göz benzerlikleri değil, bariz fiziksel ve isimsel benzerlikleri ile bir yığın taklit peydah olmuştu. Yukarıda saydığımız özelliklerin hiçbirini bu sahte Lee güruhunda görmek mümkün değildi. Dövüş sahnelerine getirdiği farklı üslubu ile (kedi miyavlamasına benzer sesler çıkarması, komik mimikleri, kötülerin kanını donduran çekik bakışları, eliyle rakibini çağıran alaycılığı vs.) benzersiz bir ekoldü.

Bruce Lee, 1940 yılında Kaliforniya’da doğdu. Çin takvimine göre Ejderha Yılı’nda (Year Of The Dragon) doğan Lee’ye ailesi bu yüzden “Little Dragon” diye hitap ederdi. Bruce’un Çince ismi olan Li Jun Fan, ilginçtir ki aslında bir kız ismiydi. Ailesinin batıl itikatları yüzünden bu ismin konma amacı kötü ruhları şaşırtmaktı. Bruce doğmadan önce oğullarından birini kaybeden aile, onun da aynı akıbete uğramaması için bu yönteme başvurmuştu. Hatta annesi, kötü ruhların onu kız sanmaları için Bruce’un bir kulağını delmişti. Amerikan nüfusuna geçince “Bruce” adını aldı. Bruce doğduktan bir yıl sonra ailesi Hong Kong’a döndü. Orada bir opera şarkıcı olan babasının sinema işinde tanıdığı önemli insanlar vardı. Bu sayede Bruce daha 6 yaşındayken ilk filminde oynama fırsatı buldu. 18’ine geldiğinde tam 20 filmde yer almıştı. Ama okulla başı dertteydi. Hırçınlığı yüzünden okuldan atıldı ve sokaklarda diğer çocuklarla kavgalarına devam etti.


Sıska, kısa, gözlüklü ve güçsüz bir çocuk olan Bruce, diğer çocuklar tarafından hırpalanmaktan kurtulamıyordu. Kendini korumak için 9-10 yaşlarında kung fu dersleri almaya başladı. Çok çalışıp kendini geliştirdi ve iyi bir dövüşçü oldu. Ama belâ yakasını bırakmadı ve bir gün tutuklanana kadar sokak kavgaları devam etti. Bunun üzerine ailesi onu tekrar Amerika’ya yolladı. 18 yaşında Amerika’ya gelen Bruce, ilk önce San Fransisco’nun meşhur Chinatown bölgesinde dans dersleri vermeye başladı. Sonra Seattle’a taşındı. Orada hem okuyup hem garsonluk yaparak lise diploması aldı. İş Washington Üniversitesi’nde felsefe okumaya kadar gitti. Kung fu öğretmeye başladı ve kısa sürede kendi okulunu açtı. Sadece Asya vatandaşlarına değil, herkese öğretmenlik yaparak bu konudaki Çin tabularını da yıkmış oldu. Öğrencilerinden biri olan Linda Emery ile 1964’de evlendi. Brandon ve Shannon adında iki çocukları oldu.

Yine 64 yılında Lee, uluslararası dövüş sanatları şampiyonasını kazanarak herkesi hayrete düşürdü. Meditasyon, egzersizler, antrenmanlar, düzenli beslenme ve dövüş sporlarına olan ölümsüz aşkı ile elde ettiği bu muazzam başarı sayesinde bir yıl sonraki Long Beach şampiyonasına katıldı. Orada onun performansını izleyen bir TV prodüktörü, The Green Hornet isimli dizi için ona teklif götürdü. Ama bu dizi sadece 6 ay sürüp de artık para kazanmasını sağlayacak bir işi kalmayınca, film çevirmek için Hong Kong’a dönmek zorunda kaldı. Hong Kong’da eski filmleri ve Amerika’da çektiği dizisi çok popülerdi. Oranın sinema dünyası Lee’ye kucak açtı ve hemen The Big Boss, ardından Fists Of Fury filmlerinde başrol aldı. Devamında ise yazdığı, başrol oynadığı ve yönettiği The Way Of The Dragon geldi ki, bu film dönemin en başarılı Asya filmi oldu. Eşsiz dövüş tekniği, oyunculuğu ve zayıfın ve iyinin yanında, kötünün karşısında yer alan karakterleri canlandırarak bir ümit, adalet ve güç sembolü haline geldi.


Bu gelişmeler üzerine tekrar Hollywood’un dikkatini çeken Bruce Lee, çok büyük başarılar ve olumlu eleştiriler alacağı Enter The Dragon’da rol aldı. Ne var ki şöhretin getirdiği güçlüklerle yüzleşmeye, ailesine yeterince zaman ayıramamaya başladı. Enter The Dragon gösterime girdikten sadece üç hafta sonra Bruce Lee aniden öldü. 32 yaşında gelen bu ölümün sebebi, beyninde büyüyen bir şişlikti. Son derece sağlıklı bir bedene sahip Lee’nin ölümü dedikodulara yol açtı. Kıskanç kung fu ustalarının ona suikast düzenlediği, rakip film şirketleri tarafından zehirlendiği, film setinde kurşunlandığı (Game Of Death’i fazla ciddiye alanlar tarafından) bunlardan bazıları. Bazıları da onun ölmeyip, şöhretin baskısından kurtulmak için saklandığını iddia etti. Ama en düşündürücü olanı, onun üzerinde bir lânet olduğu idi. Oğlu Brandon Lee’nin 28 yaşında film setinde kazara ölmesi, adeta bu laneti doğrular gibiydi. Ölümünden sonra efsaneleşen Bruce Lee, filmleriyle, kung fu sporunu tüm dünyaya tanıtmasıyla ve ardından gelenler için hayat dersi olacak felsefi dövüş teknikleriyle Asya’dan çıkan emsalsiz bir ikon oldu.

1978 tarihli Game Of Death, Lee’nin başlayıp, araya Enter The Dragon’un girmesiyle bir türlü bitiremediği filmiydi. Canlandırdığı Billy Lo karakteri, ünlü bir dövüşçü ve film yıldızı. Ünlü bir şarkıcı olan kız arkadaşı Ann ile mutlu bir ilişkisi var. Lo’nun kendi şirketlerine geçmesini isteyen kötü adamlar, onu ikna edemeyince şiddete başvururlar. Bir suikast girişiminde ölü numarası yapan Lo, herkesi kandırıp kendini gizler ve intikamına hazırlanır. Bu film yarım kalıp da Enter The Dragon’dan sonra Bruce Lee ölünce filmi tamamlamak için Lee’nin eski filmlerinden alıntılar yapılmış, hatta bir sahnede resmen karton kullanılmış. Yeni sahnelerde ise haliyle Lee yerine bir dublör kullanılmış ki, işaret parmaklarımla kaşlarımı yukarı doğru gerdiğim vakit Bruce Lee’ye benim ondan daha çok benzediğim bu adamı biraz daha gizleseler olurmuş. Aslında bu filmi en ince detayına kadar planlayıp çekmeye başlayan Lee, araya giren Enter The Dragon projesi yüzünden askıya almak zorunda kalmış, ama finaldeki kült dövüş sahnelerinde Lee’nin kendisi oynamış. Bruce Lee’nin Tarantino’ya esin kaynağı olan ve Kill Bill’de Uma Thurman’a giydirdiği sarı eşorfmanı ile her katta bir usta dövüşçüyü alaşağı ettiği bu sahnelerin en ilginç olanı, bir zamanların popüler basketçisi Karem Abdul-Jabbar ile olanıydı. Gelmiş geçmiş kavga sahneleri arasında en unutulmazlardan olan bu sahneler, yarım yamalak çekilmiş bu filmin en güzel anları. Kimilerine göre bir Bruce Lee filmi bile sayılmazdı. Ancak bizzat dokunduğu bu sahneler efsaneye saygıyı gerektiriyor. Yine de Enter The Dragon’u da yöneten Robert Clouse’un özensiz kes-yapıştır mantığından daha fazlasını hak eden, buna rağmen ne yapsa Bruce Lee büyüsünü bozmaya gücü yetmeyen bir film.

17 Haziran 2011 Cuma

À bout portant (2010)


Yönetmen: Fred Cavayé
Oyuncular: Gilles Lellouche, Roschdy Zem, Gérard Lanvin, Elena Anaya, Mireille Perrier, Claire Perot, Moussa Maaskri
Senaryo: Fred Cavayé, Guillaume Lemans
Müzik: Klaus Badelt

Samuel ve Nadia ilk bebeklerinin doğmasına çok az kalmış mutlu bir çifttir. Sağlık görevlisi belgesini almak için çalışan Samuel’in hayatı bir gün tamamen değişir.Nadia, Samuel’e saldıran adamlar tarafından kaçırılır. Samuel kendine geldiğinde telefonu çalmaktadır. Polis gözetiminde hastanede yatan bir suçluyu oradan çıkarmak için sadece üç saati vardır. Samuel’in kaderi, polisin hırsızlık suçundan peşinde olduğu Hugo Sartet’e bağlıdır. Eğer karısını bir daha görmek istiyorsa çok hızlı davranmak zorundadır.

Hollywood’un bile dikkatini çeken, Hollywood’un bile fena sayılmayacak bir remake ile yorumladığı Pour elle’in senarist/yönetmeni Fred Cavayé’nin yeni filmi À bout portant, tam da Pour elle ayarında iyice bir aksiyon dram. Fakat tam da Pour elle gibi birtakım hatalarla da kimi zaman ayarını kaçırabiliyor. Yine de senaryo akışı, kurgu bütünlüğü, sağlam oyunculukları ile eğer biz bu filmleri sıkılmadan izleyebiliyorsak fazla kafaya takmıyoruz. Fred Cavayé’nin başarılı bir aksiyon yönetmeni olduğu kadar, evli ve her şeyi göze alabilecek kadar eşini seven, nitekim süresi boyunca her şeyi de göze alan sıradan bir erkek karaktere özel ilgi duyduğu belli. Kadınını haksız yere kaybetmeyi hazmedemeyen bu sıradan vatandaşın içindeki aksiyon potansiyelini ortaya çıkarışına (aynı zamanda burada daha büyük polisiye kirli çamaşırların da ortaya çıkmasına vesile oluşu) tanık olduğumuz her iki Cavayé filmi de, Pour elle gibi plânlı programlı veya À bout portant gibi yaralı aslan gözükaralığıyla eşlerine olan aşklarını seyirciye imrendirici biçimde aktarabiliyor. Bu manâda aksiyona katılan sevgi ve fedakârlığı hep diri tutup güçlendirerek çift taraflı bir macera yaratıyorlar.


Film için nedense 80 dakika süre tasarlanmış ki, bu durum filmin deli dolu ve dolu dolu yapısını zaman zaman sıkıntıya sokmuyor değil. Örneğin şehirde yaratılan suç patlamasının sebep olduğu kaos ortamının polis merkezine yansıyan sahnelerinde yükseltilen tansiyon yeterince iyi idare edilememiş. Öyle ki film hızını alamayıp polis merkezinin üç ayrı noktasında üç ayrı krizi başarıyla yarattıktan sonra, bu krizleri sonuca ulaştırmada aynı başarıyı gösterememiş. Hatta bu bölümde birkaç yer sanki makasa gelmiş görüntüsü oluşmuş. Apar topar da olsa dramatik yönüyle de desteklenen iyi bir final yapmış denebilir. 80 dakika içine birçok derdini sığdırma, işleri zora sokup, o zorlukları iyi kötü aşabilme yeteneğine sahip bir film için, yer yer bu dertleri sığdırma aceleciliğinin neden olduğu bazı kusurları fazla göze batırmadığı da iddia edilebilir.

Başroldeki Gilles Lellouche’un canlı ve güçlü oyunu, Fransız sinemasının tecrübeli ismi Roschdy Zem’in sakinliğiyle dengelenirken, arada kalan cool iyi polis - kötü polis tiplemelerinin bile filmi aksatmadığı görülüyor. Zaten şantaj, cinayet, komplo, masumiyet ispatı, görevi kötüye kullanma, intikam ve aşk içeren çok boyutlu bu tür dinç bir aksiyon senaryosu ne kadar iyi işlenirse işlensin mutlaka birtakım aksaklıklar olacaktır. Ama bu suç ve dram unsurlarının hepsinin (üstelik bazılarının birden fazla) olay ve karakterlere uyarlanışında radarsız yolda sol şeride geçmiş görüntüsünü seven seyircilerin kaçırmaması gereken bir film olduğu su götürmez. Tony Scott’ın bile son zamanlarda böylesini yapamadığını görüyorken söyleyecek başka bir şey kalmıyor.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Le Scaphandre et le Papillon (2007)


Yönetmen: Julian Schnabel
Oyuncular: Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Marie-Josée Croze, Max von Sydow, Marina Hands, Patrick Chesnais
Senaryo: Jean-Dominique Bauby, Ronald Harwood
Müzik: Paul Cantelon

Jean-Dominique Bauby 43 yaşında hastalanır ve bütün kas kontrolünü kaybeder. Tek kontrol edebildiği yeri, sol göz kapağıdır. Beyni ve kulakları da çalışmaktadır. Terapisti Henriette’ in hazırladığı özel alfabe ile, her seferde sadece bir harfe gözünü kırparak hayatını anlatan bir kitap yazar. Film, Fransız Elle magazininin editörü Jean-Dominique Bauby’nin gerçek hayat hikayesine dayanmaktadır.


Filmi dışarıdan tipik bir “imkansız başarı” öyküsü olarak görmek mümkün. Açıkçası konusunu okuduğum vakit bende yoğun biçimde My Left Foot çağrışımı yapmıştı. Yanlış olmasın. O filmi çok beğenirim. Özellikle şu sıralar bir Oscar daha almak üzere olan Daniel Day Lewis’in şair/yazar Christy Brown rolündeki insanüstü performansı yönünden. Fakat gerçek hayattan uyarlanmış bu tip sıra dışı başarı hikayelerinde artık belli bir şablon oturtuldu ve özürlü rolündeki oyuncunun bireysel performansı filmleri biraz gölgede bıraktı. Mesela Mar Adentro’yu da bu kategoriye dahil etmek isterim. Yine yanlış olmasın, onu da çok severim. Ama büyük ölçüde tıpkı Lewis gibi Javier Bardem’in filmi sırtlayan üstün oyunu sebebiyle… Le Scaphandre et le Papillon’un da Sol Ayağım-Sol Gözüm hikayesini andıran vitrini beni birtakım önyargılara gark etmişti. Öte yandan Julian Schnabel’in direksiyonda bulunuyor olması, filmin o belli şablondan farklı bir kumaşı olabileceği inancını da kuvvetlendirmiyor değildi.

Ve evet, Le Scaphandre et le Papillon, başrol oyuncusuna sırtını dayamayan kusursuz bir yönetmen filmi. Başrolde de her zaman olduğu gibi Julian Schnabel var. Kamera denen makinenin doğru ellerde ne kadar kişilik ve ruh kazandığını görmek için harika bir şans. Uzun süre Jean-Dominique Bauby’nin sol gözünün görüş açısından izlediğimiz film, güçlü dramatik iskeletiyle ilerledikçe zamanla çiçek gibi açıyor, flashbacklerle, rüyalarla, imgelerle, seviyeli mizah anlayışıyla temposunu çok iyi ayarlıyor. Elbette Bauby’yi merkeze almış bir film olarak bahsettiğim şablonun tersine, yan karakterlere de önemli görevler biçmiş bir yapım.

Aşık olunası kadınlar, uzun süredir görmeyi beklediğim, filmlerinde neredeyse tüm dünya dillerini konuşmuş olağanüstü bir Max von Sydow ve yine iki farklı Bauby yorumu ile tecrübeli oyuncu Mathieu Amalric. Tüm handikaplarına rağmen özel bir alfabe sayesinde sadece sol gözünü kırparak yaz(dır)dığı romandan ötürü, sadece bir hayat dersi çıkarma filmi olarak görülmeyi hiç hak etmiyor. Tabi ki o dersler bir şekilde filme yedirilmiş. Ama bu, “varlığımın gerçek özünü görebilmem için elim ayağım tutmaz mı olmalıydı?” gibi ömre bedel bir pişmanlığın görkemli hüznünü taşıyan yoğunlukta sunulmuş. Christy Brown ile, Ramón Sampedro ile, burada da Jean-Dominique Bauby ile bir izleyici-karakter yakınlığı kurmamız son derece doğal ve böyle filmlerde olması gereken de zaten budur. Gösterdikleri azime, yaşama tutunma hırsına rağmen bazen onlara acımamız da beklenir. Ancak diğerlerinden farklı olarak Bauby’ye acıma sebebimiz, bir özürlünün talihsiz dramından çok, normal bir insanda da rahatlıkla görülebilecek, geçmişte fırsatı varken yapamadıklarının pişmanlığını vurguluyor olması. Yani esas söylemek istediğini özürlü-normal ayırımından farklı biçimde insan düzleminde dile getiriyor. Bauby’ye acıyorsak eğer, sapasağlam bir insana acıyor gibi acıyoruz sanki. Bunu sıra dışı bir kamera kullanımı ile, bizi o felçli vücuda sokarak ya da ondan pek farklı olmayan ağır dalgıç giysisinin sağladığı boşlukta çaresiz asılı kalmanın imgeselliğini üzerimize giydirerek yapıyor.


Filmin müzikal vizyonuna da değinmek isterim. Son zamanlarda Once, Juno ve I’m Not There ile birlikte beni etkileyen en iyi soundtrack diyebilirim. Charles Trenet’nin klasik olmuş şansonu La Mer ile açılan film beklenenin aksine insanın içini sıkan şarkılardan ve temalardan ziyade, sahnelerin ruhuna birebir hükmettiğini düşündüğüm nefis hüzün parçacıklarından oluşuyor. Tom Waits (All The World Is Green), The Velvet Underground (Pale Blue Eyes), Joe Strummer and The Mescaleros (Ramshackle Day Parade) ve hareketli girişini duyduğumuz U2 (Ultra Violet) bunlardan bazıları. Ama özellikle bir şarkı beni çok etkiledi. Bauby’nin, yatakta yanına çırılçıplak uzanmış güzel sevgilisini son derece makul bir sebepten dolayı bırakıp kendini Lourdes sokaklarına vurduğu gece fonda çalan Don't Kiss Me Goodbye şarkısının sahibini buldum. Ultra Orange & EmmanuellePierre Emery ve Gil Lesage’dan kurulu Ultra Orange’ın Emmanuelle’i ise filmde Bauby’nin çocuklarının annesi Céline’i canlandıran Emmanuelle Seigner’den başkası değil. Don't Kiss Me Goodbye’ın da bulunduğu kendi adlarını taşıyan albümleri çok canlı ve yoğun. Başka parçalarını da filmde kullanabilirlermiş pekala. Ama en iyisini seçmişler.

9 Haziran 2011 Perşembe

Hanna (2011)


Yönetmen: Joe Wright
Oyuncular: Saoirse Ronan, Eric Bana, Cate Blanchett, Tom Hollander, Olivia Williams, Jason Flemyng, Jessica Barden, John MacMillan
Senaryo: Seth Lochhead, David Farr
Müzik: The Chemical Brothers

Hanna, eski bir CIA ajanı olan babası tarafından Finlandiya'nın balta girmemiş ormanlarında, soğukkanlı bir ölüm makinası olarak yetiştirilmiştir. 14 yaşına gelince babası onu ilk suikastını gerçekleştirmesi için Avrupa'ya gönderir. Yol boyunca hedefine kitlenmiş bir şekilde, usta bir katil gibi soğukkanlı hareket eden Hanna, başına gelen çeşitli olaylar sonucunda hedefine yaklaştıkça varoluşsal soru ve sorunlarla boğuşmaya başlar. Suikastın Hanna ve babasıyla alakâlı kişisel bir intikama dayandığı anlaşılır. Öldüreceği kişi de Hanna’nın peşindedir ve oldukça tehlikelidir.

Pride & Prejudice, Atonement, The Soloist gibi hassas filmlerin İngiliz yönetmeni Joe Wright, bu kez bir aksiyon dram olan Hanna ile tarzını farklı bir kulvarda deniyor. Gerçi belli bir tarzı olduğundan söz edilip edilmeyeceği tartışılabilir. Yine de bugüne kadar gerek teknik anlamdaki, gerekse oyuncu yönetimindeki becerileriyle kısa sürede yıldız yönetmenler arasına girdiği de bir gerçek. Ama bazı olumlu ve orijinal yönlerine rağmen Hanna, bana göre Joe Wright kariyerinin en zayıf halkası olmuş. O kariyerin büyük bir bölümünü ödül potansiyelli yoğun dramların oluşturduğu düşünülürse, Hanna daha çok Luc Besson’un kanatları altında kendini ispat etmeye çalışan genç aksiyoncuların işlerine benziyor.


Giriş ve gelişmesiyle tanıdık aksiyon yöntemlerini bir intikam/yol filmine döndüren oldukça tecrübesiz Seth Lochhead ve David Farr ikilisinin senaryosu çok büyük beklentilerle izlenmediği taktirde baştan sona sürükleyici etkisini koruyan nitelikte. O “bildik” kalıpların içinde olmazsa olmaz mantık hataları, fantastik kaçma/kurtulma sahneleri de mevcut. Ama Hanna’nın Fas’ta karşılaşıp bir süre birlikte yolculuk yaptığı aile ile geçen sahneleri gibi hem mizahî öğeler, hem de Hanna’nın ergen dramını biraz daha belirginleştiren katkılar da bulunmakta. Filmin yarı video, yarı gişe karakterli bu yapısı finale doğru gerilimi tırmandırıp, film boyunca inandığımız bir gerçeği sürprize çevirince haliyle daha güçlü bir son umuyoruz. Ne var ki, o son (beklenen bir son da olsa) beklenmedik bir aceleyle kendi kendini sıradanlaştırıyor. Hanna gibi başka çocukların da olduğu bilgisi ya da Hanna’nın filmden sonraki âkıbetinin yarattığı sorular devam filmine göz kırpsa da bu tip bir son, olası devam filmlerine olan merak tansiyonunu düşürebilir.

Atonement’tan sonra ikinci kez Joe Wright ile çalışan Saoirse Ronan, şimdiden geleceğin parlak kadın starlarından biri olmaya aday. Hanna karakterine dişi ve ergen bir Bourne özellikleri dışında gizemli bir derinlik katmayı başardığı bölümlerden de söz edilebilir. Örneği çok fazla olmasa da güçlü kötü kadın rollerini taşımadaki ustalığı tartışılmaz Cate Blanchett ise senaryonun getirdiği zayıflıklara karşın her yönüyle ben buradayım diyor. Alman görüntü yönetmeni Alwin H. Kuchler’ın filme olan katkıları da öyle. Son olarak filmle ilgili en belirgin promosyon malzemelerinden biri olan The Chemical Brothers müziklerinin bende hayalkırıklığı yarattığını belirtmek isterim. Daft Punk (Tron: Legacy) ve Massive Attack (Danny The Dog) müziklerinin başarısı ne yazık ki The Chemical Brothers’ta yoktu. Mesela grubun 1999 tarihli Surrender albümü filmin genel ruhuna ve birtakım sahnelerine bir nebze uygun düşerdi diye düşünmedim değil. Özetle, birçok yönden çok iyi bir film olabilecekken, Wright’ın yönetim becerileri dışında yaşadığı bazı arızalar yüzünden umulanın altında kalmış bir yapım denebilir Hanna için.

7 Haziran 2011 Salı

Pathology (2008)


Yönetmen: Marc Schoelermann
Oyuncular: Milo Ventimiglia, Michael Weston, Alyssa Milano, Lauren Lee Smith, Johnny Whitworth, John de Lancie
Senaryo: Mark Neveldine, Brian Taylor
Müzik: Johannes Kobilke, Robb Williamson

Harvard’dan tıp diplomalı Ted Gray, üç aylık adli tıp stajı için çok iyi bir patoloji uzmanı olan Jake Gallo ile tanışır. Her ikisi de kendilerinin en anlaşılmaz ölüm sebeplerini ortaya çıkarmada eşsiz olduklarına inanmaktadır. Jake, Ted’i hangisinin daha mükemmel bir cinayet işleyeceğine dair ölümcül bir oyuna davet eder. İki parlak doktor, kimin en iyi olduğunu göstermek için son bir yarışa girecektir.

“Crank’in yaratıcılarından” şeklinde gazlanan film, Crank’i yazanlardan ziyade takıntılı bir patolog, erotik filmler müdavimi bir video müptelası, bir de acemi gerilim yazarının güç birliği ile ortaya çıkmış izlenimi veriyor. Crank’in ne de olsa şık bir uçarılığı, tüm absürdlüğüne rağmen bir farklılığı vardı. Kadavralardan kafayı sıyırmış bir grup patoloğu küçük bir yer altı çetesi olarak düşünmek, ölü bedenlerle dalgasını geçmek, işi “mükemmel cinayet” oyununa kadar götürecek derece sapkınlaşmak gerçekten orijinal düşünceler. Fakat bence filmde bu sadece düşüncede kalmış, gerek karakterler, gerekse bu düşünce çerçevesinde kurgulanmış olaylar çok yavan kalmış. Üstelik idealist, dürüst genç Dr. Grey’in kayışı koparma süreci de hiç inandırıcı değil. Belki de film kendi vasatlığının farkına o kadar varmış ki, çareyi sadece belli bir kitlenin anlayabileceği medikal açıklamalara abanarak, sert bir erotizm enjekte ederek ve hassas mideleri hedef alarak tribüne oynamakta bulmuş. Tüm bu sözde donanımlarına rağmen güvensiz oluşunu da zaten acele ve uyduruk finali ile ele vermiş. Doktorların veya tıp fakültesi öğrencilerini dikkatini çekebilir bilemiyorum. Ama olaya sevgili IMDB’nin münasip gördüğü üzere Crime | Horror | Thriller açısından bakarsak Hadi Canım Sende | Bırak Bu Ayakları | Sıradaki Gelsin olarak karşı yorumda bulunmamız mümkün.

5 Haziran 2011 Pazar

Dream Home (Wai dor lei ah yut ho) (2010)


Yönetmen: Ho-Cheung Pang
Oyuncular: Josie Ho, Eason Chan, Michelle Ye, Juno Mak, Norman Chu, Lawrence Chou, Hee Ching Paw, Kwok Cheung Tsang, Chu-chu Zhou
Senaryo: Ho-Cheung Pang, Kwok Cheung Tsang, Chi-Man Wan
Müzik: Gabriele Roberto

Gelişmiş ya da gelişmekte olan toplumların yaşadığı sancıların birey seviyesinde su yüzüne çıkan trajik, bazen de trajikomik öykülere zemin hazırlaması kaçınılmaz. Ekonomik bunalımlar suç oranlarını, bireysel ve toplumsal cinnetleri arttıran en önemli unsur. Gelir adaletsizliğinin doğurduğu zengin-fakir arasındaki uçurumu kapatmanın yolu ise ne çok çalışmaktan, ne de adalet düzeneklerinden geçmiyor maalesef. Bu durumda cinnetleri doğuran isyanlar, kendi adaletini adaletsiz yollardan ele geçirmek zorunda kalan anti-kahramanlar üretiyor. Hong Kong emlâk piyasasındaki yozlaşmanın ve zorbalığın sonucunda küçüklüğünden beri istediği deniz gören daireyi alma hayallerini sürekli hayal olarak bırakmak zorunda kalan Cheng Lai’nin gözü dönmüş bir katile dönüşümünü izlemeye başlıyoruz.

Dream Home, 10.30.2007 gecesi saat 23:05’te Cheng Lai’nin lüks apartmana girip güvenlik görevlisini vahşice öldürmesiyle başlıyor. Sonra Cheng Lai’nin çocukluğunu geçirdiği “çok katlı” gecekondu günlerinin sıkıntılı ruh haliyle geçmişe dönüyoruz. Tekrar zamanda sıçrama yaparak vahşete izlemeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Onun gitgide artan bu “bir ev sahibi olma” hayalinin çeşitli etkenlerle saplantıya dönüşümü ile, saat 23:05’ten itibaren girdiği binada işlemeye başladığı kanlı cinayetleri birbirine karıştıran başarılı kurgu, bir ayağıyla daha insancıl bir tonda tansiyon yükseltirken, öteki ayağıyla zıvanadan çıkmış bir kan havuzunda yüzüyor. Artık büyümüş ve bir bankanın çağrı merkezinde çalışmakta olan Cheng Lai’nin bu raddeye gelişinde yaşadığı bazı trajik kırılma anlarının, bu cinayetleri bir nebze haklı çıkarma çabası içinde olup olmadığı tartışılır.

Gerçek olaylara dayandığı söylenen Ho-Cheung Pang, Chi-Man Wan ve Kwok Cheung Tsang ortak senaryosu, hamile bir kadın, güvenlik görevlileri, bir torbacı ve grup seks yapmak için toplanmış bir grup genci de kapsayan kurbanlardan bazılarına ahlâki zayıflıklar da yükleyerek Cheng Lai’nin bencil amacını seyirciye daha mâkul gösterme eğilimleri de taşımıyor değil. Yine de buna rağmen senaristler ve onlardan biri olan yönetmen Ho-Cheung Pang, Cheng Lai’nin ev hayaline sahip olma uğruna hiçbir engel tanımayacağı ruhsuz halini (biliçli ya da bilinçsiz) yansıtmayı becermiş.


Dream Home, Cheng Lai’nin yoluna çıkanları parça pinçik ettiği türlü öldürme şekilleriyle, kaliteli slasherlarda veya üst sınıf gore örneklerinde görülebilecek birtakım orijinallikler de taşıyor. (Hatta bu orijinalliklere ilgi duyanlar için, her ne kadar plânlı intikam cinayetleri de olsa 1978 tarihli I Spit On Your Grave’in 2010 yeniden çekiminin ikinci yarısına da bir göz atmalarını not düşelim.) Önceleri “sağlam bir mide” gerektireceği öngörülen bu tür filmler artık o kadar kanıksanmış durumda ki, Ho-Cheung Pang bu sahnelerle (yine bilinçli ya da bilinçsiz) görsel bir keyif bile yaratıyor denebilir. Bu keyfin, keyif alanın hasta bir ruha sahip olup olmadığına dair kendinden şüphelenmesini de beraberinde getirme ihtimali var elbette. Şaka bir yana, özellikle iki güvenlik görevlisinin Cheng Lai’nin de içeride olduğu sırada azgın gençlerin kapısına dayandığı sahne, gerçek olaylara dayandığına ilişkin şüpheler yol açabilecek kadar absürt bir yapıda olmasına rağmen, güldürebilecek ölçüde tuhaf kısa bir gore estetiği taşıyor.

Filmin ekonomik buhranın emlâk ayağından beslenen gerçekçi yanını bu saplantının neden olduğu absürtlüklerle dengelemek, hangi profildeki seyirciyi nasıl memnun eder bilemem. Her şeye rağmen bir derdi olan, seyirciye bir derdi olduğunu da hissettiren ama bunu ürpertici bir dille anlatmayı seçen filmlere ilgi duyanların es geçmemeleri gereken bir film. Hong Kong Film Ödülleri'nde En İyi Kadın Oyuncu adayı olmuş Josie Ho'nun güçlü performansı da filmle beraber gelen büyük bir artı niteliğinde.

2 Haziran 2011 Perşembe

Trolljegeren (2010)


Yönetmen: André Øvredal
Oyuncular: Otto Jespersen, Glenn Erland Tosterud, Johanna Mørck, Tomas Alf Larsen
Senaryo: André Øvredal

Üç üniversite öğrencisinin Norveç ormanlarında meydana gelen ayı ölümlerini araştırırken gizemli avcı Hans ile karşılaşmaları, sonra onun bir ayı avcısı değil bir troll avcısı olduğunu anlamaları üzerine yaşananları konu alan Trolljegeren, The Blair Witch Project, [Rec], Cloverfield ekolüne dahil edilebilecek bir kurmaca belgesel. İskandinav mitolojisinde iri yarı ürkütücü yaratıklar olarak bilinen, masallara, filmlere, şarkılara konu olan troller hakkında az da olsa tanıtıcı özelliklere sahip olan film, bu özelliklerini folklorik zorlamalarla değil, sahip olduğu dramatik belgesel kurgusuna katık ederek yansıtıyor. The Blair Witch Project’in yerel efsane, Cloverfield’ın da gerilim aksiyon izleğini karıştırmışa benzer bir yöntemi benimseyen yönetmen André Øvredal, Cloverfield’ın New York’u karıştıran çakma Godzilla’sının politik mesajlı, güçlü reklâm kampanyalı prodüksyonu yanında biraz gariban kalıyor. Oysa bana göre hem teknik, hem de ruh olarak bu tip örneklerden hiç eksiği yok. Hatta Cloverfield’dan çok daha iyi.

El kamerasıyla sağlanan gerçekliği, fantastik öykülerle, üstelik buradaki gibi fantastik masal kahramanlarının başrol oynadığı bir öyküyle işleme tezatlığının yarattığı etki, Trolljegeren’i diğer türdaşlarından az da olsa ayırıyor. Bu zıt gerçekliğe gerilim katan sürekli hareket halindeki kamera, gece görüş modu, belgesellere özgü röportaj sabitlemeleri, telaşlı zoomlamaları ile benzerlerinden alınan zevki vaat ediyor çoğu zaman. Tabiî Norveç’in çok çarpıcı doğal güzelliklerininin de tadına bu gerilim dahilinde varıyoruz. İlk filmini 2000 yılında yazıp yöneten André Øvredal, 10 yıllık aranın ardından Trolljegeren ile neden bunca zaman film çekmediğini de düşündürmedi değil. Zira karşımızda birçok yönden ustalık barındıran, sınırlı olduğu türler arasına rahatça girip çıkabilen, tuhaf bir kara mizah kimyası da içeren bir film var.


Yaşlı trollerlerle genç olanlar arasındaki farklar, alt türleri, huyları, alışkanlıkları, ömürleri, yok edilme şekilleri gibi bilgiler tam bir belgesel formatında servis ediliyor. Bu bilgilerin pratiğe dökülüşü de formatı destekliyor. İş aksiyona gelince yüksek bütçeli yapımları aratmayacak bir yetkinlikle karşılaşıyoruz. Karşımızdaki şey, İskandinav kültüründe yer alan troll miti olunca, farklı boyut ve işleyiş şekliyle Şirinler’in gerçekten varolduğu tuhaflığına benzer bir duygu hissetmek olası. Masallardaki gibi kıyafet giyen, insan gibi konuşan troller yerine çevreye zarar veren tehlikeli yaratıklar ve yok edilmeleri gerekiyor. Haliyle gizli hükümet güçleri tarafından kamuoyundan saklanmaları da...

Trollerin verdikleri zararların vahşi hayvanlara, depreme, hortumlara fatura edilmesi, gerçek yaşamda bizden gizlenen tuhaf olayların nedeninin hep bu tür doğal etkenler olmayabileceğine dair birtakım paranoyalar bile yaratabiliyor. Bir noktada, Øvredal’ın uzaylılar gibi trollerin de varolduklarına inanma/inandırma fantezisine sıcak baktığı anlaşılıyor. Yaptığı işi ciddiye alıyor, o iş içinde kümelendirdiği uçuk fikirlerini, masal kökenli inanışlarını filmine ortak ediyor. Ama aslında belgeselimsi anlatımıyla bu ciddiye alışın ardında, çocukluğundan beri içinde büyüdüğü inanışın gerçek olmasını ümit edercesine bir masumiyetin saklılılığı da seziliyor.