Yönetmen: Robert Clouse
Oyuncular: Bruce Lee, Colleen Camp, Dean Jagger, Gig Young, Tai Chung Kim, Kareem Abdul-Jabbar, Robert Wall
Senaryo: Robert Clouse
Müzik: John Barry
Gençliğimizin kahramanlarından biri olan Bruce Lee, 3 film birden sinemaların kötü kokulu, kalabalık, köhne atmosferlerinde, yüreğimize dövüş sporları ateşi düşürmüş, karizmatik olduğu kadar sevimli, iyi de rol kesen bir aktör, estetik bir şampiyon, kült bir insandı. Sinemaya bir Bruce Lee filmi geldiğini duyanlar birbirlerine ilk olarak “gerçek Buruş Li’nin filmi mi?” diye sorardı. Çünkü o dönemler, sırf çekik göz benzerlikleri değil, bariz fiziksel ve isimsel benzerlikleri ile bir yığın taklit peydah olmuştu. Yukarıda saydığımız özelliklerin hiçbirini bu sahte Lee güruhunda görmek mümkün değildi. Dövüş sahnelerine getirdiği farklı üslubu ile (kedi miyavlamasına benzer sesler çıkarması, komik mimikleri, kötülerin kanını donduran çekik bakışları, eliyle rakibini çağıran alaycılığı vs.) benzersiz bir ekoldü.
Bruce Lee, 1940 yılında Kaliforniya’da doğdu. Çin takvimine göre Ejderha Yılı’nda (Year Of The Dragon) doğan Lee’ye ailesi bu yüzden “Little Dragon” diye hitap ederdi. Bruce’un Çince ismi olan Li Jun Fan, ilginçtir ki aslında bir kız ismiydi. Ailesinin batıl itikatları yüzünden bu ismin konma amacı kötü ruhları şaşırtmaktı. Bruce doğmadan önce oğullarından birini kaybeden aile, onun da aynı akıbete uğramaması için bu yönteme başvurmuştu. Hatta annesi, kötü ruhların onu kız sanmaları için Bruce’un bir kulağını delmişti. Amerikan nüfusuna geçince “Bruce” adını aldı. Bruce doğduktan bir yıl sonra ailesi Hong Kong’a döndü. Orada bir opera şarkıcı olan babasının sinema işinde tanıdığı önemli insanlar vardı. Bu sayede Bruce daha 6 yaşındayken ilk filminde oynama fırsatı buldu. 18’ine geldiğinde tam 20 filmde yer almıştı. Ama okulla başı dertteydi. Hırçınlığı yüzünden okuldan atıldı ve sokaklarda diğer çocuklarla kavgalarına devam etti.
Sıska, kısa, gözlüklü ve güçsüz bir çocuk olan Bruce, diğer çocuklar tarafından hırpalanmaktan kurtulamıyordu. Kendini korumak için 9-10 yaşlarında kung fu dersleri almaya başladı. Çok çalışıp kendini geliştirdi ve iyi bir dövüşçü oldu. Ama belâ yakasını bırakmadı ve bir gün tutuklanana kadar sokak kavgaları devam etti. Bunun üzerine ailesi onu tekrar Amerika’ya yolladı. 18 yaşında Amerika’ya gelen Bruce, ilk önce San Fransisco’nun meşhur Chinatown bölgesinde dans dersleri vermeye başladı. Sonra Seattle’a taşındı. Orada hem okuyup hem garsonluk yaparak lise diploması aldı. İş Washington Üniversitesi’nde felsefe okumaya kadar gitti. Kung fu öğretmeye başladı ve kısa sürede kendi okulunu açtı. Sadece Asya vatandaşlarına değil, herkese öğretmenlik yaparak bu konudaki Çin tabularını da yıkmış oldu. Öğrencilerinden biri olan Linda Emery ile 1964’de evlendi. Brandon ve Shannon adında iki çocukları oldu.
Yine 64 yılında Lee, uluslararası dövüş sanatları şampiyonasını kazanarak herkesi hayrete düşürdü. Meditasyon, egzersizler, antrenmanlar, düzenli beslenme ve dövüş sporlarına olan ölümsüz aşkı ile elde ettiği bu muazzam başarı sayesinde bir yıl sonraki Long Beach şampiyonasına katıldı. Orada onun performansını izleyen bir TV prodüktörü, The Green Hornet isimli dizi için ona teklif götürdü. Ama bu dizi sadece 6 ay sürüp de artık para kazanmasını sağlayacak bir işi kalmayınca, film çevirmek için Hong Kong’a dönmek zorunda kaldı. Hong Kong’da eski filmleri ve Amerika’da çektiği dizisi çok popülerdi. Oranın sinema dünyası Lee’ye kucak açtı ve hemen The Big Boss, ardından Fists Of Fury filmlerinde başrol aldı. Devamında ise yazdığı, başrol oynadığı ve yönettiği The Way Of The Dragon geldi ki, bu film dönemin en başarılı Asya filmi oldu. Eşsiz dövüş tekniği, oyunculuğu ve zayıfın ve iyinin yanında, kötünün karşısında yer alan karakterleri canlandırarak bir ümit, adalet ve güç sembolü haline geldi.
Bu gelişmeler üzerine tekrar Hollywood’un dikkatini çeken Bruce Lee, çok büyük başarılar ve olumlu eleştiriler alacağı Enter The Dragon’da rol aldı. Ne var ki şöhretin getirdiği güçlüklerle yüzleşmeye, ailesine yeterince zaman ayıramamaya başladı. Enter The Dragon gösterime girdikten sadece üç hafta sonra Bruce Lee aniden öldü. 32 yaşında gelen bu ölümün sebebi, beyninde büyüyen bir şişlikti. Son derece sağlıklı bir bedene sahip Lee’nin ölümü dedikodulara yol açtı. Kıskanç kung fu ustalarının ona suikast düzenlediği, rakip film şirketleri tarafından zehirlendiği, film setinde kurşunlandığı (Game Of Death’i fazla ciddiye alanlar tarafından) bunlardan bazıları. Bazıları da onun ölmeyip, şöhretin baskısından kurtulmak için saklandığını iddia etti. Ama en düşündürücü olanı, onun üzerinde bir lânet olduğu idi. Oğlu Brandon Lee’nin 28 yaşında film setinde kazara ölmesi, adeta bu laneti doğrular gibiydi. Ölümünden sonra efsaneleşen Bruce Lee, filmleriyle, kung fu sporunu tüm dünyaya tanıtmasıyla ve ardından gelenler için hayat dersi olacak felsefi dövüş teknikleriyle Asya’dan çıkan emsalsiz bir ikon oldu.
1978 tarihli Game Of Death, Lee’nin başlayıp, araya Enter The Dragon’un girmesiyle bir türlü bitiremediği filmiydi. Canlandırdığı Billy Lo karakteri, ünlü bir dövüşçü ve film yıldızı. Ünlü bir şarkıcı olan kız arkadaşı Ann ile mutlu bir ilişkisi var. Lo’nun kendi şirketlerine geçmesini isteyen kötü adamlar, onu ikna edemeyince şiddete başvururlar. Bir suikast girişiminde ölü numarası yapan Lo, herkesi kandırıp kendini gizler ve intikamına hazırlanır. Bu film yarım kalıp da Enter The Dragon’dan sonra Bruce Lee ölünce filmi tamamlamak için Lee’nin eski filmlerinden alıntılar yapılmış, hatta bir sahnede resmen karton kullanılmış. Yeni sahnelerde ise haliyle Lee yerine bir dublör kullanılmış ki, işaret parmaklarımla kaşlarımı yukarı doğru gerdiğim vakit Bruce Lee’ye benim ondan daha çok benzediğim bu adamı biraz daha gizleseler olurmuş. Aslında bu filmi en ince detayına kadar planlayıp çekmeye başlayan Lee, araya giren Enter The Dragon projesi yüzünden askıya almak zorunda kalmış, ama finaldeki kült dövüş sahnelerinde Lee’nin kendisi oynamış. Bruce Lee’nin Tarantino’ya esin kaynağı olan ve Kill Bill’de Uma Thurman’a giydirdiği sarı eşorfmanı ile her katta bir usta dövüşçüyü alaşağı ettiği bu sahnelerin en ilginç olanı, bir zamanların popüler basketçisi Karem Abdul-Jabbar ile olanıydı. Gelmiş geçmiş kavga sahneleri arasında en unutulmazlardan olan bu sahneler, yarım yamalak çekilmiş bu filmin en güzel anları. Kimilerine göre bir Bruce Lee filmi bile sayılmazdı. Ancak bizzat dokunduğu bu sahneler efsaneye saygıyı gerektiriyor. Yine de Enter The Dragon’u da yöneten Robert Clouse’un özensiz kes-yapıştır mantığından daha fazlasını hak eden, buna rağmen ne yapsa Bruce Lee büyüsünü bozmaya gücü yetmeyen bir film.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder