13 Haziran 2011 Pazartesi

Le Scaphandre et le Papillon (2007)


Yönetmen: Julian Schnabel
Oyuncular: Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Marie-Josée Croze, Max von Sydow, Marina Hands, Patrick Chesnais
Senaryo: Jean-Dominique Bauby, Ronald Harwood
Müzik: Paul Cantelon

Jean-Dominique Bauby 43 yaşında hastalanır ve bütün kas kontrolünü kaybeder. Tek kontrol edebildiği yeri, sol göz kapağıdır. Beyni ve kulakları da çalışmaktadır. Terapisti Henriette’ in hazırladığı özel alfabe ile, her seferde sadece bir harfe gözünü kırparak hayatını anlatan bir kitap yazar. Film, Fransız Elle magazininin editörü Jean-Dominique Bauby’nin gerçek hayat hikayesine dayanmaktadır.


Filmi dışarıdan tipik bir “imkansız başarı” öyküsü olarak görmek mümkün. Açıkçası konusunu okuduğum vakit bende yoğun biçimde My Left Foot çağrışımı yapmıştı. Yanlış olmasın. O filmi çok beğenirim. Özellikle şu sıralar bir Oscar daha almak üzere olan Daniel Day Lewis’in şair/yazar Christy Brown rolündeki insanüstü performansı yönünden. Fakat gerçek hayattan uyarlanmış bu tip sıra dışı başarı hikayelerinde artık belli bir şablon oturtuldu ve özürlü rolündeki oyuncunun bireysel performansı filmleri biraz gölgede bıraktı. Mesela Mar Adentro’yu da bu kategoriye dahil etmek isterim. Yine yanlış olmasın, onu da çok severim. Ama büyük ölçüde tıpkı Lewis gibi Javier Bardem’in filmi sırtlayan üstün oyunu sebebiyle… Le Scaphandre et le Papillon’un da Sol Ayağım-Sol Gözüm hikayesini andıran vitrini beni birtakım önyargılara gark etmişti. Öte yandan Julian Schnabel’in direksiyonda bulunuyor olması, filmin o belli şablondan farklı bir kumaşı olabileceği inancını da kuvvetlendirmiyor değildi.

Ve evet, Le Scaphandre et le Papillon, başrol oyuncusuna sırtını dayamayan kusursuz bir yönetmen filmi. Başrolde de her zaman olduğu gibi Julian Schnabel var. Kamera denen makinenin doğru ellerde ne kadar kişilik ve ruh kazandığını görmek için harika bir şans. Uzun süre Jean-Dominique Bauby’nin sol gözünün görüş açısından izlediğimiz film, güçlü dramatik iskeletiyle ilerledikçe zamanla çiçek gibi açıyor, flashbacklerle, rüyalarla, imgelerle, seviyeli mizah anlayışıyla temposunu çok iyi ayarlıyor. Elbette Bauby’yi merkeze almış bir film olarak bahsettiğim şablonun tersine, yan karakterlere de önemli görevler biçmiş bir yapım.

Aşık olunası kadınlar, uzun süredir görmeyi beklediğim, filmlerinde neredeyse tüm dünya dillerini konuşmuş olağanüstü bir Max von Sydow ve yine iki farklı Bauby yorumu ile tecrübeli oyuncu Mathieu Amalric. Tüm handikaplarına rağmen özel bir alfabe sayesinde sadece sol gözünü kırparak yaz(dır)dığı romandan ötürü, sadece bir hayat dersi çıkarma filmi olarak görülmeyi hiç hak etmiyor. Tabi ki o dersler bir şekilde filme yedirilmiş. Ama bu, “varlığımın gerçek özünü görebilmem için elim ayağım tutmaz mı olmalıydı?” gibi ömre bedel bir pişmanlığın görkemli hüznünü taşıyan yoğunlukta sunulmuş. Christy Brown ile, Ramón Sampedro ile, burada da Jean-Dominique Bauby ile bir izleyici-karakter yakınlığı kurmamız son derece doğal ve böyle filmlerde olması gereken de zaten budur. Gösterdikleri azime, yaşama tutunma hırsına rağmen bazen onlara acımamız da beklenir. Ancak diğerlerinden farklı olarak Bauby’ye acıma sebebimiz, bir özürlünün talihsiz dramından çok, normal bir insanda da rahatlıkla görülebilecek, geçmişte fırsatı varken yapamadıklarının pişmanlığını vurguluyor olması. Yani esas söylemek istediğini özürlü-normal ayırımından farklı biçimde insan düzleminde dile getiriyor. Bauby’ye acıyorsak eğer, sapasağlam bir insana acıyor gibi acıyoruz sanki. Bunu sıra dışı bir kamera kullanımı ile, bizi o felçli vücuda sokarak ya da ondan pek farklı olmayan ağır dalgıç giysisinin sağladığı boşlukta çaresiz asılı kalmanın imgeselliğini üzerimize giydirerek yapıyor.


Filmin müzikal vizyonuna da değinmek isterim. Son zamanlarda Once, Juno ve I’m Not There ile birlikte beni etkileyen en iyi soundtrack diyebilirim. Charles Trenet’nin klasik olmuş şansonu La Mer ile açılan film beklenenin aksine insanın içini sıkan şarkılardan ve temalardan ziyade, sahnelerin ruhuna birebir hükmettiğini düşündüğüm nefis hüzün parçacıklarından oluşuyor. Tom Waits (All The World Is Green), The Velvet Underground (Pale Blue Eyes), Joe Strummer and The Mescaleros (Ramshackle Day Parade) ve hareketli girişini duyduğumuz U2 (Ultra Violet) bunlardan bazıları. Ama özellikle bir şarkı beni çok etkiledi. Bauby’nin, yatakta yanına çırılçıplak uzanmış güzel sevgilisini son derece makul bir sebepten dolayı bırakıp kendini Lourdes sokaklarına vurduğu gece fonda çalan Don't Kiss Me Goodbye şarkısının sahibini buldum. Ultra Orange & EmmanuellePierre Emery ve Gil Lesage’dan kurulu Ultra Orange’ın Emmanuelle’i ise filmde Bauby’nin çocuklarının annesi Céline’i canlandıran Emmanuelle Seigner’den başkası değil. Don't Kiss Me Goodbye’ın da bulunduğu kendi adlarını taşıyan albümleri çok canlı ve yoğun. Başka parçalarını da filmde kullanabilirlermiş pekala. Ama en iyisini seçmişler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder