30 Aralık 2018 Pazar

Bad Times At The El Royale (2018)


Yönetmen: Drew Goddard
Oyuncular: Jeff Bridges, Cynthia Erivo, Dakota Johnson, Jon Hamm, Lewis Pullman, Chris Hemsworth, Cailee Spaeny, Xavier Dolan, Shea Whigham
Senaryo: Drew Goddard
Müzik: Michael Giacchino

1960'ların sonlarına doğru bir gün, Nevada civarındaki bir otel olan El Royale'e birbirinden gizemli müşteriler gelmeye başlar. İlk gelen Laramie Seymour Sullivan (John Hamm) adında bir satıcıdır. Daha sonra kendi imkanlarıyla çeşitli mekanlara şarkı söylemeye giden soul şarkıcısı Darlene Sweet (Cynthia Erivo) ve bir rahip olan Daniel Flynn (Jeff Bridges) gelirler. Son olarak birşeylerden kaçıyormuşçasına gizemli bir kadın olan Emily (Dakota Johnson) ile kare tamamlanır. Otelde genç ve ürkek resepsiyonist Miles'tan (Lewis Pullman) başka çalışan yoktur. Hepsi odalarına çekildikten sonra çok geçmeden sırları ortaya çıkmaya başlar. Kimileri aradıklarını bulmak, kimi de birilerinden kaçmak için otele gelmişlerdir. Orada bulunma amaçları, geçmişten kalma hesaplar, taşıdıkları karanlık sırlar El Royale'deki yağmurlu gecede çözülecektir. Amaçları her ne kadar farklı olsa da, ilerleyen saatler hepsi için birer hayatta kalma mücadelesine dönüşecektir.

2011 yılı yapımı The Cabin In The Woods'un senaryosunu Josh Whedon ile birlikte yazıp ilk kez yönetmen koltuğuna oturan Drew Goddard, bu süre zarfında sadece The Good Place dizisinin iki bölümünü yönetmiş, World War Z ve The Martian filmlerinin senaryolarına adını yazdırmış. Uzun bir aradan sonra Bad Times At The El Royale ile geri dönen Goddard, The Cabin In The Woods ile ezberlerden beslenip aynı zamanda onları bozmaya oynayan tarzıyla çok ses getirmişti. Burada yine bazı ezberlerden besleniyor. Fakat onları bozmak için genel değil, daha çok özel anlardan faydalanıyor. Yani çok karakterli bir suç gerilimi tasarlarken onları bazı klişelerle örüyor. Fakat onların birbirleriyle ihtilafa düşmeleriyle birlikte akış daha kestirilemez bir hal alıyor. Goddard onların bu esrarengiz halleri yüzünden bir kahraman seçmekte zorlanmamızı istiyor. Uzun süre yaşattığı güvensiz ortam nedeniyle kimin tarafında olacağımız netleşmiyor. Bu ortamı sağlamak için Goddard'ın elinde anlatım kozu bulunuyor ki, The Cabin In The Woods'ta nasıl klişeleri tersyüz edip şaşırttıysa, burada da o kozu sayesinde ilgiyi hep canlı tutmayı başarıyor.


İşte Bad Times At The El Royale'in bu en güçlü yönü kurgusu. Karakterleri, kaldıkları oda numaraları ile bölümlere ayıran, bu bölümler içinde hepsinin orada bulunma nedenleri üzerine geçmişlerinden kısa pasajlar sunan, bir yandan da otelde yaşananları ileri geri anlatımlarla, farklı karakterlerin bakış açılarıyla tekrarlayan, böylece bir sahnede açıkladığını başka sahneye soru olarak paslayan bu anlatım filme nefes aldıran bir üslup olarak öne çıkıyor. Hikayeler ise her ne kadar daha önce benzerine rastlamadığımız türden olmasalar da, filmin ait olduğu suç liginde sürükleyiciliğe sahipler. Üstelik otele bela getirecek başka sürprizlere de zemin hazırlıyorlar. Zaten görevi icabı bir tuzak mekan şeklinde tasarlanan otelin kendisi belalı olduğu için (bu anlamda The Cabin In The Woods'taki kulübe ile farklı boyutta bir kardeşlik söz konusu denebilir), bir de üzerine belalı müşteriler ve onların peşlerinden sürüklediği başka belalar ortalığı epey ısıtıyor.

Karakterler arası gerilimler, küçük dramlar, şimdiki zamana katkı sağlayan ekonomik geri dönüşler, ters köşeler, patlayan silahlar ve bu harala güreleye şık bir tezat oluşturup iç ısıtan 60'lara ait soul şarkılar filme belli bir tarz oluşturuyor. Dönem filmi olarak tasarlanmış olmasının birkaç kostüm ve araba dışında pek bir esprisi yok. Ama Nixon dönemine, Vietnam'a, o dönemdeki cadı avına yapılan atıflar da unutulmamış. Bu yüzden çevresine dair hiçbir şey göremediğimiz El Royale otelinin fonksiyonunu bu dönemle ilişkilendirmek tuhaf durmuyor. Flashbackleri saymazsak tamamı bu otelde, onun odalarında, lobisinde ve gizli bölümlerinde geçen film, diyaloglara ve oyunculuklara önem veren bir yolda ilerliyor. Jon Hamm, Dakota Johnson ve Chris Hemsworth gibi düz oyuncuların arasında parlayan Jeff Bridges yanında, her anında tedirgin (sebeplerini de adım adım öğreniyoruz) Miles rolündeki Lewis Pullman ve Cynthia Erivo dikkat çeken tercihler. Özellikle 2016'daki The Color Purple oyunuyla Amerikan Tiyatro Ödülleri Tony'de En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanmış olan, birkaç önemsiz dizi bölümünden sonra sinemada Widows ve Bad Times At The El Royale ile 2018'e sıkı bir giriş yapan Cynthia Erivo, abartısız oyunculuğu ve güzel sesiyle filme güç katan unsurlardan. Şu sıralar X-Force, The Sinister Six, Robopocalypse gibi fantastik projelerin senaryolarıyla uğraşan Drew Goddard, ilk iki uzun metrajıyla Hollywood'un birbirinin kopyası yönetmenlerinin bir adım önünde, kendi tarzını oluşturma eğilimindeki figürlerinden ve bir sonraki filmi merakla beklenenlerinden biri.

21 Aralık 2018 Cuma

Zimna wojna (Cold War) (2018)


Yönetmen: Pawel Pawlikowski
Oyuncular: Joanna Kulig, Tomasz Kot, Borys Szyc, Agata Kulesza, Cédric Kahn
Senaryo: Pawel Pawlikowski, Janusz Glowacki, Piotr Borkowski

2013'te çektiği Ida ile Oscar dahil onlarca ödül kazanan Pawel Pawlikowski'nin Janusz Glowacki ve Piotr Borkowski ile birlikte senaryosunu yazdığı Zimna wojna (Cold War), 1949 yılında savaş sonrası Polonya Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasını takip eden Komünist Parti rejiminin Stalinizm döneminde başlayıp, sonraki 10 yıllık süreci işleyen bir yapım. Savaşın bitimiyle birlikte kültür sanat faaliyetlerine daha geniş bir alan bulabilen hükümet, Mazurek adı altında kurulacak bir konservatuvar için çalışmalara başlamıştır. Konservatuvara öğrenci ve repertuar seçmek üzere ülkeyi dolaşan iki tecrübeli müzisyen ve bir devlet görevlisi, köy köy dolaşarak gizli kalmış halk türkülerini kayıt altına almakta, şarkı söyleyip dans etmeye yetenekli gençleri seçerek eğitmeye başlamışlardır. Onlardan biri olan güzel Zula ile eğitmenlerden Wiktor arasında filizlenen ve kısa sürede tutkulu bir hal alan ilişkinin 10 yılda geçirdiği evrelerin izini süren film, tıpkı Ida gibi en belirgin gücünü olağanüstü görüntü işçiliğinden alıyor. Pawlikowski bu filmde yine Ida'nın görüntü yönetmeni Lukasz Zal ile çalışıyor.

Temellerini attıkları ve çok başarılı bir düzeye getirdikleri bu gösteri ekibinden, üst düzey yetkililer tarafından Stalin güzellemeleri yapmaları halinde destek görecekleri söylendikten sonra soğumaya başlayan Wiktor, sırf Zula'nın varlığı sebebiyle bir süre buna katlansa da, onu razı ederek, bir propaganda aracına dönüşmüş olan bu oluşumdan ve rejimin kölesi olmuş Polonya'dan kaçmaya karar veriyor. Fakat son dakikadaki karar değişikliğiyle Zula kaçmak yerine Mazurek'te kalmayı seçiyor. Böylece ilk ayrılığını yaşayan Wiktor ve Zula'nın Polonya, Berlin, Yugoslavya, Paris eksenindeki kavuşma, kopma serüvenleri başlamış oluyor. Rejimler, siyasetler değiştikçe kavuşmalar kolaylaşıyor ama bu defa ikili arasındaki tutku da türlü aşınmalara karşı durmak zorunda kalıyor. Her ikisi de başka insanlarla beraber oluyor, ilişki yaşıyor, evleniyor, ayrılıyor, sonra bir şekilde yine birbirlerini buluyorlar. Pawlikowski muhteşem görüntülerle bu melankoliyi biçimlendiriyor biçimlendirmesine. Ama bu aşk hikayesinin detaylarıyla fazla ilgilenmeyip, zamanda yaptığı sıçramalarla onu pasajlara bölmeyi tercih ediyor. Böyle olunca hem ayrılıkların, hem de kavuşmaların tadı damaklarda kalıyor, umulan etkiyi yaratmıyor. Tadın damakta kalması da iyi bir histir. Galiba doğru ifade heveslerin kursakta kalması.

Pawlikowski tarafından bunun bilinçli olarak mı yapıldığı pek anlaşılamıyor doğrusu. Zira böylesi potansiyel bir çileli aşk hikayesini oradan oraya savurarak ve bunu senaryo bazında hızlı, detaysız, bölüm bölüm ve her bölümde birşeyleri eksik bırakarak yapmak suretiyle filme bir tarz kondurmak amacı da güdüyor olabilir. Ne yaparsa yapsın, Cold War'un bu tarzdan negatif etkilenmelere maruz kaldığını söylemek haksızlık sayılmaz. Çünkü biçimsel yönü böylesi güçlü siyah beyaz bir romanstan, şahsi tarz denemeleri yerine belki daha standart ama daha yakıcı, hisli, tutkulu, çileli bir film bekliyoruz. Bunu yaptığı anlar da var elbet. Lakin o anlar bile, devreye giren muhteşem sinematografinin, sanat yönetiminin domine ettiği nostaljik dokunun şarjına muhtaç olduklarını hissettiriyorlar. Casablanca gibi bir klasiğin kendi döneminde yarattığı etkinin, The English Patient gibi çok yönlü bir romansın taşıdığı ihtirasın izleri aranıyor Cold War'da sanki. Filmin ayrılma/kavuşma döngüsündeki potansiyel gücün yeterince işlenmediğine dair tatminsizlik duygusu ile mücadele etmek durumunda kalmak hüzün veriyor.


Wiktor ve Zula'nın bu 10 yıllık gelgitli ilişkisi, özellikle Zula'nın dönüşümünü, onun yıpranışını betimlerken başarılı görünse de, yıllar geçip Wiktor ile tekrar buluştuklarında yüzünün her noktasına yansıyan hüznünün nedenlerini sadece bu yüzden çıkarmak durumunda kalıyoruz. Zira ayrıyken ne Wiktor'un, ne de Zula'nın zamanda yapılan bu atlamalar yüzünden göremediğimiz yaşanmışlıklarını bir şekilde onların ağzından duymamız veya tahmin etmemiz gerekiyor. Süre olarak uzayıp başka yan karakterlerle ve olaylarla dağılmamak adına Pawlikowski'nin bu tercihi gayet olumlu. Ama bu tercih, senaryoya ve iki başrol oyuncusunun omuzlarına fazladan yük bindiriyor. İşte bu noktada senaryonun aksaklık/eksiklikleri bir nebze daha görünür hale geliyor. O zaman o görünürlüğü, "dinlenebilir" bir sembolle örtme inceliği deniyor: Dwa Serduszka adlı şarkıyla! Bu şarkı Zula'nın hayatının her döneminde adeta onu takip ediyor, onun gibi şehir şehir, ülke ülke geziyor, şekil değiştiriyor. Tıpkı Zula gibi bir köyden çıkan halk türküsü iken, Mazurek bünyesinde geniş kitlelere ulaşıyor. Yıllar içinde harikulade bir caz şarkısına dönüşüyor. Hatta Paris'te Loin de toi adıyla piyasaya bile çıkıyor. Zula için Dwa Serduszka'nın yarenliği, hem hayatının rotasına, hem de soğuk savaş halinde olduğu, yine de yerine başka kimseyi koyamadığı Wiktor'a olan aşkına benziyor.

Cold War, 88 dakika içine 10 seneyi sığdırmaya çalışan, kusursuz görüntü işçiliğiyle, her anı müzik dolu zarafetiyle, Polonya sinemasının iki tecrübeli oyuncusu Joanna Kulig ve Tomasz Kot'un sürüklediği bir görsel şölen. Ida da 82 dakikaydı ama onun meselesi daha dar bir alanda işlendiği için hemen her şey genç rahibe Anna'nın etrafında, kendi zamanını ekonomik kullanarak biçimleniyor, her duyguya yer kalıyordu. (Hatta o filmde de sahnede şarkı söyleyen bir Joanna Kulig vardı.) Cold War ise birbirine tutkuyla bağlı iki insanın aşkına ikna eden, fakat hızlı ve boşluk yaratan anlatımıyla onların ayrılıklarına ve kavuşmalarına, sonra bir sebepten tekrar ayrılan yollarından, bir sonraki buluşmalarına kesmeler yapan bir film. Bu 10 yıllık süre içinde bir yere ait kalamamanın, sevdiğine ait olamamanın, onu bulduktan sonra yitirmenin kısa muhasebelerini yapıyor yapmasına. Bazen samimiyetle, bazen sadece yapmış olmak için. Belki biraz uzun olmayı göze alsa, aceleci davranmasa, perdeden taşması beklenen acı tutkuyu taşırabilse, finali böyle bir filme çok daha ait durabilirdi. Lakin keşkeler faydasız. Her filmi olduğu gibi kabul etmek, zaman içinde demlenmelerini beklemek, sonra onları zarif bir fincanda güzel siyah beyaz manzaralar eşliğinde yudumlamak işe yarıyor. Kaldı ki Ida ve Cold War zaten pek çok yönüyle zaten Pawel Pawlikowski tarafından demli vaziyette önümüze kondu. Bakalım filmde yaralı gördüğümüz şeyleri zaman onarabilecek mi.

16 Aralık 2018 Pazar

Marley (2012)


Yönetmen: Kevin Macdonald

Belgesel ağırlıklı kariyeri yanı sıra, en bilinenleri The Last King Of Scotland, State Of Play, Black Sea olan filmler de çekmiş İskoç yönetmen Kevin Macdonald'ın yönettiği Marley, adından da anlaşılacağı üzere 1945-1981 yılları arasında yaşamış, bir müzisyen olmanın ötesine geçip ikonik bir figür haline gelmiş reggae efsanesi Bob Marley'nin hayatını konu alan bir belgesel. Aralarında One Day In September, Touching The Void, Life In A Day gibi dikkat çeken belgeseller de yapmış olan Macdonald, doğumundan ölümüne dolu dolu bir hayat yaşamış, müzik tarihine damga vurmuş, evrenselliğiyle özgürlük ve barış sembolü olmuş Bob Marley'nin yaşamındaki tüm detayları yaklaşık iki buçuk saate sığdırmaya çalışmış. Müziğin hiç eksik olmadığı, nadir bulunan arşiv görüntülerinin bolca kullanıldığı, ailesi, dostları ve beraber çalıştığı insanların yorumlarının usta işi bir kurguyla harmanlandığı belgesel, "Yeni Başlayanlar İçin Bob Marley" niteliği taşıdığı kadar, onu tanıyıp bilenleri ayrıca mest edecek sayısız ayrıntıyı da bünyesinde barındırmasıyla gerçekten arşivlik bir değer taşıyor.

6 Şubat 1645'te Saint Ann/Jamaika'da doğan, 11 Mayıs 1981'de 36 yaşında Miami'de kanserden hayata gözlerini yuman Marley, bu 36 yıla o kadar çok şey sığdırmış ki, ölümünün üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen müziği, şarkıları, kişiliği, duruşu ve çalkantılı özel hayatıyla günümüzde bile unutulmazlar arasında yerini hiç yitirmemiş bir insan. Jamaika'nın bir köyünden, uluslararası bir yıldız olarak yüz binlerin doldurduğu konser salonlarına uzanan müzikal yolculuğu daha küçük yaşlarda başlıyor. Müziğin Marley'nin hayatındaki önemi, kısa bir süre sonra artık hayatının ta kendisine dönüşüyor. 1963'te Bunny Wailer ve Peter Tosh ile Kingston'da kurduğu The Wailers, Marley'nin müzikal yolculuğunda çok önemli bir yere sahip. Kevin Macdonald, aralarında karısı Rita Marley'nin de yer aldığı, Marley'ye eşlik etmiş hayattaki müzisyenleri de bu biyografiye dahil ederek kronolojik dengesini hiç bozmuyor. Zamanla müzisyenlerden ve aile fertlerinden oluşan kalabalık bir grup halinde yaşamaya başlayan Marley ve ahalisi, sanıldığının aksine her gün marijuana içip sevişerek gününü gün eden değil, barış ve uyum içinde yaşayan, müzikle iç içe sürekli üreten, paylaşan, performans sergileyen, sık sık da futbol oynayan insanlar.


Belgeselde hiç boş alan bırakmamaya gayret eden Macdonald, reggae müziğin nasıl ortaya çıktığından, Bob Marley'nin şahsi müzik anlayışına, aynı zamanda özel hayatına dair önemli duraklara uğramayı ihmal etmiyor. Etiyopya'nın son imparatoru olan Haile Selassie'yi Tanrı'nın dünyadaki yansıması olarak gören dinin ve bu dine bağlı olarak ortaya çıkmış olan inanış ve düşünce biçiminin adı olarak Rastafaryanizm'i benimsemiş bir Rastafari olan Marley, buna göre barış, kardeşlik, sevgi, uyum, özgürlük, dünya barışı gibi pozitif olguları yaşam biçimi olarak kabul etmiş, bunu kendi hayatında tecrübe ettiği kadar müziğiyle de milyonlara ulaştırmayı başarmış bir adam. The Wailers ile müziğe atıldığı ilk zamanlar İngiliz yapımcı Chris Blackwell'in (ki belgeselin de yapımcılarından birisi) yeni grupların tanıtım turneleri politikası gereği fazla para kazanamayan Marley, bunu o kadar da dert etmemiş, kazanmaya başladıktan sonra da ona çok kıymet vermemiş. Öte yandan utangaç bir kişiliğe sahip olmasına karşın, kadınların ona olan ilgisine de ilgisiz kalmayıp ilişkilerini özgürce yaşamış. 7 farklı ilişkiden 11 çocuk sahibi olması, ilişkilerine fazla sadık olmayıp çocuklarına karşı ilgisiz ve sert olmasına rağmen kimsenin onu kötü anmamasının nedenlerini de bu insanların onu nasıl gördüklerini samimiyetle ifade ettikleri cümlelerde bulmak mümkün.

Siyah bir anne ile beyaz bir babadan olma Bob Marley, her ne kadar yaşadığı çevre bu arada kalmışlığı uzun süre bir aidiyetsizlik gibi görse de, bunun tam tersi, siyah ve beyazın aynı bedende buluşmasını bir ayrıcalık olarak görmüş. Zamanla tüm insanlar bunu bir orijinallik olarak görmeye başlayınca o ayrıcalığı hissetmişler. Irklar arası bir köprü sembolü haline gelmeye başlamış. Jamaika'nın siyasi iç karışıklıkları, iki farklı partinin yaşadığı ve şiddete dönüşen görüş ayrılıkları nedeniyle uzak kaldığı ülkesine önemli bir misyon için geri dönen Marley, yaralı kurtulduğu bir suikast girişimine rağmen, halkın ona yüklediği, onun da inançla kabul ettiği bu misyonu gerçekleştirme çabasından hiç vazgeçmemiş. Dev bir konserle halkları, o konserin sahnesinde de bu iki partinin liderlerini birleştirmeyi başararak unutulmaz bir gün yaratmış. Yaptığı müziğin birleştiriciliğini, kişiliğinin özgürlük ve barış yanlısı ısrarcılığıyla tamamlamış ve tüm dünyada önemli bir barış elçisi haline gelmiş. Ama Bob Marley'i asıl ölümsüz yapan ve belgeselde en güzel halleriyle duyduğumuz Stir It Up, Concrete Jungle, Get Up Stand Up, I Shot The Sheriff, No Woman, No Cry, Could You Be Loved, One Love, Redemption Song gibi nice hitleri dinledikçe onun hala yaşadığına, şarkılarında anlattığı hikayelerin, duyguların, umutların, ihtiyaçların, mesajların günümüzde bile hala tazeliğini koruduğuna tanık oluyoruz. Onun bu zamansızlığına hayran kalıyoruz.

9 Aralık 2018 Pazar

The Place (2017)


Yönetmen: Paolo Genovese
Oyuncular: Valerio Mastandrea, Marco Giallini, Alba Rohrwacher, Sabrina Ferilli, Alessandro Borghi, Vittoria Puccini, Silvia D'Amico, Vinicio Marchioni, Silvio Muccino, Rocco Papaleo, Giulia Lazzarini
Senaryo: Christopher Kubasik, Paolo Genovese, Isabella Aguilar
Müzik: Maurizio Filardo

The Place adlı bir kafenin bir köşesinde her gün tek başına oturan gizemli bir adam, kendisini ziyaret eden insanlarla dilek anlaşması yapmaktadır. Bu adamın karşısına oturan kişi, ona dileğini söylemekte, adam da önündeki kalın defterden bu dileğin karşılığında ne yapması gerektiğini ona söylemektedir. Dilek sahipleri, şayet dileklerinin gerçekleşmesini istiyorlarsa kendilerinden istenen ne olursa olsun yapmak ve bu adama ayrıntıları anlatmak durumundadırlar. Ama yapamayacak olurlarsa da istedikleri zaman vazgeçebilir, anlaşmayı bozabilirler. Tabii bu durumda diledikleri de gerçekleşmeyecektir. Ölümcül hasta oğlunu hayata döndürmek isteyen bir baba, Alzheimer hastası eşini sağlığına kavuşturmak isteyen yaşlı bir kadın, güzel görünmek isteyen bir başka kadın, hayranı olduğu bir model ile bir gece geçirmek isteyen bir tamirci, yeniden görmek isteyen görme engelli bir genç, kaybetmeye başladığını hissettiği tanrı sevgisini yeniden hissetmek isteyen bir rahibe, kocasının ilgisini tekrar kazanmak isteyen bir kadın, çalıntı parayı geri almak isteyen bir polis, babasının hayatından çıkmasını istediği bir başka adam için kalın defterine bakıp alakasız, zor ve tehlikeli görevler veren bu dilekçi, gelişmeleri onların ağzından ayrıntılarıyla duymak, neler hissettiklerini öğrenmek istemektedir.

Aralarında Paolo Genovese'nin de olduğu beş senarist, 2016 yılında Perfetti Sconosciuti adında öyle bir senaryo yazdılar ki, Perfectos desconocidos (İspanya 2016), Cebimdeki Yabancı (Türkiye 2018), Le jeu (Fransa 2018), Wanbyeokhan tain (Güney Kore 2018) gibi yeniden çevrimler peşpeşe geldi. Gerçekten ilham verici, çok boyutlu, mizahı ve dramı şaşırtıcı bir hızla birleştirebilen bu tek mekan senaryosunu bu farklı ülke sinemacıları tekrar elden geçirmek istediler. Tabii hiçbiri Perfetti Sconosciuti kadar kaliteli ve vurucu olamadı. İşte o Genovese, bu defa New Yorklu oyuncu/senarist Christopher Kubasik'in orijinal hikayesinden uyarlayarak Isabella Aguilar ile birlikte senaryosunu yazdığı The Place'i yönetiyor. Yine tek mekan, yine bir grup karakter üzerinden verilen çeşitli mesajlar. Fakat bu defa fantastik bir çıkış noktasıyla çaresiz insanların dileklerini gerçekleştirmek üzere görevlendirilmiş (ki kendisi tek karar merci olmadığını, aracı olduğunu ima ediyor) bir adamın, karşısına oturanlara imkansız görünen, tehlikeli, merhametsiz görevler vermesiyle gelişen farklı olaylar duyuyoruz. Duyuyoruz çünkü sadece bu insanların aldıkları görevleri ifa ederken yaşadıklarını görmüyor, kendi ağızlarından öğreniyoruz. Bu da onların yaşadıklarını zihnimizde canlandırma yönünde bir efor gerektiriyor.


İstekler ve onların karşılığında kalabalık bir mekana bomba yerleştirme, küçük bir kız çocuğunu kaçırma, hırsızlık yapma, tecavüz etme, bir suçu örtbas etme, bir çifti ayırma, birini dövme gibi yapılması istenen acımasız görevler, şüphesiz filmi çok ilginç kılıyor. Karakterler, bu melek veya şeytan temsilcisi gibi davranan adamın karşısına oturup yaptıklarını anlattıkça olayların gözümüzde canlanması yine senaryo başarısı olarak göze çarpıyor. Perfetti Sconosciuti de parlak senaryosuyla olaydan olaya, kişiden kişiye atlayarak müthiş bir bütünlük sağlıyordu. Benzer bir formülün tekrarlandığı söylenebilir. Ancak o filmdeki mizah ve dram arası yumuşak geçişleri The Place'te görmek pek mümkün olmuyor. Mizaha pek yüz veremeyen senaryo, bu kez farklı dramlar arası seri geçişlerle belli bir bütünlük ve akıcılık sağlıyor. Başlarda birbirinden alakasız olay ve karakterler, yavaş yavaş birbiriyle ilişkilendirilmeye, kesişen hayatlara dönüşmeye başlayınca seyir biraz daha ilginçleşiyor. Tabii bu kesişmelerin daha üst makamlarca ayarlandığına dair teorilere de kapı açıyor Genovese. Yaptığımız seçimler, yüzleşmek zorunda kaldığımız vicdanımız, kendimize ve başkalarına bakışımızın ne derece değişebileceğine dair ihtimaller, rahata erebilmek için ödememiz gereken bedeller ve daha bir sürü ayrıntı üzerine düşünce alanları yaratıyor.

Ne var ki altına girdiği bu kalabalığı tempolu ve sürekli değişen bir işleyişle ele alırken odağını sürekli gizli tutuyor. Daha çok ilişkilere odaklanan, farklı suretleri bu odak noktası etrafında şekillendiren Perfetti Sconosciuti'nin aksine, merkezinde tanrı, mesih, melek, şeytan ne olduğu tam olarak bilinmeyen bir adamın insanlara umut dağıtması, karşılığında da onları vicdani ikilemlere düşürecek görevler belirlemesi kalabalığından insani mesajlar peydahlıyor. İstekler ve onların karşılığında adamın verdiği görevler arasındaki tutarsızlık, karakter kesişimleriyle tutarlı hale getirilmeye çalışılsa da, bunu 1 saat 45 dakikalık bir uzun metraja yerleştirmek aceleciliğe yol açıyor. Belki de bu sayede ucu açık biçimde seyircinin kollarına bırakılan finalin kolaycılığı filmin bütününe yakışmıyor. Tek mekandan çıkarılıp her karakteri ayrı ayrı masaya yatıran dizi bölümleri şeklindeki bir tasarım, bu fikri daha uzun soluklu bir fenomene dönüştürebilirdi. Üstelik karşılığını aldıktan sonra dilekleri gerçekleştiren bu adamın gizemini daha geniş biçimde teorilere malzeme yapabilirdi. Yine de The Place, tek mekan filmler arasında tavsiye edilebilecek kalitede bir film oluşu, başarılı oyunculuklar ve Perfetti Sconosciuti gibi anlık konudan konuya geçişlerdeki etkin hamleler nedeniyle ilgiyi hak eden ana akım örneklerinden biri.

30 Kasım 2018 Cuma

Searching (2018)


Yönetmen: Aneesh Chaganty
Oyuncular: John Cho, Michelle La, Debra Messing, Joseph Lee, Sara Sohn
Senaryo: Aneesh Chaganty, Sev Ohanian
Müzik: Torin Borrowdale

Kız arkadaşında kalmaya giden 16 yaşındaki kızı Margot'dan bir daha haber alınmayınca onu bulmak için bilgisayar üzerinden araştırmaya başlayan David Kim'in bu sürecini konu alan Searching, senaryosunu Aneesh Chaganty ve Sev Ohanian'ın yazdığı, Aneesh Chaganty'nin yönettiği enteresan bir film. Öncesinde sadece kısa filmlerle uğraşan Chaganty, bu ilk uzun metrajında adeta bir meydan okuma gösterisi olarak sadece hayatımızı sarıp sarmalamış teknolojik araç gereçlerin gözünden bir polisiye tasarlamış. Süresi olan 1 saat 40 dakika boyunca her anı çeşitli dijital ekranlardan izlediğimiz Searching, sıkça dile getirildiği gibi uzun bir Black Mirror bölümüne benzese de, o serinin kendi kalite sıralamasında ortalarda yer bulacak bir bölümü andırıyor. Neden üst sıralarda değil de ortalarda bulunması gerektiğinin nedenlerinden en önemlisi, Black Mirror'da insanlık için kabusa dönüşen teknolojik tabanlı gelecek senaryoları yerine, halen içinde bulunduğumuz, aktif biçimde kullandığımız, farklı biçimlerde her gün soluduğumuz sanal atmosferden faydalanıyor, yeni birşeyler söylemiyor olması.

Filmleri sırf yeni birşeyler duymak için izlemiyoruz elbette. Ama Searching, kendisini bu şekilde bir kısıtlamaya tabi tutarak mühim bir cesaret örneği gösteriyor. Aksadığı yönlere rağmen şık bir "deneme" olarak bile görülmeyi hak ediyor. Fakat yine bu deneysel yönüyle dijital ambiyanstan mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışan veya güncel uygulamalara, programlara, araç gereçlere mesafeli (ya da onlardan bihaber) insanlar için eziyete dönüşebilecek bir yapısı da var. Facebook, Twitter, Instagram ve daha birçok sosyal medya sitesi, sohbet programları, internet siteleri, telefon ve bilgisayar aplikasyonları, TV görüntüleri, gizli kameralar derken Chaganty bizi bir an bile bu dijital ortamdan dışarı çıkarmıyor. Bir anlamda tek mekan filmi çekiyor. Ama bu tek mekanın kendi içindeki sınırsız genişliğinin farkındalığını da tüm yönleriyle gösteriyor. Yarattığı kayboluş gizemini baba David aracılığıyla aktarırken, onu sanki bir dijital ekran dedektifi gibi konumlandırarak, filmin dışarıdan verdiği sentetik yapıyı sağaltmaya çalışıyor. Güney Kore'de doğmuş ancak çocukluğundan beri Amerika'da yaşayan John Cho sayesinde bunu başarıyor da.


Chaganty, bu masabaşı araştırma sürecinde elinden geldiğince her yere bakmaya, hiç bir detayı atlamamaya, sanal alemde karşılaşılabilecek hilelere, tuzaklara, tehlikelere çentik atmaya çalışıyor. Margot'nun evde bıraktığı laptopuna giriş yapmamızın hissettirdiği şekliyle, başkalarının dosyalarını karıştırmaktan, sosyal medya hesaplarında gezinmekten alacağımız suçlu zevke de dokundurmadan edemiyor. Tabii David bunu kızının izini bulabilmek adına yapıyor. Ama Chaganty muhtemelen bilerek ve isteyerek biz seyircileri böyle bir pozisyona sokmak suretiyle bir taşla iki kuş vurabiliyor. Hatta kimi zaman ekrandaki mouse imlecini bir oyuncu gibi kullanıyor. Bu biçimsel yeniliği tek başına bırakmayıp bir yandan da hikayesini ilerletmek, boyutlandırmak, hedef saptırmak adına da boş durmuyor. İşin içine, olayı sahada araştıran ödüllü polis dedektifi Vick'i, David'in kardeşi Peter'ı, gizemli bir sosyal medya hesabını, Margot'nun takipçi listesinden birkaç kişiyi, hatta ne idüğü belirsiz bir seri katili de dahil ederek ters köşeler belirlemeye çalışıyor.

Ne var ki, yapmaya çalıştığı pekçok şey rayına oturmuşken yavaş yavaş ulaşılan final yolunda benzini tükenmeye başlıyor. Margot'nun akıbeti konusunda Black Mirror yaratıcısı Charlie Brooker ne düşünürdü veya bu filme nasıl bir son tasarlardı çok merak ediyorum. Ama onun tasarlayacağı sonun Chaganty'nin tasarladığı gibi olmayacağına neredeyse eminim. Bu açıdan Searching, finali ile hayalkırıklıkları yaratma olasılığı yüksek bir film. Sürpriz sonundaki gedikleri aşmanın zorluğu, "aile her şeyden önce gelir" mesajının arkasına saklanıyor. Ama Searching gibi yaratıcı bir fikrin çok daha zeki alternatif sonlar üretmesi, muhafazakar Amerikan seyircisinden ürkmemesi, Charlie Brooker kafasında takılması gerekirdi. Tabii bunlar şahsi düşüncelere giriyor. Sır saklamanın zorlaştığı, insanların farklı kullanıcı adlarıyla günlük yaşamlarından farklı kişilermiş gibi yeni kimliklerle cirit attığı, ama bunu yaparken bile fark etmeden ekmek kırıntıları bıraktıklarını devasa bir alemden, o alemi ayaklarımızın altına seren aygıtlardan söz ederken şahsi düşüncelerin tek tip kalması düşünülemez. İşte Searching, tüm o alem ve aygıtların en yakınımızdaki kişiyi bile tanıyamayacağımız bir başka kişiye dönüştürebileceğini, iletişimi kolaylaştırması gerekirken güçleştireceğini, aynı zamanda bu iletişimde eskiden olduğu gibi daha insani yöntemler izlememiz gerektiğini vurgulayan bir film.

22 Kasım 2018 Perşembe

Asura: The City Of Madness (2016)


Yönetmen: Kim Seong-su
Oyuncular: Jung Woo-sung, Hwang Jung-min, Joo Ji-hoon, Kwak Do-won, Jung Man-sik, Yoon Ji-hye, Kim Hae-gon, Kim Won-hae, Oh Yeon-ah, Kim Jong-soo
Senaryo: Kim Seong-su
Müzik: Lee Jae-jin

Kentsel dönüşüm ve yeniden yapılandırma sürecindeki 480 bin nüfuslu Annam şehri, yozlaşmış belediye başkanı Park Seong-bae'nin hakimiyetindedir. Hakkında açılan yolsuzluk davasındaki savcılığın tek tanığını son anda şantajla tanıklık yapmaktan caydırır ve davadan yırtar. Bunu sağlayan ise, güçlünün yanında yer almayı şiar edinmiş Dedektif Han Do-kyeong'dur. Do-kyeong kendi tabiriyle belediye başkanının şahsi av köpeği gibi onun kirli işlerinden sorumludur. Aynı zamanda başkanın kızkardeşi ile evli olan Do-kyeong, karısının son evre kanser yüzünden gördüğü tedavi masraflarının karşılanması nedeniyle sorgusuz sualsiz eniştesinin emrinden çıkmamaktadır. Do-kyeong, savcılığın tanığını tehdit ederken kendisine yardımcı olan uyuşturucu müptelası serseriyi izleyen bir başka polisin ölümüne sebep olunca savcılığın radarına girer. Do-kyeong'un bu cinayetini yakalayan bölge savcısı Kim Cha-in, soruşturma açılmaması karşılığında Do-kyeong'dan belediye başkanına karşı kendileriyle işbirliğine girmesini şart koşar. Hem belediye başkanı Park Seong-bae, hem de bölge savcısı Kim Cha-in tarafından sıkıştırılan Do-kyeong, çift taraflı oynamak durumunda kalır.

Kim Seong-su'nun yazıp yönettiği 4. uzun metraj olan Asura: The City Of Madness, zekice kurgulanmış polisiye olay örgüsü, bu örgüye ustalıkla eklenmiş politik gerilimi ve çok güçlü performanslarıyla Güney Kore sinemasının başarılı örneklerinden biri. Ülke kültürünün getirisi olan ve artık kanıksanmış birtakım abartılarına rağmen, klişelere yüz vermemeye gayret eden, bu gayretinden çoğu zaman galip çıkan Asura, sinema tarihinin politik soslu polisiye yapımlarından ufak miraslar taşıyor. Özellikle birbirine düşman iki major gücün arasına sıkışmış, ikisine de aynı anda esir düşmüş yoz polis figürünün merkezde yer aldığı nitelikli suç filmleri arasında gösterilmeyi hak ediyor. Bu hak belki uzun vadede daha ciddi şekilde kendisine teslim edilir mi bilinmez. Ama teslim edilmezse de muhtemelen birazdan değineceğimiz finali yüzünden fırsatı kaçırmış bir film olarak anılacak. Bu iki güç arasında kaldığı süre boyunca yemediği dayak, işitmediği hakaret, yaşamadığı talihsizlik kalmayan Do-kyeong karakteri o kadar bilinçli işlenmiş ki, suni vicdan gelgitlerinden, basmakalıp kahramanlıklardan, şov amaçlı zeka gösterilerinden arındırılarak, hatalarıyla, köşeye sıkışmış çaresizliğiyle tam bir kaybeden olarak tasarlanmış.


Ama Do-kyeong, bu kayboluşun, bu çift taraflı sıkışmışlığın içinde kendi çıkışını bulmanın yolunu ararken bir sinema karakteri olarak gücüne güç katıyor. Kim Seong-su, zaman zaman politik skandallarını duyduğumuz Güney Kore siyasetindeki yolsuzluk haberlerinden bir benzerini kaleme alırken tek boyutlu düşünmeyip, adalet mekanizmasındaki yolsuzlukları da buna paralel hale getiriyor. Yozlaşmanın iki yüzünü birden bu paralellikte ele alırken, hemen her milletin aşina olduğu geniş tabanlı bir çürümeye dikkat çekiyor. Bu hengamede direksiyonu Do-kyeong gibi bir karaktere vererek politika ve adalet eleştirilerinin yavan biçimde sloganlaşmasının önüne geçiyor. Eleştirel bazda tansiyonun düşmesine izin vermediği gibi, gereksiz aksiyon numaralarıyla ortalığı canlı tutma ihtiyacı da duymuyor. Ama istediği zaman aksiyonun da hakkını vereceğini gösteriyor. Örneğin çok iyi çekilmiş yağmurdaki araba takip sahnesi, bu bünyede sakil durmadığı gibi, filmin kapasitesinin aksiyonu da kapsadığını, ama kesinlikle ona bel bağlamadığını belli ediyor. Üstelik yine bu hengamede Do-kyeong'un genç ortağı Moon Seon-mo'nun yükseliş ve çöküş yan öyküsü de filme kendisini dahil etmeyi biliyor. Her şey tadında, kıvamında, yolunda. Ta ki malum finale kadar.

Do-kyeong'un seyirci dahil kimselere açık etmediği planı dahilinde finale doğru yaşanan düşman tarafların buluşması, çok iyi başlamasına rağmen filmin genel kıvamına ihanet edercesine yavaş yavaş kanlı ve kolaya kaçan bir kontrolden çıkışa doğru evrilince, keşke o açık edilmeyen planın başka aşamaları da olsaydı diye hayıflanmak kuvvetle muhtemel. Kesinlikle filme uyumlu bir final değil bu. Filmin nasıl bu aşamaya getirildiğine çok bilinçli bir şekilde anlam verebilirken, kendini bir anda basit bir aksiyon gibi konumlandırmasına anlam vermek için uğraşmak gerekebiliyor. Fakat bu bile Asura'nın genelini zedeleyemiyor kanımca. Çünkü o ana dek ne yapmak istiyorsa neredeyse hepsini doğru yapıyor. Do-kyeong'u çok iyi tanımlayıp bir nevi bu görevini tamamlamış oluyor. Jung Woo-sung, Hwang Jung-min ve Kwak Do-won gibi Güney Kore sinemasının üç güçlü isminin güven veren performansları, göründükleri her anı taşımakta hiç teklemiyor. Cesur, gerçekçi, bir şekilde kolayı tercih etmeyip (final haricinde tabii) sürekli başka yollar arama eğilimindeki akıcı senaryo Asura'yı bu türün dikkate değer filmleri arasına koyuyor.

12 Kasım 2018 Pazartesi

1945 (2017)


Yönetmen: Ferenc Török
Oyuncular: Péter Rudolf, Eszter Nagy-Kálózy, Bence Tasnádi, Dóra Sztarenki, Tamás Szabó Kimmel, Iván Angelusz, Marcell Nagy, József Szarvas, Ági Szirtes
Senaryo: Gábor T. Szántó, Ferenc Török
Müzik: Tibor Szemzö

Tarih 12 Ağustos 1945. Yer II. Dünya Savaşı sonrası küçük bir Macar kasabası. Yıllar önce kasabada yaşayan Yahudi komşularının gönderilmesinden sonra onların her türlü mülklerini sahiplenmiş olan halk, sicil memuru ve kasabanın en yetkilisi konumundaki István'ın oğlu Árpád ve güzel Kisrózsi'nin düğün hazırlıkları ile meşguldür. Komşularının geri döneceğini hiç düşünmeyen kasabalılar, kendilerine emanet edilmiş veya kaos sonrası üzerine konulmuş taşınır/taşınmaz mallarla kendi düzenlerini kurmuşlardır. Ancak 12 Ağustos günü biri yaşlı diğeri genç, siyahlar giymiş iki adam trenle kasabaya gelirler. Yanlarında içinde parfüm olduğu söylenen iki büyük sandık vardır. Bir at arabası kiralayarak sandıkları kasabada bilinmeyen bir yere götürmeye koyulurlar. Küçük kasabada hemen yayılan bu haber sonrası başta István olmak üzere halk panik havasına bürünür.

Senaryosunu Gábor T. Szántó ve Ferenc Török'ün yazdığı, televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip Török'ün yönettiği 1945, savaş sonrası onlarca hikaye arasından çok fazla işlenmemiş, en azından üzerine bu kadar yoğunlaşılmamış bir tanesini küçük bir Macar kasabası fonunda perdeye aktaran başarılı bir dram. Aslında buna benzer çok fazla hikaye, farklı türlerle ele alınmış, ait olduğu türün dışında başka bir türde de anlatılabileceğini hissettirmişti. Örneğin 1998 tarihli Fransa/Almanya ortak yapımı Radu Mihaileanu filmi Train de vie, nazi istilasından kaçmak için bir Orta Avrupa Yahudi kasabası halkının müthiş planını konu edinmişti ve 1941'de geçiyordu. İşte o yıllardaki istilalardan kaçamayanların geride bıraktıklarını sahiplenen Macar kasabası halkı bu defa bambaşka bir hikayenin merkezine oturuyor. Komedi ve dramın harikulade bir buluşması olarak tanımlayabileceğimiz Train de vie, sadece koyu bir dram ile yapılsa şu anki lezzetini taşır mıydı tartışılır. İstenilse 1945 de dram ve mizah karışımı bir tonla yazılabilirdi. Oysa filmde mizahın "m"si yok. Ama bu durum filmin meramını anlatmasına engel değil. Hatta herhangi bir mizahi hamle filmde çok sakil bile durabilirdi.

İhanet teması üzerine yoğunlaşan 1945, bu kavramı hem evlenmek üzere olan Árpád ve Kisrózsi açısından (ki bu açı daha çok filmi finale doğru kızıştırmak için tasarlanmış), en çok da akıbeti bilinmeyen Yahudi komşularının emanetlerine hıyanet eden veya yeltenen kasaba halkı üzerinden tanımlamaya çalışıyor. Finale dek sandık yüklü at arabasının arkasında ketum bir şekilde yürüyen iki adamın gizemini kasabalıların panik halleriyle yorumlamaya çalışırken, o paniği işlevsel hale sokup vicdani hesaplaşmaların, pişmanlıkların, adaletsizliklerin, trajedilerin tetiği haline getiriyor. Savaşın yıkıcılığının savaşsız bir ortamda bıraktığı yaraların izini sürüyor. Başta István rolündeki Péter Rudolf olmak üzere başarılı performanslarıyla, yılların görüntü yönetmeni Elemér Ragályi'nin (kendisi İlyas Salman'ın başrolde yer aldığı Simindis kundzuli (Corn Island) filminin de usta işi sinematografisini üstlenmiş) siyah beyazdan güç alan güçlü görüntüleriyle hem tarihi, hem de dramatik bir ambiyans yakalıyor. Böylelikle II. Dünya Savaşı sonrasına ait yüzlerce film arasında arka sıralarda kendine ait mütevazi bir yer açmayı başarıyor.

4 Kasım 2018 Pazar

Burning (2018)


Yönetmen: Lee Chang-dong
Oyuncular: Yoo Ah-in, Jun Jong-seo, Steven Yeun
Senaryo: Lee Chang-dong, Oh Jung-mi-I
Müzik: Mowg

Part time bir işte çalışan genç Jong-soo, teslimat yaptığı mağazada liseden arkadaşı Hae-mi ile karşılaşır. Jong-soo onu ilk başta tanımasa da kısa sürede aralarında bir ilişki başlar. Afrika'ya seyahate gideceğini söyleyen Hae-mi, yokluğunda Jong-soo'dan kedisi Buhar'a bakmasını ister. Jong-soo her gün Hae-mi'nin evine giderek kediye yiyeceğini verir. Ama kediyi bir türlü göremez. Bir süre sonra Hae-mi Afrika'dan döner. Ama yanında Ben adlı yakışıklı ve gizemli bir adam vardır. Hae-mi ile bir ilişkiye yelken açacağını düşünen Jong-soo, karşısında yeni bir ilişkiye yelken açmış Hae-mi - Ben çiftini bulur. Çaresizce kaderine razı olur. Ama bu çift sürekli Jong-soo'yu da gittikleri yerlere götürmek, onu evinde ziyaret etmek ister. Uçarı bir karaktere sahip Hae-mi, ne iş yaptığı belirsiz lüks bir yaşam süren 30'larındaki Ben ve öfke kontrolü yüzünden gözaltındaki çiftçi babasının köhne evinde kalan Jong-soo kendilerini tuhaf bir aşk üçgeni içinde bulurlar.

Sadece Güney Kore'nin değil, artık dünya sinemasının en güçlü auteurlarından biri olan Lee Chang-dong imzalı Burning, Haruki Murakami'nin ilk kez The New Yorker'ın 1992 baskısında yayınlanmış "Barn Burning" adlı kısa hikayesinden Lee Chang-dong ve Oh Jung-mi-I ortak senaryosu olarak perdeye uyarlanmış bir yapım. 1997 tarihli ilk filmi Green Fish haricinde senaryo yardımı almayıp tüm filmlerini kendisi yazıp yöneten Chang-dong, kendine özgü anlatımından milim oynamamış vaziyette bu kısa hikayeyi kendi içinde katmanlandırarak modern bir epiğe dönüştürüyor. Fakat epik kelimesinin bilinen anlamına henüz ad konmamış alternatif bir anlam çatısı altında Burning de bütün Chang-dong filmlerinin sade, akıcı, muğlak ve bağlayıcı özelliklerini yoğun biçimde taşıyan bir film. Bugüne kadar aşk, yalnızlık, ümitsizlik, inanç, geçmişin yükleri gibi daha da sayabileceğimiz onlarca hassas duyguya yaptığı yolculuklarla sinema sanatına benzersiz filmler katmış Chang-dong, bunların hiçbirinde sabit bir temaya takılıp kalmamış, onları adeta bir nehrin doğal akışına bırakmışçasına serbest, öte yandan ne zaman yüzeye çıkacaklarını, ne zaman boğulacaklarını da ustalıkla tasarlamış bir yönetmen.


Bu noktada Burning de diğer Lee Chang-dong filmlerinden farklı sayılmaz. Burning için "tuhaf bir aşk üçgeni" tanımlaması kimi yönleriyle uygun düşse de, bir yandan buna bir aşk üçgeni denmesinin önünde ciddi engeller de mevcut. Hae-mi, Jong-soo ve Ben ayrı ayrı üzerine analizler yapılabilecek karakterler. Ama bu onları çok ayrıksı, görülmemiş veya beyaz perde için dizayn edilmiş sunilikte karakterler yapmıyor. Tam tersi, onlar bir barda şuh kahkahasını duyduğumuz, spor bir araba içinde görüp gıcık olduğumuz ya da asık suratıyla sokakta yanımızdan geçip giden insanlar. Onları analize değer kılan, kendi arzuları içinde veya dışında kurulan denklemdeki rolleri. İçimizden birileri oldukları için, her gün gördüğümüz veya hakkında konuştuğumuz insanlar oldukları için, kısacası aslında birer film karakteri olmayacak kadar gerçek oldukları için analiz etmemiz çok daha kolay. Chang-dong'un bütün kahramanları tam da bu insanlar. Gerçeklikleri yüzünden kestirilemeyenler. Bir aşk üçgeni klişesini garipleştirecek farklı ruh hallerinin biraraya getirilmiş, bu sayede olağanüstü bir duygusal gerilim atmosferi kurulmuş mayın tarlasına Burning diyoruz.

Fakat burada mayın tarlası yerine sera metaforu var. Artık kullanılmayan, işe yaramaz seraların yakılıp yok olmasını isteyen Ben'in bir "sera seri katili" olduğu bilgisi bizzat bu güvenilmez adam tarafından bize verildiğinde önce bununla ne yapacağımızı bilemiyoruz. Çünkü film bizi sürekli güvenilmez bilgilerle dolduruyor. Bir pandomim etkinliğine gittiğini öğrendiğimiz Hae-mi'nin olmayan bir portakalı soyup yemesiyle başlayan bu süreç, Jong-soo'nun Hae-mi'ye ait küçücük evde bir türlü göremediği kedi, yine Jong-soo'nun çocukluğuna dair bir türlü hatırlayamadığı bir kuyu, geceleri Jong-soo'ya gelen sessiz aramalar, Jong-soo'nun Muhteşem Gatsby benzetmesi yaptığı, ne iş yaptığı bilinmeyen genç zengin Ben diye sürüp gidiyor. Kayboluşlar, ortaya çıkışlar, üst üste bindirme yapan gizemler, başta bize gösterildikten sonra tekrar karşımıza çıkan, bu defa hiç fark etmeden onlara birer fonksiyon yüklendiğini anladığımız objeler birer puzzle parçaları gibi önümüze yığılıyor. Bu paranoya hali, yazar olmak isteyen ama bir türlü yazamayan Jong-soo'nun en sevdiği yazar olan William Faulkner'ın hangi eserlerinin Burning bünyesine nasıl yansıdığını merak ettiğimiz referanslar bilinmezliğiyle sürüp gidiyor. Çiçek gibi açılan, ama açıldıkça yeni açılımlar gerektiren olay örgüsü, cevapsız sorular, sorularının nasıl sorulacağı kestirilemeyen, yeni sorular yaratan cevaplar, birbiriyle organik bağlar kurmayı başaran alakasızlıklar... Gerçek bir senaryo şöleni.


Gerek doğal tasarımları, gerekse geçmişleri ve akıbetleriyle üçü de birbirinden esrarengiz karakterlerin her birine gereken itina gösterilmiş olsa da, biz Burning'i baştan sona Jong-soo'nun peşinde izliyoruz. Böylece Chang-dong, kendi geleneğini bozmayıp tek bir karakter üzerinden koskoca bir filmi boyutlandırma ustalığını yine tekrarlıyor. Yeri geliyor kendi filmini tek kelime etmeden kendi sekanslarıyla yorumluyor. Herkes kendi işine geldiği, kendi ruhunu doyurduğu veya aç bıraktığı ölçülerde bu sekansları elden geçiriyor. Bu sekanslar seyircilere, yorumculara, eleştirmenlere bambaşka kapılar açıyor. Daha önce izlediğimiz bir Lee Chang-dong filmi bittiğinde o kapıları sonsuza dek kapatabildik mi burası göreceli. Ama Burning bittiğinde o kapıları kapatmak her zamankinden çok daha zor hale gelecek. Bunu en iyi Chang-dong ile çok fazla vakit geçirmiş seyirci kitlesi anlayacaktır. Vladimir Nabokov'un artık bir klişeye dönmüş olan "bir romanda asıl olaylar karakterler arasında değil, romanı yazanla okuyan arasında geçer" sözü milyonlarca nitelikli filmde kendine karşılık bulabilir. Chang-dong filmlerinde ise tek bir karakterin odağından yansıyan olaylar filmin kendisiyle seyircisi arasında geçer her zaman.

Lee Chang-dong'un oyuncuları genellikle gösterişsizdir. Film başlar, gelişir, biter. Bir de bakmışızdır ki o oyuncular, canlandırdıkları karakterden sıyrılmadan, sadece o filmin sınırları dahilinde asıl gösterişlerini sergilemişlerdir. Geçmişte yaşadıkları, şimdide hissettikleri, finalde yaptıkları hakkında ser verip sır vermeyen, ama öte yandan filmin taşıdığı türlü ruh halini onun gözünden, zihninden, ketum vücut dilinden yaşadığımız Jong-soo'yu Yoo Ah-in canlandırıyor. Hae-mi rolüyle henüz ilk filminde rol alan Jun Jong-seo, iki erkek arasındaki elektriği kızıştıracak bir arzu nesnesi olmaktan uzak sade güzelliği yanında, kafasına göre kıta değiştiren, dans eden, soyunan, uyuyan tuhaf enerjisiyle filme farklı duygular katıyor. Chang-dong, onu gösterdiği sahneler kadar göstermediği sahnelerle de yaşatan bir auraya buluyor adeta. Ben rolünün gösterişli olması gerekliliğinin bilinciyle seçilmiş Steven Yeun, yakışıklılığı, karizması, film boyunca yüzünden eksilmeyen sinir bozucu gülümsemesi ve neye yorulacağı bilinmeyen gizemiyle üçgeni tamamlıyor. Fakat bu o kadar orantısız bir üçgen ki, hiçbirinin birbirine uzaklığı, yakınlığı, kurduğu açı yüzde yüz belli değil. Evet, Burning'in bir finali var. Hem de yıllarca unutulmayacak, yıllandıkça demlenecek, yıllar içinde aynı zihinde farklı biçimlerde yorumlanabilecek, aslında bitmemiş bir final bu. Filmin kendisi zaten bitmemiş, hayatın ortasında bir yerden başlamış, belki de o hayatlara iz bırakmış iki buçuk saatlik bir finalden ibaret. Her izlendiğinde bir yangının külünü yeniden yakıp geçecek bir film Burning.

29 Ekim 2018 Pazartesi

Hevi Reissu (2018)


Yönetmen: Juuso Laatio, Jukka Vidgren
Oyuncular: Johannes Holopainen, Max Ovaska, Samuli Jaskio, Antti Heikkinen, Chike Ohanwe, Minka Kuustonen, Ville Tiihonen, Rune Temte, Kai Lehtinen
Senaryo: Juuso Laatio, Jukka Vidgren, Aleksi Puranen, Jari Olavi Rantala
Müzik: Lauri Porra

Juuso Laatio ve Jukka Vidgren'in yönettiği Hevi Reissu (Heavy Trip), küçük bir Finlandiya kasabasında kurdukları death metal grubu Impaled Rektum ile Norveç'in en önemli metal festivaline gitme fırsatı elde eden 20'li yaşlardaki dört gencin hikayesini anlatıyor. Obur ve gözükara davulcu Jynkky, ailesine ait geyik kesimhanesinde çalışan yetenekli gitarist Lotvonen, İskandinavya'daki en büyük metal arşivine sahip bir kütüphanede görev yapan, olağanüstü hafızasıyla dinlediği hiçbir şarkıyı unutmayan bas gitarist Pasi, bir akıl hastanesinde yarı zamanlı hademelik yapan, aynı zamanda filmin baş karakteri ve anlatıcısı olan vokalist Turo'dan oluşan grubun festival yolculuğu öncesi yaşadıkları aksilikler, komiklikler, absürtlükler çok eğlenceli bir dille anlatılıyor. Lotvonen'in kesimhanesinin bodrumunda çalışan dörtlü, festival fikrini kafalarına koymalarından ve oraya müşteri olarak gelen organizatör Frank Massegrav ile karşılaşmalarından itibaren iflah olmuyorlar. Kaydettikleri tek şarkılık demoyu Massegrav'a verdikten sonra sanki hemen festival programına dahil edilmişler gibi hazırlıklara başlıyorlar. Tabii öncesinde Turo tarafından kasabadaki metalci kimliğine yönelik önyargılardan, takılan aşağılayıcı lakaplardan da bahsediliyor. Turo'nun hoşlandığı fakat bir türlü açılamadığı çiçekçi kız Miia, ona asılan kasabanın gece kulübünün şarkıcısı Jouni, Miia'nın polis şefi babası derken yan karakterlerle de film çeşitleniyor.

Hep cover çalan grubun, nihayet kendi şarkılarını yazma, çalma ve kaydetme kararını vermelerinden sonra eğlenceli anlar başlıyor. Kendilerine ait bir şarkı yazma, gruba isim ve logo bulma, tür ve felsefe belirleme, fotoğraf çekme, Norveç'e giderken alet edevatların yükleneceği bir araç bulma evreleri birbirinden renkli komiklikler barındırıyor. Bu komiklikler belki de bir grup arkadaşın toplanıp yaptığı geyiklerden çıkmış kadar doğal ve yaratıcı oldukları için çok samimi, sevimli geliyor. Hep ötekileştirilmiş, önyargılara hapsedilmiş, dış görünümleriyle yargılanmış metal gençliğinin kendi dinamiklerini ve bu müziğin hayatlarını anlamlandırışını bu samimiyet içinden ayıklayabiliyoruz. Filmin bunları söylemek için özel bir çaba sarf ettiği pek söylenemez. Zaten bu gençlik profili, normal bir hayattan tamamen kopuk değil. Pek hoşnut olmasalar da hepsinin müzik dışında normal bir yaşantıları var. Nasıl ki günlük hayatları dışında internette ve dijital oyun dünyasında kendilerine farklı bir kimlik, bir avatar, bir mahlas edinmiş gençler varsa ve bunlar günün sonunda epik savaşlar kazanıp dünyayı kurtarıyorsa, Impaled Rektum da kendini death metal ile ifade ediyor. Turo'nun da söylediği gibi diğer çocuklar hokey oynarken veya arabayla kız peşinde koşarken onlar death metal yapıyorlar.


Turo ve arkadaşlarının Norveç'teki büyük metal festivaline katılacağını öğrenen kasaba halkının bir anda onlara bakışının değişmesi, kendilerinin böylesi önemli bir organizasyonda temsil edilecekleri fikriyle hayat buluyor. Onlarla alay eden kasabanın gençleri saygı göstermeye başlıyor, belediye başkanı onlara kasabanın flamasını takdim ediyor, herkes bira ısmarlıyor. Ne var ki organizasyona kabul edilmediklerini öğrenen Turo onların bu ümitlerini kırmamak için yalana devam ediyor. Bu arada Turo'nun korku ve heyecanının üzerine gitme meseleleri de hoş parantezlerle işleniyor. Kabul edilmeseler de bir şekilde o festivale katılmayı yegane amaç edinen grup, bu yolda, kavga, kaza, ölüm, zoraki eleman değişikliği, evlere şenlik Norveç sınır birlikleri, yanlış anlaşılan terörist saldırısı gibi türlü badireler atlatmak zorunda kalıyor. Tabii bu bölümlerde fazlaca karikatürize komedi pasajları yaşanıyor. Ama bu durum filmin sevimliliğini hiç etkilemiyor. Bu açıdan filmi bir death metal parodisi diye tanımlamak da mümkün. Zaten parodiye çok malzeme sunan metal evreninden kendi sikleti ölçülerinde, hatta bazen kendini de aşarak özellikle metal ve türevleriyle arası iyi olan seyircilere çok anlam ifade edecek anlar yaratıyor. Çünkü bu tarz filmler büyük oynamayan, kendi kitlesine hitap etmekten keyif alan yapıda oluyorlar.

Genç oyuncu kadrosu, müthiş bir kimya kurmuş dört metal müzisyenini mizahi bir doğallık içeren en temiz duygularla canlandırıyorlar. Genelde ülkeleri dışında pek bilinmeyen dizi ve filmlerde pişmekteler. Tabii gruba sonradan dahil edilen siyahi davulcu Oula'yı da unutmamak gerek. Finaliyle de bir miktar The Blues Brothers efsanesine selam durması da gayet hoş. Uzun saç, siyah kıyafetler, mutsuz yüzler, uyumsuz tavırlar, bazen ürkütücü makyajlar, ne dediği anlaşılmayan brutal vokaller, şeytani çağrışımlar ve daha pekçok unsur, çeşitli metal türlerine gönül vermiş insanların en yüzeysel özellikleri olarak bilinir. Ama işin içinde gönül verme var ve Hevi Reissu bunu iddiasız bir güzellikle anlatan filmlerden. Büyük heavy metal gruplarının da zamanla itiraf ettikleri üzere, tüm bu imajlar sadece havalı görünebilmek için bir oyun gibi tasarlanıyor. Bir mockumentary başyapıtı olan This Is Spinal Tap, şimdiye dek çekilmiş rock temalı en iyi müzikal komedilerden biri olan Tenacious D In The Pick Of Destiny, İzlanda'dan kara mizah bir büyüme hikayesi olan Málmhaus gibi örnekler bu imaj meselesiyle kimi zaman dalga geçmiş, kimi zaman zeki bir kara mizah malzemesi olarak kullanmış olsalar da, esasında bu durum tavizsiz gibi görünen bu müziğin ne kadar hoşgörü kalıpları dahilinde olduğunun bir göstergesi.

25 Ekim 2018 Perşembe

Parking (Ting che) (2008)


Yönetmen: Mong-Hong Chung
Oyuncular: Chen Chang, Lunmei Kwai, Leon Dai, Chapman To, Jack Kao, Peggy Tseng
Senaryo: Mong-Hong Chung

Tayvan'ın başkenti Taipei'de Mayıs’ın ikinci Pazar günü olan Anneler Günü'nde pasta almak üzere yol kenarına park eden Chen Mo, işi bittikten sonra arabasını engelleyen başka araçlar yüzünden bir türlü çıkamaz. Aracın bulunduğu mahallede başına gelecekler, ona asla unutamayacağı bir gün yaşatacaktır. Basit bir çıkış noktasıyla Chen Mo’nun aracını parkettiği alandan çıkamaması etrafına örülen hikaye, bir süre sonra o muhitte yaşayan esnafın ve bazı komşuların hikayeleriyle katmanlaşarak trajik, komik, dramatik insan manzaraları sunuyor. Normalde içinden çıkılması pek de kolay olmayan veya tatminkar sonuçlar vermeyen bu tip senaryolar, ilk senaryo ve yönetmenlik denemesiyle Tayvanlı Mong-Hong Chung açısından bakıldığında yüzünü kara çıkarmamış.

Gereksiz yere uzatılmış hissi veren bazı sahneler dışında durağan temposu dahilinde bile bir hareketlilik yakalıyor. Tabi bu küçük hikayelerin aksıran tıksıran yönleri de yok değil. Üstelik atmış olduğu düğümleri çözmek için hazırlıklı olduğunu film içerisinde belli de ediyor ki, bu düğümlerin aslında kördüğüm olmadığı gerçeği Parking’i bir parça çaptan düşürüyor bana göre. Yine de bazı sorunların çözümünde takındığı pozitif tavır, Parking’i ölçülü bir gerilim ile masalsı bir sevimlilik arasında başarıyla dengeliyor. Tuvaletteki balık kafası, çiçekli gömlek, bir mahkumun küçük kızına yazdığı mektup, berber dükkanında oynanan akşam langırtı, bir türlü eve ulaşamayan talihsiz pasta ve tabii farklı referanslarla kendini gösteren annelik… Ting che / Parking, ayrıntılara ve onların filmlerde üstlendikleri mühim rollere kıymet veren izleyicilerin daha fazla sevebileceği, “kendisi gibi”, ama yine de “başka” bir film.

19 Ekim 2018 Cuma

Eshtebak (Clash) (2016)


Yönetmen: Mohamed Diab
Oyuncular: Nelly Karim, Hani Adel, El Sebaii Mohamed, Ahmed Abdelhamid Hefny, Waleed Abdel Ghany, Tarek Abdel Aziz, Hosny Sheta, Ahmed Dash, Ahmed Malek, Mohamed Abdel Azim, Gamil Barsoum, Mahmoud Fares, Attef Ammar, May Elghety, Mohamed Tarek, Mohamed Gamal Kalbaz, Ashraf Hamdi, Ali Eltayeb
Senaryo: Khaled Diab, Mohamed Diab
Müzik: Khaled Dagher

"2011. Mısır Devrimi ile Hüsnü Mübarek'in 30 yıllık başkanlığı sona erdi. 2012. Müslüman Kardeşler İslami Partisi üyesi Muhammed Mursi yeni Cumhurbaşkanı seçildi. 2013. Milyonlarca kişi Cumhurbaşkanı Mursi aleyhine gösteriler yapmaya başladı. Bunlar, Mısır tarihinde yapılan en büyük protesto eylemleriydi. Üç gün sonra Ordu, Cumhurbaşkanı Mursi'yi görevden aldı. Ertesi gün Müslüman Kardeşler taraftarları ve Mısır Ordusu Mısır'ın dört bir yanında çatışmaya başladı. Bu da o günlerden biri..."

2013 Mısır Askeri Darbesi sırasında, tamamı göstericileri toplayan bir polis kamyoneti içinde geçen Mohamed Diab filmi Eshtebak (Clash), ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamı yüzünden Mursi yanlıları ve ordu destekçilerini ayırt edemeyen polisin kafasına estiği gibi eylemlerden insanları topladığı kamyonetlerden birinin içinde başlayıp, yine orada biten bir film. Diab, bu fikriyle "tek mekanda geçen filmler" kategorisine başarılı bir parça ekliyor. 97 dakikalık süresi boyunca bir dakika bile dışarı çıkmayan film, gittikçe kalabalıklaşan kamyonetin içinden farklı Mısır manzaraları yansıtıyor. Kadın, çocuk, genç, yaşlı, en mühimi de Müslüman Kardeşler yanlıları ile ordu destekçilerini aynı kamyonette tıkış tıkış hale getiren Diab, aslında kendine çok geniş bir anlatım alanı yaratıyor. Kamyonete ilk alınan iki basın mensubundan birinin Amerikan vatandaşı bir Mısırlı olması, ortalığın daha da ısınacağının habercisi. Gösterilerden rastgele toplanan yeni insanlar bindirildikçe zıt kutuplar böylesi sıradışı bir ortamda hiç olmadıkları kadar birbirlerine yakın oluyorlar. Haliyle nasıl tepki verileceğini kestiremiyorlar. Öfke en ön safta kendini gösteriyor. Anlaşmazlıklar, kavgalar saatler ilerledikçe yerini daha insani tepkilere bırakıyor. Çünkü Mısır'ın yaz sıcağında yaklaşık 8 metrelik kamyonette mahsur kalmış, sayıları 20-25 arasında değişen insanların bir noktadan sonra taraf oluşları geri plana düşmeye başlıyor.


Asıl malzemelerini bu küçük alandan toplayıp şekillendiren Mohamed Diab, kamyonetin pencerelerinden dışarıda olan biteni de göstererek karakterlerin bazen hapsolmuşluklarını, bazen de güvende oluşlarını değişmeli olarak betimleyen bir anlatım geliştiriyor. Karşıt görüşler hararetli tartışmalar içine girmişken bir anda dışarıda yaşanan gelişmeler, içeride kolektif reaksiyonlara zemin hazırlıyor. Bazen de tam iki taraf yelkenleri suya indirip ortak paydalarını keşfetmeye başlamışken tekrar o çirkin siyasi taraflaşmaya itilebiliyorlar. Bu belirsizlik, istikrarsızlık, gerilim aslında Mısır'ın içinde bulunduğu ruh halini temsil ettiğinden, Diab sayesinde kamyonete hapsedilmiş bir Mısır portresi izliyoruz. Üstelik sadece siyasi tabanlı anlaşmazlıklar değil, kız meselesi, kadının toplumsal konumu, eski güzel günlere duyulan özlem gibi hayatın içinden meseleler de bu ortama dahil edilerek dar alanda kısa paslaşmalara zemin hazırlanıyor. Senaryoyu birlikte yazan Mohamed ve Khaled Diab, sık sık reality atmosferi yakalayıp bu doğallığın nimetlerinden sonuna kadar faydalanıyorlar. Kendilerinin gerçekte böyle bir kamyonette mahsur kaldıklarına veya mahsur kalanların yaşadıklarından damıtılmış gözlemlerini bu şekilde pratiğe döktüklerin dair güçlü hisler uyandırıyorlar.

Diab, karşıt görüşlere olduğu kadar farklı karakterlere de sahip insanları biraraya toplayıp onlara son derece zor şartlar tayin ettikten sonra tarafsızlık beklentilerini doğal akış içinde karşılamayı daha uygun görüyor. Bu tavır, zorlama mesajların ve suni sloganların önünü kesiyor. Kamyonete alınan hiç kimsenin üzerinde "Müslüman Kardeşler" veya "ordu yanlısı" yazmadığı için, insanların birbirlerini ve polisi kolayca kandırabilecekleri fikri cepte olsa da, tüm ülkeye hakim olan güvensizlik iklimi neticesinde herkesin birbirine inanmamaya hazır olan ruh halinin altı çiziliyor. Polislerin insan haklarını hiçe sayan gözaltı uygulamalarını gözler önüne sererken, onların arasında insani özelliklerini yitirmemiş olanların varlığını da inkar etmiyor. Hepsinin toplamında dram, trajedi ve mizahla örülü güçlü bir anlatımla propagandaya mahal vermeyip, zıt görüşlerin ötesine geçerek insanların birbirlerine olan ihtiyacına destek çıkıyor. Bu ihtiyaç yalnız fiziki manada birbirini koruyup kollama olarak değil, birbirine inanma, insanca yaşama haklarına saygı gösterme manasına da dikkat çekiyor. Finalde bu inanma ihtiyacına ne kadar ihtiyaç olduğu çok trajik bir biçimde anlatılıyor. No Man's Land (2001) veya Mandariinid (2013) gibi birbirine düşman iki askeri tek mekana hapsedip aralarındaki düşmanlığın arkasındaki hümanist dengeleri hedefine koyan senaryoları, bir kamyonet dolusu insanı çok daha zor şartlarda sınava tabi tutarak geliştiren Eshtebak, en büyük gücünü dengeli senaryosundan ve doğallığıyla hayran bırakan oyuncu performanslarından alıyor. İnsanlar arasındaki ideolojik düşmanlığın ardında yatan kardeşliğin değerini yükseltirken, bir yandan da ne yazık ki bu çirkin siyasi çekişmelerin gölgesinde kalan o kardeşliğin kazanabilmesi için daha çok empatiye ihtiyacımız olduğunu söylüyor.

14 Ekim 2018 Pazar

Mandy (2018)


Yönetmen: Panos Cosmatos
Oyuncular: Nicolas Cage, Andrea Riseborough, Linus Roache, Ned Dennehy, Olwen Fouéré, Richard Brake, Bill Duke, Line Pillet, Clément Baronnet, Alexis Julemont, Stephan Fraser
Senaryo: Panos Cosmatos, Aaron Stewart-Ahn
Müzik: Jóhann Jóhannsson

Red ve Mandy çiftinin kendi halinde süren yaşamlarının bir grup tarikat üyesi ve motosikletli karanlık güçlerin Mandy'yi kaçırıp katletmelerinin ardından kabusa dönmesi ve Red'in intikam macerası olarak özetlenebilecek Mandy, konu olarak binlerce kez işlenmiş olmanın verdiği güvensizliği biçimsel olarak ortadan kaldıran, hatta son yılların en stilize yapımlarından biri. Senaryosunu Aaron Stewart-Ahn ile birlikte yazan, asıl meziyetlerini yönetiminde sergileyen Panos Cosmatos'un çektiği Mandy, 80'lerin puslu ve karanlık yüzüne yapılan görkemli bir seyahat adeta. Öncesinde yine kendisinin yazıp yönettiği Kanada yapımı deneysel Beyond The Black Rainbow ile Kanada menşeli birkaç festivalden ödülle dönmüş Roma doğumlu Kanadalı Cosmatos, ikinci uzun metrajı Mandy ile ilk gösterimini Sundance’te, uluslararası prömiyerini Cannes’da yapıp sevgi - nefret arası farklı tepkiler aldı. Ama bu tepkiler ne yönde olursa olsun, genel olarak filmi beğenmeyenlerin bile övgüye değer birkaç nokta bulabildiği Mandy'nin türler karması farklı bir deneyim olduğu su götürmez.

Mandy gerçek bir ışık ve renk cümbüşü. Mental ve duyusal algı yoğunlaşmasının yabancı dildeki karşılığı olarak çeşitli sanat türlerinde rastladığımız "psychedelic" kelimesi özellikle 70'li yıllardaki LSD, cinsel özgürlük, savaş karşıtlığı, rock & roll kavramlarında kendine dönüştürücü bir konum edindi ve o retro duygusu hiç eskimedi. Çok renkliliğin bu deneysel algı yoğunluğuyla buluşması, hele de bu buluşmanın 80'lerin malum özellikleriyle perçinlenmesi, Mandy'nin en belirgin özelliği. Konunun basitliğinin aksine aslında biçimsel muhteviyat oldukça karışık. Tabii bu karışıklık da türlü basitliklerin biraraya getirilmesiyle elde ediliyor. Cosmatos, kendine ait olmayanlardan derlenen bir aidiyet yaratmak istediğini veya onlara olan nostaljik sevgisini kendi arzularını pratiğe dökerek yorumladığını gösteriyor sanki. Daha en başta, bazı filmlerin girişinde ünlü bir yazar veya düşünürden alıntı yapılmasına ithafen, muhtemelen kendi dizeleri olan "Öldüğümde derinlere göm beni, / Ayak uçlarıma iki hoparlör yerleştir, / Başıma kulaklık dola, / Ve öldüğüm zaman rock'n'roll'a boğ beni" şeklinde hiç de edebi durmayan bir girişle bu aidiyet tavrını ortaya koyuyor. Mandy, sıklıkla Lenora Tor adlı kurmaca bir yazarın Seeker Of The Serpent's Eye adlı kurmaca romanını okuyor. Reklamlarda "Cheddar Goblin" adlı ürkütücü bir kurmaca canavar çocukların üzerine çedar kusuyor. Tasarladığı sahneler, mekanlar kimi zaman başka filmleri, o filmlerdeki mekanları anımsatsa da, Cosmatos bir süre sonra esir almayı başardığı seyircisine (evet, sadece onlara) bunların hepsinin direk Mandy'ye ait olduğu düşüncesini süresi dahilinde kabul ettirmeyi başarıyor.

Panos Cosmatos'un özlü (!) dizelerinin ardından İngiliz grup King Crimson'ın 70'li yılların ortalarına ait Starless şarkısıyla başlayan Mandy, mutlaka arada unutulanların da olacağı Hellraiser, Mad Max, Ghost Rider, John Carpenter, Dario Argento, VHS ruhu, Charles Bronson tarzı intikam kültürü, 70'ler psychedelic rock'ı, 80'ler heavy metal/synthwave müziği, grindhouse, gore, 80'lerde geçmesine rağmen post-apokaliptik bilim kurgu soslu çeşitli LSD tripleri diye uzayıp giden irili ufaklı referanslar zincirine sahip. Cosmatos bu kalabalık içinde kendi yolunu çizmek, kendi B-mitini, kendi çılgın evrenini yaratmak yönünde hiç zorlanmıyor. Çünkü kendini aslen senaryo bünyesinde değil, koyduğu kurallara istinaden sadece tasarladığı bu evren bünyesinde ciddiye alıyor. Sanki bir çizgi roman uyarlaması edasıyla sıradan bir oduncudan acımasız bir intikamcıya dönüştürdüğü Red'in ölümcül yolculuğuna orijinal dokunuşlar yapmayı da ihmal etmiyor. Mesela Red'in, emaneti olan Reaper (Azrail) adlı yaylı tüfeğini almak için uğradığı, köhne karavanında köpeği ile birlikte yaşayan tedarikçi Caruthers, tuhaf bir hikayeye sahip Black Skulls (Kara Kurukafalar) çetesi ve kaplanı Lizzie ile bir laboratuvarda iştigal eden Chemist (Kimyager), gizemleri ile boyutlandırılmış, sanki bu çizgi romanın önceki sayılarında bir yerlerde göründükten sonra bu macerada tekrar ortaya çıkmış gibiler.


Mandy zeki olmaktan ziyade, kreatif olma derdinde bir film. 70'li yılların hippileri gibi etrafına nasıl topladığı bilinmeyen bir avuç müridi ile minibüste gezen Jeremiah Sand'in bitmek bilmeyen dini tiradlarının ardında veya Mandy ile birlikte huzurlu bir hayattan başka arzusu olmayan Red'in intikamında herhangi bir mesaj aramak için kasmaya gerek yok. 80'lere tutkuyla, tutkuyla olmasa da nostaljik hassasiyetlerle bağlı sinema seyircileri için biçimsel manada kıymetli anlara sahip bir film bu. Ürkütücü florasan ve neon hüzmelerden yaratılan atmosferler, nerden geldiği belli olmayan sis ve dumanlar, keskin renkler, envai çeşit kamera oyunları, sürreal bir fotoğraf galerisinde geziniyor duygusu yaratan görüntüler, gülümsetmekten ziyade ekrana ürkek gözlerle baktıran kapkara bir mizah anlayışı ve daha nice unsur bu biçimi meydana getiriyor. Sayısız kısa film/reklam ve kimsenin bilmediği birkaç uzun metrajda çalışmış Norveç asıllı görüntü yönetmeni Benjamin Loeb'in adını artık daha sık duymalıyız. Öte yandan 9 Şubat 2018'de hayata veda ettiği için artık adını duyamayacağımız büyük usta Jóhann Jóhannsson'un müzikleri apayrı bir yazının konusu olabilecek kadar yoğun ve tutkulu. Müzikal yönden filmin rock, synth ve gotik moduyla uyuştuğu için, hatta birçok defa üzerine konduğu sahnenin sakinliğini/çılgınlığını kontrolü altında tutabildiği için Mandy'ye bu müziklerden başkası kesinlikle olmazdı.

İngiliz oyuncu Andrea Riseborough, filme adını veren Mandy rolüyle inanılmaz bir enerji taşımakta. Kimi zaman bir Rönesans tablosu kadar güzel, kimi zaman bir heavy metal albüm kapağı kadar gizemli ve ürkütücü siması ile filmin malum kırılma noktasına dek göründüğü her sahneye iz bırakıyor. Sadece bu bile onu benimsemeye yetebilir iken, Red'e anlattığı çocukluk travmasıyla, kendini doğaya ve edebiyata bırakmış naif esrarı ile Red'in onun uğruna yaptıklarını boş çıkartmıyor adeta. Fakat Mandy, Nicolas Cage ile bir başka güzel. Bunun birçok sebebi var. Kariyerinde çok önemli yönetmenlerle çalışmış, Oscar almış, aksiyon ve dram oyunculuğuna hakim tecrübeli bir aktör olarak en son iyi filmini ne zaman izlediğimiz sorusuna cevap bulmak için arşivlere bakmamız gereken (benim için 2005'teki Lord Of War sanırım) Cage, uzun zamandır kaliteyi düşürüp B film sektörüne işler yapıyor, düşük profilli aksiyonlarda sayısız kere intikam peşinde koşan adamı canlandırıyordu. Mandy'de de bu geleneği bozmuyor. Ancak bu defa oynadığı bir yönetmen filmi olunca ve bu yönetmen Cosmatos gibi öncelikle sinema yapma derdinde biri olunca tıpkı kaplan Lizzie gibi "kafes"inden serbest bırakılan Cage'i farklı bir intikamcı versiyonuyla izliyoruz. Üstelik önceliği biçim olan bir filmde kendini ezdirmeyen, herkesin bildiği meziyetlerini sergileme fırsatı için çabalayan bir performansla. Tüm bu bileşenlerin ışığında Mandy'nin en ön safında Panos Cosmatos var ve sinema dünyası onu kazandığı için mutlu olmalı.

5 Ekim 2018 Cuma

Poetry (Shi) (2010)


Yönetmen: Lee Chang-dong
Oyuncular: Yoon Jung-hee, Lee David, Kim Hee-ra, Ahn Nae-sang, Kim Yong-taek, Park Myung-shin, Min Bok-gi
Senaryo: Lee Chang-dong

Peppermint Candy, Oasis, Secret Sunshine gibi Güney Kore sinemasının önemli filmlerini çeken Lee Chang-dong'un yazıp yönettiği Poetry, küçük bir banliyöde lise öğrencisi torunu Jong Wook ile yaşayan 66 yaşındaki Mi-ja'nın etrafında şekillenen birinci sınıf bir dram. Boşanan kızı başka bir şehre taşınınca torunu Wook'a bakan, devlet yardımlarıyla geçinen, kendisinin yaşlarındaki engelli bir adama yarı zamanlı bakıcılık yapan Mi-ja, birgün kolundaki uyuşma nedeniyle doktora gider. Ama bazı basit kelimeleri unutmaya başladığı ortaya çıkınca doktor Alzheimer başlangıcı olabileceğinden şüphelenir. Bu arada torunun okulundaki bir kız intihar etmiştir ve torunu da bu olayla alakalı çocuklardan biridir. Tüm bunların ortasında gördüğü bir ilan üzerine bir kültür merkezinde verilen şiir derslerine yazılır. Öğretmenleri, kurs bittiğinde tüm katılımcıların birer şiir yazmalarını şart koşar. Türlü dertleri ile baş etmeye çalışırken bir yandan da etrafındaki şiirsel güzellikleri anlamaya, onlardan bir şiir çıkarmaya uğraşmaktadır.

Lee Chang-dong'un yazıp yönettiği filmlerin genel karakteri, insan hayatının rutin akışını bozan dramatik ve trajik kırılma noktalarının onlar üzerindeki tamir olunamaz etkileri karşısındaki seçimleri olsa gerek. Her biri sorunlarla kuşatılmış, hayatın içinden seçilmiş baş karakterleri ayrıcalıklı kılan ise bu sorunlarla baş etmek kadar edememek üzerine de son derece doğal olmaları. Doğal olmak bir ayrıcalık sayılmaz elbette. Ancak Chang-dong, karakterini hiçbir şekilde merkezden ayırmayıp, etrafına ördüğü insanlar ve olaylarla onu en gerçekçi yöntemlerle boyutlandırabilen bir sinemacı. Bu yöntemlerden biri olarak şiirsellik zaman zaman başvurduğu, ama kurduğu dramatik yapı çerçevesinde duygu sömürüsü yapmak veya baş edemediği anlardan sıyrılma kolaycılığı şeklinde yansımadı. Poetry'de ise şiiri bu bilinçle baş karakteri Mi-ja'nın mühim bir tamamlayıcısı olarak tanımlıyor. İlerlemekte olan Alzheimer hastalığını öğrenen, ergenliğini tüm yoğunluğuyla yaşayıp bir de üstüne başını belaya sokan torunu ile uğraşan, elden ayaktan düşmüş tuhaf bir adam olan Kang'a yarı zamanlı bakıcılık yapan Mi-ja'nın etrafını çevreleyen bu bunaltıcı atmosferi dengelemek için şiir gibi narin bir kavramı senaryosuna konumlandırıyor.


Lee Chang-dong, maddi manevi bu kadar sıkıntı içinde ayakta kalmaya çalışan Mi-ja'nın kendine zaman ayırması, kendini unutmaması için şiiri sığınacak bir liman, nefes alacak bir alan olarak tanımlıyor. Bunu tarzının ve filmin doğasını bozmayacak şekilde senaryoya katık ediyor. Hayatın içinde türlü zorluklar, geçim dertleri, ölümler kadar filmler, şarkılar, resimler, romanlar, şiirler de yer alıyor elbette. Mi-ja, kendi ayakları üzerinde duran bir kadın olarak, ona sürekli yaşını hatırlatan hayat şartlarını, hastalığının zorluklarını reddedip, yaşını kendi çapında renklendirmek adına gösterdiği kararlılığı şiir sanatıyla ifade etmek istiyor. Sakin ve sevimli kişiliğinin bu incelikli sanatla olan bütünlüğü filme organik biçimde yansıyor. Hatta şiir dersinde öğretmenin verdiği şiir yazma ödevini o kadar ciddiye alıyor ki, belki de karşılaştığı olaylara vermesi beklenen tepkileri vermeyip etrafında gördüğü objelerden bir şiir ortaya çıkarmaya uğraşırken zaman zaman "orada olmayan kadın"a dönüşebiliyor. Çünkü onun gerçek hayatı ve şiir hayatı birbirinden o kadar farklı ki, kendini oraya attığında yaşadıkları ne olursa olsun her duygudan bir şekilde tat aldığını hissediyor ya da hissettiriyor.

Hayatın acımasız kırılma noktalarını yok saymayıp, karakterini ve onun sıkıntılarını duygu sömürüsü çukurlarına düşmeden anlatan Lee Chang-dong, Mi-ja ile yine çok özel bir dram kahramanı yaratmış. Yazdığı güçlü senaryo ve sade ama vurucu sinema diline sözcü olarak ise 70'li yaşlarının ortalarındaki Yoon Jung-hee'yi seçerek ne kadar doğru kararlarla hareket ettiğini de bir kez daha kanıtlamış. Zaten özellikle Sol Kyung-gu'nun canlandırdığı Yeong-ho (Peppermint Candy) ve Jeon Do-yeon'un yürekleri dağladığı performansıyla Sin-ae (Secret Sunshine) de çok ayrıcalıklı dram karakterleriydi. Mi-ja'nın hem zerafetini, hem de yılgınlığını çok çarpıcı biçimde hayata geçiren Yoon Jung-hee ise, 2010'lu yıllarda beyaz perdenin gördüğü en etkileyici kadın figürlerden birini ustalıkla canlandırıyor. 2010 yılının Cannes Film Festivalinde En İyi Senaryo ve Ekümenik Juri ödülleri kazanan Poetry, tıpkı diğer Lee Chang-dong filmleri gibi ortasından dahil olduğumuz, doğal akışına kendimizi kaptırdığımız, güçlü bir finali olsa da aslında bitmediğini, hayat gibi kaldığı yerden devam edeceğini bildiğimiz bir yapım. Kirlenmekte olan dünyaya olan inancımızı güçlü tutmaya çalışan şiirin veya herhangi bir sanat dalının, hayatın kısa anlarında bile olsa ruhani arınmayı sağladığının filme dönüşmüş hali.

29 Eylül 2018 Cumartesi

Sicario: Day Of The Soldado (2018)


Yönetmen: Stefano Sollima
Oyuncular: Benicio Del Toro, Josh Brolin, Isabela Moner, Jeffrey Donovan, Catherine Keener, Matthew Modine, Elijah Rodriguez, David Castañeda, Bruno Bichir
Senaryo: Taylor Sheridan
Müzik: Hildur Guðnadóttir

2015 yılındaki Sicario'nun devamı niteliğindeki Sicario: Day Of The Soldado, ilk filmde olduğu gibi yine Taylor Sheridan'ın senaryosunu hayata geçiriyor. Sheridan'ın haricinde Sicario 2'nin mutfağında değişiklikler var. İlk filmi yöneten Denis Villeneuve'ün yerini Suburra adlı güçlü mafya filmini ve yine bir mafya filmi olan Gomorrah'ın dizi uyarlamasını yöneten İtalyan Stefano Sollima alıyor. Yine ilk filmin görüntü yönetmenliğiyle Oscar adaylığı alan Roger Deakins'in koltuğunda Polonyalı Dariusz Wolski, müziklerini inşa eden rahmetli Jóhann Jóhannsson'un koltuğunda ise yine İzlandalı Hildur Guðnadóttir oturuyor. Bütün bu değişimler filmi ilk Sicario'nun çıtasının altında gösterse de, asıl zayıflık Sheridan'ın devam senaryosunda kendini gösteriyor. Bir kere en başta Sicario'nun bir devam filmine ihtiyacı olup olmadığının tartışılması gerekiyor. Matt Graver (Josh Brolin) ve tetikçi Alejandro (Benicio Del Toro), esrarı tam aydınlanmamış, malzemesi, potansiyeli olan karakterler olduğu için Sheridan onları bir devam filminde değerlendirmek istemiş olabilir. Kate Macer'ın, yani Emily Blunt'ın bu senaryoda yer bulmaması filmi 1-0 geriden başlatıyor. Zira filmin türlü klişelerinin kaynağı olan ergen Isabela Moner'ı saymazsak, testosteron yoğunluğunu seyreltmek için kadın karakter kontenjanındaki Catherine Keener ve ona biçilen rol pek doğru bir seçim sayılmaz. Bu defa Graver ve Alejandro'ya odaklanmış, ilk filmle karakter olarak bağlantılı, ama konu olarak biraz daha farklı bir film izlemek durumundayız.

Kate Macer'ın olmamasının filmden götüreceği en belirgin özellik, Amerikan hükümetinin el altından destek verdiği "kirli" imha operasyonlarının vicdan muhasebesinin yapılmayacak olması olabilir. Ne var ki Sheridan bu açığı kapatmak için bu defa Alejandro üzerinden kendi mantığıyla çelişmekten kaçamamış. Bu çelişkiye birazdan değinmek üzere Day Of The Soldado'nun konusuna bakarsak, ortalığın fena kızışacağını düşünebiliriz. Uyuşturucu kartellerinin yan sanayii olarak insan ticaretine, hele de müslüman teröristleri Meksika sınırından Amerika'ya sokmaya başlamaları, bu teröristlerden bazılarının sivil halka bombalı eylemler düzenlemeleri üzerine yetkililerin işi gizli ve kirli yollardan çözmesi için Matt Graver'a havale etmeleri, teorik açıdan filmin temelini iyi atıyor. Graver, Ortadoğu'daki tecrübelerine dayanarak çılgın bir plan yapıyor. Buna göre Meksika'nın en güçlü kartellerinden Matamoros Karteli ile Carlos Reyes'in başında olduğu bir diğer karteli birbirine düşürmek için çift taraflı hamleler tasarlıyor. Tabii çok gizli bu operasyona dostu Alejandro'yu da dahil ediyor. Bunun Alejandro için anlamı büyük. Zira onun ilk filmde ortaya çıkan misyonunun yarım kaldığını, intikamını tamamlamak için Reyes'i devirmesi gerektiğini anlıyoruz.


Matamoros Karteli avukatının sokak ortasında öldürülmesi ve ardından Reyes'in kızı Isabel'in kaçırılmasını organize eden Graver ve ekibi, çevirdiği dümenlerle kredi toplar, kahraman olur, çok önemli bir kozu da eline alır. Sheridan bu benzetmesiyle Amerikan Hükümeti'nin savaş politikaları gereği işleri nasıl yürüttüğüne dair yeni olmayan, ama cesareti ve detaylı organize suç ağı ifşalarından ötürü eskimeyen bir tavır ortaya koyuyor. Ne var ki hükümetin gizli desteğiyle her türlü gücü elinde bulunduran Graver'ın ayak oyunlarıyla iki karteli birbirine düşüren Sheridan, bu karışıklığı bize hiç hissettiremiyor. Çünkü beklenmedik bir pusu sonrası Alejandro ve sözde kurtarılan rehine Isabel'in Graver'dan ayrı düşmesi sonucu senaryo farklı bir rotaya sapıyor. İşte bu noktada Sheridan'ın çelişkisi başlıyor. İlk filmde Alejandro'nun, kızını acımasızca öldürdüğünü öğrendiğimiz kartelden intikam almak uğruna neleri göze aldığını, nasıl soğukkanlı ve acımasız bir tetikçi olduğunu bize kabul ettirdikten sonra bu filmde onu baş düşmanının kızıyla kader birliği içine sokması nereden baksak tutarsızlık olmuş. Burada Alejandro'nun vicdani sınavının, Isabel ile kaybettiği kızı arasında kurduğu empatinin bayatlığı, filme olan hevesi söndürme tehlikesi taşıyor. Karteller arası kaosu hissettiren, zeki politik göndermeler, aktüel ve eleştirel bakış açısıyla şekillenmiş bir içerik beklerken, sınırda sıkışmış Alejandro ve Isabel'in kurtuluş yolculuğuna fit oluyoruz.

İlk Sicario'da olduğu gibi burada da finale doğru ana gövdeye bağlanacak bir yan hikaye var. Kartele dahil olmak, orada yükselmek isteyen genç Miguel'in, insan kaçakçılığı yapan Hector'un kanatları altında bu suça ortak olma sürecini izliyoruz. Bu yan hikayeyi doğru kablolarla filme bağlayan Sheridan, final sürecinde bu hikayenin ekmeğini yemeyi planlıyor. Nasıl yediği seyircinin farklı beklentileri ölçüsünde değer bulacaktır. Ama gerek yarım bırakılmış hesaplaşmalar, gerekse sanki bir dizi bölümünün finalini andıran son sahne, üçüncü Sicario'nun yolda olduğunun habercisi. Bu durum da ilk Sicario'nun ikincinin habercisi olmamasıyla çelişiyor. Başka bir deyişle ilk film, kendi ayakları üzerinde sağlam duran, tüm meselelerini stilize bir aksiyon/dram ekseninde çözmüşken devamının gelmeyeceğine ikna etmişti. Oysa Day Of The Soldado tüm çözümleri başka bahara bırakarak belki de bir üçleme olmaya soyunuyor. Sheridan bu senaryoyu Sicario'nun devamı olarak değil de bambaşka bir film olarak tasarlasaydı, ufak rötuşlarla kendi serisini yaratacak bir yapım olabilirdi. Bunları hiç öğrenemeyeceğiz. Özellikle durdukları yerde bile rollerini doldurabilen karizmatik Josh Brolin - Benicio Del Toro ikilisini tekrar aynı rolde görmek keyifli olsa da, Day Of The Soldado'nun da ilk film gibi kendi bağımsızlığını ilan etmiş bir şekilde üçüncü filme yelken açması daha iyi olurdu.

20 Eylül 2018 Perşembe

Kelebekler (2018)


Yönetmen: Tolga Karaçelik
Oyuncular: Tolga Tekin, Bartu Küçükçağlayan, Tuğçe Altuğ, Serkan Keskin, Hakan Karsak, Ezgi Mola, Ercan Kesal
Senaryo: Tolga Karaçelik
Müzik: Ahmet Kenan Bilgiç

Gişe Memuru (2010) ve Sarmaşık (2015) sonrası üçüncü uzun metrajı Kelebekler'i yazıp yöneten Tolga Karaçelik, yine metaforlarla, kara mizahla, emprovize anlarla dolu bir filme adını yazdırıyor. Bir Karaçelik filmi olması zaten yeterli beklenti sebebiyken, bir de üzerine dünyanın en önemli bağımsız film festivali olan Sundance'te Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü kazanan Kelebekler, aile komedisi, yol filmi, eve dönüş ve geçmişle hesaplaşma dramı arasında mekik dokuyan bir yapım. Fon desteği almadan 18 günde çekilmiş bir film olması itibariyle yaşadığı tür dağınıklığı kendini belli ediyor. Ayrıca üç farklı karakteri benimsetip birbirlerine ve yaşadıkları olaylar zincirine adapte etme gibi zor bir amacı elinden geldiğince, imkanları el verdiğince yerine getirmeye çalışıyor. Netice aldığı kadar alamadığı noktalar da mevcut. Ana akımdan, festival unsurlarından, ikisinin arasında seyreden absürt mizahtan besleniyor. Sarmaşık gibi diri bir gerginliğin ardından daha hafif, naif ve sevimli anlar yaratan karakterde. Öne sürdüklerini oluruna bırakmak, hafif komedi çapında fazla ciddiye almamak, ama bu kategoriye soktuğunuzda da başka türlü eleştiriler getirmek icap eden bir film.

Almanya'da astronotluk yap(amay)an Cemal, babasından aldığı telefon üzerine kardeşleri olan öğretmen Suzan ve bir türlü yırtamamış dizi oyuncusu Kenan'ı da alarak Milas'taki Hasanlar Köyü'ne gitmek üzere harekete geçiyor. Karakterleri yolculuk öncesinde tanıtmak için fazla özenmeyen senaryo, Cemal'in bir türlü mesleğini icra edemeyişinden, Suzan'ın partneri (ki onu Tolga Karaçelik canlandırıyor) ile arasındaki iletişimsizlikten, Kenan'ın şöhreti yakalayamamış oyuncu bezginliğinden kısaca dem vuruyor. Ufak tefek nazlanmalar sonucunda çıkılan yoldan da, pavyon bölümü haricinde fazla malzeme üretilmiyor. Yine de karakterlere ısınmak açısından faydalı küçük dokunuşlar mevcut. Ne zaman ki Hasanlar'a varıyorlar, komedi ve dramın iç içe geçtiği, zaman zaman birbirlerini itelercesine ön plana çıkmak için çabaladıkları bir film izlemeye başlıyoruz. Patlayan tavuklar, kafasındaki deli sorularla ateizme yelken açmış bir imam, bu imama gıcık olan yurdum insanı muhtar, yağmur bekleyen köy ahalisi ve çocuklarını çağırdıktan birkaç gün sonra ölmüş olan baba. Babalarını görmek için gelip onun cenazesiyle karşılaşan üç kardeşin doğdukları ev ve buradaki anıları ile yüzleşmeleri üzerinden malzemesi iyi bir "öze dönüş" dramının inşası başlıyor.


Küçükken anneleri ile alakalı yaşadıkları trajedinin ve babalarından ayrılmak durumunda kalmanın gölgesinde filizlenen üç farklı yüzleşme, önce yağmur biriktiren bulutlar gibi yavaş yavaş potansiyel yükleniyor. Özellikle bunlar yaşanırken çok küçük olan Suzan'ın ebeveynlerini hatırlama güçlüğü çekmesiyle yaşadığı sıkıntı ona ekstra dramatik bir boyut ekliyor. Babalarının vasiyeti gereği kelebekler geldikten sonra gömülmek istemesi üzerine bekleme sürecine giren kardeşlerin yıllar sonra farklı yaş ve hayat görüşleriyle önce yolculuk yapmaları, sonra aynı evde buluşmaları, uzun ve özenilmiş bir senaryoda fevkalade sıkıcı ve yapay diyaloglara sebebiyet verebilirdi. Oysa Tolga Karaçelik az ama öz fikirlerle bu boğucu olması beklenen atmosferi filtrelemeyi, ondan sevimlilik, huzur, mutluluk üretmeyi başarıyor. Suzan ve Kenan'ın gece kapı önündeki konuşma sahnesi, kardeşlerin "Gidelim Buralardan" ile şenlenen bahçedeki rakı sofrası bölümü gibi anların bu filme çok gerekli olduğunun bilincinde. Sonra o yağmur biriktirmiş bulutlar, mezar başında kelebeklerle birlikte öfke patlamaları şeklinde yağıyor. Uzun süre cebimizde tuttuğumuz, ölen babanın masalları andıran gizemdeki vasiyetinin ortaya çıkmasıyla ne diyeceğimizi bilemez halde, suratımızda tuhaf bir gülümsemeyle hayatın normal akışına kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Tolga Tekin, Bartu Küçükçağlayan ve Tuğçe Altuğ üçlüsünün sürüklediği Kelebekler, bu oyuncuların performansları yönünden en ufak bir sıkıntı yaşamıyor. Ama girişte onları büyük şehir hayatında yol bulmaya çalışan bireyler olarak daha derli toplu bir tanıtım düşünülse, gelişme bölümünde yolculuk kısmı biraz daha uzun tutulup renklendirilse filmin aceleye gelmiş havası biraz olsun dağıtılabilirdi. Ama şu haliyle bile hedeflediği birçok duyguyu seyirciye geçirebilmeyi başarmış bir yerli sinema örneği. Zaten Sundance'in filmi bu kadar sevmesinin ardında az da olsa Amerikan tarzı yol, eve dönüş, geçmişle yüzleşme kronolojisinin sade pratiği yatıyor olabilir. Bu pratiği spontane bir yerellikle bütünleştiren Karaçelik, Sarmaşık'taki sarmaşıklar ve salyangozlar, burada da tavuklar ve kelebekler üzerinden yaptığı serbest çağrışımları alametifarikası haline getirdiğini ilan ediyor adeta. Serkan Keskin muhtar rolüyle gayet eğlenceli. Fakat köyün şüphelerle boğuşan imamı olarak izlediğimiz, Şarmaşık'taki Nadir rolüyle de çok iyi bir performans ortaya koyan Hakan Karsak, bu trajikomik ve özel role hakkını veriyor. Filmin Sundance, Bükreş, İstanbul, Ankara festivallerindeki başarısı sonrası Tolga Karaçelik'in ufuktaki projelerinde daha güçlü bir maddi destekle, daha geniş bir zamana yayılan çekim sürecine sahip olmasını, daha eli yüzü düzgün bir sinematografi ve müzik kullanımıyla salonlarda yer almasını ümit ediyoruz.